Herkes için laiklik

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün, laiklikten söz etmek istiyorum. Geçenlerde bir izleyicinin yorumu –ne zamandır aklımda olan– bu konuyu ele almam gerektiğini düşündürdü bana. İzleyicim özetle şöyle diyordu: “AKP iktidarı başta karşı olduğum laikliğin ne kadar önemli olduğunu bana gösterdi.”  Gerçekten İslamî iddialı ülkelerde laikliğin değeri daha fazla anlaşılıyor. Bu noktada İran’la ilgili bir anımı anlatmak isterim: Yıllar önce İran’a gazeteci olarak ilk gittiğimde –o zaman Muhammed Hatemi cumhurbaşkanıydı–, Muhammed Hatemi İran’da reform hareketinin lideriydi ve çok büyük umutlarla iktidara gelmişti. İki dönem üst üste seçildi. Ben Hatemi’nin ilk döneminde gittiğimde, orada özellikle gençlerde, aydınlarda, İran’ın değişip özgürleşeceği yolunda büyük bir heyecana tanık olmuştum — maalesef gerçekleşmedi. Bu dediğim olay bundan 20 yıl önce –belki daha da fazla– olmuştur. O dönemde Hatemi’yi destekleyen aydınların büyük bir kısmıyla konuştuğumda –özellikle kadınlar– adını böyle koymasalar bile laiklik ya da sekülerizm arayışı içerisindeydiler. Bu iki kavramın farklı anlamlara geldiğini biliyoruz, ama bazı durumlarda insanlar ikisini birden de kullanabiliyorlar. Ama İran’da –ki İran, felsefe geleneğinin çok güçlü bir ülkedir, İslamî aydınlarında da bu büyük ölçüde geçerli– laikliğin adı böyle konmadan da olsa tartışıldığı dönemlerdi bunlar — hâlâ sürüyor, ama eski coşkusu olduğunu açıkçası pek sanmıyorum. Tam işimiz bitti, döneceğiz, foto muhabiri arkadaşımla havaalanına gitmeden önce en son bir randevumuz vardı, o görüşeceğimiz kişi de Hatemi’nin en önde gelen danışmanlarından birisiydi; off the record, adıyla yayınlamamak kaydıyla sohbet ettik. Kendisine çok sayıda soru yönelttim; entelektüel yönü çok güçlü birisiydi, ama aynı zamanda da İran devletinin içerisinden gelen birisiydi, genç yaşta çok önemli görevler üstlenmiş, devrimden itibaren hareketin içerisinde olmuş birisiydi. O kişiyle sohbetimiz bittikten sonra bana –hiç unutmuyorum– dedi ki: “Tamam, bitti, soru sorma sırası bende”. Ben de kendisine –Refah Partisi’nin yükselişte olduğu tarihlerdi, İslamcılık bayağı bir ilgi odağıydı–, “Refah Partisi’ni mi soracaksınız?” diye sordum, o da, “Yok canım, ne işim var?” gibisinden bir cevap verdi –çok iyi bir çevirmenimiz vardı, Türkçe-Farsça arasında çeviren– ve bana laikliği sordu. Laikliği sordu, Türkiye’deki laiklik uygulaması hakkında peş peşe sorular sordu ve bu soruların hiçbirisi de Türkiye’deki laikliği eleştirmek ya da laiklik kavramına eleştirel bakışından değil, tam tersine sempatiyle bakışından dolayıydı ve hatta Türkiye’nin laikliği tam olarak uygulamadığı yolunda birtakım görüşleri vardı — ki bence de haksız sayılmazdı. O tarihte o kişinin –ki sonradan adı çok geçti, Hatemi yönetiminde bayağı öne çıkan bir isim oldu, ama artık uzun bir süredir geri planda kalan, hâlâ yaşayan birisi– orada çok aydınlanmıştım. Gerçekten İslamî iddialı rejimlerde yaşayanların laikliğe ilgisi çok daha farklı ve çok daha sahici oluyor; bu kişi de o tarihte rejimin değişim iddiasının olduğu bir dönemde önde gelen aktörlerden birisiydi, ama gerçekleştiremediler; çünkü İran’da İslam devleti çok köklü, her anlamıyla derin bir yapılanması var ve reform hareketini de kendisine benzetti. Şu anda da mesela Ruhani de reformist olarak biliniyor, ama yaptığı herhangi bir dişe dokunur reform falan yok. 

