Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İktidarın tabipleri hedef almasının nedenleri ve anlamı

MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Türk Tabipleri Birliği’ni “siyah kurdele” eylemini gerekçe göstererek vatana ihanetle suçlaması ve kapatılmasını istemesi, iktidarın salgınla mücadeledeki çaresizliğini örtme çabasının ötesinde anlamlar içeriyor.

Yayına hazırlayan: Zelal Direkci

Merhaba, iyi günler. MHP Genel Başkanı ve iktidarın ortağı Devlet Bahçeli, dün akşam Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) yönelik sosyal medya üzerinden çok ciddi bir sert çıkış yaptı ve kapatılmasını istedi. “Yöneticileriyle ilgili adlî işlem yapılmalı, Tabipler Birliği derhal ve gecikmeksizin kapatılmalı” dedi. Gerekçe ne? Türk Tabipleri Birliği’nin hayatını kaybeden insanlara ve sağlık çalışanlarına dikkat çekmek için tüm sağlık kurumlarında siyah kurdele takma çağrısı. Bu kadar basit ve mütevazı bir çağrıya karşı Bahçeli bu teşebbüsü “zehirli ve zillet bir komplo” olarak tanımlıyor. Ve Türkiye’nin neredeyse en önemli meselesi siyah kurdele olayıymış gibi, bunun üzerine toplam altı tane tweet attı. Bugün de yardımcıları TTB’yi Marksist vs. olarak tanımladılar ve ülkenin en tehlikeli kurumlarından birisi gibi gösteriliyor yılların TTB ve doktorları. TTB Türkiye’de doktorların meslek kuruluşu, tüm dünyada saygın bir yeri var. 

Niye böyle oluyor? Tabii ilk akla gelen, bâriz bir şekilde bu koronavirüsle mücadele konusunda iktidarın büyük ölçüde çaresiz kalması. Rakamlar inmişken tekrar çıkmaya başladı, yoğun bakım oranları artıyor, ağır hasta sayıları artıyor, vefat sayıları ve vakalar sürekli artıyor. Ve birkaç ay öncesine göre kötü bir yerdeyiz. Genel olarak dünyada da benzer bir eğilim var. Ama burası Türkiye ve Türkiye kendi içerisinde bu meseleyi nasıl çözeceğini bilemiyor. Her geçen gün Sağlık Bakanı’nın açıklamalarında da görüyoruz: Bir an önce aşının çıkmasını beklemekten başka pek yapılacak bir şey yokmuş gibi bir hava var. Ve bu da aslında Türkiye’de siyasî iktidarın genel olarak her konuda yaşadığı krizin sağlık alanına iyice sirayet ettiğini bize gösteriyor. İlk aylarda biraz daha sakin geçmişti; tabii ki kayıplar oldu, ama daha kontrol altında gözüküyordu salgın. Fakat şimdi kontrolden çıkmış gibi bir izlenim var. Ve burada Bahçeli’yi çok kızdıran –herhalde sadece Bahçeli’yi değil iktidarı da kızdıran– Türkiye’nin dört bir tarafından gelen haberler. Gelen haberler açıklanan rakamlarla örtüşmüyor. Onun çok ötesinde vaka ve vefat sayısı olduğu söyleniyor. Ve bunu da genellikle tabii ki sağlık çalışanları ve onların önde gelen örgütlerinden olan TTB dile getiriyor. 

