“Kobani olayları” soruşturması kapsamında Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) düzenlenen operasyonlar kapsamında 25 Eylül 2020’de gözaltına alınan, 2 Ekim 2020’de ise tutuklanan Kars Belediyesi Eşbaşkanı Ayhan Bilgen, kaldığı Ankara Sincan Cezaevi’nde, “Üçüncü Mektup – Hak Temelli Siyaset” adlı bir kitap yazdı. Daha önce sosyal medya hesabındaki bir paylaşımı “yeni bir parti sinyali” olarak değerlendirilen Bilgen, kitabında birçok konuda fikirlerini başlıklar altında birleştirdi. Bilgen kitabında, “Mahkemeler bizi yaptıklarımızdan, söylediklerimizden dolayı yargılasa da hayat ve tarih yapabileceğimiz halde yapmadıklarımız, söylememiz gerektiği zaman söylemekten çekindiğimiz şeyler için de yargılayacaktır” dedi.
“Mahkemelerdeki yargılanmadan önemli olan vicdanlardaki yargılanmadır”
Ayhan Bilgen, tutuklu bulunduğu Ankara Sincan Cezaevi’nde “Üçüncü Mektup – Hak Temelli Siyaset” isimli bir kitap yazdı. “Silivri’den Sincan’a üçüncü mektup” başlığıyla, mahkeme salonlarında yargılanmaktan daha önemlisinin toplum vicdanında yargılanma olduğunu belirten Bilgen, şunları yazdı:
“Toplum vicdanında mahkûm olduğunuzda mahkeme salonlarında aklanmanız yetmez. Toplum vicdanında beraat ettiğinizde ise tutulduğunuz her cezalandırma sizin tercih ve yaşama biçiminizin bir parçası olarak tarihte hak ettiği yeri alır.
Üzerinde yaşadığımız topraklar ve parçası olduğumuz kültür coğrafyası gerçekten özgürlüğü hak ediyorsa, bunun neden yeterli seviyede olmadığına dair sorumluluğu başkasında değil, önce kendimizde aramalıyız. Aydınından sanatçısına, dindarından solcusuna, hepimiz sadece söylediğimiz ya da yaptıklarımız değil, belki daha çok söylememiz gerektiği halde yeterince açık ve yüksek sesle söyleyemediklerimiz ya da yapamadıklarımız, yapmamız gerektiği halde yapamadıklarımız nedeniyle kendimizi sorgulamalı, kendimizi yargılamalıyız.”
Bilgen’in kitabındaki bazı değerlendirmeleri şöyle:
Dünle bugünün kavgası ve yarınların üçüncü yolu
“Hangi konuyu ele alırsak alalım bir anda kendimizi iki kutuplu kavganın içinde buluyor ve bu gerilimde safımızı belirtmeye mecbur ediliyoruz. Şahısların, grupların ya da partilerin kavgasından daha derin bir zihniyet kavgasına tanıklık ediyoruz. Bir anlayış düne dair her şeyin çok kötü olduğunu ve bugünün mükemmelliğini anlatmaya çalışırken, diğer yaklaşım düne dair hiçbir şey tartışmayı açmamıza izin vermeyerek tüm kötülüklerin bugünlerde başladığına inanmamızı istiyor. Dün ile bugünün kavgasında aktörler, taraflar değişiyor ama tarz değişmiyor ve kavga bitmiyor. Kutsallar, tabular, dogmalar üretip dokunulmaz olanlar icat ederek geleceğimizi inşa edemeyiz. Üçüncü yol tabiri siyasette çokça dillendirilmiş, farklı ülkelerde farklı dönemlerde farklı anlamlar yüklenmiştir. İçini hangi ideolojiden ne kadar etkilenerek ve nasıl doldurursanız doldurun sonuçta üçüncü yol arayışları yarınları kurtarma çabasıdır. Geçmişin ve bugünün eksikliklerinden, yanlışlarından ders çıkarıp yarını daha iyi yaşama arayışıdır. Liderlik, halka duymaktan mutlu olacakları şeyleri değil, gerçekten bilmeye ihtiyaçları olan şeyleri hoşlarına gitmese de söyleyebilmek ve dinletebilmektir. Bunun içinde liderler geçmişten ders almalı ama geçmişe hapsolmaktan kurtulmalıdır. Bugünü doğru değerlendirip geleceği gerçekçi planlamaya odaklanmalıdır. Mahkemeler bizi yaptıklarımızdan, söylediklerimizden dolayı yargılasa da hayat ve tarih yapabileceğimiz halde yapmadıklarımız, söylememiz gerektiği zaman söylemekten çekindiğimiz şeyler için de yargılayacaktır.”