Aynı gezide, yani yaptığım İran seyahatinde –ki bayağı bir kalmıştık, çok sayıda kişiyle görüşmüştük–, artık hayatta olmayan İran asıllı büyük İslam düşünürü Daryush Shayegan’la da konuşma imkânı olmuştu. Kendisi uzun yıllar sonra İran’a gelmişti, birbirimize denk gelmiştik. Shayegan da bana o tarihte –yani 1990’ların başları ya da ortasına doğru bir tarih olması lâzım– çok umutluydu Hatemi rejiminden. Şöyle bir cümle etmişti bana: “Biz bir tünelden çıkıyoruz, ama Türkiye olarak siz aynı tünele giriyorsunuz”. Shayegan, yakın zamanda hayata veda etti, belki de o söylediğinin doğrulandığını düşünmüştür. Türkiye, tam olarak o tünele girdi mi? Sanmıyorum, Türkiye bir İran olmadı; ama Türkiye eskisi gibi de kalmadı ve Türkiye, geçen hafta sonunda –yani cuma günü yaptığım– yayında vurguladığım gibi, 17 yıllık AKP iktidarında en fazla zararı İslamiyet’in, hatta bir anlamda dindarların gördüğü bir ülke oldu. Tabii ki muhalefette olan kesimler buna katılmayacaklardır, ama AKP iktidarının, İslamîlik iddiasındaki bir iktidarın yapıp ettikleri Türkiye’deki İslam geleneğine de inanışına da bence çok ciddi zararlar verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın din şûrâsında yaptığı konuşmalar, kesinlikle laik bir devletin başkanının yapacağı konuşmalar değil; ama işin bir başka boyutu da şu: Sözlü olarak söyledikleriyle hayatta yaptıkları arasında da çok büyük fark var. Şunu yapmıyor tabii ki; sözlü olarak konuştuğu zaman laikliğe aykırı birtakım şeyler söylüyor, ama hayata geçirdiği şey de laiklik değil, bambaşka bir şey, popülist bir pragmatizm. Burada aslında ne laiklik var, ne şeriat var; dünyanın dört bir yanında gördüğümüz tek adam yönetimlerinin bir başka versiyonu, İslam’la bulanmış bir hali var. 

“Herkes için laiklik” derken, tabii ki laiklik öncelikle bir ülkede, bir toplumda sayıca az olanların inanç özgürlüğünün ve inançlarını hayata geçirme özgürlüğünün garantisidir. Yani az olan, diyelim ki Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede Gayrimüslimlerin; baskın bir mezhebin olduğu bir ülkede daha az sayıda olan bu mezheplere bağlı olanların hayatlarını, inançlarını özgürce müdahale edilmeksizin yaşamalarının garantisidir. Bu nedenle öncelikle laiklik, tabii ki dünyanın değişik yerlerinde sayıca az olanlar tarafından daha çok benimsenen bir husus. Ama Türkiye gibi ülkelere baktığımız zaman: Çoğunluk olan Sünni İslam; şöyle bir algı yaratılmak isteniyor: “Bir tarafta Sünni İslam sayıca çok var, bir tarafta da Alevilik, Hıristiyanlık, Yahudilik, tanrıtanımazlık gibi değişik inanç ya da inançsızlıkta insanlar var; laiklik bunların hayrınadır, diğerlerinin aleyhinedir.” Aslında böyle bir durum yok; laiklik, herkesin hayrınadır. Özellikle Sünni İslam’ın çoğunlukta olduğu ülkelerde –Türkiye bunlardan birisi– laiklik Sünni inancına göre İslam’a bağlananlar için de gereklidir. Çünkü Sünnilik dediğiniz şey tek bir monolitik bir yapı değil, farklı farklı anlayışlar, pratikler, dozlar var ve bunların hemen hemen her biri de kendisinin sahici, gerçek olduğu iddiasında. Dolayısıyla bunların arasında da bir dengeyi tutturabilmek için devletin pozisyonunun laik bir pozisyon olması ve hem farklı inançlar ve mezheplere eşit mesafede olması, hem de