Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Osman Kavala’ya sahip çık(a)mayan Türkiye burjuvazisinin aleni iticiliği

Yayında sözünü ettiğim Luis Bunuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filminin afişi

Yayına hazırlayan: Cemre Su Arvas

Merhaba. İyi günler, iyi haftalar. Bugün Osman Kavala’nın 1000. günü. Tutuklu olarak cezaevinde geçirdiği 1000. gün ve Osman Kavala’nın ne zaman çıkacağı bilinmiyor. Neden suçlandığı da bilinmiyor. Beraat ediyor, yeni davalar açılıyor, en son casuslukla suçlandı; ama hangi bilgiyi, kime, nasıl verdiği konusunda herhangi bir şey yok ortada. Kendisiyle arkadaşımız Dilek Şen bir söyleşi yaptı. Yazılı yolladı soruları, cevaplar geldi. Orada da şöyle söylemiş Osman Kavala:

“Her ne kadar üzerime atılan tüm suçlamalardan sonunda beraat edeceğime inanıyor olsam da, tutukluluk halimin ne kadar süreceğini kestirebilmem mümkün değil.” 

Bu söyleşide de söylediği gibi, Osman Kavala’nın tutukluluğu aslında bir infaz. Yargılama yapmadan, herhangi bir mahkûmiyet vermeden, kendisi bin gündür yargılanmış gibi muamele görüyor. Siyasî bir dava. Suçlamaların, daha önce Gezi Davası’yla ilgili yapılan suçlamaların iler tutar tarafı yoktu, beraat etti. FETÖ dediler, casusluk dediler, hepsi aynı şekilde. Bu bir siyasî iktidarın ve özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Osman Kavala’dan duyduğu rahatsızlığı bir şekilde yargı üzerinden, yargı aracılığıyla ifadesi. Kişisel bir olaya dönüşmüş durumda. 

Yanımda gördüğünüz resim, Osman Kavala hakkında söylenen, onu tanımlamak için söylenen kelimelerden derlenmiş. Orada görüyorsunuz, işte “masum” var, “kalender” var, “umut”, “vicdan” var, “esir” var. Bütün bunların hepsi Osman Kavala’yı tanımlamakta kullanılıyor. 

Peki ben bu yayında, yayının başlığında ne demek istiyorum onu açayım. Yayının başlığını tekrarlayayım: “Türkiye burjuvazisinin aleni iticiliği”. Alâkasız bir başlık gibi gelebilir. Aslında bu, bir filmden hareketle, sinema tarihinin klasik filmlerinden birinden hareketle bulduğum bir başlık. Biliyorsunuz bazı sanat eserleri, edebiyat eserleri ya da filmlerin adları klişe olur ve buralardan başlıklar üretilir. Mesela: “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”, mesela: “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”. Ben de Luis Bunuel’in 1972 yapımı “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”ni (Le Charme Discret de la Bourgeoisie) aldım. Fransa’da çektiği bir film. Gerçeküstü bir film. İspanyol yönetmen, ülkesinde yaşayamadığı dönemlerde, İspanya’daki faşist rejim nedeniyle değişik yerlerde yaşadı. Bunun bir kısmı Fransa ve Fransa’da çektiği gerçeküstü filmlerden biri bu. Çok sıkı bir oyuncu kadrosu var: Fernando Ray gibi, Stephane Audran, Jean-Pierre Cassel, Michel Piccoli gibi… Ve bunun öyküsü, bir türlü yemek yiyemeyen burjuvaların öyküsü. Ama filmin öyküsünden ziyade adı çok çarpıcı: Burjuvazinin gizli çekiciliği. Buradan hareketle ben dahil birçok kişi değişik haberlerinde yorumlarında başlık çıkartmıştır. “Gizli çekicilik”. “Burjuvazinin gizli çekiciliği” nasıl bir şeyse — ki filmde hiç de öyle bir cazibeden bahsetmiyor. Tam bir kapitalizm eleştirisi aslında film. Ama ben, bunu “Türkiye burjuvazisinin aleni iticiliği” olarak, tam zıddına çevirerek kullanmak istedim ve Osman Kavala olayı da bunun bir örneği olarak karşımda duruyor. 

