Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bir insan neden ve nasıl depremden mutlu olabilir?

İzmir depremi olur olmaz, sayıları az olmakla birlikte bazı kişiler, dini terminoloji kullanarak duydukları memnuniyeti ifade ettiler. Bu durum, yaşanan kutuplaşmanın Türkiye’deki dayanışma ruhunu ne derece aşındırmış olduğunu gösteriyor.

Yayına hazırlayan: Ali Macit

Merhaba, iyi günler. Türkiye İzmir’deki depremi konuşuyor. Şu an itibariyle yirmi sekiz kişi hayatını kaybetti maalesef. Çok sayıda yaralı var. Ve her türlü kurtarma çalışmaları da devam ediyor. Böyle bir acıyı bir kere daha yaşadık. İzmir çok güzel bir şehirdir — bilenler bilir. Benim çok sevdiğim bir şehirdir. Özellikle de esas depremin olduğu, Seferihisar ve Sığacık. Neredeyse yirmi yıldır yaz tatillerini geçirdiğim, bir arkadaşımın oradaki turistik tesislerine ailece gittiğimiz ve çok sevdiğimiz bir yerdi. Ve çok üzüntü verici. Çok arkadaşımız, tanıdığımız var. Türkiye’nin en önemli yerlerinden birisi. Bir de tabii ki Türkiye, zaten deprem konusunda diken üzerindeyken, özellikle İstanbul’da o beklenen deprem söz konusuyken, İzmir’de en son 6.9 olarak açıklandı, 7 diyenler de var. 

Bu deprem gerçekten çok sarstı, üzdü; ama aynı zamanda da toplumda bir anlamda körelmiş olan dayanışma duygularını da tekrar hareketlendirdi. Biz bunu esas olarak Marmara Depremi’nde görmüştük. Orada, sivil toplum ilk gerçek şahlanışını gerçekleştirmişti. Devletin yetişemediği alanlarda etkili çalışmalar yapmıştı. Vatandaşlar, her açıdan, gerek kurtarma, gerek kurtulanların barınması ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi açılardan seferber olmuşlardı. Gerçekten çok önemli ve efsanevi bir olaydı. Ardından bu felaketi –tabii o olayın büyüklüğüyle orantılı bir şeydi– gazeteci olarak hem İstanbul’da bizzat kendimiz yaşadık, ama Sakarya ve Gölcük’e gidip orada haber yaptım. Bizzat onu yerinde görmüş birisiyim.

Daha sonra, 2011’de Van’da bir deprem oldu; onda da, tesadüf eseri Hakkâri’ye gitmiştim ve depremin olduğu sırada Van’a doğru yaklaşıyordum. Depremden çok kısa bir süre sonra da Van’da bulunma imkânım oldu. Orayı görme imkânım oldu. Van’daki depremde, dayanışmanın Marmara’dakiyle aynı olduğu söylenemez. Ve o tarihte hatırlanacaktır, unutuldu belki, ama medyada, büyük medyada birtakım isimler, Van depremi hakkında ayrı birtakım sözler sarf ettiler. Mesela birisi –sonradan ağzından kaçtığını söyledi, özür diledi– “Her ne kadar Van’da olsa da” dedi. Bir başkası, Müge Anlı –ki kendisi hâlâ Türkiye’nin çok popüler programlarından birisini yapıyor– genel olarak Vanlılar’ı terörizmle itham edip, onun üzerinden, “Yine de size taş attığınız polisler, askerler yardıma geliyor” gibi laflar etti. Başına da pek bir şey geleceğini sanmıyorum; bugün hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebiliyor. aslında sadece depremde yaşamadığımız olaylar bize, her türlü kötü hâdise de aslında şu kırılmayı yaşatıyor. 

