Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (6): Türkiye’nin koronavirüs sınavı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Geçen cuma günü Kemal Can’la yan yanaydık, şimdi ikimiz de ayrı ayrı evlerimizden yayın yapıyoruz. Bundan sonra bir müddet böyle sürecek. Yeni dönem, yeni koşullar… Zor koşullar tabii; ama bir şekilde de hayat devam ediyor. Yayının başlığını “Türkiye’nin koronavirüs sınavı” diye koyduk. Kemal, önce sen anlat; sence bu sınavın neresindeyiz? Derslere iyi hazırlanmış mıyız? Geçebilecek miyiz? Zor bir sınav olduğu kesin de, geçemezsek ne olur? Bütünlemesi, ikmali var mı yok mu? Ne dersin?

Kemal Can: Açıkçası, bütün dünya için çok ciddi bir sınav. Henüz sorularının hepsi açılmış bir sınav da değil. Devamı da gelecek bir yığın sorunlarla birlikte, bir sürecin içerisinde yaşıyoruz. Ve kimse ne gelişini ne devamını net olarak öngöremiyor. İtalya başta olmak üzere Avrupa’da pek çok ülke, süreci çok sarsıntılı yaşıyor. “Türkiye, Avrupa’ya nispeten bazı önlemleri erken devreye aldığı için süreci iyi yönetiyor” iddiasıyla yorumlar yapılmıştı. Ama bazı önlemleri almak ya da açıklamak, bunun arkasına çok güçlü bir politik irade ve ikna edici, toplumu buna katan kararlı bir politika ile birleşmeyince, çok iyi sonuçlar almıyor. Bunun örneklerini bir sürü yerde gördük. Galiba Türkiye’de de bunun örneklerini yaşıyoruz. Çünkü Sağlık Bakanlığı’nın Bilim Kurulu’ndan bazı üyelerin yaptığı açıklamalar, bu erken davranma iddiasının sonuç alma açısından çok istenen biçimde gelişmediğini gösteriyor. Özellikle Umre meselesinde yaşanan tereddütten kaynaklanan, Asya’daki bazı ülkelerin, “Singapur’un, Hong Kong’un, Güney Kore’nin yaptığı türden bir erken hamleyle salgını yavaşlatma işi gerçekleşmedi ve o eşik aşıldı” diye bilim insanlarının yorumları var. Bu açıdan, işin tıbbî cephesinde sınavın iyi gitmediği, aslında iyiye gidebilecekken bazı hatalar ve kararlı tutumların olmaması yüzünden, bir de Türkiye Tabip Odaları’nın çok net işaret ettiği gibi, açıklık politikasının, toplumu sürece katma gayretinin yeterli biçimde cereyan etmediği, geçen haftalarda cuma namazı meselesinde ve Umre hadisesinde yaşandığı gibi belirsizliğin devam ettiğini görüyoruz. İki gün önce Cumhurbaşkanı’nın bile birtakım meselelerin hikâyesini anlattıktan sonra, “Aldığımız tedbirler yeterli” demesi ya da diğer önlemleri de tavsiye niteliğinde işaret etmesiyle, toplumun birtakım önlemlere çok yüksek bir katılımı olmadığına ilişkin çok sayıda haber olduğunu görüyoruz. Özellikle büyükşehirler dışında, işin ciddiyetinin hâlâ tam olarak algılanmadığına dair yorumlar var. Bütün bunlara baktığımızda, işin tıbbî tarafında ciddi bir sıkıntı görünüyor. 

Ama işin ikincil etkileri, yani izolasyon, sosyal mesafe, bazı işyerlerinin kapanması, bazı iş kollarının tamamen durma noktasına gelmesi gibi ikincil komplikasyonları ve bunun ekonomik, siyasal, toplumsal etkileri konusunda iyi bir sınav verilmediği görülüyor. 