Daha önce de bu konuda benzer bir konuda yayın yapmıştım, tekrar yapıyorum. Osman Kavala çıkana kadar da bu konuda, özellikle Türkiye burjuvazisinin kendi içlerinden çıkan birisini, sırf kendilerinden biraz daha farklı, sırf kendilerinin olmadığı gibi diğerkâm, yani “altruiste”, yani başkaları için fedakârlık yapan birisi olması nedeniyle dışlamalarını, dışlamasalar bile sahip çıkmamalarını vurgulamak istiyorum. Kaba deyimiyle “sınıf dayanışması” göstermediler. Burjuvazinin, kapitalistlerin bunu yapmaması doğal olabilir. Ama Türkiye gibi bir ülkede böyle bir dönemde içlerinden birisinin, her ne kadar birebir onlarla aynı davranış kalıplarına sahip olmasa da yine de sonuçta, Türkiye’de köklü bir kapitalist ailenin, babasının ölümünden sonra işleri devralmış bir çocuğunun başına gelen hukuksuzluk konusunda kılını kıpırdatmayan bir burjuvazimiz var ve bu burjuvazimiz, kılını kıpırdatmayarak sadece Osman Kavala’nın özgürlüğüne halel gelmesine katkıda bulunmuyor, aslında tüm Türkiye’nin adım adım demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden ve hukuk devletinden uzaklaşmasına da kayıtsız kalıyor ve bunun sonunda ucunun kendilerine geleceğini, gelmekte olduğunu, belki de geldiğini de görüyorlar; ama yine de bu cesareti gösteremiyorlar. Bu hazin bir öykü aslında. Sonuçta yaptıkları yanlarına kâr kalmıyor, çünkü kendileri de bayağı bir zorlanıyorlar. Ülkede yaşanan bütün ekonomik sıkıntılara rağmen, söylemek istedikleri çok şey olmasına rağmen söyleyemiyorlar; ama kendi aralarında bir araya geldikleri zaman her türlü şeyi söyleyebiliyorlar. Bizlerle, bizim gibi gazetecilerle de kazara karşılaştıkları zaman, sohbet ettikleri zaman da zehir zemberekler; ama, “Ama” diye başlayan cümleler kuruyorlar. Niye böyle yapıyorlar? Tabii ki kendi başlarına bir şey gelmesinden korktukları için. Ama bu işler böyle olmuyor. Zamanında Ahmet Şık ve Nedim Şener Fethullahçıların operasyonuyla tutuklandıklarında, Ahmet’in çok güzel bir lâfı vardı; “Dokunan yanar” diye ve gazeteci arkadaşları da “Yansak da dokunacağız” diye Ahmet’e ve Nedim’e sahip çıkmışlardı. Şimdi Ahmet ve Nedim’in iki uç noktada olduğunu da biliyoruz, o ayrı bir hikâye, bunu bir kenara koyalım. “Yansak da dokunacağız” dediler ve orada bir dayanışmayla –tabii ki tüm gazeteciler bunu yapmadı, çok sayıda gazeteci de büyük bir memnuniyet duydu, şehvetle desteklediler; Nedim şimdi onların büyük bir kısmıyla aynı safta yer alıyor ve bu da onun sorunu diye not düşelim– ama orada bunu gösterdiler. 

Değişik meslek sahipleri, Türkiye’de, en son barolar örneğinde olduğu gibi, doğrudan kendilerine gelen şeylerde, saldırılarda, engellerde, hak ihlâllerinde bir dayanışma refleksi gösterebiliyorlar, göstermeleri de lâzım. 

Bu noktada ilginç bir anımı anlatmak isterim. Çok konuyla alâkasız gibi gelebilir; ama bence hiç değil. Fenerbahçe şike davası sırasında çok ciddi bir operasyona maruz kaldı. Ben bir Galatasaraylı olarak, ama bir gazeteci olarak, o tarihte Vatan gazetesinde “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmek mi istiyor?” diye bir yazı dizisi yapmıştım ve bayağı da etkili olmuştu. Çok sayıda da okuyucu görüşü almıştık –ki o tarihte sosyal medya o kadar yaygın değildi, buna rağmen çok etkili olmuştu– ve bir yerde bir yazımda, o yazı dizisini değerlendirdiğim bir yerde, “Ahmet ve Nedim” örneğini vererek “Yansak da dokunacağız” lâfının aslında herkes tarafından benimsenmesi gerektiğini söylemiştim. O tarihte iki “iktidar yanlısı gazeteci” diyeyim, televizyonda ortak programlar yapıyorlardı. Bir kadın, bir erkek –isimlerini vermeye gerek yok, onlar kendilerini bilir– beni kışkırtıcılıkla suçlamışlardı. Şimdi hepsi tabii ki çok sıkı FETÖ düşmanı, hâlâ iktidar yandaşlığına devam ediyorlar, ama Fethullah kısmını atmış bir şekilde devam ediyorlar.