Hani “Millet nedir?” diye ilkokuldan itibaren öğretilen, “Tasada ve kıvançta birlik” kavramının Türkiye’de ne kadar azalmış olduğunu, aşınmış olduğunu, kutuplaşmanın ne kadar öne çıktığını görüyoruz. Van’daki olay etnik temelli bir kutuplaşmanın yansımasıydı. Birçok kişi Van’daki depremden bir şekilde rahatsız olmadı diyelim. Memnun olanlar da oldu. Yani bunun bir tür cezalandırma olduğunu düşünenler de oldu. Bunu açık açık söyleyenler de oldu. O tarihlerde sosyal medya bugünkü kadar güçlü değildi. Arada yaşanan değişik olaylarda, değişik ayrımcı çıkışlar gördük. İzmir’le ilgili de gördük. Birtakım kişiler, İzmir’in laiklik konusundaki –İzmirliler’in laiklik konusundaki– namları, daha yeni Cumhuriyet Bayramı’nı coşkulu bir şekilde kutlamış olmalarından hareketle, bu olayı sosyal medyada –bu depremi, bu âfeti– memnuniyetle karşıladılar. 

Sayılarının ne kadar olduğunun çok önemi yok; ama bir infial yaratmaya yetecek kadar ortada. Ve daha sonra gördüm, hükümete yakın bir siyasetbilimci bunu FETÖ faaliyeti olarak nitelemiş. Sanmıyorum böyle olduğunu. Onlar da yapıyor olabilirler, ama böyle refleksler var. Hatta bir video var; genç birisi, kafasında fes gibi bir şeyle –artık takke mi diyelim, fes mi diyelim?– kalkıp bunun nasıl bir cezalandırma olduğunu, Cumhuriyet Bayramı’nın ardından olmasını filan anlatıyor. O kişiyi izlediğim zaman, aslında şunu hissediyorum: Bunun aslında din ile, iman ile bir alâkası yok. Bu bambaşka bir şey. Bu bir tür “haset”, bir tür “kıskançlık”, bir tür “çekememezlik” ve tabii ki işin bir başka yönü de şu: Bunun üzerinden kendilerine prim yapmak. 

Bu tür kışkırtıcı çıkışlar sizi, kısa süreli de olsa meşhur edebiliyor. Ondan sonra siz, eğer biraz becerikli iseniz, bu ünün üzerinden kendinize bir kariyer bile inşa edebilirsiniz. Mesela sözünü ettiğim kişi – aslında o bir soytarı görünüşlü, aslında baktığımız zaman, hâli tavrı, oturduğu koltuk, üslûp, hepsiyle beraber– ama pekâlâ buradan yürüyebilir ve gidebilir. Çünkü, böyle bir zemin maalesef hep var. Bunun din ile ne kadar alâkası var? Bir alâkası var gibi gözüküyor, ama ben çok onun öyle olduğunu sanmıyorum. Dünyada tüm dinler –özellikle tektanrılı dinler– bu tür âfetlerde, bir Tanrı faktörünü devreye sokarlar. Çünkü, bu tür yaşanan âfetler, insanların inançlarını –varsa– sorgulamaya zemin hazırlayabilir. Dolayısıyla, erken davranıp bunların bir mesaj olduğunu, bunların bir ibret olduğunu, bunların aslında bir tür –nasıl diyeyim?–imandan kaçmanın değil, tam tersine imanın tazelemenin araçları, mesajları olduğunu söylemeye çalışırlar. Ve âfetler öteden beri her türlü dinin, özellikle tektanrılı dinlerin “tebliğ” aracı olmuştur. Yani buradan, âfetlerden hareketle, insanların Tanrı’ya, Allah’a inanmaları yolunda tebliğe yönelirler. 

Olayın bir diğer yönü olarak devlet ayağı var tabii. Âfetler devletlerin ne kadar yeterli ya da yetersiz olduğunu –ki genellikle yetersiz kalırlar– gösterir; çünkü hep bir açık vardır, eksik vardır, ihmal vardır, suiistimal vardır. Ve buralarda da devletlerin sorgulanmasının önüne geçme refleksleri devreye girer. Hiç unutmuyorum, yıl 1976 –evet, not almışım–, Çaldıran, Muradiye Van depremi… o zaman daha işte çocukluktan yeni çıkmıştık. Televizyonda, bir Vanlı’nın söylediği sözü –yani şimdi şivesiyle söylemeyeyim– ama bir şiveyle söylüyordu tabii. “Van’da deprem oldu. Her taraf arazi oldu. Allah, devlete ve millete zeval vermesin” üç cümleden ibaret bir şeydi. Yani burada, hem Allah var, hem devlet var, hem millet var. Bunu bir tür şikâyet etmenin değil, bir tevekkül halinde, Allah, devlet ve millet kucaklaşmasının bir aracı olduğunu görme eğilimi aslında çok baskın. Şimdi yaşadıklarımız bunun dışında bir şey. İnsanlar zevk alıyorlar — bazı insanlar, tabii ki herkes değil, zevk alıyorlar. Çünkü burada bir tür intikam duygusu var ve haset var. Bu aslında sadece âfetlerde yaşanan bir şey değil.

