Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ortadoğu: Truman’dan Trump’a, ondan da Biden’a…

Fransız gazeteci Dominique Vidal, Medipart’ta kaleme aldığı yazısında ABD’nin Yakın ve Orta Doğu’daki politikalarının nasıl değiştiğini ele aldı. Haldun Bayrı çevirdi.

Üniversite derneklerinden bana gelen, ABD’nin Yakın ve Orta Doğu’daki politikasının evrimi üzerine konferanslar verme talebi üzerine, bu yazıyı bir « work in progress » olarak kurdum. Bu sunduğum, 11 Şubat 2021’de güncellenmiş hâlidir. 

Önce biraz felesefeyle başlayalım ve Hegel’in önem verdiği “efendi-köle diyalektiği”ni zikredelim. Tinin Fenomenolojisi’nin Herrschaft und Knechtschaft (Efendi-Köle Diyalektiği) başlıklı bölümünde, Alman filozof, köle efendiye nasıl bağımlıysa efendinin de köleye öyle bağımlı olduğunu gösterir. Kuşkusuz ABD uzun zamandır dünyanın tek efendisi, diğer ülkeler de onun köleleri, ama Hegel’in önem verdiği bu diyalektik günümüzde büyük bir sorun çıkarıyor: Washington’ın müttefikleriyle sürdürdüğü ilişkilerde kim kimi yönetiyor?

Britanya hegemonyasını sarsmak

Washington, Moskova’yla birlikte, İsrail’in doğuşuna en çok katkıda bulunmuş olan başkentlerden biri. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Siyonist yöneticilerin özlemlerini paylaşarak, Yahudi göçünü ve toprak satın alımını kısıtlayan Beyaz Kitap’taki (White Paper of 1939) sınırlamaları kaldırmaları maksadıyla Britanyalılar’a baskı yapar. Sonra da Filistin’in paylaşılmasından yana tavır koyar. 14 Mayıs 1948’deki Bağımsızlık İlanı’nın akşamında ise, Başkan Harry Truman İsrail devletini tanır.

Paradoksal bir biçimde, ABD ile Sovyetler Birliği, Arap dünyasının görüşünü önemsemeyen bir oryantalizm zemininde, başlamakta olan savaşta aynı stratejik hedefi saptarlar: Ortadoğu’daki Britanya hegemonyasını sarsmak. Ve bu hesaplarının tuttuğu görülür. Filistin üzerindeki Britanya mandasının kargaşa içinde son bulması, yirmi üç yılda Britanya oyununun neredeyse tüm piyonlarını devirir. Gerçekçi olan Stalin, SSCB’nin bölgede İngiltere’nin yerini almasını düşlemiyordur elbette. Truman ise, Washington’ın bu duruma gelebilmesi için zaman gerektiğini biliyordur.

Ağustos 1948’den itibaren, Başbakan David Ben Gourion ilk Amerikan büyükelçisini şu sözlerle karşılar: “İsrail Birleşmiş Milletler’de Rusya’nın desteğini takdir etmektedir, ama Sovyet tahakkümünü hoşgörmeyecektir. İsrail’in istikameti Batı olduğu gibi, halkımız da demokrattır ve ancak ABD’yle işbirliği sayesinde güçleneceğinin ve özgür kalacağının farkındadır.” 1949’da İsrail 100 milyon dolarlık bir Amerikan kredisi alır. Bir yıl sonra ise, Kore Savaşı sırasında Batı cephesinden yana tavır alır.

O dönemde Fransa da yeni devletin stratejik müttefiki hâline gelir — nükleer bomba yapımı için gerekli olanakları bile sağlayacaktır. Bu anlaşmaya, 1956’da Süveyş Kanalı Şirketi’nin devletleştirilmesinden sonra Nasır’ın Mısır’ına karşı Londra ve Tel-Aviv’le birlikte Paris’in de atıldığı askerî harekâtın tam ortasında varılmıştır. Dwight Eisenhower ve Nikita Kruşçev bu maceraya son noktayı koyarlar. Kısacası, bu en büyük iki güç, Avrupa’nın sömürgecilik çağına ve onun savaşçı politikasına son verir.

Stratejik bir ittifak

Bununla birlikte, Washington İsrail’in 1967’deki ön alma savaşına yeşil ışık yakmakla yetinmeyip, onun ezici bir zafer kazanmasını da sağlayacaktır. Zaruretin de kanunu vardır: Silah tedarikçisi Fransa’da General de Gaulle’ün ambargo kararı almasıyla birlikte, İsrail ordusu alternatif bir tedarikçi bulmak zorunda kalır. Artık, Amerika her zaman İsrail’in yanında olacaktır, bununla birlikte onun seçimlerini etkilemekten de vazgeçmeyecektir. Zira ABD, İsrail ile Arap yöneticiler arasında bir “stratejik konsensüs” bulma iddiasındadır.

