Çoklu Diyanet

İktidar “çoklu baro” düzenlemesi için dayatırken kamuoyunda, kimden çıktığı tam olarak belli olmayan “çoklu Diyanet” önerisi yankı buldu. İyi bir fikir mi?

Not: İlahiyatçı yazar Cemil Kılıç “çoklu Diyanet” kavramını ilk olarak kendisinin ortaya attığını söyledi.

Yayına hazırlayan: Fehimcan Şimşek

Merhaba, iyi günler.  Bugün fazla mesai yapacağım; bu yayının dışında iki ayrı yayında, Transatlantik ve onun öncesinde Şehir Üniversitesi hakkında Burak Bilgehan Özpek, Levent Gültekin ve Ferhat Kentel’in de olacağı ”Şehir Üniversitesi’ne ne oldu, neden oldu?” diye bir yayın da yapacağız. Bu Diyanet yayını son anda aklıma geldi; çünkü günlerdir sosyal medyada karşıma çıkan bir kavram “Çoklu Diyanet” kavramı. Kim çıkarttı açıkçası bilmiyorum. Zaten çağımızda birçok şeyin esas ana kaynağının saptanması artık imkânsız bir hâle geldi. 

Bizim gazeteciliğe ilk başladığımız zamanlarda –ki uzun bir süre böyle oldu–, hangi haberin, hangi sözün ilk nerede çıktığı bilinirdi, saptanması çok kolaydı; şimdi artık bu çok zor. Hele böyle anonim konularda, birçok kişinin görüş beyan ettiği konularda, ilk söyleyen her kimse ona bir telif borcum var; ama o da belki ilk söyleyenin kendisi olduğunu bilmeyebilir. Ama bir baktım; bu konuda insanlar genellikle bayağı bir pozitif görüş belirtmişler. O ne? Çoklu Diyanet. Çoklu Diyanet’in gündeme gelmesinin nedeni ne? Çoklu baro.  

İktidar günlerdir baroları bölmeye çalışıyor; özellikle en son haline bakıldığı zaman İstanbul, Ankara, Izmir’de birden fazla balonu kurulmasını sağlayacak bir düzenlemeye gitmek istiyor; çünkü –biliyoruz bunun nedenini– buralarda yönetimi ele geçiremiyor, yönetimi ele geçirememekten rahatsız. Dolayısıyla o çok arabesk lâfla, “Ya benimsin ya kara toprağın” oluyor. Kazanamadığı baroyu gözden çıkartıp karşısına sayıca az avukatla da olsa alternatif bir baro ya da barolar çıkartmak istiyor. Buna çok ciddi itirazlar var, avukatlar itiraz ediyorlar ve bunun çok siyasî bir şey olduğunu, bölücülük olduğunu ve yargıyı iyice olumsuz etkileyeceğini söylüyorlar — ki hiç şaşırtıcı olmaz, bunun bir siyasî yönü olacak tabii ki. Diyelim ki bir mahkeme de bugünün Türkiye’sinde, Erdoğan iktidarının Türkiye’sinde, Erdoğan’a sempatik olan barodan avukatla, Erdoğan’ın sempatik bakmadığı barodan avukatın mahkeme heyetinden aynı, eşit muameleyi göreceğini herhalde kimse tahmin etmiyordur. 

Bir diğer yönden de birçok kişi kendisine avukat tutarken işi sağlama almak için muhtemelen ne yapacaktır? İktidara yakın barodan bir avukat almanın işi daha kolaylaştıracağını düşünecektir ve bu da yargıda zaten var olan, maalesef var olan kayırmacılığın, taraflılığın daha da gelişmesine yol açacaktır. 

Bu olay sadece barolarla sınırlı kalmayacağa benziyor. Birtakım meslek odaları için de, serbest meslek odaları için de, mühendisler, mimarlar, tabipler için de iktidarın benzeri birtakım niyetleri olduğunu biliyoruz. Burada temel husus şu: Bu kişiler, bu serbest meslek sahipleri tabii ki kamuya yönelik bir hizmet veriyorlar; ama adı üstünde, serbest meslek sahipleri kendi işlerini yapıyorlar, kendi iradeleriyle birtakım örgütlenmelere gidiyorlar ya da gitmiyorlar. Dolayısıyla devletin buralardaki bu aşırı baskıcı düzenleme yetkisinin belli bir sınırı olması gerekiyor. Burada esas olarak bu meslek sahiplerinin kendi kaderlerine kendilerinin karar vermesinin daha belirleyici olması gerekiyor. 