Uzun bir ısrar sonucunda nihayet Bakan’la görüşebilmişlerdi yakın bir zamanda; ama ardından çok fazla bir değişiklik olmadı. Bakan’ın da artık yapabileceği çok şey yokmuş gibi gözüküyor. Zaten Fahrettin Koca’nın da ilk başta oluşturduğu sempati ve ilgi her geçen gün daha azalmış durumda. Burada tabii virüsle mücadele edilemeyince, virüsün yerine başka bir şey koymak gerekiyor ve en kolayı, en kolay lokma gibi görünenlerden birisi –ki bence değil– TTB — yani olayın bir boyutu bu. Esas olay ise koronavirüsle mücadele konusundaki başarısızlıkları, yetersizlikleri ve çaresizlikleri örtmek için kavgayı onun yerine başka bir alana taşımak ve Türkiye’nin oraya yoğunlaşmasını, yani bir anlamda gündemi değiştirmeye çalışmak; ama bu olayın daha önemli bir boyutu, bir gerçek inşası var, hakikat inşası var. Hakikat-sonrası dönem diye tanımlanan bu post-truth döneminde genellikle böyle oluyor. Gerçekler yerine sunulanlar, gerçeğin yerini alıyor ve kim daha fazla medyaya sahipse onun çizdiği “sözde gerçek” esas gerçeğin yerini pekâlâ alabiliyor. 

Şu anda koronavirüs konusunda devletin bize gerçek olarak sunduğu bir anlatı var; her akşam 19.00-20.00 arasında yapılan açıklamalar var — bazen geniş basın toplantıları oluyordu, onların sayısı iyice azaldı. Bu açıklamalarda, sosyal medyada da paylaşılan açıklamalarda rakamlar verilerek, o rakamlardan ibaret bir gerçek tanımlaması var. Onun dışına çıkıldığı zaman, bu rakamların doğruyu yansıtmadığı üzerine yapılan konuşmaların hepsi, bütün bu inşa faaliyetini dinamitlemek anlamına geliyor. Daha önce de bu vardı. İlk aylarda da bu vardı. Rakamlara inanmama meselesi vardı. O bir şekilde etkili olamamıştı; ama son dönemde çok daha ciddi bir şekilde dile getiriliyor ve kamuoyu araştırmalarında da görüldüğü gibi kamuoyunun büyük bir kısmı artık resmi rakamlara inanmıyor, bu oranın her geçen gün arttığı kamuoyu araştırmalarında bize gösteriliyor. 

Yani vatandaşın devletin açıklamalarına inanmaması dolayısıyla bir alarm durumu var. Artık devletin kamuoyunu ikna edemediği, onları kendi çizdiği sınırların içerisinde tutamadığı gerçeği var. Tutmak için yapabileceği ne var? Gerçeği daha inandırıcı bir şekilde anlatmaya çalışmak ya da gerçek konusunda, kendi gerçeği konusunda meydan okuyup bunu tekzip etmeye kalkanları bir tür şeytanileştirmek, bunları hain ilan etmek — yani Devlet Bahçeli’nin söylediği sıfatlar acayip: “Zehirli, zillet bir komplo; illete dönen tabipliğin yüz karaları vs.”. Sanki bunlar Türkiye’de binlerce, yüzlerce kişiyi öldürmüş bir terör örgütünün mensuplarıymış gibi bahsediliyor. Bir de şöyle bir şey var: diyor ki: Vatansever bilim insanlarımızdan oluşacak bir müteşebbis heyet kurulmalı, rezaletin hıyanetin ve Türkiye husumetinin kara sayfası kapatılmalıdır.” Yani burada “yerli ve milli”, vatansever dediği o kalıba giriyor. “Yerli ve milli” bir şey karşısına çıkarmaca. 

Buradan tabii olayın daha siyasî bir yönüne geliyoruz. O da daha önce barolarda yaşanan olay. Türkiye’de devlet tamamen Erdoğan tarafından denetleniyor artık ve Erdoğan iktidarının artık devletin bütün kurumlarında mutlak bir kontrolü var. Ve bu kontrolle birlikte ilginç bir şekilde, özellikle Türkiye’nin tek adam yönetimine geçtiği andan itibaren, başkanlık sistemine geçtiği andan itibaren devlet çok ciddi aksıyor. Çok ciddi sorunlar yaşıyor. Yönetememe krizi iyice derinleşiyor. Erdoğan tam tersini söyleyerek ülkeyi başkanlık sistemine götürdü. Artık yönetim sisteminin aşılacağını söyledi ve tam tersine bununla beraber işler iyice kötüleşti. Bu arada devlette güçler ayrımı ortadan kalktı bir kere. Yargı tamamen yürütmeye bağlandı, yasama iyice etkisizleştirildi. Böyle bir ortamda, özerk olduğu iddia edilen kurumların hepsi tamamen devletin denetimine girdi. Yani Erdoğan iktidarının denetimine girdi. Ve RTÜK’ünden Merkez Bankası’na kadar bir yığın kurum artık tamamen bunun içerisinde hareket ediyor.  Medya büyük ölçüde kontrol altına alındı, ama onu devletin dışında olarak kabul edelim. 