belli bir mezhebin içerisindeki farklı yorumlara da eşit olmasının bir anlamda teminatıdır laiklik. Aksi takdirde Sünni İslam’ın içerisinden birisi gelip, herhangi bir tarikat, herhangi bir yaklaşım ya da bir din âlimi –fıkıhçı vs. –, diğer herkese kendisinin doğrularını mecburiyet olarak dayatmak isteyebilir. Bunu biz AKP iktidarında çok açık bir şekilde gördük; kendisi gibi düşünmeyenlere, kendisine bağlanmayan cemaatlere nasıl AKP iktidarının tasfiye ettiğini, önünü kestiğini, zorluklar çıkarttığını, buna karşılık kendisine tâbi olanların önünü nasıl alabildiğine açtığını gördük. El değiştiren belediyelerde bunun maddi boyutlarıyla ilgili de birtakım rakamlarla çok bariz bir şekilde karşılaştık. Eğer laik bir devlet söz konusu olsa, ya da devleti yönetenler laiklik konusunda hassasiyetlerini koruyor olsalar, bu hizmet dağıtımında farklı inanç kesimlerine yaklaşımda böyle bir ayrımcılık yapmazlardı. Şu anda Türkiye’de, diyelim ki Erdoğan yönetiminden en çok rahatsız olan İslami gruplar, mesela Furkan Vakfı; Adana’da Alparslan Kuytul aylardır cezaevinde –ki kendileri bayağı İslamcı, laiklik karşıtı, şeriatçı bir yapılanma– ama herhalde laik bir devlet olsaydı onun içerisinde daha özgür olurlardı, herhalde bu düşünceye varmışlardır. Tabii ki laikliği savunacaklarını sanmıyorum, ama reel olarak baktığımızda durum böyle; ya da şu anda iktidara bağlılık göstermeyen, mesela Nurculuğun Yeni Asya kolu gibi, ya da Süleymancılar, kendileri “Süleymanlılar” diyor, –ki yakınlarda yurtları bir deprem tehlikesi nedeniyle zorla boşaltıldı biliyorsunuz– gibi gruplar da herhalde şu andaki İslamî iddialı Erdoğan yönetimi yerine laik iddialı bir yönetimi tercih ederlerdi çünkü laik iddialı bir yönetim, laikliğe hassas olan bir yönetim bu cemaatlerle olan ilişkilerinde onlara karşı birtakım art niyetli yaklaşımlar sergilemezdi — böyle bir şeyi yapmaları durumunda toplumun bir kesimini karşılarına alacakları endişesiyle. 

Çok iyi hatırlıyorum; Hizbullah Türkiye’de büyük bir dehşet saçtığı zaman, her yerden mezar-evler çıktığı zaman, değişik şekillerde –işkenceyle öldürülmüş, bunların sorgu kayıtları vs. – bir dönem Türkiye’de çok büyük bir dehşet yaşanmıştı ve bu dehşetin muhataplarından birisi de dindarlardı. Çünkü Hizbullah’ın öldürdüğü kişilerin önemli kısmı, ezici bir çoğunluğu hatta, başka dindarlardı; şu ya da bu nedenlerle, gerekçelerle –ajan olduğu için vs. – öldürülen çok sayıda dindar vardı. Bunlardan birisi de Kürt İslamcılığının önde gelen isimlerinden İzzettin Yıldırım’dı. Kendisi, İstanbul’da Hizbullah tarafından alıkonulduktan sonra bir evde ölü bulunmuştu. Onun cenazesine –Eyüpsultan’daydı yanılmıyorsam– gitmiştim ve cenazede tabii ki ezici bir çoğunluk İslamcılardı, orada çok tanıdığım İslamcıyla ayaküstü sohbet etme imkânı olmuştu ve o tarihte hepsi çok ciddi bir şekilde ürkmüştü, korkmuştu; çünkü bir dehşet vardı, bir vahşet vardı. Bunun muhatabı da İslamcı iddialı, şeriatçı olduğu bariz olan bir Kürt Nurcu cemaatinin belli çevreler tarafından tanınan ve saygı gören lideriydi. O tarihte, orada konuştuğum insanların büyük bir kısmında “Bunlar bizi de öldürür” duygusu vardı. Halbuki hepsi İslamcı. Peki, niye böyle oluyor? Çünkü farklı yorumlar nedeniyle eline