Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Türkiye ittifakı” mümkün mü?

Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart gecesi telaffuz ettiği “Türkiye ittifakı”ndan neyi kastetmişti? Neden vazgeçti? Bugün yemiden bunu gündemine alabilir mi? Alırsa ne olur?

Yayına hazırlayan: Zelal Direkci

Merhaba, iyi günler. Kısa bir stüdyo kullanımından sonra yeniden eve döndük, evlerden yayını yapmaya başladık. Salgın olayı gerçekten ciddi. Türk Tabipleri Birliği’nin söylediklerinin hepsinin çıktığını ve devletin uzun bir süre rakamları gizlediğini gördük. Dünden itibaren açıklanan rakamlarla birlikte, Türkiye tekrar dünya çapında ilk üçe dörde girmeye başladı. Bu arada tabii ki bu gizlenen rakamlarla birlikte toplumun içine düştüğü rehavetin sorumluları da herhalde bu rakamları gizleyenlerdir. Çok sayıda insan daha tedbirli olacakken rakamların düşüklüğü nedeniyle bunu yapmadı. Bunu bir girizgâh olarak söylemek istiyorum. Daha sonra bu konuyu, örneğin yarın Kemal Can’la yapacağımız “Haftaya Bakış” programında etraflıca konuşuruz.

Bugün “Türkiye İttifakı” üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Bu ittifakı ciddi anlamda ilk telaffuz eden Recep Tayyip Erdoğan’dı ve 31 Mart gecesi telaffuz etti. Kaybettiğini gördü. Büyük kayıplar yaşadığını gördü. Büyükşehirleri kaybettiğini gördü ve büyükşehirleri kaybettiğini görünce de artık Türkiye’de iktidarı muhafaza etmesinin mümkün olmayacağını gördü bana göre. Yeni bir arayışa girmek, yeni bir yola girmek, burada da kendisini bir anlamda garantiye almak istedi ve “Türkiye İttifakı”nı telaffuz etti. Ama hemen ardından Devlet Bahçeli buna itiraz etti. Cumhur İttifakı’nın altını çizdi, Erdoğan da çark etti. Bu çok önemli bir dönüm noktasıydı Türkiye için. Çünkü “Türkiye İttifakı” diye kast ettiği şey Erdoğan’ın büyük ölçüde tüm siyasî partilerin bir şekilde içinde yer alacağı ve Türkiye’nin artık iyice yapısallarmış olan krizini çözmek için hep beraber üstlenecekleri bir geçiş dönemiydi bana göre. Başka türlü bir “Türkiye İttifakı” olması da söz konusu olamazdı. Ve bu ittifakın içerisine tabii ki öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin, İYİ Parti’nin, Saadet Partisi’nin, yani Millet İttifakı’nı oluşturan güçlerin ve de çok istememelerine rağmen, ama bir şekilde mecburen HDP’nin de katılması gerekirdi. Bu olamadı. Bahçeli bunu engelledi. O tarihte Erdoğan’ın Bahçeli’ye rağmen bunu yapabilecek gücü ve hazırlığı yoktu. Anlaşıldığı kadarıyla 31 Mart’ta hâlâ bir umudu vardı. Hâlâ birtakım büyük şehirlerin bazılarını koruyabilme bazılarını kazanabilme umudu vardı. Çok büyük bir hüsran yaşadı ve bir arayışa girdi. Aslında bu arayış çok daha eskiden beri süregelen bir arayış. Aslında bunun miladı 2015 Haziran seçimleri. Ve o tarihte çıkan sonuç aslında biliyoruz koalisyondu. AKP’nin birinci parti olduğu, ama diğer partilerin de bir şekilde dahil olacağı bir koalisyondu. Ve o dönemin AKP Genel Başkanı olan Ahmet Davutoğlu da buna yatkındı. Özellikle CHP ile bir koalisyon yapmaya istekliydi. Bu konuda bayağı çalışma da yürütüldü, ama Erdoğan buna izin vermedi