Hani başkanlık sistemi her şeyi hızlandıracaktı?

Pazartesi günü okullar açılıyor fakat pazartesi günkü kabine toplantısına bağlı olarak bazı kararlar değişebilir ya da değişmeyebilir. Zira yeni sistemde, sadece okullar değil birçok konuda bakanlıkların ve bakanların ne dediğinden ziyade cumhurbaşkanın (daha doğrusu başkanın) ne dediği belirleyici. Bu da Türkiye’de işleri iyice yavaşlatıyor.

Yayına hazırlayan: Senem Görür

Merhaba, iyi günler. Normal şartlarda bugün bu yayını yapmayı düşünmüyordum, çünkü biliyorsunuz saat 16.00’da Kemal Can ile “Haftaya Bakış”ı yapıyoruz ve siyaseti orada konuşuyoruz — sadece onunla yetinmeyi düşünüyordum. Fakat sabahleyin radyoda Güçlü Mete’nin programını dinlerken, onun gündeme getirdiği bir soru bu yayını yapmama neden oldu. Mâlûm, pazartesi günü okullar açılıyor, yüz yüze eğitim başlıyor; fakat kabine toplantısı pazartesi akşamı olacak. Oradan nasıl bir karar çıkacak? Büyük bir ihtimalle aykırı bir karar çıkmayacak, ama yine de bir belirsizlik var. Onun için de zaten bu yayının kapak fotoğrafına maskeli öğrencileri, yani okula gitmeye çalışan çocukları koyduk. 

Bu olay aslında başlı başına çok çarpıcı bir olay. Eskiden başkanlık sisteminden önceki sistemde olsa, Türkiye’de her bakanın belli bir ağırlığı vardı ve genellikle onların ilgi alanına giren konularda bakanlara, hatta ilgili bürokratlara bakardık. Onlar birtakım açıklamalar yapardı, ondan sonra da insanlar hayatlarını ona göre çekidüzen verirlerdi. Şimdi Ziya Selçuk, Erdoğan tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’na ilk atandığı zaman, seçildiği zaman diyelim, insanlar bayağı bir umutlanmıştı; çünkü Ziya Selçuk benim de bildiğim kadarıyla geçmişte Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzey bürokratlık yaparken farklı bir profil çizmişti. Daha yenilikçi bir profil çizmişti ve onunla beraber Milli Eğitim Bakanlığı’nın en azından daha özerk bir yer olabilme ihtimalini sevmiştik diyelim. Böyle olmayacağını da kısa süre içerisinde anladık. Bir hayal kırıklığı oldu kendisi — kısa süren hayaller, ümitler ve ardından hayal kırıklığı. Şimdi Milli Eğitim’le ilgili gelişmelerde –ki salgın olayında bunu çok bâriz bir şekilde yaşadık– sürekli gidip gelen, tam ne dediği belli olmayan, bir söylediğini daha sonra tekzip eden, bir vaadini daha sonra yerine getiremeyen bir bakanlık gördük. Çünkü Türkiye başkanlık sistemiyle yönetiliyor, bakanların söylediklerinin pek bir hükmü olmuyor. Halbuki bize ne söylenmişti? Erdoğan özellikle başkanlık sitemini pazarlarken –pazarlamaydı çünkü bu–, Türkiye’de bürokrasinin azalacağını, her şeyin alabildiğine özgür olacağını söylemişti. Ekonomi roket gibi uçacaktı; bunun ne halde olduğunu zaten biliyoruz. Ama şöyle bir akıl yürütme yapılıyordu: Başkanlık sisteminde otomatik olarak mekanizmalar azaltılacak ve bir merkezden hızlı şekilde kararlar alınacak ve Türkiye bu sayede zaman ve enerji tasarrufu yapacak, her şey alabildiğine hızlı gidecek. Türkiye’de işler tam tersine oldu. Nasıl oldu? Türkiye’de işler daha da yavaşladı; çünkü eskiden biz bakanlara bakıyorduk; hatta bu kimi durumda bürokratlara bakıyorduk; onlardan gelecek açıklamalara, onların söyleyeceklerine bakıyorduk. Şimdi yine bakıyoruz; ama onlar da Cumhurbaşkanı’na bakıyor, ya da Başkan’a bakıyor. Cumhurbaşkanı unvanı eskiyi çağrıştırdığı için bence çok anlamlı değil: Başkan’a bakıyor. Başkan da elindeki dosyaya ne zaman bakarsa ona o zaman sıra geliyor. Şimdi o kadar çok şey Erdoğan’da toplanıyor ki, bakmak istese dahi, insanüstü ya da doğaüstü güçlere sahip olması lâzım; bütün bunlardaki kararlarını o kadar hızlı verebilme imkânı olmuyor ve kimi durumlarda da görüyoruz ki hızlı ya da yavaş verdiği kararlardan kısa bir süre sonra o kararlardan döndüğü de oluyor. Öyle örnekler yaşandı biliyorsunuz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Cumhurbaşkanlığı kararnamesini iptal eden kararname gibi uygulamalar oldu. Dolayısıyla başkanlık sistemi bugüne kadar gelen kısmıyla baktığımız zaman şu hâliyle vaadinin tam tersi bir noktada seyrediyor ve doğrudan vatandaşlar ve bu okul örneğinde olduğu gibi öğrenciler, yarın öbür gün başka sektörlerdeki insanlar, hepimiz bir şekilde bundan nasibimizi alıyoruz.