Almanca bir kavram var — arkadaşlardan nasıl telaffuz edeceğimi öğrendim: “Schadenfreude”, başkalarının acısından zevk alma, mutlu olmanın Almanca bir kavramı var. Ben bu kavramın üzerine Vatan gazetesinde bir yazı yazmıştım ve Medyascope’ta da yine bu kavramdan hareketle bir yayın yapmıştım –izleyenler hatırlayacaktır–, orada âfetler üzerinden konuşmamıştım. Orada başka bir şeyin üzerinden konuşmuştum. O da, hapse atılanlar, atılmayanlardı. Vatan gazetesinde ilk yazdığımda Ergenekon soruşturmaları vardı ve kimileri tanıdığım olan birtakım kişiler, çok garip ve tiksindirici bir şekilde, insanların cezaevlerine doldurulmasından memnun oluyorlardı. Onların mağduriyetlerinden memnun oluyorlardı. İtiraz ettiğiniz zaman, bir şeyler söylemeye çalıştığınız zaman –çok basit, klişe bir lâftır–, “Masumlarsa çıkarlar” diyorlardı. Sonra, Medyascope’ta yaptığım yayın, o tarihin memnunlarının, yani mağrurlarının mağdur oldukları bir döneme denk geldik ve bu sefer roller değişti. Herkes bir başkasının acısından zevk alıyor. 

Burada bir de şöyle bir özellik var: Mesela deprem olayında –âfetlerde özellikle o görülüyor– insanlar çok toptancı bir yaklaşımla bunu yapıyorlar. Yani kendini dinle tarif ettiğini sanan birtakım insanlar, İzmir’i o sıfatla düşünerek, İzmir’in laikliğe duyarlı çoğunluğunu düşünerek, bunu bir tür memnuniyet olarak gösteriyorlar; ama izlediğiniz zaman, televizyonlarda enkaz altından çıkarılanlar içerisinde hatırı sayılır sayıda başörtülü kadın da var. Yani İzmir deyince bütün İzmir’i öteki olarak görmek de bir başka sakatlık; çünkü İzmir, belirli bir duyarlılığı ile dikkat çeken, belirli bir sola ya da merkez sola oy veren bir yer olabilir; ama İzmir aynı zamanda çok güçlü dinî cemaatlerin de olduğu bir yerdir. Yani bir toptancılık yapamazsınız. 

Bu noktada ilginç bir örnekten bahsetmek istiyorum –tesadüfen gördüm sosyal medyada– Amerika’da yaşayan Türkiyeli bir kadın profesörün paylaşımından gördüm. Kanada’da yaşayan, Hindistan ya da Pakistan asıllı birisi –kendisi aynı zamanda bir gazetede köşe yazarıymış, profiline baktığınız zaman kendisini Marksist ve İslamcılık karşıtı olarak tanımlıyor–, bu kişi İzmir depremi üzerine bir tweet atmış — o da memnun olmuş bir şekilde. Çok itici. Zaten ABD’de yaşayan Türkiyeli profesörün de söylediği: “Utanın!” — ona cevap vermiş. Ben de oradan gördüm. Onun gözünde de Türkiye’de İslamcı bir rejim var. “Haydi bakalım” –yani şöyle çevirebilirsiniz– “Haydi bakalım, tanrılarınız sizi kurtarsın” gibi böyle bir alaycı dille yapmış yani, Türkiye’de İzmir’de deprem olduğu zaman birileri din üzerinden memnuniyet duyarken, sayıları az da olsa bir anlamı var bu azlığın, birileri de Türkiye’yi külliyen bir İslamcı ülke olarak görüp, onunla mücadele etme adına depremden zevk alabiliyor. 