Ama Diyanet olayında iş değişik. Diyanet tam anlamıyla bir kamu görevi; çünkü her şeyden önce Diyanet çalışanları devlet memuru — Diyanet İşleri Başkanı’ndan itibaren.  Diyanet’in bütün masrafları –ki hayli masraflı bir kurum olduğunu biliyoruz, bütçesinin çok geniş olduğunu ve giderek genişlediğini biliyoruz– bu bütçe Hazine’den karşılanıyor, yani tek tek tüm vatandaşların cebinden çıkan paralarla karşılanıyor, dolayısıyla bir serbest meslek sahiplerinin sahip olması gereken bağımsızlık ya da özerklik burada pek söz konusu değil, vatandaşla ilişki konusunda. Vatandaşın burada çok ciddi bir şekilde Diyanet gibi bir kurumda söz sahibi olması gerekiyor ve Diyanet esas olarak tabii ki din işleri olduğuna göre toplumdaki farklı inanışları ya da inanmamaları bir şekilde kapsayabilmesi gerekiyor. Diyanet’in çoğulcu bir yapı içerisinde olması gerekiyor — ki olmamak konusunda da çok ciddi bir şekilde kararlı. 

Cumhuriyet tarihi boyunca bu böyle oldu; Diyanet Türkiye’de belki de ordudan sonra en stratejik kurumlardan birisi. Milli Eğitim’den bile önce geldiği dönemler çok olmuştur.  Ülkeyi yönetenlerin mesela askerî darbeler sonrasında en hassas olduğu kurumlardan birisidir Diyanet. Camiler, devletin ideolojisinin yayılmasında ve devlet karşıtı olduğu düşünülen ideolojilerin engellenmesinde çok önemli bir yer tutar ve bu Diyanet geleneği kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın farklı farklı siyasî iktidarlar tarafından hemen hemen aynı şekilde yürütüldü. Tabii ki başkanlara göre değişik uygulamalar olmuş olabilir ya da bazı cumhurbaşkanlarına göre de birtakım değişiklikler olmuş olabilir; ama Diyanet’in esas fonksiyonunun Türkiye’de devletin din anlayışını empoze etmek ve onu korumak, dayatmak ve devletin kabul edemeyeceği türden din anlayışlarının dindar kesimlere, camilere girmesini engellemek olduğu fikri aynen devam ediyor. 

Devletin din anlayışı konusunda iktidarlara göre birtakım değişiklikler olmuş olabilir — kimisi dini daha fazla öne çıkartır, kimisi az öne çıkartır. Ama sonuçta her dönem devletin bir din anlayışı vardır, resmî bir din anlayışı vardır ve Diyanet de bunun uygulayıcısıdır. Kimi dönemlerde Diyanet pasif kalır, geri planda kalır. Kimi dönemlerde Diyanet ve başkanları çok fazla ön plana çıkartılır; bu da devletin o tarihteki, o konjonktürdeki dine bakışıyla, dini kullanma ihtiyacıyla ilgili bir şeydir. Türkiye laik olma iddiasında bir ülke. Cumhuriyet tarihi boyunca böyle ve laikliği korumak için de Diyanet gibi bir kurum yaratmış bir ülke. 