İki “stratejik müttefik” arasındaki en dikkat çekici bilek güreşi 1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra yaşanır. Yirmi dört yıldır İsrail’in sömürgeleştirdiği Filistin toprakları için hiçbir şey yapmamasına karşın, Irak’ın işgal ettiği Kuveyt’i beş ayda kurtarmakla suçlanan ABD, Ekim ayı sonunda Madrid Konferansı’nı düzenler. İsrail Başbakanı İzak Şamir bu konferansa katılmayı reddedince, ABD Dışişleri Bakanı James Baker şantaja başvurur: İsrail’e Sovyetler’den gelen yüz binlerce göçmenin toplumla bütünleştirilmesi için elzem olan 10 milyar dolarlık Amerikan kredisini, konferansa katılım şartına bağlar. Dolayısıyla Şamir Madrid’deki kısa seremoniye katılır; fakat sonuçta sadece çoktaraflı görüşmeler yapılır; ancak daha sonra, ikitaraflı ve gizli olarak Oslo Görüşmeleri’ne geçilecektir. Devamı mâlûm. Bir Amerikan başkanının İsrail baskısına ve lobisine yaptırımlar tehdidinde bulunarak direndiğinin kanıtı kalmaktadır – Biden bunu hatırlıyor mudur?

Bu gerginliklerin hiçbiri iki devletin bağlarını gerçek bir sorgulamaya konu etmez. BM Güvenlik Konseyi’ndeki Amerikan temsilci İsrail’i eleştiren kararları veto eder. Beyaz Saray’ın cömertliği daha da artar: 1948’den beri Amerikan yardımı 139 milyar doları geçmiştir. Barack Obama döneminde saptanan ve Amerikalılar’ın çoğu tarafından aşırı bulunan yıllık 3,8 milyar dolara, Trump 200 milyon ekler.

“Barış süreci”nin aktörü olan Amerikalı dost, o andaki hedeflerine göre İsrail solunu ya da sağını kayırmakta tereddüt etmez. Nitekim George Bush (baba) İzak Rabin’in zaferine açıkça katkıda bulunur. Rabin katledildiğinde, Bill Clinton onun yerini Şimon Peres’in alması için elinden geleni yapar – boşuna, zira Binyamin Netanyahu karşısında Peres, peşinen kazanılmış bir seçimi kaybetmeyi becerir. Netanyahu ise, Oslo’yu Rabin’le beraber gömmeye kararlıdır. 2000’de Ehud Barak’ın Suriye, Lübnan ve Filistinliler’le barış çabalarını sabote etmesini hoşgördüğündeki gibi, Washington buna da katlanır.

Camp David Zirvesi’nin başarısızlığından sonra, Şubat 2001’de Ariel Şaron’un seçilmesi ilk büyük dönemeci teşkil etmektedir. İkinci İntifada’nın ortasında, eski general Şaron, George Bush’a (oğul), 11 Eylül saldırılarından sonra, “Bizim Bin Ladin’imiz de Arafat” diye mırıldanır. Böylelikle Batı Şeria’nın askerî olarak fethine ve Yaser Arafat’ın –öleceği 2004 yılına kadar– kuşatma altına alınmasına da kefil eder onu. 2003’te Irak’ı istila eden Washington, çoktaraflı barışçıl bir etkinlik göstermekten ziyade, aynı önleyici savaş tercihinde bulunur. 

Bir yıl sonra, Ariel Şaron’un yerine, ABD’nin desteğiyle önce Lübnan’a, sonra da Gazze Şeridi’ne karşı üst üste iki savaş başlatan Ehud Barak gelir. Netanyahu’yla tekrar iktidara gelen İsrail sağı önceden görülmemiş bir iddiaya kalkışır: Yeni Başkan Barack Obama’yı başarısızlığa uğratmak. 4 Haziran 2009 tarihli Kahire konuşmasında, şöyle demiştir: “İsrailliler, İsrail’in var olma hakkının inkâr edilememesi gibi, Filistin’in var olma hakkının da inkâr edilemeyeceğini kabullenmeli. Amerika Birleşik Devletleri kolonlaşmanın sürdürülmesini meşru bulmamaktadır.”