Bu tür yaklaşımlar kutuplaşmanın doğrudan ürünleri. Öyle bir kutuplaştık ki, dünya kutuplaştı, Türkiye kutuplaştı. Bunun bir yerinde din var. Bir yerinde mezhep var. Bir yerinde etnisite var. Siyasî görüşler kısmen var. Yaşam tarzları var. Ve bu kutuplaşma sonucunda, insanlar birbirlerinin acısından zevk alır ya da en azından umursamaz tavırda davranır oldu. Mesela bugün gördüm –öyle olduğunu sanmıyorum ama–, İçişleri Bakanı hakkında söylenen koronavirüs testinin pozitif çıktığı yönünde bayağı bir paylaşım var. Bunun büyük bir çoğunluğu ona destek verenler, ona dua edenler; ama doğru olduğunu sanmıyorum, belki bu arada doğrulanır veya yalanlanır; çünkü İzmir’e depreme gitmedi. Daha önce Elazığ’daki depreme hemen gitmişti. Şu âna kadar gitmedi, oradan çıkartılmış bir rivayet herhalde; ama orada da bakıyoruz: Birileri bundan memnun olabiliyor. Herkesin memnun olacağı, hani dayanışmaya gireceği veya acısından zevk alacağı insanlar gruplar var. 

Herkes için demeyelim ama, bu kutuplaşmalar oluyor. Ülkeyi yönetenlerin bunda sorumluluğu çok yüksek. Ülkeyi yönetenler bunu sürekli çok ciddi bir şekilde gündeme taşıyorlar. Ve işte tam da o dayanışmaya ihtiyaç duyulan böyle anlarda, bu dayanışmanın böyle gedikler verdiğini görüyoruz. Depremle ilgili söylenecek çok şey var. Deprem vergilerinin ne olduğunu sorgulamak başlı başına önemli bir husus. 

Bir diğer husus, tabii ki Türkiye’nin depreme her an ne derece hazır olduğu sorusu — ki bu sorunun cevabını İzmir’de de gördük. Hiç de hazır değiliz. Ve o çok bahsedilen, bütün sorunları çözeceği söylenen Başkanlık Sistemi’nin, burada nasıl her an –hani hep ne söyleniyordu?– hızlı müdahale ettiğini, hızlı müdahaleyi gördük. Bir Tarım Bakanı, elinde cep telefonuyla, kurtarılması beklenen mahsur durumdaki bir vatandaşla konuşarak, ona Başkan’ın selamını iletiyor. Bu da olayın aslında nasıl –şu yaşanan sistemin– nasıl aşındığını, zaten daha başlar başlamaz aşındığını, pek öyle iddia edildiği gibi dertlere derman olmanın dışında, ötesinde bir yer olduğunu ve insanların sorumluluklarını vatandaşa karşı değil, bakanlara –ki bunlar hep atanmış bakanlar, seçilmiş değiller; seçilmiş milletvekillerinden belki bakanlar var, ama onlar da, Erdoğan tarafından atandığı andan itibaren seçilmişlik vasıflarını yitiriyorlar– ; bu kişilerin sorumluluğu doğrudan vatandaşa karşı değilİ; tek bir kişiye karşı, o da Cumhurbaşkanı Erdoğan. Cumhurbaşkanı Erdoğan da şu an bugün Van’da kongre yapıyor. Böyle bir garip durumdayız. 

Türkiye’de, Cumhuriyet’in 97’inci yılında, Cumhuriyet’in en önemli özelliklerinden biri olan kardeşlik ve dayanışma noktasının ne kadar uzağında olduğumuzu, bu kavramın ne derece aşınmış olduğunu görüyoruz. 99 Depremi’nde gösterilen o büyük dayanışma duygusu hâlâ çok şükür var; Somalı işçiler kurtarma çalışmasına gittiler, İstanbul’dan itfaiyeciler gitti, birçok vatandaş elinden geleni yapıyor. Zor durumda olanlara yönelik yardımlar, ücretsiz servisler, bütün bunlar var; ama 99’u yaşamış insanlar –tabii ki o olayın büyüklüğü apayrıydı– yine de o tarihte bu tür olaylar da tek tük oluyordu, ama bizi bu kadar meşgul etmiyordu; çünkü Türkiye o tarihlerde de çok ciddi sorunları olan bir ülkeydi, ama kutuplaşma bu boyutlara varmamıştı. Şimdi öyle bir yere geldik ki, kutuplaşmanın sorumluları isteseler de bu kutuplaşmayı durdurabilecek durumda değiller. Bu gözüküyor. Bir de açıkçası, ne derece istedikleri konusunda çok emin değilim. 