Böyle bir ortamda, her şeyin kontrol altına alındığı bir yerde, hâlâ istediğini istediği gibi dayatamıyor devlet, ülkeyi yönetenler, çünkü Türkiye’de güçlü bir sivil toplum var. Ne kadar örgütlü ne kadar örgütsüz, o ayrı bir konu. Ama devletin kurumlarını tam anlamıyla kontrol altına alan ve onların büyük ölçüde içini boşaltan iktidar, karşısında toplumsal birtakım kurumları görüyor. Barolarda böyleydi. Mesela siz yargıyı tamamen kontrol altına alıyorsunuz, siyasallaşan bir yargı ortaya çıkıyor, ama avukatların örgütleri bu siyasallaşmış yargıya karşı yargıyı savunma konusunda bir direnç gösteriyor ve bu büyük bir rahatsızlık oluşturuyor. Güçlü bir örgütlenmesi olan bir meslek örgütü. Bunlar tam olarak sivil toplum örgütü sayılamaz; esas olarak meslek örgütlenmesi. Burayı yıkmaya çalışıyorlar. Burayı ele geçirmeye, ele geçirdikten sonra işlevsizleştirmeye çalışılıyor — zaten bunu görüyoruz. Bu zamana kadar Erdoğan’ın kontrolü tamamen eline geçirdiği yerlerin hemen hemen hepsinin performansları geçmişe kıyasla düşmüş durumda — medyayı da bunu dahil edebiliriz. Artık Erdoğan kontrolündeki medyanın herhangi bir kamuoyu oluşturma imkânı kalmadı diyebiliriz. Ya da geçmişe kıyasla bunun çok az bir yerde olduğunu söyleyebiliriz. Burada da bu kurumlar tehdit olarak görülüyor. Tek adam yönetimine karşı bu tür kurumlar ve hele siyasî muhalefet partilerinin genellikle sessiz bir muhalefeti tercih ettiği düşünülürse birazcık sesini çıkaran tüm kurumlar düşman olarak görülüyor, kriminalize edilmeye çalışılıyor. Barolarda olduğu gibi. 

Ne yaptılar? Çoklu baro tasarısını geçirdiler, özellikle büyük şehirlerde — ki bu en çok rahatsız oldukları yerler tabii burası. Büyük şehirlerde yeni baroların kurulmasının önünü açtılar ve orada burada böyle bir müdahale ettiler. Ama görüyoruz ki şu âna kadar iktidar yanlıları yeterli sayıyı, iktidarın saptadığı limiti bile bulamadılar. Büyük bir hüsran yaşıyorlar. Neden? O ayrı bir tartışma konusu. Normal şartlarda o rakamı bulabilecekleri varsayılıyordu, ama olamadı. Henüz bugüne kadar en azından ikinci bir Ankara barosu, ikinci bir İstanbul barosu kurulamadı. Burada aslında devletin yeni yasalar ve yeni kurallar getirme gücüne sahip olduğunu, ama bunların toplumdaki karşılığını yaratmakta epey zorlandıklarını görüyoruz. İşte bu noktada TTB de tıpkı barolar gibi — orada tabii şöyle bir fark var: TBB’nin başı Fevzioğlu bütün bu operasyonda iktidar ile birlikte hareket etti; yani İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere büyük baroların gücünü kırmaya çalıştılar iktidarla birlikte. Yasalar geçirdiler, ama şu âna kadar etkili olamadılar, bunu görüyoruz. Şimdi burada TTB’de, merkezle de bir sorunu var iktidarın ve kendi yanına alabileceği kimse de yok şu haliyle. TTB’den bir Fevzioğlu çıkmadı, çıkacağa da benzemiyor. Çıksa da nereye kadar işe yaradığını barolar olayında gördük. Dolayısıyla burada TTB’yi de bir şekilde şeytanîleştirmeye çalışıyorlar. 