Kolonlara on aylık bir moratoryumdan sonra, Mart 2015’te tekrar seçilen İsrail Başbakanı, ikinci görev süresinin sonuna kadar müttefik-düşmanına meydan okuyacaktır. Obama, görevini devretmeden önce, Tel-Aviv’in kolonlaşma politikasına karşı en sert kararın Aralık 2016’da Güvenlik Konseyi’nden çıkması için ABD temsilcisine çekimser oy kullandırır.

Netanyahu’nun Noel Baba’sı Trump

Trump dönemi tarihî bir dönüm noktası oluşturacaktır: ABD/İsrail ikilisinde, ilişkiyi artık İsrail yönetir gibidir. İsrail sağı, 1977’deki zaferinden beri “Eretz Israël”, Büyük İsrail sancağını gururla taşımıştır. Ama Doğu Kudüs dışında, bu sloganı hiçbir zaman eyleme dökmemiştir. 2016’da Donald Trump’ın seçilmesi bu fırsatı verir ona.

Kudüs’ün İsrail başkenti olarak kabulü ve ABD büyükelçiliğinin oraya taşınması kararı, Trump’ın kararlılığının ilk kanıtıdır. Daha sonra buna, Batı Şeria’daki kolonların “yasadışı” görülmeyeceği kararı eklenecektir. Ve böylelikle, “asrın anlaşması” sayesinde İsrailliler Ürdün Vadisi’ni ve Batı Şeria’daki Yahudi kolonilerini ve “ileri karakolları”nı ilhak ederek Batı Şeria’nın yarısından fazlasını ele geçirme imkânı bulur.

Bölgedeki herkes, bu sürecin sahada somutlaşması hâlinde, “iki devletli” denen çözümün bir taraf lehine tarihe gömüleceğini görmekte ya da sezmektedir. Savaştan önce Martin Buber ile Judah Magnès’in düşledikleri o iki uluslu devlet değildir bu. Nitekim sağa göre, İşgal Altındaki Topraklar’daki Filistinliler’i eşit hak sahibi yurttaşlar telakki etmek söz konusu olamaz. Çoğunluk hâline geldikleri takdirde devletin Yahudi karakterini sorgulama konusu etmelerinden korkmaktadırlar. Kamuoyunun %70’inin ilhaka karşı olduğunu belirttiği sırada bile, %69’u Filistinliler’e oy hakkı verilmemesi gerektiğini düşünmektedir ([i]).

Bu da şunu açıklamaktadır: İsrailli ve Filistinli istatistikçiler Araplar’ın artık Yahudiler’le aynı nüfusa eriştiklerini, her iki tarafın da 7 milyona ulaştığını tahmin etmektedir ([ii]) — yurtdışında yaşayan 7 milyon Filistinli’yi ve elbette başka yerlerde yaşayan 10 milyon Yahudi’yi hesaba katmadan. 

Sağdaki ya da aşırı sağdaki tek devlet versiyonunun ancak bir ırk ayrımcılığı/apartheid devleti olabilmesinin nedeni budur. Likud içinde farklı seslerin çıktığı nadir görülür. Bunların en mühimi Devlet Başkanı Reuven Rivlin’inkidir. Büyük İsrail’den yana olan Rivlin, 13 Şubat 2018’de yine de şunu ekler: “Bir bölgede hükümranlık ilan etmek, orada yaşayanlara yurttaşlık vermek demektir. İsrailliler ile İsrailli olmayanlar için [farklı] yasa olmaz. ([iii]).”

Seçimden seçime

İsrail’deki sağın ve aşırı sağın “Büyük İsrail”i gerçekleştirebilmeleri için Netanyahu üç kez –2019’da ve 2020’de– yeterli çoğunluk sağlamayı dener — aynı zamanda yolsuzluk, zimmetine para geçirme ve güven suiistimali suçlarından yargılanacağı davayı da erteletmek içindir bu. Henüz adalete intikal etmemiş olan, bir Alman tersanesinden karanlık koşullarda denizaltı satın alımını saymıyoruz.

Netanyahu ancak zaman kazanabilir: Davası artık açılmıştır, fakat Kovid nedeniyle aydan aya ertelenmiştir. Buna karşılık, siyasî iddiasında kazanamamıştır — İsrailliler bu yüzden 23 Mart’ta tekrar oy kullanacaklar. Likud liderinin Knesset’te çoğunluğu elde etmesini üç kez engelleyecek sayıdaydılar, bununla birlikte alternatif bir çoğunluğu iktidara getiremiyorlardı. 2012-2020 arasındaki üç oylamayı özetlemek için Jean-Marie Le Pen’in bir cümlesi yeterli: “Seçmenler daima orijinali kopyaya tercih ederler.”

