Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (68): Kim kiminle birlikte, kime karşı? Peker’in beklenen sekizinci videosu & Erdoğan’ın Akşener’i hedef alması

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın önemli olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Şimdi tabii ki daha çok Sedat Peker üzerinden konuşacağız; ama sonunda bir de Meral Akşener hususunu da ayrıca bir daha konuşalım istiyorum. Çarşamba yayında, dört kişi birlikte ele aldık birçok konuyu, ama… Şimdi bir başlık çıkarttım ben. “İktidar savaşlarında kim kiminle beraber; kim kime karşı?” Bir yığın rivayet var. “Şu şununla düşman, bu buna tuzak kuruyor vs.” şeklinde. Çok somut bir olay var. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Çalışkan İstanbul’daydı biliyorsun. Berat Albayrak’a yakın olduğu söyleniyordu. En son, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, özellikle Sedat Peker’in koruma kararı konusunda onun da adını geçirerek suçladı. Yani “Onlar yaptı” demeye getirdi. Cumhuriyet’te Seyhan Avşar kendisiyle kısa bir röportaj yapmış ya da soru sormuş. Diyor ki: “Sizi görevden alırlar mı, açığa alırlar mı?” —“Beni kim açığa alabilirmiş bakalım” diyor. Esas önemli olan; “Soylu’nun açıklamaları sizde rahatsızlık yaratmıyor mu?” sorusuna, “Bence toplum rahatsız, benim rahatsız olmam çok da önemli değil” diyor. Şimdi, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, İçişleri Bakanı’na bağlı bir bürokrat ve Cumhuriyet gazetesinden bir muhabire açık açık İçişleri Bakanı’na meydan okuyan açıklamalar yapıyor. Bu en son ve çarpıcı bir örnek olduğu için, artık burada kimin kime hangi lâfı neden ettiği, kimin kiminle nasıl durduğu… ya da hatırla mesela, Soylu’nun hem Mehmet Ağar’a sahip çıkıp hem de Mehmet Ağar hakkında lâf etmesi gibi… Mehmet Ağar’ın kalkıp, “Burayı biz almasaydık, mafya el koyacaktı” demesi gibi… Soylu’nun yine televizyon yayınlarında eski bakanları, hatta günümüzdeki Adalet Bakanı’nı suçlaması gibi… Böyle karman çorman bir şey var. Şimdi bu, neyi gösteriyor sence? Benim teorim çok basit: Gemi batıyor ve kimileri batan gemiyi kurtarmak için, “Hep beraber batıyoruz, bari el ele verelim de batırmayalım” diyorlar; kimileri de “Gemi batıyor, bunun yüzünden batıyor” deyip ötekisine savaş açıyor, ya da kimileri batan gemiden kendini kurtarmaya çalışıyor, gibi çok kaotik bir şey görüyorum ben. Sen nasıl bir şey görüyorsun?