Bu çok acayip bir durum, aslında çelişik bir durum. Ama sonuçta baktığımız zaman, Türkiye’deki laiklik tarih boyunca genellikle devletin benimsediği bir laiklik oluyor, tartışılan bir laiklik oluyor, değişik dönemlerde değişik laiklik iddialı uygulamalar var. Bunlar aslında devletin laiklik anlayışıyla din anlayışı yan yana gidiyor ve dolayısıyla baktığımız zaman Diyanet, devletin o anki laiklik perspektifinin de bir anlamda merkez üssü haline geliyor. Çok garip bir durum olduğu muhakkak. Türkiye’deki Diyanet perspektifinin tarih boyunca ana ekseni, bunun Sünni ve Hanefi olması. Onun dışındaki, mesela Türkiye’de çok yaygın olan Alevilik ya da Şiiliğin diğer kolları –ki Alevilik kadar yoğun olmasalar da Türkiye’de Caferilik de var–, ama onun da dışında Sünniliğin Hanefilik dışındaki kolları, özellikle Şafiilik Diyanet’te pek yer bulmadılar ya da onlara hep mesafeli davranıldı. Özellikle Alevilik tamamen dışlandı; onun dışındaki, Hanefiliğe daha yakın gibi duran diğer yorumlara da çok az bir alan açıldı. Onlar da hep bir üvey evlat muamelesi gördüler ve bundan da genel olarak kimse pek şikâyet etmedi. Çünkü azınlıkta olanlar seslerini çıkartmaktan hep korktular, örgütlenemediler; örgütlenmekten de korkular ve bu böyle devam etti. 

Şimdi Türkiye’de çok öteden beri gündeme getirilen, özellikle 80 sonrasında itibaren gündeme getirilen bir tartışma var: Diyanet gerekli mi gereksiz mi?  Laik bir ülkede Diyanet’e yer var mı?  Bunun cevabı tabii ki Diyanet’e yer yoktur. Bu ilk verilecek basit bir cevap, ama Türkiye’de bunu yapabilmek doğru olsa bile gerçekçi bir perspektif değil. Bu konuda 2004 yılında TESEV için ekip olarak bir araştırma yaptık; Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine çok kapsamlı bir araştırma yaptık. O araştırmanın sonucunda Türkiye’nin değişik yerlerine gittik, dindarlarla konuştuk; değişik cemaatlerin, dinȋ inanışların temsilcileri ile konuştuk, Diyanet çalışanları ile konuştuk; dünyadaki örneklere de çok kapsamlı olarak baktık. Orada şöyle bir sonuca varmıştık: Diyanet’in olmaması önermesi doğru bir önerme olabilir, ama Türkiye’de gerçekleşmesi mümkün gözükmüyor. Çünkü hemen hemen herkes bir şekilde Diyanet’in ne olur ne olmaz diye bir düzenleyici olarak varlığına bir şekilde rıza gösteriyor. 

Aleviliğin içerisinde Diyanet’e karşı çıkanların, olmaması gerek diyenlerin sayısı hayli yüksek. Ama bazıları da Diyanet’in içerisinde Aleviler’in ayrıca örgütlenmesini savunuyorlar; devletin buna bir dönem, en özgürlükçü olduğu yerde Diyanet’in içerisinde bir Aleviler’in kendi kendilerini yönettikleri, kendi işleri kendini gördüğü bir yer değil de Aleviler’in haklarını, hukuklarını da gözeten ya da gözetir gibi yapan bir birim kurmayı önermişlerdi. Belki kurmuşlardır haberim yok; ama böyle bir birimin Aleviler’e Alevilik öğretmekten öteye gidemeyeceği muhakkak. Bakıldığı zaman Diyanet İşleri’nin olmaması, normalde bütün din işlerinin cemaatlere, insanlara bırakılması, camilerin de aynı şekilde bırakılması doğru bir formül olarak gözükebilir; ama Türkiye’de uygulanabilecek bir şey olduğu kanısında değilim.

Bunun yerine şimdi “Çoklu Diyanet” diye vurgulanan, tabii ki barodan hareketle, çoklu Diyanet kavramı üzerinden bir şeyleri gerçekten tartışabiliriz.  Bu her şeyden önce çoklu yerine belki de çoğulcu demek daha doğru olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bünyesinde Türkiye’deki bütün inançların bir şekilde temsil edilmesi… ama bu temsiliyetin bir parmak hesabıyla olmaması gerekir. Çünkü ülke nüfusuna oranla baktığınız zaman, sayıca çok olanların diğerlerini her türlü konuda ezmesi çok mümkün. 

