Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Herkes bize düşman” mı sahiden?

Yayına hazırlayan: Fehimcan Şimşek

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginlikten hareketle Türk dış politikası hakkında bazı şeyler söylemek istiyorum. Ama öncesinde bir noktayı vurgulamak istiyorum. Bu koronavirüsle mücadele bahsinde tüm dünyada ve Türkiye’de işler hiç de iyi gitmiyor. Bu konuda dünyanın dört bir tarafından ve Türkiye’nin dört bir tarafından kötü haberler geliyor. Açıklanan resmî rakamların ne derece gerçeği yansıttığı konusunda ciddi soru işaretleri var. Kaldı ki resmî rakamların kendileri de yeterince ürkütücü. Dolayısıyla şu hâliyle bakıldığında, normalleşmeye girdiği varsayılan Türkiye’de iş büyük ölçüde vatandaşların üzerine kalmış gözüküyor ve yetkililer genellikle birtakım düzenlemeler dışında sürekli olarak insanları tedbirlere uymaya çağırıyorlar. Biz de bir vatandaş olarak, bizim de söyleyebileceğimiz bu. Bundan fazlası yok. Çok dikkatli olmakta yarar var. Bu olay geçmedi, tam tersine birkaç ay öncesine göre daha ciddi bir şekilde seyrediyor ve nasıl bir şekilde kontrol altına alınabileceği konusu da hâlâ muallakta. Onun için tüm izleyicilerden dikkatli olmalarını, tedbirli olmalarını, “Nasıl olsa bir şey olmaz, pozitif olunsa da tedavi olur” gibi birtakım aldatıcı şeylere kapılmamalarını öneriyorum. Hepimiz dikkatli olmak zorundayız. Tek tek, kişi kişi, aileler, şirketler, kurumlar, herkesin stratejiler geliştirmesi gerekiyor. Çünkü iş büyük ölçüde tek tek insanlara kalmış durumda.
Evet, başlığı “ ‘Herkes bize düşman’ mı sahiden?” diye çıkarttım. Bu çok kullanışlı bir sözcük: “Herkes bize düşman”. Bir başka versiyonu: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”. Tabii daha geliştirilmiş bir başka hâli de: “Bir Türk cihana bedeldir”. Bunlar cazip sloganlar olabilir, ama hayatın gerçekleri ve siyasetin gerçekleri söz konusu olduğu zaman bu sloganlarla çok fazla yol gidilemediği de ortada. 

Bugün öğlen Kemal Can da yayınına çok isabetli bir başlık bulmuş: “Fazla hamâset habâset üretir”. Gerçekten de öyle oluyor. İşler hamâsetle yapıldığı zaman belki belli bir yere kadar kamuoyunun gönlü hoş tutuluyor, bir heyecan yaratılıyor, ama hayatın gerçekleriyle hamâsetin örtüşmediği çok an var. Hatta hemen hemen hiçbir zaman bu işler hamâsetle olamıyor. Türkiye’nin tekrar “Herkes bize düşman” noktasına gelmesinde, Doğu Akdeniz’de Yunanistan’la yaşanan kriz tekrar etkili oldu. Burada Avrupa Birliği’nin bir şekilde olaya müdahil olduğunu gördük. Öncelikle Fransa açık bir şekilde Yunanistan’dan yana neredeyse kayıtsız şartsız bir destek verdi. Başka ülkeler de var, ama Avrupa Birliği deyince iki ülke akla geliyor öncelikle: Fransa ve Almanya.  Fransa böyle yaparken, Almanya daha fazla arabuluculuğa soyundu ve iki ülkeyi de, Türkiye ve Yunanistan’ı da birtakım noktalarda birleştirmeye çalıştı ve burada her iki tarafın da geri adım atması çağrısında bulundu. Bunu biliyoruz, ama en son Başbakan Merkel’e sorulduğunda, tabii ki Avrupa Birliği’nin Yunanistan’ın yanında olduğunu söyledi. Bütün bu arabuluculuk girişimlerine rağmen sonuçta Yunanistan Avrupa Birliği üyesi bir ülke, aynı şekilde Güney Kıbrıs da keza öyle; Türkiye ise Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde, ama artık bu tam üyelik süreci denen sürecin kalmadığını da hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin adı artık Avrupa’yla birlikte teorik olarak anılıyor, ama reel olarak anılmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Yunanistan gibi Avrupa Birliği üyesi bir ülkeyle olan sorunlarında karşısında sadece Yunanistan’ı bulmayacağı bilinen bir gerçek. Bunu nasıl dengeleyeceği de çok açık değil açıkçası. Yani Avrupa Birliği’nin desteğini almış Yunanistan’a karşı Türkiye kimden destek alacak? Amerika Birleşik Devletleri’nden mi? Rusya’dan mı? Ve bu destek nasıl bir anlam içerecek? Çok karışık bir durum. Halbuki işler bu noktaya gelmeyebilirdi. Yunanistan’la Türkiye’nin arası uzun bir süredir bayağı iyi gidiyordu. 