bilindiği gibi. Ve o andan itibaren MHP’yle bir ortaklık kurarak Türkiye’yi “güvenlik ve beka kaygısı” temelli, her geçen gün daha da otoriterleşen bir zemine taşıdı. Arada yaşanan, o Kasım ayına kadar yaşanan kanlı dönemi de hiç akıldan çıkartmamak lâzım. Hâlâ o çok önemli bir muamma olarak Türkiye’nin önünde duruyor. İki seçim arasında hem siyâseten hem terör anlamında yaşananlar çok olağanüstüydü. Şu anda beş yıl gecikmeli bir olay söz konusu bana göre. O tarihte yapılmayan şimdi yapılmak zorunda kalacak. Ama bu, Erdoğan’ın kolay kolay, yani şöyle söyleyeyim: Kalben istemediği ama aklen mecbur olduğunu bildiği bir olay. Çünkü MHP’yle kurulan ve başka birtakım güçlerin de desteklediği ittifakın bir kere rakam olarak yüzde 50+1 oyu alması her geçen gün daha da imkânsız hâle geliyor. Hele ekonomideki krizin her geçen gün daha da derinleştiğini düşünürsek… salgın olayının hâli de ortada. Bunlarla birlikte yapılacak olan seçimde –ister 6 ay sonra ister 2 yıl sonra, ne zaman yapılırsa yapılsın– Erdoğan ve MHP’nin bu yüzde 50+1 oyu alması her geçen gün imkânsızlaşıyor.

Ama onun ötesinde başka bir olay var. O da bu ittifaka damgasını vuran, bu ittifaka ideolojik ve politik rengini veren MHP ve Bahçeli; yani şu anda ideolojik olarak, politik olarak Erdoğan teslim olmuş durumda. Yani iktidar kendisine bırakılmış Bahçeli, Erdoğan’ı birçok konuda rahat bırakıyor. Her konuda neredeyse kayıtsız şartsız destek veriyor, çok da umurunda değil. Ama buraya damgasını basan perspektif MHP’nin yaklaşımı, Bahçeli’nin yaklaşımı. Bu bir yere kadar Erdoğan için katlanılabilir bir durumdu belki; ama her geçen gün, bunun ağır basmasıyla beraber, yani MHP çizgisinin hâkim olmasıyla beraber, Erdoğan kendi temelini ve zeminini iyice kaybettiğini görüyor. Şu anda, yakın bir zamana kadar, yani Bahçeli’yle ittifak yapana kadarki dönemde söyledikleriyle son dönemde söyledikleri ve söyleyemediklerine baktığımız zaman, arada dağlar kadar bir fark olduğunu görürüz. Onun ötesinde Türkiye’de İslâmî hareketin ve özellikle Milli Görüş hareketinin gelişim seyrini izleyenler, hatta daha geriye giderek Türkiye’de ilk İslâmcılık akımının ortaya çıkışından bu yana seyrini izleyenler, şu anda gelinen durumun İslâmî iddialı bir partinin ve liderin Türk milliyetçiliğine bu kadar tâbi olmasının, onun elinde bir tür rehine olmasının ne kadar hazin bir durum olduğunu ve bunun orta ve uzun vadede çok büyük sonuçlara yol açacağını görüyor olması lâzım. Erdoğan da bunu görüyor ve yaşıyor. En son gördüğümüz olay Bülent Arınç ve İhsan Arslan’ın başlarına gelenler. Bunları yapmak zorunda kalması, Erdoğan’ın İhsan Arslan gibi kendisine her zaman çok önemli destekler vermiş, birçok konuda çok önemli katkıları olmuş birisinin –ki söylediği şeylerin büyük bir kısmı aslında Erdoğan’ın yıllarca söyleyegeldiği şeyler– buna rağmen AKP MYK’sında oybirliği ile disipline verilmiş olması. Dün Murat Yetkin’le yayında söylemiştim, tekrar söylüyorum: MYK’da yer alanlardan tanıdıklarımın önemli bir kısmı İhsan Aslan’dan azını düşünmüyorlar, hatta fazlasını bile düşünüyor olabilirler. Ama