Çünkü Türkiye’de, mâlûm, uzun bir süredir çoğunlukçu, çoğulcu değil çoğunlukçu –kim yüzde 50’den 1 fazla oya sahipse her şeyi alıyor– böyle bir uygulama var. Diyanet’te de böyle bir şey yaparsanız eğer, orada birtakım diğer inanışların, farklı inanışların temsilcileri bir şekilde var olurlar ama hiçbir fonksiyonları olmaz. Bu anlamda çoğulcu ve çoklu bir Diyanet tartışmasına Türkiye’nin ihtiyacı olduğu kanısındayım; ama şunu da biliyorum ki Erdoğan yönetiminin buna hiçbir şekilde tahammülü olamayacaktır. Çünkü Diyanet zaten iktidar için sorunsuz bir alan; özellikle Ali Erbaş’ın Diyanet İşleri Başkanı olmasından itibaren iktidar-Diyanet İşleri ilişkisi dört dörtlük. Yani kamuoyu için dört dörtlük değil, ama iktidar için dört dörtlük bir ilişki oluyor. 

Diyanet’in en son LGBTI açıklamasında, önce insanlar Diyaneti oradan bir zorlayacaklarını sandılar, bir şeyler denediler; ama sonra, geçen gün baktık ki Cumhurbaşkanı Erdoğan onun daha sertini söyledi. Bayağı koordineli bir şekilde giden, kimi zaman Diyanet’in önden gittiği, arkasından iktidarın sözcülerinin onu desteklediği, kimi zaman iktidarın verdiği bir mesajın, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği mesajın Diyanet eliyle tekrar fetvalar ya da hutbeler üzerinden insanlara zerk edildiği ya da zerk edilmek istendiği bir ülkede yaşıyoruz. Şu haliyle Diyanet’e kesinlikle Cumhurbaşkanı Erdoğan el sürdürmek, dokundurmak istemeyecektir. İşte tam da bu nedenle bunun üzerinden gitmekte yarar olduğu kanısındayım.

Türkiye’nin şu anda meselesi, baroların durumu, baroların statüsü değil, mühendis odalarının statüsü değil, Tabipler Birliği’nin statüsü değil, bunların kendi işleri de sorunları da vardır. O sorunları kendi işlerinde bir şekilde çözme mekanizmaları da vardır ve devlet o mekanizmaların sağlıklı bir şekilde işlemesinin temin ederse bunlar kendi aralarında çözebilirler. Ama Türkiye’nin gerçekten inanç ve inançsızlıklarının devlet katında, devletin kurumu nezdinde temsiliyeti diye çok ciddi bir sorunu var, kangren haline gelmiş bir sorunu var ve devletin böyle bir sorunu asla kabul etmemesi diye de bir realite var. Sorun burada işte. Toplumlar genellikle devletin daralttığı alanları genişletmeye çalışarak ilerlerler, devletin ulaşamadığı birtakım yerleri çölleştirme ya da bölüp parçalama stratejilerinin peşine takılarak Türkiye’nin ilerleyeceğini düşünmek hiçbir şekilde gerçekçi değil. Ama bu tür yapıların, bu tür tekçi yapıların, bu tür dayatmacı yapıların çoğullaştırılması çoklaştırılması, daha fazla farklı sesin çıktığı, farklı beklentilerin taleplerinin, farklı inançların beklentilerinin elden geldiğince karşılandığı yapılara dönüştürülmesi lâzım. Bugünün Türkiye’sinde bunun olma ihtimali yok. Ama bunun ihtimallerinin olmaması demek bunun tartışılmaması anlamına gelmiyor. Gerçekten Çoklu Diyanet tartışması Türkiye’yi ilerletecek bir tartışma. Özellikle Erdoğan iktidarı sonrası post-Erdoğan sürecinin netleşmesi anlamında bize birçok kalıcı, sağlam ipuçlarını verebilecek bir tartışma. O nedenle de bu tartışmayı, bu kavramı çoklu barodan hareketle Çoklu Diyanet kavramını ortaya atanlara teşekkür ediyorum, kendileri eksik olmasınlar. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.