Bibi’nin (Netanyahu) bu üç yenilgiden sonra geçici olarak var kalması için, İsrail politikasının hazin palyaçosu Benny Gantz’ın partisine ve seçmenlerine ihanet etmesi gerekecekti. 17 Mayıs’ta Knesset önündeki açılış konuşmasında, Netanyahu şöyle ilan eder: “Yahudi halkı bu topraklarda doğup gelişti. Burada İsrail yasasını uygulamanın ve Siyonizmin şanlı tarihine yeni bir sayfa eklemenin zamanıdır”. Ve ekler: “Batı Şeria’nın yüz binlerce sâkini hep orada, evlerinde kalacak”.

Demagoji mi, somut program mı? Likud liderinin son seçim kampanyalarının merkezinde ilhak konusu bulunmaktaydı: Önce Ürdün Vadisi, sonra da Batı Şeria’daki hatta Hebron’daki/El-Halil’deki– kolonileri. Şu son nokta haricinde, Trump’ın planının kapsamı da gerçekten budur.

Dolayısıyla Meclis’in 1 Temmuz 2020’den beri, öngörülen ilhakları kapsayan bir yasayı oylaması gerekmekteydi. Yedi ay geçmesine rağmen oylamadı. Neden?

İsrail kamuoyunun önemli bir bölümü Başbakan’ın hevesine limon sıktığından kuşkusuz: Kamuoyu yoklamalarına inanılırsa, görüşü sorulanların sadece dörtte biri (% 26) ilhakı desteklemektedir, % 40’ı iki devletli çözümü tercih etmektedir, % 22’si tektaraflı çekilmeyi ve % 13’ü statükoyu…

Belki de ABD’nin, törpülemek gerekecek yönleri kalan teklifini somutlaştırmaya pek acelesi yoktu. İyi bir kaynağa göre, ilhak edilecek mıntıkanın çiziminde birçok anlaşmazlık noktası kalmıştı.

Devletler ve yurttaşlar bu seferliğine aynı dalga boyunda olduğundan, Netanyahu kuşkusuz uluslararası câmianın kazan kaldırmasından da çekinmekteydi. “Amerikalı hâmisi”nin tekrar seçilip seçilmeyeceği, dolayısıyla da ilhakın sürdürülebilirliği hususunda bir kuşku duymuş olması da imkânsız değildir…

Tersine dönmekte olan yazgısına rağmen pes etmeyen Netanyahu da ortalığı bulandırır o zaman: İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesini engellemek, bir sürü Arap yöneticinin gözünde, 2002’deki Arap barış girişimindeki gibi İsrail’in 1967’de işgal edilmiş Filistin topraklarından çekilmesini ve Batı Şeria ile Gazze’de başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını artık şart koşmadan İsrail’le bir “normalleşme” sürecini başlatmak için ideal bir mazeret hâline gelir.

Eylül ortasında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, onlardan sonra da Fas, Sudan ve Kosova’nın altına imza attığı “İbrahim Anlaşması” hakiki bir barış anlaşması değildir: İmzalayan devletler hiçbir zaman savaşmamışlardır. Ve bu devletlerin her biri Trump’tan “ufak hediye”sini almıştır: Dubai Amerikan F-35 avcı uçaklarını; Hartum “terörist” ülkeler listesinden çıkarılmayı; Rabat ise Batı Sahra’nın Fas toprağı olarak tanınmasını.

Washington’daki BAE büyükelçisi Yusuf El Uteybe örneğinde de görüldüğü gibi, Arap yöneticileri, bir direniş eylemi olan “Filistin davası”nı bir kere daha “yüzüstü” bırakmışlardır: ”Gerçek şu ki İbrahim Anlaşması ilhaka engel olmayı hedeflemekteydi. Ortaya çıkış nedeni, vuku bulma şekli ve vuku bulduğu an, ilhakı engellemeye bağlıydı. ([iv])”

Arap kamuoylarının baskısı altında

Aslında Arap yöneticiler “normalleşme”ye karşı kamuoylarındaki husumeti ölçmektedir. Arap Araştırmaları ve İncelemeleri Merkezi CAREP’in gerçekleştirdiği, “2019-2020’deki Arap Kamuoyu Barometresi”nin derslerinden biri budur. 900 araştırmacı tarafından yürütülen ve on üç Arap ülkesinden 27 bin yurttaşla yüz yüze görüşmelerle oluşturulan bu ankette ([v]), görüşülen kişilerin % 88’i İsrail’in “diplomatik olarak tanınması”na karşıdır, sadece % 6’sı bunu onaylamaktadır; % 79’u “Filistin Davası”nın “bütün Araplar’ı” ilgilendirdiğini, % 15’i ise “sadece Filistinliler’i”ilgilendirdiğini düşünmektedir. Bu yüzden Muhammed Bin Selman da (MBS) şöyle itiraf eder: İsrail’i o da tanırsa, –ondan alıntılıyorum– “İran, Katar ve kendi halkım tarafından öldürüleceği”ni ([vi]) düşünmektedir.