orada bir Erdoğan korkusu var. İlginç bir olay var: AKP tabanını ve kadrolarını Erdoğan korkusu esir almış durumda, rehin almış durumda. Erdoğan’ı da Bahçeli rehin almış durumda. Böyle bir olayla karşı karşıyayız. Buradan bir şekilde sıyrılması gerektiğini Erdoğan büyük ölçüde biliyordur. Ve diğer yapılarla, diğer siyasî partilerle kuracağı bir ittifakın onun doğasına daha uygun olduğunu çok da iyi biliyordur. Ama buradaki temel mesele şu. Karşımızda bir Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun hareketi yok. Karşımızda esas olarak bir Erdoğan ve onun etrafındaki çok küçük bir çekirdek ailesi var — ki ailede de en son gördük, damadın başına gelenler de ortada. Aile bile daralıyor. Dolayısıyla burada bir toplumsal pazarlık ve toplumsal bir mutabakat meselesi söz konusu değil. Yani aşağıda AKP tabanı ile CHP tabanının, İYİ Parti tabanının, HDP ve Saadet Partisi tabanının birbirleriyle görüşerek temas halinde bir mutabakat çıkarması söz konusu değil. Burada Erdoğan’ın kendisiyle bir pazarlığın yapılması, bir mutabakata varılması gerekiyor. Bu da işleri bayağı bir değiştiriyor. Muhalefet cephesinde farklı eğilimler var. Geçen İYİ Parti’deki küskünlerden Aytun Çıray’la yaptığım yayında, o özellikle bu konunun altını çizdi. İYİ Parti’de iki akım olduğunu söyledi. Kendisinin yaklaşımı: “Erdoğan’la bu iş olmaz. Erdoğan’ı sandıkta yenip ondan sonra Erdoğan’sız yeni bir mutabakatın şekillenmesi gerekir” diyor. Ama burada, İYİ Parti’de bazı kişilerin Erdoğan’la pekâlâ bu geçişin yapılabileceğini düşündüğünü söylüyor ve bundan rahatsızlığını dile getiriyor. Bunu birçok yerde görmek mümkün. HDP’de de görmek mümkün. CHP’de hayli hayli görmek mümkün. Saadet Partisi’nde bile Erdoğan’la hiçbir şey yapılamayacağını düşünen, onunla hiçbir mutabakat oluşamayacağını düşünen, oluşmasını zaten istemeyen kesimler var. Çünkü Erdoğan, bu 18 yılda ve bu 18 yılın özellikle son yıllarında çok büyük bir öfke ve nefret biriktirdi karşı tarafta. Kutuplaşmayı o kadar çok tırmandırdı ki, şimdi “Barışalım” dediği zaman, “Hadi gelin barışalım, hepimiz gerçekten kardeşiz, aynı gemideyiz” diyecek olsa, inanacak insan bulması çok da kolay olmayacak. Dolayısıyla işler büyük ölçüde burada karışıyor. Normal olarak Türkiye’nin Cumhur İttifakı ile artık çok fazla gidecek bir yeri yok. Erdoğan da bunun çok ciddi bir şekilde farkında. Kendisi için çıkışın ne olabileceğini de bence 31 Mart gecesi telaffuz etti, ama o noktaya gelmekte hâlâ çok zorlanıyor. Çünkü böyle bir noktaya gelmede, karşı tarafı ikna etmede zorlanacağı aşikâr — samimiyeti konusunda. Diğer bir nokta da şu: Buna geldiği zaman, bir “Türkiye İttifakı”na gelindiği zaman diyelim, yeni bir şekilleniş, yeni bir anayasa, tabii ki güçlendirilmiş parlamenter sistem diye tabir edilenin ekseninde gelişecek bir anayasa söz konusu olacak. Bütün bunlar olurken Erdoğan kendi bekasını çok ciddi bir şekilde önüne koyacak. Kendisine ne kadar bir alan tanınacağını, kendisinin orada neleri yapabileceğini görecek. Bir diğer husus da — bunu da ayrıca vurgulamak lâzım: 2015’ten bu yana kurmuş olduğu bu ittifakla