Çakır: Bu geç kalıp kalmama meselesine bakarsak, Türkiye bazı ülkelere göre erken davranmış olabilir; ama mesela Çin’in Wuhan kentinde olay ilk patlak verdiğinde, sanki uzaktaki kötü bir distopyayı ya da korku filmini izliyormuş gibi, hatta “büyük medya”nın biraz da dalga geçer bir üslûpla olayları nasıl ele aldığını biliyorsun. Bu olay günlerce konuşuldu. Ama sanki uzakta, sadece Çinlilerin başına bir şey geliyormuş gibi algılandı. Hatta Çin’in şehri kapatması üzerine, “Bize bir şey olmaz”, “Sadece bize değil, Avrupa’ya da bir şey olmaz”, “Bu sadece Çin’in hastalığıymış” gibi spekülasyonlara neden oldu. Daha sonra, Erdoğan’ın iki hafta önce yaptığı grup toplantısında, bunu bir saldırı olarak ele alıp, sanki bir komplo yapılmış gibi söylemesi ve “Bunu da bertaraf ederiz” demesi, kamuoyunun konuya çok ilgi göstermemesine neden oldu. 

Aslında Sağlık Bakanlığı’nın almaya çalıştığı önlemler için –veya aldırdığı diyelim–, mesela Çin’den uçuşların durdurulması, hatta İran’la sınır kapılarının kapatılması konusunda bile, “Ne gereği var?” diye düşünen çok insan vardı. Irak’la Habur kapısının kapatılmasına, uçuşların durdurulmasına da “Ne gereği var?” diye bakan çok insan oldu. Türkiye’de sokağa çıkma meselesi şu anda hâlâ bir tavsiye olarak, “Evde kal Türkiye” şeklinde sunuluyor. Sokağa çıkma yasağı dünyanın dört bir tarafında uygulandı ve uygulanacağı da benziyor. Ama İçişleri Bakanı ve birtakım gazeteciler, Türkiye’de sokağa çıkma yasağı getirilmesini dile getirenlere, FETÖ’cü yakıştırması yapıyorlar. 

Burada acı olan, senin de bahsettiğin şeffaflık meselesinde. Bir yanıyla, birtakım şeylerden sürekli haberdar ediliyor olmak, mesela Sağlık Bakanı’nın gece yarısı attığı tweet’ler… Ya da Bakan basının karşısına çıktığı zaman, bunun son dönemlerde Türkiye kamuoyunun ülkeyi yönetenlerden görmediği bir kibarlık, sadelik ve samimiyet olarak görülmesi… Bunlar pozitif olarak algılanıyor. Ama bir bütün olarak bakıldığında, ben bu sürecin çok sorunlu yönetildiğini düşünüyorum. İşin ilginç tarafı, olay o kadar hassas, karmaşık ve bilinmeyen bir durum ki, eleştirmek de, tavır almak da, pozisyon almak da çok zor. 

Muhalefet birtakım açıklamalar yaptı; mesela Kılıçdaroğlu bir video yayınladı. Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan ve bugün de Meral Akşener bir şeyler söyledi. Ama hiç kimse bunu sert bir eleştiri olarak da getirmiyor. Çünkü çok hassas bir konu. “Zaten muhalefet hangi konuda nasıl etkili bir şey yapıyordu?” tartışması ayrı. Şöyle söyleyeyim: Şu anda siyaset yapmak, dünyanın dört bir tarafında ve Türkiye’de de mümkün değil. Hatalar yapılıyor olsa bile, siyaset ortadan kalktığı için, iktidara ve iktidarın uygulamalarına yönelik soru sormak da bu anlamda alabildiğine zorlaştı. Bu da işin bir başka boyutunu gösteriyor; buradan çıkılsa da çıkılmasa da, bu süreçte birçok hakkımızdan çok ciddi bir şekilde feragat etmiş durumdayız. Bu, devletin otoriterliğini artırarak bizden zorla aldığı bir şey değil; vatandaşların bir şekilde razı olduğu bir durum. Diyelim ki salgın sürecinde bu olabilir, ama bir yandan da bağışıklık yaratabilir. Pekâlâ “Böyle gitsin” de denebilir. Salgın sürecinde yaşananlar, ne Türkiye için ne dünya için salgın sonrasına dair çok iyi işaretler vermiyor. 