Arap kamuoylarındaki motivasyon jeopolitiktir de. “Arap ülkeleri için en büyük tehdit hangi devletlerden gelmektedir?”sorusuna cevaben, % 37’si İsrail’i, % 29’u ABD’yi ve % 12’si İran’ı saymaktadır ([vii]). Genel olarak “yabancı tehditler”sorulduğunda ise, “görüşülenler”in % 89’u İsrail’i, % 81’i ABD’yi, % 67’si İran’ı, % 56’sı Rusya’yı, % 44’ü Fransa’yı ([viii]), % 32’si Çin’i ve % 35’i Türkiye’yi saymaktadır.

İki yılda dördüncü kez yapılacak olan milletvekili seçimlerine birkaç hafta kala, ne yazık ki hakikaten hiçbir şey değişmemiştir. Netanyahu’nun koltuğu her zamankinden fazla sallantıdadır, ama Arap ve Yahudi solu, yürürlükteki radikalleşmeye bir alternatif önerememektedir. Netanyahu’nun asıl rakipleri, ya Yamina’dan (sağ) kolon Naftali Bennett ile aşırı sağda, ya Likud içindeki muhaliflerden Gideon Sa’ar ve partisi Tikva Hadaşa (Yeni Umut) ile sağda, ya da Yair Lapid (Yeş Atid, “Bir Gelecek Var”) ile merkezdedir. Bu sonuncu isim, kazansa bile, hangi çoğunlukla hangi politikayı yürütecektir? “Eskinin tasfiyesi” (« dégagisme ») yetmemektedir: Aşırı sağa karşı kalkan olduğunu iddia edenlerin onun için sıçrama tahtasına dönüştüğü görülebilmektedir.

“Bibi” (Netanyahu) ile aşırı milliyetçilerin tökezleyebilecekleri son engel içeride değil dışarıdadır: Trump ile birlikte, “Bibi” zamanın ruhuyla uyum içinde ilerlemekteydi; Biden’la ise, akıntıya karşı yüzmektedir.

Uzak zamanlardan ufak bir Fransız parantezi açmama izin verin. 1969’da komünist aday Jacques Duclos cumhurbaşkanlığı seçiminde % 22’den fazla oy alır; kaydadeğer bir skordur bu; fakat ikinci tura kalmasını sağlamaz. İkinci tura Georges Pompidou ile Alain Poher kalırlar: “Al birini vur ötekine!” diye alaya alır Duclos. O zamandan beri bu formül birçok durumu basitleştirmeyi sağlamıştır.

Kimileri bu deyişi Trump ile Biden için de kullanmaktadır. Elbette her ABD başkanı Amerika’nın “great again” (yeniden büyük) olması için çalışır. Fakat ABD çıkarlarının, özellikle de Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarının savunulmasını aynı şekilde kavradıkları anlamına mı gelmektedir bu? Kuşkusuz vaatler başka icraat bambaşkadır. Ama Biden’ın kendisine Yakın ve Orta Doğu’da saptadığı öncelikler üzerine ilk ipuçları belirmektedir. Temkinli olma gerekliliği, çok tanınmış bir Rus devrimcisinin dediği gibi “inatçı olan” gerçeklerin gözlemini dışlamaz.

Israr ediyorum. Biden daha Beyaz Saray’a gireli birkaç gün oldu. Trump ona hayli kaygan bir zemin bıraktı. Netanyahu ile Arap müttefikleri, en başta da Suudi Muhammed Bin Selman ve BAE prensi Muhammed Bin Zayed de ellerinden geleni artlarına koymayacaklar. Üstelik bir ABD başkanının Mağrib ve Maşrik’ten başka öncelikleri var. Kongre’yi, Dışişleri Bakanlığı’nı, Pentagon’u, CIA ve FBI’ı, lobileri hesaba katmak zorunda… Trump’ın halefinin Demokratlar’daki sol ile sağ arasında yaşanacak bilek güreşine tanık olacağını da unutmamalı.

Üç haftadır yaşanan hareketlilik

Bununla birlikte üç haftada, “Al birini vur ötekine” diyenler bile, Joe Biden ile Kamala Harris’in taahhütlerini görmezden gelememektedir — bu sözlerini tutacaklarını varsayarsak, ki kesin değil elbette. Yine de birçoğunu icraata koymaya şimdiden başladılar.