güçlenmiş olan bazı kesimler, devletin içerisinde bürokraside güçlenmiş olan bazı kesimler. Sadece bürokraside değil, medyada birçok alanda, ekonomik olarak birçok kesim. Yani Erdoğan iktidarı döneminde önleri sonuna kadar açılmış şirketler var ve çoğu inşaat şirketi. Ve bu şirketler diyelim ki bir “Türkiye İttifakı” söz konusu olduğu zaman o tatlı paraları, o tatlı vergi indirimlerini alamayacaklar ve onun için de bunu engellemek için ellerinden geleni yapacaklar. Devlette şu anda önemli kritik yerleri kontrol eden bazı kesimler de böyle bir şeyden rahatsız olacak ve bu işi sabote etmeye çalışacak. Bu iş öyle kolay bir şekilde, hani ceket değiştirir gibi yapılabilecek bir şey değil. Daha önce Fethullahçılar’la kurmuş olduğu ittifakı bozmasının ne kadar sert ve ne kadar kanlı olduğunu hepimiz görüyoruz. Şu andaki ittifakın bozulmasının da öyle kolay kolay olmayacağını, bunun hem ülkeye hem kendisine birtakım bedelleri yükleyeceğini Erdoğan da biliyor. Tabii ki ideal olanı şu hâliyle bu koalisyonu, yani bu ittifakı sürdürmek. Ama başta da söylediğim ve birçok yayında da söylediğim gibi bu artık aritmetik olarak rasyonel bir ittifak değil. İdeolojik-politik olarak bir rasyonel ittifak değil. Erdoğan Batı’ya açılmak istiyor. Batı’ya açılmanın gerekleri var. Ve o gerekleri yerine getirmede önünde çok ciddi bir MHP ve Bahçeli engeli olacak. Örneğin Berat Albayrak’ın istifasının ardından dile getirdiği reform sözlerine Bahçeli destek verdi, ama nasıl bir destek verdi? Oranın sınırını çizerek destek verdi: “Şu şu kişiler affedilemez, Cumhur İttifakı bozulamaz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bozulamaz.” Bu sınırların içerisinde reform yapılabilir mi? Bu sınırlar içerisinde yapılabilecek bir reform yok. Hele insan hakları eylem planıymış… hukuk devleti planıymış… bunların yapılabilmesi mümkün değil.

Bunların yapılabilmesi için çok geniş bir mutabakatı sağlamak gerekiyor. Ve bir anlamda bu Erdoğan’ın Bahçeli’yi bırakıp Millet İttifakı’na yönelmesi anlamına gelecek. Çok kolay bir şey olmadığının farkındayım. Ama Türkiye bir şekilde buraya doğru gidecek gibi gözüküyor bana. Ve bunun yolunun nasıl olacağı üzerinde çok ciddi tartışmalar olacak. Ve bunun olmaması için Erdoğan da aslında mecburen ayakları oraya gitse de, o kendi adımlarını engellemek için çaba sarf edecek ve bütün bu süre içerisinde bunu oldurmamak için Türkiye’deki otoriterliğin dozunu daha da artacağına pekâlâ tanık olabiliriz. Kılıçdaroğlu’nun bile yargılanmasını, Meral Akşener’in de yargılanmasını telaffuz eden bir iktidar var. Özellikle Bahçeli bunu telaffuz ediyor. Mafya liderleri istedikleri gibi konuşuyorlar ve hiçbir şekilde onlara dokunulamıyor. Devlet eliyle artırılan bir baskı ortamına, bir de bu tür suç örgütleri üzerinden dile getirilenler ekleniyor. Ama bu, Erdoğan’ın çok istediği, kendi iktidarını garantiye almak, kendi bekasını garantiye almak için yeterli bir durum değil. Bir şekilde muhalefetin de çalıştığını ve son dönemde mesajlar verdiğini görüyoruz. Özellikle mesela dün Meral Akşener’le Kemal Kılıçdaroğlu’nun buluşması. Kılıçdaroğlu