Sessiz çoğunluğun ortak çatısı hak temelli siyaset
“Sessiz çoğunluk tüm farklı kimlik ya da tercihlerine rağmen ortak bir çatıda buluşturulabilir mi? Bu buluşmanın siyasetteki zemini ‘Hak temelli’ bir dünya görüşü olacaksa bu temel ve kolanları hangi yöntem ve ölçülerle inşa edilebilir? Siyasal çalışmaların diğer toplumsal çabalarla ilişkisi nasıl kurgulanırsa ortak çatı altında buluşmak kolaylaşır? Eski ezberlerimiz, kurtuluş reçetelerimiz bu çatının kurulmasında ne anlam ifade etmektedir? Eski alışkanlıklarımızla yüzleşmeden hatta hesaplaşmadan yeni bir gelecek kurabilir miyiz? Bu soruların cevabını arayacağımız hak temelli bir bakış açısı ve toplumun bu yaklaşıma göstereceği ilgidir. Çevre sorunlarından engelli alanına, kültürel değerlerin korunmasından, sosyal güvenlik tartışmalarına kadar her alanda hak temelli yaklaşımın gereğini pratik çözüm önerisine dönüştürmek ve bunun başta ilgili dezavantajlı ya da mağdur grupları olmak üzere toplumun büyük kısmınca sahiplenilmesi sağlamak tek çıkış yolu olarak gözükmektedir. Sorunlarımızı insani zeminde sağlıklı biçimde çözmek istiyorsak birbirimize inanç, ideoloji, dünya görüşü yaşama biçimi dayatmaktan vazgeçecek ve hak temelli bir ortak çatıyı yeniden inşa edeceğiz. Bunun için de önce birbirimiz ile ilgili ezber ve önyargıları terk etmeyi bilecek kimsenin bizim tercihlerimize boyun eğmesini istemeyecek ve beklemeyeceğiz. Sağlam olmayan zemine bina dikilmediği gibi birilerinin kendini asil unsur diğerlerini ise misafir gibi gördüğü binaya da hepimizi koruyacak bir çatı örülemez.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bu yeni çatı kimseyi inancından, renginden, kültürel değerlerinden dolayı dışarıda bırakmayacak kadar geniş ama bizden, bizim en yakınlarımızdan olsalar haksızlıktan, zorbalıktan medet umanları mümkün olduğu kadar uzak tutabilecek nitelikte olmalıdır. Kamu malını çalmayı, rövanşist davranmayı, iktidar imkanlarına kavuştuğunda sopayla ötekini hizaya sokmayı meşru görenlere hak temelli siyaset zemininde de hiçbir ortak çatı projesinde de yer olmadığı, olmayacağı açıkça ortaya konulmalıdır. Böylesi zeminlere sessiz çoğunluğun itibar edebilmesi elbette öncülük edenlerin temsil edebilme yeterliliği ile doğrudan ilişkilidir. Aksi halde yanlış isimler en iyi projeleri daha yola çıkmadan bitirir.“
Kürt sorunu, bir varmış, bir yokmuş
“İster güvenlik, ister güvenlik sorunu olarak tarif edin sonuçta binlerce insanın hayatını kaybettiği bin alandan dolayı dış politikadan ekonomiye, hukuktan siyasete birçok zemin kuşatma altında tutuluyor ise ortada bir gariplik vardır. Kürt sorunu tarihin tozlu raflarında yerini almış bir konu, yani artık tümüyle kırıp attığımız bir ayak bağı ise hepimize geçmiş olsun. Bazı sorunlar için bitip bitmemekten daha önemlisi bu konudaki kabul ve ilanlar olabilir. Bu durumda sorun gerçekte bitse de sorun üzerine yapılan hesaplar bitirilir, ya da en azından değiştirilir. Koniyi salt bir ‘terör’ tanımına indirgeyerek aslında sorunu basitleştirdiğini düşünenler için bile işin niteliği değişmiştir. Dış destekli iç tehditten, iç destekli dış tehdit kategorisine geçildiğinden beri sorunun uluslararası arenadaki pozisyonu değişmiştir.”