İran konusunda, bir sürat yarışından bile bahsedebiliriz:

  • Bir yandan, ABD’nin yeni başkanı görevi devralır almaz, hem ikitaraflı ilişkileri, hem Yakın ve Orta Doğu’daki gerginlikleri (İsrail/Filistin, ama aynı zamanda İran/Suudi Arabistan, vb.) ve onun ötesinde, uluslararası iklimin bütününü yatıştırmak için çabucak görüşmelere başlamaya kararlı görünmektedir. Biden Trump’ın başlatmış olduğu yeni soğuk savaşı bitirmeye kararlı görünmektedir;
  • Stratejisi açık olsa da, taktiği daha az açık. Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın îmâ ettiği gibi, elbette Tahran’ın şartlara riayet etmesi kaydıyla, 14 Temmuz 2015 anlaşmasına dönmek mi istiyordur? Yoksa bu anlaşmayı tekrar müzakere etmek mi istiyordur? Ve hangi noktalarını?
  • Bütün bunlar, diğer tarafta, MBS ile aynı şekilde “hempâ”sı Trump’ı yitirmiş olan İsrail başbakanına endişe vermektedir. Suudi veliaht-prensi gibi, İsrailli yöneticilerin çoğu da 2015 anlaşmasına dönülmesine karşı çıkmaktadır: İran’ın nükleer silahla donanması, hatta bunun yapımının “eşiğine” bile gelmesi söz konusu olamaz onlara göre – İranlılar bunun kararını henüz almamış olsalar bile. Kısacası, İsrail de Körfez gibi, Tahran’ın 1960’lı yıllardan itibaren Tel-Aviv’in (Fransa sayesinde) yaptığı şekilde çabucak nükleer kulübe üye olabilmesini kabul edilmez bulmaktadır.

İranlılar ise, nükleer fizikçi Muhsin Fahrizâde’nin bir sûikasta kurban gitmesinden sonra, 2020 sonunda % 20 zenginleştirilmiş uranyum üretimine yeniden başlayacaklarını bildirmişlerdir — 2015’te saptanmış olan eşiğin (% 3,67) hayli üstündedir bu ([ix]). Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı IAEA’ya göre, geçen temmuz ayında zaten 2,4 ton zenginleştirilmiş uranyumları vardır; 2015’teki anlaşmanın izin verdiği miktarın on katıdır bu. Ve Tel-Aviv’e göre, bu şekilde iki yılda bombaya erişeceklerdir ([x]). Öyle ki, şimdiye kadar bunu dışarı pek aksettirmeyen İsrail ordusu Tsahal’ın genelkurmayı tehditlerini çoğaltmıştır. Dışişleri Bakanı Gaby Ashkenazi bile, “İsrail, yeni Amerikan yönetimiyle medya üzerinden bir cepheleşme politikasından kaçınırken, güvenilir bir askerî seçeneği de masada tutmalı”([xi]) demektedir.

Asker olanları da dahil olmak üzere uzmanlar arasında bazıları, bu tehditleri “nâfile” bularak kınamaya başlamaktadır. “İsrail diplomatik bakımdan ve güvenliği için ABD’ye bağımlıdır; oysa ABD İsrail’in dileklerine kulak asmadan canının istediğini yapabilir” diye açıklıyor mesela, Yehezkel Dror Haaretz gazetesinde ([xii]). Ve önemli noktaları bir kere daha vurguluyor: “İsrail’in 2016’daki başkanlık seçiminden önce Amerikan iç politikasına kabaca müdahalesinin Başkan Biden ve onun yeni güvenlik ekibini İsrail’in taleplerine müsamahakâr bir anlayış göstermekte aceleci davranmamaya ittiği kesin. Amerikalılar İsrail’in ihtiyat paylarını kaale almadan İran’la nükleer anlaşmasına dönecekler herhalde.”

2015 anlaşmasını tekrar müzakere etmek, özellikle de ona bazı düzenlemeler getirmek pahasına, bunu yeni Amerikan yönetimiyle yapmak, onsuz yapmaktan, hele ona karşı yapmaktan yeğdir ([xiii]).