İYİ Parti Genel Merkezi’ne gitti. Ne konuştuklarını tam bilmiyoruz. Ama yaptıkları açıklamalarda da özellikle şöyle bir şeye dikkat çekiyorlar: “Küçük ortak büyük ortağı rehin aldı”. Yani diyorlar ki: “Burada esas mesele küçük ortaktan kaynaklanıyor”. Ve bu aslında büyük ortağa, yani Erdoğan’a uzatılmış bir eldir. Bir davetiyedir. Bu davete icabet eder mi? Etmeyecekmiş gibi duruyor. Ama bence bir yandan işler sertleşirken, diğer yandan da kapalı kapılar ardında birtakım görüşmeler ve nabız yoklamalar oluyor. Ve önümüzdeki süreçte Millet İttifakı’nın daha vurgulu bir şekilde öne çıkacağı bir döneme girebiliriz. Zaten Bahçeli’nin Kılıçdaroğlu’na bu aşırı yüklenmesinde de bundan duyduğu endişe var bana göre. Bahçeli kriminalize etmek istiyor. Bahçeli o kadar çok savaşıyor ki, bu savaşa bir şekilde Erdoğan da dahil olmak durumunda kalıyor. Ondan sonra da bu savaşın kızgınlığıyla bunların yarın öbür gün yeni bir mutabakat sağlayamamasının zemini yaratmaya çalışıyor. Yani şu anda kutuplaşmayı daha fazla tırmandıran ve tırmandırmak isteyen Bahçeli. O buluşmayı, Cumhur İttifakı dışındaki seçeneklerin gündeme gelmesini engellemek için elinden geleni ardına koymuyor. Ama bu bir müddet böyle gittikten sonra yeni arayışlara Türkiye’nin gebe olduğu kanısındayım. Bakalım göreceğiz.

Bir de şu var tabii ki: “Türkiye İttifakı” denen şey gelecek ve Türkiye’yi kurtaracak — böyle bir şey yok. Türkiye çok kötü bir durumda, çok ciddi sorunları var, çok ciddi krizleri var. Bu krizlerin telafisi ve çözümü çok akılcı politikaları ve çok ciddi çalışmaları gerektiriyor. İptal edilen birçok adımın yeniden atılması gerekiyor. Çok zorlu bir süreç var. Ve zaten böyle bir süreci de –diyelim ki “Türkiye İttifakı’nı–, bunun ortaya çıkaracağı iktidar paylaşımını istemeyecek içeride ve dışarıda çok güç olacak. Onlar da bu olayı sabote etmeye çalışacaklar. Dolayısıyla Türkiye’nin işi bugün de kolay değil, yeni birtakım iktidar şekillenmeleri olsa dahi yarın da kolay olmayacak. Zorlu günlerden geçiyoruz. Daha zorlu günler önümüzde olacağa benziyor. Ama şu hâliyle baktığımız zaman, şu iktidar kompozisyonuyla Türkiye’nin çok daha fazla gidemeyeceğini iktidar ortakları dahil hemen hemen herkesin gördüğü bir andayız. Bunun alenen kabul edilmesi çok mümkün değil. Bunu içeriden dile getiren Bülent Arınç gibi, İhsan Arslan gibi insanların çok sert tepkilere mâruz kalmaları çok anlamlı. Bu aynı zamanda diğer kişilere de bir uyarı anlamına geliyor. “Böyle yaparsanız siz de kaybedersiniz” diyorlar. Ama diğer açıdan da baktığınız zaman, bu tür eleştirilerle AKP’den kopmuş olan DEVA ve Gelecek partilerinin önünü daha da açıyor.

Çok ilginç ve zor bir dönemden geçiyoruz. Ve bütün bunları yaşarken de Türkiye’de giderek daha ciddi bir hal alan koronavirüs salgını denen bir olay var. Biz gazeteciler de elimizden geldiği kadar bunları anlamaya, anlayabildiğimiz kadarıyla da sizlere anlatmaya çalışıyoruz. Umarım Türkiye’nin daha iyi günler görmesine gazeteciler olarak ve Medyascope olarak ufak da olsa bir katkımız oluyordur. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.