Can: Evet, daha önceki pek çok örnekte de gördüğümüz gibi, teorik olarak bu tür yüksek endişe ve korku üreten durumlar böyle otoriterleşme eğilimlerini güçlendiriyor. Muhalefetsiz hükümetlere, yönetimlere, istediğinin üzerinde bir hareket alanı veriyor ve bu tür eylemleri güçlendiriyor olabilir. Çünkü korku, insanların güvenlik ihtiyacını büyütüyor. Ama şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Bu, otoriterlikle meseleyi çözebildiğinde bir avantaj üretebilecek bir şey. Bu otoriterliğe rağmen, sadece kendini kurtarmak ya da gevşekliğe prim veren politik tutumlar, bu tür otoriterlik eğilimlerini besleyen yükselişten faydalanmayabilirler. Bunun bir örneğini Amerika’da görüyoruz. Trump da başından itibaren bu olayı hafife aldı; hatta hâlâ olayı, virüsün arkasında Çin olduğuna dair komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyor. Amerika bunun bedelini oldukça sert ödemek durumunda kalabilir. Dolayısıyla bu tür hafife alma, ya da sadece otoriterlik fırsatının sağlayacağı imkânlar açısından bakan siyasiler için, beklediği etkiyi yaratmayabilir. 

Mesela, otoriterliğin sonuç alıcı olduğu bir örnek olarak Çin’i görüyoruz. Onların otoriterliği sonuç alıcı bir etki. Ama kendisini güçlü gösteren, toplumun kendisinden başka tutunacak hiçbir şeyi olmadığını ve dolayısıyla kendisine biat etmekten başka çıkışı bulunmadığını söyleyen, ama buna karşılık da herhangi bir şey beceremeyenler, ağır faturalar ödeyebilirler. Macron, Merkel gibi Avrupa’daki liderlerin bir kısmında tersini görüyoruz. Onlar, meseleyi küçümseyerek konuşmuyorlar. Halkın karşısına çıkıp her konuştuklarında meselenin çok ciddi olduğunu söylüyorlar. Hatta en kötümser senaryoları olasılık olarak gayet açıklıkla halka anlatıyorlar. Mesela Merkel çıkıp, “Almanya’nın yüzde 80’i enfekte olabilir” demekten korkmuyor. Ama buna karşılık, “Burada sizin yanınızdayız ve bunu beraber yeneceğiz” diyor. Öne kendi güçlerini değil, problemin büyüklüğünü koyup, bir güven ve açıklık politikası yürütüyorlar. Bu tür yaklaşımlar, vahim sonuçlar bile oluşsa, toplumdaki güven ve meselenin çözümüne toplumsal katkıyı daha fazla çağıran şeyler. Ama burada, “Bakmayın, bize bir şey olmaz. Hatta buradan bize fırsat gelir” gibi yaklaşımlar son derece rahatsız edici.

Çakır: Evet. Cumhurbaşkanı’nın çarşamba günkü konuşmasıyla ilgili bir değerlendirme yaptım zaten. Yıllardır Tayyip Erdoğan’ı izleyen bir gazeteciyim. Birkaç zamandır bu tür önemli olaylarda bunu yaptığını görüyoruz; bir süre ortadan kayboluyor, hiç gözükmüyor. Aslında çarşamba günkü konuşması Erdoğan için çok büyük bir fırsattı. En son iki hafta önce yaptığı grup toplantısından sonra ortada gözükmedi, bir hafta sonra toplantı yapılıyor, birtakım somut, belki de sert kararlar alınıp bunları deklare edecek. Ama bunları deklare ederken öyle bir şey yapacak ki muhaliflerin bile “Zaten yapması lâzımdı, söyleyecek bir lâfımız yok” demelerini bekliyordum. Ama Erdoğan, bunun çok ötesinde, Macron ve Merkel’in yaptıklarının tamamen dışında bir şey yaptı. Evet, salgından bahsetti; ama salgının hepimizi ne kadar etkileyebileceğine dair çok vurucu bir şey söylemedi, rakamlar vermedi. Trump’ın ilk başlarda yaptığı gibi, olayı ciddiye almadığını, önemsemediğini de söyleyemeyiz. Söylediği birtakım dinî referansları saymazsak –ki onları saysak da pek bir anlamı yok bence– aslında hiçbir şey söylemedi. Belki, son grup toplantısında böyle bir konuşma yapmış olsaydı daha anlamlı olabilirdi. Durum ilk ciddiye bindiğinde, insanlara, salgın riski geçene kadar evlerinden çıkmamalarını, herkesin birbiriyle mesafesini korumasını, hijyen ve bireysel temizliğe dikkat edilmesini, yaşlıların yüksek risk grubunda olmaları nedeniyle onlardan uzak durulmasını tavsiye etseydi belki daha anlamlı olurdu. Şimdi çok da anlamı yok. Sokağa çıkan çıktı, virüsü kapan kaptı. Evet, yaptığı konuşmada bunları söyledi, ama çok güçlü bir vurguyla yapmadı. Yabancı medyanın Erdoğan’ın konuşmasını nasıl aksettirdiğine baktım; 65 yaş üstüne dağıtılacak kolonyadan bahsetmişler. Merkel, Macron ya da Trump’tan bahsediyoruz; hepsi de, olumlu ya da olumsuz, doğru ya da yanlış bir şey söylüyor, bir pozisyonları var. Açıkçası ben Erdoğan’da bir pozisyon, bir duruş görmedim. İnkâr değil ama topyekûn bir mücadele de değil. Sorsan, topyekûn mücadele edildiğini söyleyecektir; ama bunun için öncelikle olayın vahametini iyice resmedip, mücadele kanallarını tek tek anlatması lâzım. Mesela, çarşamba günkü konuşmasında maçları iptal etmedi. Ama ertesi günü Spor Bakanı iptal etti. AVM’lerin kapatılması konusunda çarşamba günü bir şey yapılmadı, ama belki bu haftasonu yapılabilir. Açıkçası, Erdoğan’ın bu kadar önemli bir süreçte, kendisi dâhil hepimizin hayatında kritik önem taşıyacak bir konuda yaptığı konuşma, nafile bir konuşma gibi geldi bana. Bir karşılığı olmayan, herhangi bir şeyi bir yerden bir yere kıpırdatan bir konuşma gibi gelmedi doğrusu.