Bugün Erdoğan’ın doğum günü, bildiğim kadarıyla. İlginç bir şekilde, bugün aynı zamanda Ahmet Davutoğlu’nda doğum günüymüş. Erdoğan daha yetmiş yaşına varmadı, ama bütün bunları tek başına yürütecek bir güce sahip mi? Açıkçası sanmıyorum. Türkiye çok büyük bir ülke, çok fazla sorunları var ve Erdoğan’ın ekibi, diyelim ki Külliye’deki ekibi bunları üstlenebilecek durumda mı? Çok sayıda insanın çalıştığını biliyoruz; ama onların da şu âna kadarki performanslarına baktığımız zaman çok ümitvar olmak mümkün değil. Çünkü genellikle değişik kademelerde çalışan herkesin izlediği yol, yaptığı, eninde sonunda Erdoğan’a bakmak. Kimsenin bir özgül ağırlığı, özerkliği yok. Olduğunu sandıklarımızın da olmadığını gördük. Mesela Berat Albayrak’a bir anlam atfediliyordu; en azından damadı olması nedeniyle diğerlerine göre daha fazla kendi görüşlerini hayata geçirebiliyor mu diye. Onun da öyle olmadığını ya da öyle olsa bile çok da fazla bir etkisinin olmadığını, istifa bile edememesinden ya da istifasının adının istifa konulmamasından ve ancak belli bir süre sonra kamuoyuna duyurulmasından gördük. Sonuç olarak bu başkanlık sistemi Türkiye’ye zaten çok ciddi bir şekilde yük olan birtakım bürokratik mekanizmaların şeklini değiştirerek, daha fazla ayağında yük olmaya başladı. 

Erdoğan bundan nasıl çıkar? Şimdi, Devlet Bahçeli yeni anayasanın başkanlık sisteminin güçlendirilmesini hedefleyeceğini söylüyor. Bu başkanlık sistemi zaten olabildiğince güçlü. Erdoğan’ın önünde hiç ama hiçbir engel yok. Ne yargıda var, ne yasama da var, ne medyada var; ne de sivil toplumun böyle bir gücü var — önüne çıkartılan engellerle görüyoruz. Erdoğan’ın mutlak bir hâkimiyeti var ve mutlak hâkimiyetinin Türkiye’ye getirdiği nokta bu. Bir başka örneğe bakalım: Bilim Kurulu toplanıyor, Bilim Kurulu’ndan sonra Sağlık Bakanı açıklama yapıyor; yaptığı açıklamalar, sorulan sorulara verdiği cevapların hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Örneğin, insanlara sürekli olarak telkin edilen, kapalı alanlarda durmaktan kaçınmalar, mesafe ve gerekirse bunun için de yetkililerin devreye gireceği uyarıları, cezalar… bütün bunları bakan ısrarla söylüyor; ama kendisine AK Parti kongrelerinde yaşanan manzaralar sorulduğu zaman verdiği cevabın hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü Türkiye’de Sağlık Bakanı’nın böyle bir şeyi eleştirebilme gücü yok. Bu sistemde olmayacak da. Eskiden olur muydu? Eskiden bu kadar açık bir eleştiri olmasa bile, yine de yetkililer, bakanlar bir şekilde seslerini duyabilirlerdi, itirazlarını dile getirebiliyorlardı. Kimi zaman bunu basına sızdırarak yapıyorlardı. Doğrudan değil, isimsiz bir şekilde yapıyorlardı. Şimdi öyle bir şey de kalmadı. 