Sonuçta, “Birkaç kendini bilmezin söylediği sözler –ki yaşlarına baktığımızda çoğu “ergen” görünümlü–, bunlar üzerine çok da fazla düşünmemek gerekir” denilemez. Çünkü her vesileyle, birtakım böyle acı olaylarda, kötü olaylarda bu tür çıkışları insanlar gönül rahatlığıyla yapabiliyorlarsa, başlarına bir şey gelmeyeceğini hissederek yapabiliyorlarsa, bu Türkiye için hakikaten vahim bir durumdur. En son bir televizyon programında ölüm listelerinden bahseden bir kadın vardı; sonradan trene atlayan bir kadın. Başına hiçbir şey geldiğini sanmıyorum; ama Türkiye’de aslında bu çok eski bir tartışmadır, bu tür çıkışlar ifade özgürlüğü kavramına girer mi, girmez mi ? Bu çok eski bir tartışma; ama bu tür nefret pompalayan çıkışların ben açıkçası ifade özgürlüğüne girdiğini sanmıyorum. 

Nefret suçu diye bir kavram var. Tüm dünyada benimsenen, Türkiye’de de artık benimsendi. Bu tür çıkışların öyle değerlendirilmesi lâzım; ama öyle bir kutuplaşma yaşıyoruz ki ve bu durum iktidarın denetiminde yaşanıyor ki, bir tarafın diğer tarafa yönelik nefretinin karşılığında pek bir ceza, sınırlama, engelleme yokken –ya da göstermelik olurken–, diğer taraftan gelen her türlü eleştiri pekâlâ nefret, hakaret, kişilik haklarına saldırı vs. olarak saldırı olarak algılanıp, damgalanıp çok ağır bir şekilde cezalandırılabiliyor. Bu yaşanan depremle ilgili, kendini din üzerinden tanımlayarak, dinî terminolojiler ya da kıyafetlerle çıkan insanların dediklerini eminim dinle bağdaştıranlar olabilir. Öyle olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü hepimizin çevresinde dindar insanlar var. Şu anda beni izleyenler içerisinde de çok sayıda olduğunu tahmin ediyorum ve biliyorum. Bu insanların büyük çoğunluğu tam da dindar oldukları için belki de burada bu tür acı çekenler karşısında diğerkâm bir şekilde onların acısını hissedip, onlarla yardımlaşmayı önceliyorlar; ama şunu unutmayalım: Az sayıda da olsa, o azınlık bütün o büyük çoğunluğu çok kötü etkileyebiliyor. Burada neyin nasıl yapılacağını tartışmaya geldiğimiz zaman, tabii ki öncelikle sivil toplumun bu meseleyi kendi içerisinde halletmesi lâzım, ama Türkiye’de sivil toplum büyük ölçüde baskı altında olduğu için, medya büyük ölçüde kontrol altında olduğu için, ifade özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü çok ciddi bir şekilde kısıtlanmış olduğu için, bu tartışmayı verimli bir şekilde yapma imkânımız maalesef olamıyor. Bir diğer husus da, Şerif Mardin Hoca’nın bize armağan ettiği “Mahalle Baskısı” kavramı tabii ki. Birçok insan da bu duyduğu rahatsızlığı, “mahalle baskısı” endişesiyle dile getiremiyor. 

Evet, tekrar İzmirliler’e, depremden etkilenen herkese çok geçmiş olsun. Ölenlere rahmet diliyorum, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Ve Türkiye’yi bu kutuplaşmayı aşıp, tekrar yeniden dayanışmacı bir ülke yapmaya herkesi davet ediyorum. 

Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.