Can: Erdoğan’ın, özellikle etkileyebildiği toplum kesimlerini, kendi seçmenini, kendi tabanını yönlendirme yeteneği yüksek politikacılardan biri olduğunu biliyoruz. Bugüne kadar, birilerine karşı biraz hasmâne tutumlar almaya, birilerini hedef almaya yönelik yaptığı enerjik konuşmalarla kıyaslandığında, daha ilk andan itibaren, bu konuşmaların yüzde 10’u kadar bile bir ikna edicilik ortaya koymuş olsaydı, “Cuma namazına gitmeyin!” uyarısına rağmen camilerdeki imamları toplu namaza zorlayanlar, cenazeleri toplu olarak kılmakta ısrar edenler, hâlâ imanından dolayı hastalığa yakalanmayacağını iddia eden ve ortalıkta gezmeye devam eden kalabalıklar daha erken yatışabilirdi. Şu örnek üzerinden bile gidebiliriz: Okulların kapatılmasının nedeni, çocuklar hasta olmasın diye değildi. Okulların kapatılmasının nedeni, onların mikrop taşıyıcısı olarak ortamdan uzaklaştırılmasıydı. Ama onu takip eden hiçbir sosyal alan izole edilmediği için, sosyal mesafe konusunda politik aktörler güçlü bir ikna edici pozisyon almadığı için, bu gerçekleşmedi. Bunun çok sayıda örneğini, görüntülerini izledik. Politik liderlik, sürekli kendi gücünü anlatan bir şeyle güven oluşturamıyor. Hele ki böyle meselelerde. 

Evet, Sağlık Bakanı birtakım açıklamalar yapıyor; ama benim duyduğuma göre, Sağlık Bakanı’nın da üzerinde yüksek bir politik basınç var. Sorunun kendisinden başka bir basınç olduğuna ilişkin de duyumlar alıyoruz. Şu çok açık: Şeffaflık anlamında, mesela olayın hangi bölgelerde daha fazla yoğunlaştığı veya test meselesinde, Dünya Sağlık Örgütü’nün de, Türk Tabipler Birliği’nin de çok net bir biçimde ısrarla devam ettirdiği bir talebi yerine getirmeme konusunda hâlâ ayak direndiğini görüyoruz. “İnkâr değil” dedin; ama hâlâ, problemin herkes kadar bizi de vurduğunu hâlâ kabullenmemek, ya da kabullenip onun üstüne bir güven inşa etmek konusunda … Devletin resmî sloganı “Biz virüsten güçlüyüz” doğru bir slogan değil; çünkü bu bir güç kavgası değil. Bu, herkesin dâhil olduğu bir mücadele. Sadece meseleye yaklaşım bakımından bile, ekonomik krizde, Suriye meselesinde ve diğer bütün meselelerde olduğu gibi, kendi gücünü abartan ve karşısındaki sorunu hafifseyen, onu küçültmeye, önemsizleştirmeye çalışan bir durum söz konusu. Bunu ölen askerlerin sayılarının açıklanmasında da gördük, bu virüsün yayılma sürecinde de görüyoruz ne yazık ki. Hâlâ bölgelerin açıklanmamasıyla, belki bazı bölgelerde daha sert izolasyonu mümkün kılabilecek ya da sosyal izolasyonun kendiliğinden gelişebileceği imkânları da ortadan kaldıran bir hafifseme halinin hâlâ geçerli olduğunu görüyoruz. 