silah alan ya da şiddete başvuran ya da daha güçlü olan, pekâlâ şu ya da bu gerekçeyle, bahaneyle bir başkasını öldürebiliyor, cezalandırabiliyor, ona işkence yapabiliyor. O tarihlerde Bülent Ecevit başbakandı ve kendisiyle bu konuda –hayatta iki kere Ecevit’le konuşmuşluğum vardır, ilki bu vesileydi– kendisini telefonla aramıştım bir danışmanı üzerinden ve ona bu gözlemimi anlatmıştım –çok önemli bir gözlemdi bu–; o tarihteki Hizbullah’ın vahşeti aslında laikliğin ne kadar dindarlar için de gerekli olduğunu bize çıplak gözle gösteren bir olaydı. Bunu kendisine –tanışmıyorduk ama tabii ki birbirimizi biliyorduk– onu en iyi anlayacak kişilerden biri olduğunu düşünerek öyle aklıma esti, bir şekilde aradım ve hızlı bir şekilde –hayret verici bir şekilde– ulaştım kendisine, hâlâ sesi kulaklarımda yankılanır. Daha sonra kendisiyle yaptığımız bu kısa telefon sohbetini başbakan sıfatıyla basın mensuplarıyla bir şekilde paylaştığını da gördüm — ki hatta kendisiyle yaptığımız sohbetten çok kısa bir süre sonraydı. 

Ecevit gibi birisinin –“İnançlara saygılı laiklik” diye bir savunusu vardı biliyorsunuz– ağzından çıkan bu yaklaşım çok daha inandırıcı oluyor, benim söylememden herhalde daha inandırıcıdır. Çünkü orada şöyle bir husus var;: Laikliği savunduğunuz zaman size sadece ve sadece sayıca az olanları savunduğunuz gibi bir yaklaşımla, önyargılı bir şekilde yaklaşıyor ülkenin Sünni dindarları. Halbuki bu düzenleme, devletin bu pozisyonu aslında herkesi kapsayan bir pozisyon; çünkü dinin olduğu yerde farklı yorumlar var ve farklı yorumların olduğu yerde rekabet var, çatışma var ve işin içerisine bir şekilde pekâlâ fanatizm vs. girebiliyor. Dolayısıyla bir ülkede kim ne kadar sayıca çoğunluk olursa olsun –hangi inanç grubu, mezhep, meşrep vs.– yine de orada laiklik olmazsa olmaz. Bu tabii ki Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki laiklik uygulamasının yol açtığı sorunları yok saymak anlamına gelmiyor; ama Türkiye’nin ve aslında tüm İslam dünyasının da laiklikten daha iyi bir seçeneği olduğunu asla düşünmüyorum. Ama bunu yaparken özgürlükçü bir perspektifi –dayatmacı değil– göz önüne alarak hiçbir inanç grubu ya da inançsızlığı kayırmadan herkesi kapsayacak bir perspektife sahip olmak. AKP iktidarı bunu yapmadı; AKP iktidarı öncelikle Sünni olmayan kesimlere karşı negatif bir ayrımcılık yaptı –başta Aleviler olmak üzere–, arada sırada yapılan küçük jestleri allayıp pullayıp ayrımcılık yapmadıklarının kanıtı olarak göstermek istiyorlar. Ama biliyoruz ki Türkiye’de Aleviler hiç de devlet tarafından hak ettikleri ilgiyi, desteği görmüyorlar; başka gruplar da keza böyle. Ama daha önce söylediğim gibi Sünniliğin içerisinde de iktidarın kayırdığı gruplar, kişiler vs. var. Çoğulcu bir Sünni anlayışa da sahip değiller, tek tipçi bir Sünni anlayış ve birtakım neredeyse kayıtlı fıkıhçılar, fakihler var. Hayrettin Karaman gönüllü bir şekilde bunu üstlenmiş gibi duruyor, Diyanet kendisini iyice iktidara endekslemiş durumda vs.. Bunlarla Türkiye’nin çok fazla gidebilecek bir yeri yok; yepyeni Türkiye’de laikliğin olmazsa olmaz bir ilke olarak tekrar gündeme getirilip, geliştirilip, sahiplenilmesi gerektiği kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.