Üstelik Tel-Aviv her sesini yükselttiğinde, Washington Tahran’a yönelik yatıştırıcı simgesel jestlerle karşılık vermektedir buna: Nitekim müzakerelerin sorumluluğuna, İsrailliler’in düşman telakki ettiği Robert Malley atanmıştır; İsrailliler ile Amerikalı avukatlarının baskılarına rağmen bu karardan dönülmemiştir. Daha etkileyicisi: Pentagon, Trump’ın gövde gösterisi yapmak için gönderdiği USS Nimitz uçakgemisini geri döndürmüştür…

İranlı yöneticilerin nasıl bir tepki gösterebileceklerini öğrenmek kalıyor. Kovid, yaptırımların yıkıcı etkisini iyice artırdı. İranlılar’ın çoğu için hayat çok zorlaştı. Cezalandırılma korkusu hâlâ suskunluğa zorlasa da, memnuniyetsizlik büyüyor. İran bölgeye ağını yaydı, ama bu ağın her ilmiğinde zayıflıklar var: Lübnan’da Hizbullah’a karşı çıkılıyor; İsrail Vladimir Putin’in örtülü onayıyla Suriye’deki İran kuvvetlerini bombardımana tutuyor; Irak’taki İran tahakkümü, Şiiler arasında bile artan şekilde reddediliyor; Husiler’in İran ajanlarından ibaret olduğuna ise artık hiç kimse inanmıyor…

Yeniden müzakereye oturmak için ilk adımı kim atacak peki? Ve hangi adımı atacak? Tahran bir ön şart olarak yaptırımların kaldırılmasını öne çıkarmaktadır. Washington ise, İran muhtemel bir bomba için gerekli uranyumu zenginleştirmeyi durdurmadıkça buna karşı çıkmaktadır ([xiv]).

Bazı gözlemciler, İran dosyasında ilerleme katedileceğini kabul etmekle birlikte, İsrail-Filistin dosyasında aynı durumun geçerli olmadığı hususunda temin ediyorlar. Halbuki o noktada da belirtiler çoğalıyor:

  • Kudüs meselesi hakkında, Biden’ın Amerikan büyükelçiliğini geri taşıması söz konusu değil. Bununla birlikte yeni yönetim Doğu Kudüs’teki konsolosluğunu tekrar açıyor — Trump’ın güç gösterisini hafifleten bir jest bu: İsrail’in başkenti Kudüs, gün yüzü görürse bir Filistin devletinin başkenti de olabilir;
  • Çatışmanın temel parametreleri hakkında, Amerikan diplomasisi Trump’tan önceki mevzilerine dönüyor: yeniden “iki devletli bir çözüm” arıyor; kolonları ve her tür ilhak girişimini ”yasadışı” diye niteliyor — “asrın anlaşması”nın toprağa gömülmesi demek bu;
  • İsrail’in Araplar tarafından tanınma dalgası hakkında, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ned Price’ın daha ilk basın toplantısında belirttiğine göre ([xv]) : « “ABD diğer ülkelere İsrail’le ilişkilerini normalleştirmelerini salık vermeye devam edecektir.” Ama “İsrail-Filistin barışının yerini doldurmak söz konusu değil”dir. “İsrail’in ve bölgedeki diğer ülkelerin ortak bir çabada birleşerek aralarında köprüler oluşturmasını ve […] İsrailliler’le Filistinliler arasında barışın sağlanması hedefine doğru elle tutulur katkılarda bulunmasını umuyoruz.”

Her halükârda yeni Amerikan yönetimi Netanyahu ile Körfez’deki müttefiklerinin dayatmaları karşısında sessiz kalmaya niyetli değil. BAE’ye F-35 teslimatının askıya alınması bunun kanıtı. Daha mühimi, Washington’ın Yemen’deki Suudi savaşını artık desteklemeyeceğinin ilanı ([xvi]). Kral VI. Muhammed’in Tel-Aviv’le bağlarını geliştirerek elde ettiğini sandığı, Sahra’nın Fas’a aidiyetinin tanınmaması bile söz konusudur.

Bütün bu jestlerin bir sonucu olacak mıdır? Ve Trump’ın yaptığı gibi Netanyahu’ya göre hizalanmanın sonunu mu ilan etmektedir? Bunu söylemek için kuşkusuz henüz fazla erken olduğunu tekrarlayayım. Bununla birlikte Kamala Harris, derhal uygulamaya konacak olan, Filistinliler için anlamlı üç jesti ilan etti:

– müzakereler ve Washington’ın doğrudan mâlî yardımı tekrar başlayacak;

– Washington’daki Filistin temsilciliği tekrar açılacak;

– özellikle de Washington, Birleşmiş Milletler’in Filistinli mültecilere yardım ajansı UNRWA’ya siyasî ve mâlî bakımdan tekrar katılacak.