Şimdi Bahçeli diyor ki: “Siyah kurdele takınca ne olacak. Takan takmayan ayrımı hastanelere gelecek.” Yani siyah kurdele takmayı bölücülük olarak görüyor. Her yerde bir bölücülük aramak zaten Türk sağının geleneksel fobisidir. Aynı zamanda hobisidir. Hem fobi hem hobidir. Bunu yaparak Türk Tabipleri Birliği’ni bölmeye çalışıyor. Yani bölücülük suçlamasıyla bölmeye çalışıyor. Belki barolara yaptığının bir benzerini bunlara da yapmaya çalışacaklardır. Tabip-doktor örgütlenmelerine de yapmaya çalışacaklardır. Ama baro olayında gördüğümüz olayın burada çok daha ciddi bir şekilde tekrarlanması söz konusu olacaktır. Şimdi bakıyoruz, çok ciddi bir koronavirüs salgını meselesi var ve insanlar önünü görmekte zorlanıyor. Burada çok büyük emek veren, çile çeken ve çok ağır bedeller ödeyen sağlık çalışanları var. Ve sağlık çalışanları sembolik de olsa kendilerine dikkat çekmek istiyorlar. Hatırlanacaktır, ilk günlerde virüsün ilk günlerinde, akşamları birkaç gün sürdü, hatta bir tanesine Cumhurbaşkanı da katılmıştı, dayanışma için akşamları bir şeyler yapılmıştı, o da kısa sürdü. 

Şimdi bir siyah kurdele bile kendilerine çok görülüyor ve bu arada baktığımız zaman, “Yönetemiyorsunuz, ölüyoruz tükeniyoruz” sloganını haince bir tertip olarak tanımlıyor Bahçeli. Peki o zaman, “Yönetiyoruz, kimsenin tükendiği yok. Ölümler azalacak merak etmeyin” diyen herhangi bir açıklamayı duyma imkânı yok. Bu zaten iktidarın çaresizliği ve içeriden olayı bizzat yaşayan birilerinin, bundan doğrudan mağdur olan birilerinin kalkıp seslerini çıkartması olayın etkisini birkaç kat katlıyor. Bu açıklamaları doktorlar değil de dışarıdan gazeteciler şunlar bunlar yapsalardı, “Siz ne biliyorsunuz?” vs. diyerek başlarından savabilirlerdi. Ama doktorlar söyleyince, bizzat bunu yaşayanlar söyleyince, bunun inandırıcılığı çok daha fazla oluyor ve iktidarı gerçekten çok zor durumda bırakıyor. Ve buradan da çok büyük bir tedirginlik başlıyor. İktidarın tedirginliği ve dolayısıyla burada kurumları cezalandırma yoluna, seslerini kapatma yoluna gitmeye çağrı yapıyor. 