Sen Erdoğan’ın konuşmasından örnekler verdin. Erdoğan’ın toplumda, özellikle kendi etkileyebildiği kesimi yönlendirme konusunda yapabileceklerini düşündüğün için, sen, izleyen biri olarak güçlü bir konuşma olmadığını düşünüyorsun. Çünkü öyle bir niyetle çıkılmış gibi değil. Ekonomik tedbir paketini açıklarken, Rıfat Hisarcıklıoğlu’na dönüp “Keyfin yerinde mi?” diye sorması, “Şimdi, 20 bin öğretmen atayacağız” gibi, önleme ilişkin öne konulan her türlü veriyi küçümseyen, hafif alaya alan ve kendi gücünü, kendi pozisyonunu öne koyarak bir güven inşa etmeye çalışıyor. Açıkçası, bunun hem sorunu çözme açısından işe yaradığını sanmıyorum, hem de bundan murat ettikleri şey, söyledikleri gibi siyasî ve iktisadî fırsatlarsa, buna da çok yarayacağı kanaatinde değilim. Olay sadece Çin meselesi gibi görülürken, “Çin tedarik zincirinden kopunca, onun üretiminin bir kısmı buraya gelecek” diye açıklamalar yapıldığını hatırlıyorum.

Çakır: Evet, şimdi bu süreçte Çin, kendi meselesini çözdüğünü, büyük ölçüde denetim altına aldığını söylüyor. Dünyaya, özellikle Batı’ya, Avrupa’nın değişik ülkelerine yardım ediyor. Garip bir şekilde, tedarik zincirinden kopan Çin değil, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını tedarik eden, dünyanın hâmisi bir Çin’e doğru evriliyor. 

Son bir noktayı da konuşalım; çünkü bu olayı daha sonra çok konuşacağız. Ama şu vurguyu özellikle yapmak lazım; sen yazında da söyledin: Burada iş testlerde bitiyor. Herkes bunu söylüyor. “Ne kadar çok test olursa, o kadar etkili mücadele olur” deniyor. Testler şu anda kısıtlı olduğu için, testlere ulaşma imkânı olan insanların sayısı da kısıtlı oluyor. Devlet eliyle yapılan uygulamalarda, devlet âcil olarak gerçekten şüphelendiği kişilere bu testleri yapıyor. Bir de tabii ki imkânları olanlar bunu yaptırabiliyor. Zaten dünyanın dört bir tarafından ünlü isimleri duyuyor olmamızın en önemli nedeni, bu isimlerin o testlere ulaşabilme imkânlarının sıradan insanlara göre daha fazla olması.

Bu virüs ayrım yapmaksızın herkesi vuruyor. Genel olarak bu doğru. Virüsün dünyanın dört bir yanına dağılmasında, yolculuk çok önemli bir faktör. Bu anlamda da orta ve üst orta sınıfların daha yatkın oldukları söylenebilir. Ama olay artık bir salgın halini aldıktan sonra, kime sirayet ettiğinden daha çok, kimin bu salgınla nasıl mücadele ettiğine bakmak lâzım. Yoksulun mücadelesiyle zenginin mücadelesi arasında çok ciddi bir fark var. Mücadeleyi de bir kenara bırak, evden çıkılmaması halinde, yoksulun ve zenginin, ya da belli bir mal varlığına sahip olanın arasında da çok ciddi bir fark var. Böyle bir eşitsizliğin içerisinde yaşıyoruz. Aslında bu, insanları eşitleyen bir salgın değil. Özellikle iş yaygınlaştıktan sonra, eşitsizlikleri daha da büyüten bir duruma evrilebilir. Çin belki bu anlamda çok iyi bir örnek olmayabilir. Çünkü Çin’de tuhaf bir devlet komünizmi var. Ama bizim gibi ülkelerde ya da Batı ülkelerinde işin rengi çok değişecek. Bu salgın, uğrasın uğramasın, öncelikle yoksulu ve yoksunu vuruyor, değil mi?