Türkiye burjuvazisi niye bunu böyle yapıyor? Neden yaptıkları belli; ama yarın Osman Kavala çıkacak, alnı ak bir şekilde çıkacak, yaşadığı mağduriyetlerle çıkacak, ama onlar kendisinin suratına bakmakta zorlanacaklar. 

Başta Dilek’in Osman Kavala’yla yaptığı söyleşiden söz etmiştim. Oradan uzun bir alıntı yapmak istiyorum. Diyor ki “Ayşe’yi…”, Ayşe, eşi biliyorsunuz, Ayşe Buğra, Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör. “Ayşe’yi ayda bir görüyor, görebiliyor olmak…” Çünkü pandemi sonrasında haftalık ziyaretler, haftalıktan ayda bire taşınmış. “…ayda bir görebiliyor olmak cezaevi hayatımda büyük bir boşluk yarattı. Annem oldukça yaşlı. Sağlıklı olduğu son yıllarında onunla birlikte olamamak da acı verici. Tutuklu olmamın onlara da ne kadar acı verdiğini akla getirmemek mümkün değil. Burada huzursuz olmamak için dışarıda hoşunuza giden, yapmayı sevdiğiniz şeyleri düşünmekten mümkün olduğunca kaçınmanız gerekiyor. Tabii bu her zaman mümkün olmuyor.”

Evet, burada gerçekten çok ciddi bir mağduriyet var. Türkiye’nin önde gelen bir iş insanı, bin gün boyunca nedensiz bir şekilde tutuklanıyor. Ailesinden uzak ve içeride onun yaşadığı, dışarıda onu sevenlerin yaşadığı ve olayın hiçbir şekilde mantıkla açıklanamadığı bir durum söz konusu. 

En son Gezi Davası’nın bir oturumuna gitmiştim ve orada bu davanın ne kadar saçma olduğuna, hep beraber, diğerleriyle beraber, sanıklarla ve dinleyicilerle beraber tanık olmuştuk ve zaten beraatle sonuçlandı. Fakat hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan çıkışını yaptı ve Osman Kavala bu sefer başka suçlamalarla, tahliyesini beklerken içeride tutuldu. Bunların davası açılsa, casusluk davası açılsa, ondan da beraat edecektir. Ondan sonra da belki başka bir dava bulmaya çalışacaklardır. Bu arada Osman Kavala’nın söyleşide de belirttiği gibi bu tutukluluğun uzatılması, aslında görülmekte olan Gezi’deki beraat kararını değiştirmeye yönelik siyasî bir müdahale. Bu da anlaşılıyor. Orada da bir şeyleri değiştirmeye çalışacaklar ve Türkiye adım adım hukuk devletinden uzaklaşıyor. Bunun çok sembol bir ismi olarak Osman Kavala duruyor; mağduriyetiyle, ama dik bir şekilde duruyor. Diğerleri şu anda, mağdur olmayan diğerleri, onunla “meslektaş” diyelim, meslektaşlar mağdur değiller ama dik değiller. Kafaları önlerine eğik duruyorlar ve belki de bir gün sıranın, şu ya da bu şekilde kendilerine gelmesini bekliyorlardır. 

Son olarak, çok da haksızlık etmeyelim diyeceğim ama, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili olarak Koç grubu ve Sabancı grubunun yaptığı açıklamalar var. Atatürk’e yönelik Diyanet İşleri Başkanı’nın –ki bu konuyu saat 15.30’da bir başka yayında ele alacağım– söylediklerine yönelik olarak bazı iş insanlarının sosyal medyada yaptığı açıklamalar var. Bunlar küçük çaplı kıpırdanışlar olarak görülebilir. Ama bu bütün bu süreci bizzat yaşayan ve biz gazeteciler, bizzat gözleyenler olarak Türkiye’de burjuvazinin bir kere daha çok net bir şekilde, bâriz bir şekilde sınıfta kaldığını, aslında sınava bile girmediğini ve Türkiye’nin normalleşmesinden sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmek için sabırsızlandıklarını söyleyebiliriz. Ama o an geldiğinde –çok geç olacağını sanmıyorum– Türkiye tekrar hukuk devletine, demokrasiye doğru dönüş yapacak ve bu sefer, birçokları gibi, onlar da daha yüksek perdeden konuşmaya kalkışacaklar, hiçbir şey olmamış gibi. Ama o zaman, bu tarihe tanık olan bizler, sizler, hepimiz; onlara, bu yaşananları ve yaşananlar sürecindeki sessiz suç ortaklıklarını kendilerine hatırlatmayı bir görev olarak telakki edelim diye rica ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.