Çağrı diyor zaten Bahçeli, ama onun çağrı dediği şeylerin büyük ölçüde şu âna kadar iktidar tarafından hayata geçirildiğini ya da geçirilmek istendiğini biliyoruz. Bunlardan birisi, hatırlanacaktır, İstanbul seçimleriydi. 31 Mart seçimlerinin tekrarlanması meselesinde Erdoğan başta tereddütlüydü; Bahçeli orada ön aldı ve orada bir ölçüde bunu tekrarlanmasına vesile oldu. Ya da 31 Mart seçiminin ardından yine Erdoğan “Millet İttifakı” diye bir şey söyledi, Bahçeli hemen devreye girdi ve olayın hemen aslında “Cumhur İttifakı”nın genişletilmesi olduğu hakkında bir açıklama yapmaya mecbur bıraktı Erdoğan’ı. İlginç bir olay da aslında –araya kaynıyor ama– İstanbul Sözleşmesi’nde de benzer bir şey oldu. İstanbul Sözleşmesi’nde de çok usturuplu bir şekilde, çok da fazla bunun kaldırılmasından yana olmadığını direk söylemedi, ama îmâ eden bir çıkış yaptı. Ve İstanbul sözleşmesi olayı rafa kalktı. Bütün bunları görüyoruz. 

Şimdi burada ne olacak açıkçası merak konusu. Bahçeli’nin bu söylediğinden hareketle –ki Erdoğan’ın da zaten değişik meselelerle barolara olduğu gibi, TTB’ye karşı hiç de sempatik olmadığını biliyoruz– bir şeyler yapmak isteyeceklerdir. Ama önlerinde bir baro örneği var. Baro örneğinde yaşadıkları çok bâriz bir yenilgi var. Şu âna kadar herhangi bir baro kurulabilmiş değil. Bundan sonra kurulursa da ne kadar zamanda kurulur ya da ne kadar etkili olacağını da bilmiyoruz. Burada tabii ki bir başka husus da, doğrudan doktorları bu şekilde karşısına almak, salgınla zaten zor giden mücadeleyi iyice zorlaştıracaktır. Buradan bir tehditle vs. gözdağıyla doktorları hizaya getirebileceklerini, en azından hepsini hizaya getirebileceklerini açıkçası hiç sanmıyorum. TTB, bildiğim kadarıyla ilk açıklamanın ardından sessizliği tercih ediyor. Suyu daha fazla bulandırmak istemiyor olabilirler. Kendilerince haklı da olabilirler. Sonuçta karşılarında bütün yaşadığı krizlere rağmen gücü olan bir iktidar var. 

İktidar zaten adı üstünde güç diyor. Ne kadar yıpranmış olursa olsun baskı uygulamada belli bir gücü var. Engel çıkarmada, yasak getirmede gücü var. Yargı zaten büyük ölçüde iktidara bağımlı olduğu için de insanların hak arama ihtimalleri çok çok zor; dolayısıyla daha temkinli hareket edeceğe benziyorlar. Fakat ben değişik meselelerde olduğu gibi –Erdoğan’ın sosyal medyayla savaşı ya da Erdoğan’ın barolarla savaşı gibi, İstanbul seçimlerinin tekrarlatılması gibi– bunların hepsini, TTB’ne yönelik meydan okuyuşu da, baştan kaybedilmiş savaş çağrıları olarak görüyorum bütün bunları. Bunu kazanma imkânları yok. Belki bir iki aşamada bir şeyler yapabilirler. Bir şeyleri değiştirmeye zorla kalkabilirler, ama bu kurumların kolay kolay pes edeceklerini sanmıyorum; çünkü çok köklü yapılar, güçlü yapılar ve öte tarafta siyasî iktidar ve siyasî iktidarın bileşenleri kendi köklerinden iyice uzaklaşıyor ve çok ciddi bir şekilde her geçen gün tükeniyorlar. Ama yine de böyle bir olayın, böyle bir çıkışın böyle zor kritik bir dönemde bu kadar zorluklarla mücadele eden doktorlara karşı bir siyah kurdeleyi bile çok görmenin hakikaten anlaşılır bir yanı yok. Bu da Türkiye’nin son dönemde peş peşe gelen acılarına bir yenisi olarak herhalde kayıtlara geçmiştir. Umarım ileride çocuklarımızla torunlarımızın bu tür çıkışları hatırlamasına neden olacak sonuçlara yol açmaz diye temenni ediyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.