Kimlik siyaseti ses getirir ama!
“Çoğulculuk ve eşitsizlik sorunu kimlikler açısından çözülmüş olsa şüphesiz ne kimlik siyasetine yönelik olur, ne kimlikler tehdit olarak görülür, ne de kimlikler üzerinden bir siyasi kavgaya yürümeye ihtiyaç olur. Bunu başaramadığımız takdirde ise mutlaka kimlik siyaseti karşılık bulur. Kimlik tartışmalarının taraftar bulduğu ortamlarda ise diğer sorun alanlara hak ettiği yeri gündemde zor bulur. Partilerin kimliğe dair söylemlerinin ilgi ve heyecan oluşturduğu ama programa dair iddialarının ise hiçbir sohbet konusu olmadığı durumlarda da siyasetin kapasite ya da kalite sınavına tabi olması söz konusu olmaz. Kalite ve kapasite eksikliğinin hamasetle üstünün örtülebildiği koşullarda da hamaset yarışı siyasetin asıl odak noktası olur. Kimlikleri yarıştırmaya kalkmak, bir kimliği meşru sayıp diğerini yok saymak, kimlik merkezli siyasete kurtuluş umuduyla bağlanmak sonuçta aynı sona hizmet eder. Evet, her şeye rağmen kimlik siyaseti çok ses getirir, bundan sonra da getirmeye devam edecektir. Ama bu siyasi çıkmaz ülkeye neler kaybettirir? Umut, enerji, zaman ve dahası kavgaya alıştırılmış bir toplum öfke, nefret yüklü kuşaklar. Kimliklerle oynamak ateşle oynamak gibidir. Kimlikleri kaşımak, kışkırtmak, beklenti içerisine sokup hayal kırıklıklarına terk etmek tedavisi zor travmaların nesilden nesile devrini hızlandırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.”
Aydınlığı herkes sever ama liderlik karanlıkta yürüyebilmektir
“Türkiye siyasetinin önümüzdeki dönemine dair en büyük toplumsal sorumluluğu umudu güçlendirecek bir ortak gelecek hikayesini kurgulayabilmektir. İnandırıcı, kuşatıcı, onarıcı bir iddianın geleceği inşa yolunda motive edici rolü göz ardı edilmemelidir. Yabancılaşma, kopuş artık sadece siyasal ideolojik beklentilerden değil, muhtemelen ekonomik terk edilmişlik sosyal ilişkilerdeki çaresizlikten kaynaklı tetiklenecektir. Toplumdaki geçmişten devralınan kimlik merkezli fay hatlarından çok daha ileri düzeyde sonuçlar doğurabilecek bu gerilim alanlara sadece güvenlik tedbirleri ya da cezalandıracak kontrol altında tutma yöntemleriyle ele alınamaz. Bu sorumluluk sadece bugünün iktidarı için değil, geleceğin iktidar adayları için de belirleyici öneme sahiptir.”