Bizim çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz hep Türk-Yunan gerginliği ile geçti. Yetmişli, seksenli yıllar, hatta doksanlı yıllarda da bir ölçüde öyleydi. Ama son yıllarda, özellikle Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin hem siyasî olarak hem kültürel olarak, hem de birebir toplumlar arası ilişkiler anlamında da bayağı iyi seyrettiğini biliyoruz. Yani demem o ki, Türkiye ile Yunanistan illâki gerginlik yaşamak zorunda değil. Gerginliğin olmadığı anlar pekâlâ yaşadık ve buradan her iki taraf da kazançlı çıktı. Turizm konusunda çok yoğun karşılıklı gidip gelmeler oldu vs.. Şu an halihazırda koronavirüsün de etkisiyle birlikte tabii birçok şey iptal oldu; ama eğer olmasa da eskisi gibi bir canlılık iki ülke arasında, toplumlar arasında canlılık olur mu açıkçası çok emin değilim. Çünkü her iki tarafta da ülkeleri yönetenler daha çok milliyetçilik gazına ayaklarını koymuş durumdalar. Fren yerine daha çok ayaklar gazda gidiyor. Yunanistan’da yeni Miçotakis yönetimiyle beraber bu olaylar, Yunan sağının en çok kolaylıkla başvurduğu yollardan birisidir, geleneksel olarak biliyoruz. Türkiye ile var olan, potansiyel olarak var olan sorunları kaşımak, onları büyütmek — hele burada tabii ki Avrupa Birliği gibi bir güvenceyle beraber çok daha rahat hareket edebiliyorlar. Buna karşılık Türkiye’de de artık her geçen gün daha milliyetçi bir dili benimseyen bir iktidar söz konusu. Eskiden, yine AKP iktidardayken, birçok ülkeyle –ki buna Ermenistan da dahil– komşularıyla özellikle hep iyi geçinen ve bu anlamda da komşularıyla “sıfır sorun” diye –kimilerinin dalga geçtiği– olayın büyük ölçüde fiilen hayata geçmiş olduğu dönemler yaşadık. 

Ama şimdi baktığımız zaman, komşuların büyük bir çoğunluğuyla değişik nedenlerle ve değişik şekillerde sorun yaşayan bir ülkeyiz ve komşuların dışındaki ülkelerle de –mesela bir Mısır’la, mesela Körfez ülkeleriyle– ciddi sorunlar yaşayan bir ülke Türkiye. Niye böyle oluyor? Burada birçok şey var. Türkiye’nin dış politikasıyla iç politikası –aslında bütün ülkeler için böyle, ama Türkiye için daha da bâriz biçimde böyle– çok fazla iç içe gidiyor ve içeride yaşanan sorunları kimi zaman örtmek için, kimi zaman görünür kılmamak için ya da ertelemek için, dış politikada genellikle milliyetçi bir söylemle ayaklar gaza gidiyor. Daha önce Suriye’de bunun örneklerini gördük. Suriye’de yapılan değişik operasyonlar ve bu operasyonlara, harekâtlara genel kamuoyunun büyük bir kısmından –muhalefet partileri de dahil– sesli ya da sessiz destek alınıyor ve bununla birlikte içerideki siyasete dışarıdaki bu hamleler damgasını vuruyor. Ama bunlar sürdürülemiyor; belli bir yerde, harekât bittikten sonra tekrar Türkiye kendi iç gündemine dönüyor. Burada Türkiye’de –ki birçok ülkede de benzer durum var, ama kendi ülkemizde de– dış politika konularında eleştirel bakışlar, sorgulamalar, daha sakin olmaya çalışmalar genellikle kabul görmüyor, hoş karşılanmıyor ve hele biraz da sesinizi yüksek bir şekilde çıkartırsanız, devlet politikalarını eleştirmeye başlarsanız, çok hızlı bir şekilde vatan hainliğine kadar giden suçlamalara muhatap olabiliyorsunuz. 