İşaret edilmesi gereken bir diğer dönüş: ABD, eleştirilerini sürdürmekle birlikte, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ndeki yerine dönmektedir: “İnsan Hakları Konseyi’nde fay hatları olduğunu ve reformlara gitme gerekliliğini biliyoruz,” diye açıklıyor Anthony Blinken.Ama hemen ekliyor: “Eski yönetimin 2018’de yaptığı gibi Konsey’in terk edilmesi, durumun iyileşmesini sağlamadı; aksine Amerikan liderliğinin yokluğu yüzünden bir boşluğa yol açarak demokratik olmayan devletlerin Konsey gündeminin denetimini ellerine geçirmelerine neden oldu ([xvii]).”

Yeni başkan, İsrail Başbakanı’na yönelik her telden çalmaktadır. Görevi devralmasından üç hafta sonra, ona hâlâ telefon etmemiştir — İsrailli diplomatlara göre bu, önümüzdeki İsrail seçimine karışmış olmamak içinmiş. Buna karşılık Dışişleri Bakanlığı, tarihî bir vaka olan, Filistin ve Hamas yetkililerinin İsrail ordusunu Batı Şeria ve Gazze’de işlemekle itham ettikleri savaş suçları hakkında soruşturma açmaya karar veren Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni azarladı. Biden aynı zamanda da İsrail’i hoş tutmak için Uluslararası Holokost Anma Birliği IHRA’nın anti-semitizm tanımını benimsemektedir [[xviii]]). Fakat Washington, bir yandan İsrail’in Filistinli yetkililere hediye ettiği 5000 doz aşıdan dolayı memnuniyetini belirtse de, çabalarını artırması için müttefikini –hüsnütâbir– teşvik etmektedir ([xix]). Daha tuhafı ise: Anthony Blinken’ın CNN yayınında Golan Tepeleri’nin “İsrail’in güvenliği için çok önemli olduğu”nu kabul etmesi, ama “yasallık sorunları[nın] farklı [olduğunu] da vurgulaması üzerine, İsrail Başbakanlık ofisi Golan’ın “İsrail’de kalacağı”nı tekrar vurgulama zorunluluğu hissetmiştir ([xx]).

Önümüzdeki aylarda, İsrail politikasında radikallikten bir uzaklaşma görülebilir mi? İki yıl içinde dördüncü kez yapılacak milletvekili seçimine altı haftadan az kala, bu soru ciddi bir biçimde sorulmaya başlanmıştır…

Notlar

([i]) 124 News sitesi, 30 Aralık 2016.

([ii]) Times of Israel sitesi, 30 Aralık 2016.

([iii]) Times of Israel sitesi, 13 Şubat 2017.

([iv]) Times of Israël sitesi, 2 Şubat 2021.

([v]) Moritanya, Fas, Tunus, Mısır, Cezayir, Sudan, Filistin, Lübnan, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar.

([vi]) Haaretz, 23 Ekim 2020.

([vii]) 2011’deki oranlar, Iraklılar, Suudiler ve Kuveytliler için, aynı sırayla % 51, % 22 ve % 4 idi. Iraklılar, Suudiler ve Kuveytliler baş tehdit olarak İran’ın adını vermektedir.

([viii]) Fransa’nın Libya’daki (% 54), Filistin’deki (% 53), Yemen’deki (% 51) ve Suriye’deki (% 53) politikası.

([ix]) Agence France Presse, 2 Ocak 2021.

([x]) Jerusalem Post sitesi, 9 Şubat 

([xi]) Jerusalem Post sitesi, 27 Ocak.

([xii]) Haaretz, 11 Şubat.

([xiii]) Jerusalem Post sitesi, 8 Şubat.

([xiv]) Jerusalem Post sitesi, 7 Şubat.

([xv]) Haaretz, 2 Şubat 2021.

([xvi]) Jerusalem Post sitesi, 4 Şubat.

([xvii]) LPH Info sitesi, 8 Şubat.

([xviii]) Times of Israel sitesi, 2 Şubat.

([xix]) Haaretz, 9 Şubat.

([xx]) Times of Israël sitesi, 9 Şubat.

1950 doğumlu Dominique Vidal felsefe ve tarih öğrenimi görmüştür. 1968’den beri gazetecilik yapmaktadır; France Nouvelle ve Révolution haftalık dergilerinin, sonra da günlük gazete La Croix’nın yazıişlerinde çalışmıştır. Gazetecilikte Yetiştirme ve Yetkinleştirme Merkezi CFPJ’nin uluslararası çalışmalarında koordinatörlük yaptıktan sonra, 1995’ten 2010’a kadar Le Monde Diplomatique’in sürekli ekibinde bulundu. En son yayımladığı kitap: Antisionisme = antisémitisme ? Réponse à Emmanuel Macron ( “Anti-Siyonizm = Anti-Semitizm midir? Emmanuel Macron’a Cevap”, Libertalia, 2018).

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.