Can: Evet, çok açık biçimde öyle. Zaten tıbbî açıdan da bakıldığında, virüsün vücut direnciyle doğrudan bağı olduğu için –tabii yaş grupları da söz konusu–, ama fizikî ve yaşam koşullarıyla da çok doğrudan bağı var. Dolayısıyla, virüsün daha büyük ölçüde etkilediği ve daha yıkıcı sonuçlara yol açtığı kesimlere baktığımızda, bir sınıfsal karakteristiği var. Virüsün eşitlik açısından ortaya çıkardığı tablo, etkilenme açısından bir eşitlik yaratmıyor. Ama şunu söylüyor: İnsanlığın özellikle sağlık alanında kendisini eşitlikten uzaklaştıran tutumunun neye yol açtığını ve açabileceğini göstermesi açısından da çok çarpıcı bir tarafı var. Zaten, başında toplumsal duyarlılığın biraz zayıf seyretmesi, insanların çok uzun bir süredir sağlık meselesini toplumsal bir mesele değil, bireysel bir mesele olarak algılaması. Bu yüzden de başlangıçta “Risk grubu” diye yapılan açıklamaların hepsi, parasıyla sağlık hizmeti alabileceğine inananların, nispeten risk grubu dışında olarak tarif edilenlerin bunu önemsememesine yol açtı. Salgının Avrupa’da büyük sayılara ulaşmasında bunun çok belirleyici bir etkisi oldu. Eşitsizlik fikrinin pozitif tarafına yüklenenler, negatif bir sonuç doğurdu. Evet, belki zenginler teste daha kolay ulaşıyor, ama “Bana bir şey olmazcılar” ya da parası olanların, bugün, çöken sağlık sistemleri yüzünden sağlığa ulaşamamaları durumu ortaya çıktı. Mesela İtalya’da bütün sağlık sistemi çöktü. Dolayısıyla, virüsün kendisinin eşitleyici bir tarafı olmasa bile, farklı sınıfları farklı biçimde etkilese bile, özellikle kamusal hizmet olan sağlıktaki eşitliğin ne kadar elzem bir şey olduğunu ve aslında temel mantalite değişikliğinin ne kadar lâzım olduğunu gösterdi. Çünkü liberal iktisat modeli ve sağlıkta özelleştirme politikaları senelerce bize şunu anlattı: “Sağlık senin meselen. Sağlığını düşün. Bunun için yatırım yap. Uygun kürler al. Doğru testlere ulaş. Uygun doktorları dinle. Kendi sağlık sigortanı yaptır. Sağlıklı beslen. Pahalı şeylerle beslen, sağlığın iyi olsun, bu senin sorumluluğunda.” Ama bu virüs ve salgın, bize, sağlığın bireysel değil tamamen toplumsal bir mesele olduğunu gösterdi. İnsanlar, ya da “Bana bir şey olmazcılar” bu sorumluluk bilincine ulaşmakta zorlandığı için, bu toplumsal mesele zor sonuç verdi. Bunun da bu deneyden çıkan önemli bir siyasal ve toplumsal sonucu olacak. 

Çakır: Bu deneyimden hareketle, Türkiye’de, Batı’da ve ABD’de belki yeniden bir sol tahayyül, sol önermeler çıkabilir. Ama gördüğüm kadarıyla, sol adına konuşanların önemli bir kısmı olayın şokunu tam olarak atlatabilmiş gibi gözükmüyor. 

Kemal, istersen burada noktalayalım. Çünkü bu mesele daha uzun bir süre devam edecek. Bizler evlerimizden çok yayın yapacağız. Zaten Medyascope olarak bu akşam itibariyle stüdyoyu kapatıyoruz. İstesek de bir müddet stüdyoda olamayacağız. Herkes kendine dikkat etsin, bunu özellikle vurguluyorum. Kendisinin hasta olmayacağına ve virüs kapmayacağına inanan, hayatını istediği gibi sürdürebileceğini düşünen, olayı küçümseyen çok insan var. Olaydan haberdar olmayanları saymıyorum bile. Bu noktada, devletin ya da ilgili kurumların, neyi ne kadar yaptığını çok fazla gözleme imkânı da yok. Ama en azından bizler dikkatli olalım diyerek burada noktayı koyalım. Önümüzdeki hafta yeniden “Haftaya Bakış”ta buluşmak üzere. Söyleyeceklerimiz bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.