Yani Türkiye’de dış politika hamlelerini özgür bir şekilde tartışabilmek mümkün değil. Türkiye’de neyi özgür bir şekilde tartışabiliyoruz?  O zaten ayrı bir konu. Ama özellikle dış politika konularında bu noktada çok ciddi bir sansür ve otosansür söz konusu ve muhalefet partilerinin ezici bir çoğunluğu da, muhalif olarak bilinen kişi ve kurumlar da iş dış politikaya geldiği zaman hemen “milli birlik ve beraberlik” hattında bir araya geliyorlar. Bunlar ilk bakışta hoş görünebilir. “Ne güzel, hep birlikte milli dava içerisinde gidiyoruz” denebilir, ama bu milli davaları fotoğraflarının faturaları çıktığı zaman işin rengi değişiyor. Dış politika tek başına devlet yönetimlerine bırakılmayacak kadar ciddi bir iş. Ama Türkiye’de bunu söyleyebilmek bile başlı başına zor bir iş. Tek tek yurttaşların, uzmanların bu konularda görüş bildirebilmeleri zor ve bunun hep bir sınırları var. Örneğin şu anda Doğu Akdeniz’de yaşanan sorun nedir?  Burada kim ne diyor? Bunların serinkanlı bir şekilde tartışılabilmesi çok mümkün değil. Bunun sonucunda bu tür aşırı milliyetçi yüklemelerle birlikte sonuçta Türkiye –bütün ülkeler aynı şekilde ama Türkiye özeline geldiğimiz zaman– haklı olduğu konularda da haksız duruma düşebiliyor ve yalnızlaşabiliyor. 

Bu yalnızlık, o çok sevilen “değerli yalnızlık” değil.  Sonuçta bu yalnızlıkların bedeli oluyor, bir bedeli ve değeri oluyor ve sizin kaybınıza neden olabiliyor. Burada öncelikle, konu ne olursa olsun, dış politikada bütün pozisyonlarınızı olabildiğince sakin bir şekilde ve ilgili tüm taraflara diplomatik yollarla anlatabilmek gerekiyor. Yani diplomasiyi her şeyin önüne çıkarmak gerekiyor. Ama Türkiye’de uzun bir süredir diplomasinin çok geri planda kaldığını ve bunun yerine daha askerî bir dilin tercih edildiğini biliyoruz. Bu son Doğu Akdeniz meselesinde de tabii ki diplomatik alanda birtakım şeyler yapılıyor, ama dikkat çeken hususlar genellikle yüksek perdeden söylenenler. Yani: “Bedel ödetiriz; biz de öderiz, ama siz daha çok ödersiniz” diye özetlenebilecek bir yaklaşım. Sonuçta Türkiye ile Yunanistan ya da Türkiye ile Suriye ya da Türkiye ile Irak ya da Türkiye ile İran… bunların arasındaki sorunlarda kimsenin bedel ödemeden, herkesin tam anlamıyla olmasa bile bir ölçüde tatmin olabileceği çözümler aramak varken, bunlardan giderek uzaklaştığımız bir noktaya varıyoruz.