Bu noktada bir hususu da özellikle vurgulamak istiyorum — bugün Kemal Can ile yayında belki buna da değiniriz: Şimdi, son günlerde çok sayıda spekülasyon çıkıyor; “AK Parti’nin başkanı kim olacak? Erdoğan çekilecek mi?” Ya da “Erdoğan çekilecek, yerine şunu ya da şunu getirecek” diye. “Kabinede değişiklikler olacak, şunların gelmesi düşünülüyor. Berat Albayrak tekrar siyasete dönüyor” vs.. Bütün bunların bir yerden sonra hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Zira Türkiye’de bir başkanlık sistemi var. Erdoğan, Türkiye’nin her şeyine karar verdiği gibi doğal olarak partisinin ve hükümetin de her şeyine karar veriyor. Onun böyle kamuoyu hazırlama gibi bir derdi olduğunu da sanmıyorum. Onun kafasındaki birtakım şeylere insanların ulaşabileceğini de sanmıyorum. Dolayısıyla eski dönemlerin usûlleriyle yapılan gazetecilik bu dönemde hiçbir anlam ifade etmiyor.

Ama şu olabilir: Birileri bir kamuoyu oluşturmak, bir hava yaratmak istiyor olabilir. Mesela Berat Albayrak kendisi yeniden dönmek için –dönmek istiyorsa eğer– bunun zeminini hazırlamak istiyor olabilir. Ya da bakan olmak isteyen birtakım kişiler kendilerine yakın bazı gazetecilere fısıldayarak bu tür haberleri çıkartıyor olabilirler. Bunlar ne derece Erdoğan üzerinde etkili olur bilmiyorum. Ama şunu da özellikle vurgulamama izin verin: Bu tür haberlerin çıkıyor olması aslında Erdoğan’ın kendine atfettiği mutlak gücün ne kadar aşıldığını da gösteriyor. Gösterdiği bir husus: Bu haberler Erdoğan’a rağmen çıkıyordur; Erdoğan’a rağmen bu haberlerin çıkabiliyor olması bile Erdoğan’ın otoritesini ciddi bir şekilde sorgulamaya da imkân veriyor. Burada bir diğer husus da, bu tür haberler neden çıkıyor? Çünkü bâriz bir şekilde işler iyi gitmiyor, hiç de iyi gitmiyor. Bir şeylerin değişmesi lâzım duygusu çok ciddi bir şekilde iktidar çevrelerinde de baskın. Ama herkes tabii ki burada sadece ve sadece Erdoğan’a bakıyor. Dolayısıyla bu başkanlık sistemi Erdoğan’ın söylediklerinin hemen hemen hepsinin zıddı da. İşleri daha da ağırlaştıran, karar mekanizmalarını daha da ağırlaştıran ve Türkiye’de bakanından üst düzey bürokratına, milletvekiline, birçok insanın aslında çok da fazla özgür iradeleriyle hareket edememelerine ve dolayısıyla yaratıcılıklarının alabildiğine körelmesine neden oldu bu sistem. Bu açıdan bakıldığı zaman da bir an önce Türkiye’nin parlamenter sisteme –“güçlendirilmiş parlamenter sistem” deniyor–, buna dönmesinin yerinde olacağı kanısındayım. 