 Burada, “soft power” diye çok kullanışlı bir kavram var; yumuşak güç diye tanımlanan, bir dönem dünyada çok gündemde olan, Türkiye’de de bayağı gündemde olan bir kavram. Yani “soft power”, bir ülkenin nüfusu, ekonomik gücü, kültürel kapasitesi, coğrafi konumu…, bütün bunların o ülkenin yumuşak gücü olduğu ve yumuşak gücünü kullanabildiği ölçüde ülkelerin birtakım yerlerde oyun kurucu olabildikleri, kendi çıkarlarını çok daha iyi kullanabildikleri ve başka ülkeleri de çok kolaylıkla etkileyebildikleri, hatta etki alanlarına alabildikleri söylenir. Türkiye bir zamanlar bunu yaptı.  Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Türkiye her zaman için Batı’ya en yakın, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak; İslam dünyasında demokrasi, parlamenter sistem geleneği güçlü ülkelerden birisi olarak ve genç nüfusuyla, coğrafi konumuyla hep bir câzibe merkezi olageldi ve bunu kullanabildiği ölçüde, bu gücünü kullanabildiği ölçüde, bu yumuşak gücünü kullanabildiği ölçüde Türkiye’nin etkisi arttı. Ama bir süredir Türkiye’nin yumuşak güç yerine sert gücünü, yani askerini, askerî varlığını, silahlarını daha fazla zikrettiğini görüyoruz. Bu da birilerinin gözünü korkutuyor olabilir, bazı durumlarda korkutuyor olabilir. Ama Türkiye’nin kalıcı dostlar ve müttefikler edinmesini hiç de kolaylaştıran bir nokta değil. Dolayısıyla her şeye böyle aşırı milliyetçi bir şekilde bakmak ve barışı geri plana itmek, çatışma ihtimalini hep dillerde tutmak Türkiye’nin hayrına olan bir şey değil.

Bir başka husus da şu: Yeni teknolojilerle alabildiğine küreselleşen bir dünyadayız. Küreselleşmenin yaşadığı sorunlar var muhakkak. En son koronavirüste de bunu gördük, ama yine de küreselleşme bir zemin. Bunu kimse reddedemez ve Türkiye’nin nüfusu da özellikle genç nüfusu, dünyaya yeni yeni gözünü açan gençler bu küresel atmosferde gözlerini açıyorlar. Ve bunun etkisindeler, bunun câzibesine kapılmış durumdalar. Tabii ki gençlerde milliyetçilik de çok güçlü, ama küresellik de, küresellik gerçeği de hep bir şekilde önlerinde duruyor. Ve burada dünyanın ne olduğunu, dünyada neler yaşandığını bu kadar kolaylıkla öğrenebilen, görebilen ve kimi durumda dünyanın değişik köşelerinde yaşananlara imrenen bir gençliği siz sadece ve sadece, “Herkes bize düşman”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi sloganlarla, milliyetçi retorikle bir arada tutamazsınız. Türkiye’ye olan aidiyet duygusunu kaybetmek diye bir cümle var. Gençler arasında çok konuşulan, çok tartışılan bir nokta bu. Türkiye’ye olan aidiyet duygusu tabii ki çok önemli bir duygu ve bu duygu aslında milliyetçilikle iç içe geçmiş bir duygu. Ama şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bu duygunun ciddi bir şekilde aşındığını, özellikle ekonomik nedenlerle, özellikle liyakat konusunda, yani devletin istihdamda sadakati liyakat yerine tercih etmesi, yani nepotizm, kayırmacılık, yolsuzluk gibi konuların gençlerin şevkini çok ciddi bir şekilde kırdığını görüyoruz. Bu gençler belki milliyetçi çizgilerinden vazgeçmiyorlar, ama hem milliyetçi olup, hem milliyetçi duygulara tam anlamıyla olmasa bile büyük ölçüde sahip olup, ama aynı zamanda da yaşama tercihlerini Türkiye dışında gören gençler var. Bu realiteyi de göz önünde tutmakta çok ciddi bir şekilde yarar var. Yani kuru ajitasyonla, milliyetçi retorikle, milliyetçi söylemlerle, “Herkes bize düşman, ama herkes de bizden korksun” diye özetlenebilecek bir yaklaşımla Türkiye’nin ve özellikle Türkiye’deki gençliğin önü çok ciddi bir şekilde kapatılıyor. Bunun yerine barışı önceleyen, diyaloğu önceleyen politikaların, diplomasinin, soft power‘ın, yumuşak gücün öne çıkarılmasının gerektiği kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.