Bitirmeden önce alâkasız bir konuda bir not eklemek istiyorum — aslında bir alâkası da var: Derin Tarih adında bir dergi, “Hilâfet” özel sayısı yapmış, Albayrak grubuna bağlı olarak ve Albayrak grubu bu sayının kendilerinden habersiz yapıldığını söyleyerek toplatmışlar ve derginin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan’ı da görevden almışlar. Şimdi burada şöyle bir husus var: Bu hilâfet meselesi, Atatürk’e yönelik suçlamalar, saldırılar, hakaretler, sosyal medyada yapılanlar vs.. Bir yandan bunların son dönemlerde bayağı bir güçlendiğini görüyoruz; ama öte yandan iktidarın da bunlardan çok fazla hazzetmediğini görüyoruz. Böyle de bir ikilik var ve burada kabak Mustafa Armağan’ın başına patlamış. Kendisini bilirim, bir anekdotla bitireyim — belki ileride bu konuda bir “Gomaşinen” de yaparım. O da şu: Mâlûm, bir zamanlar çözüm sürecimiz vardı ve çözüm sürecimiz içerisindeki heyete, Âkil İnsanlar Heyeti, Âkil Adamlar diye isim verilmişti, ama içinde çok sayıda kadın da vardı. Biraz önce baktım, tekrar kimler varmış diye. O listenin başlı başına üzerinden tek tek geçmek çok ilginç bir şey olabilir. Belki de öyle bir yayın yaparım. 8 yıl geçmiş aradan, ama oradakilerden hayatını kaybedenler de var. Ama orada yer alanların büyük bir kısmının nasıl etkisizleştirdiğini, hatta iktidar tarafından kriminalize edildiğini filan görebiliyorsunuz. Her neyse, o tarihte ben de bu liste üzerine bir yorum yapmıştım, NTV’de olsa gerek ya da Vatan‘da da yazmış olmam lâzım. Şunu söylemiştim: Benim çok dikkatimi çekmişti, o tarihte o listede Fethullahçı yoktu. Bu listede Fethullahçı olmamasının Erdoğan’la Fethullah Gülen arasında bir sorun olduğuna, en azından çözüm süreci konusundaki görüş farklılıklarına delâlet ediyor diye bir yorum yapmıştım. Hemen bana birtakım itirazlar geldi. “Olur mu?” dediler ve iki isim gösterdiler. Birisi Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın iki numarası olan Cemal Uşak, bir diğeri de Zaman gazetesi yazarı Mustafa Armağan’dır. Şimdi Cemal Uşşak ve Mustafa Armağan’ı gösterdiler ve benim bu söylediğimin artniyetli olduğunu, arada bir sorunun olmadığını söylediler. O tarihte Zaman gazetesinde yazan ve Fethullahçılar’ın Diyalog Avrasya Platformu diye bir şey vardı –hâlâ var mı bilmiyorum– onun bir dergisini de yöneten Mustafa Armağan tabii ki şimdi en önde gelen FETÖ düşmanlarından birisi oldu. Herhalde o zaman ben haklıymışım, hakikaten Fethullahçı değilmiş. Ama o tarihte bana onunla ve Cemal Uşşak ile itiraz edildi. Cemal Uşşak’ı da bilirim. Kendisi yurtdışına kaçtı ve hayatını kaybetti. Yakından tanıdığım, çok sevdiğim birisiydi. Ama benim bildiğime göre o Fethullahçı değildi, başka bir Nurcu gruptandı; sonra Fethullahçılar’ın vakfında çalıştı ve zamanla belli ki onlar da bayağı içselleştirmiş. Her neyse bunun konuyla bir alâkası yok gibi gelebilir, ama bir “Nereden nereye?” öyküsü olarak söylemek istedim, isteyen istediği gibi yorumlasın. 

Evet, saat 16.00’da Kemal ile HDP’yi konuşacağız. Başka şeyleri de konuşacağız. Gündem bayağı yoğun. Bir de yarın saat 16.00’da Bekir Ağırdır ile birlikte YouTube üzerinden izleyicilerimize açık bir yayın yapacağız. Orada sizlerden gelen soruları Bekir Ağırdır ile birlikte cevaplamaya çalışacağız. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.