Kemal Can: Birçok kategoride bölümlenebilir. Kim ne tarafta? Çok fazla faktör devrede olduğu için, farklı farklı parametrelerle gruplar tarif edilebilir. Bazıları bir meselede beraber, bazıları bir başka meselede savaş halinde filan… Böyle bir tablo var. Ama ben, mesela bu olup biteni anlama açısından şöyle bir ayrımı daha az kafa karıştırıcı buluyorum: Kimileri çabalıyor, kimileri bir yere mesaj veriyor, kimileri de kartlarını açık oynuyor… Birinci olarak, konuşanlar var. Bu konuşanlar kısmında hepsi aynı tarafta değil; ama konuşanlar var yani. Bir de böyle, artık efsaneye dönüşmüş, arkada karnından konuşanlar, var olup olmadıkları belirsiz olanlar, güya büyük bir mücadele yürüttükleri iddiasında olup asla ortaya çıkmayanlar var. Biraz önce örneğini verdiğin Mustafa Çalışkan, “Ben off the record söyledim bunu, kayıt dışı söyledim” demiş, ama “Söylemedim” dememiş. Yani dolayısıyla söylemiş. Şu anda mesela Sedat Peker diyor ki: “Alabiliyorsanız gelin alın”. Süleyman Soylu diyor ki: “Gece kararnamesine bakar, alabiliyorsanız alın”. Mustafa Çalışkan çıkıyor, diyor ki: “Kim alacakmış bakalım? Alabiliyorsanız alın”. Şimdi bunların hepsi de birbirinden benzemez. Ama belki de birbiriyle mücadele içinde olduğu iddia edilen aktörler. Ama hepsi birden, hepsi de ucu Erdoğan’a gidecek biçimde diyor ki: “Hadi bakalım… ne yapacaksın görelim…” Sonunda da Erdoğan’ın, geçen gün itibariyle grup toplantısında ne yaptığını gördük. Yani yaptığı, bu kavga olduğu iddia edilen, çok sert bir parti içi mücadele gibi bize hikâyesi anlatılan… Şimdi isim vermeden söyleyeyim ama, böyle birtakım yerli dizilerde, birinci bölümdeki karakter, onuncu bölümden sonra bambaşka bir insana dönüşür ve onu tanımaz hâle gelirsin. Bu hikâye de biraz öyle. Yani sürekli yazılan ve asla yanlışlanamayan bir hikâye var önümüzde. Erdoğan’ın etrafında büyük bir kuşatma var, bunun tarafları var ve burada, büyük bir çaresizlik içerisinde onu oradan kurtarmaya çalışanlar var; bir de onu giderek sıkıştıranlar var. Ama her seferinde iş geliyor geliyor ve bütün bu hikâyeyi anlatırken de herkes, kurduğu cümleyle sonuçta onun yapacağına bakıyor, herkes ondan medet umuyor. Açıktan veya gizli biçimde… Hem en çaresiz hem en muktedir. Sürekli böyle bir hikâye anlatılıyor ve bu hikâyedeki öngörüler ters çıktıkça, “Tamam işte, kuşatma kazandı” ya da “Aok, aslında kuşatmaya fake atıyor. Erdoğan öyle bir numara yapıyor ki, onları zaman içerisinde zayıflatacak” deniyor. Dolayısıyla öyle bir şeyle karşı karşıyayız ki, anlatılan hikâye hiçbir zaman bir mantıksal sonuca varmıyor. Aslında bunun bütününden de sadece Erdoğan, tamamen kendi bildiği gibi, bütün bu karmaşık ilişki örgüsünü, yine kendi istediği gibi yönetmeye devam ediyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, bir şeye dikkat çekmek istiyorum. O söylenen, “Gücünü kaybetmiş Erdoğan/Kuşatılmış Erdoğan” hikâyesinde, kuşattığı söylenen kişilere de güç atfediliyor. Yani bir kuşatma varsa, mesela MHP hakikaten kuşatmışsa…, Mehmet Ağar, Süleyman Soylu, artık kimlerse bunlar… Kuşatmışlarsa bile, onların da güçlü olduğu hiçbir şekilde söylenemez. Yani MHP’nin nasıl bir gücü var? Hem kamuoyu yoklamalarına bakıyoruz, hem siyasî söylem olarak bakıyoruz… ya da Mehmet Ağar… Sedat Peker adını anana kadar Mehmet Ağar gözükmeyen birisiydi. Arada sırada ortaya çıkan birisiydi. Bir tek belki Süleyman Soylu… Bir ara popülerdi. Onun da son dönemde gücü bayağı azaldı. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bir iktidar mücadelesi, köşe kapmaca, şu bu, adı her neyse… Bunlar var olsa bile, sonuçta birisi güçlü, birisi güçsüz; birisi diğerini eziyor gibi bir olay bence söz konusu değil. Hep beraber güç kaybeden insanlar söz konusu. Kaldı ki, birileri çok güçlü olsaydı Sedat Peker bu çıkışları yapamazdı diye düşünüyorum. Yani gerçekten o tarif edilen, Erdoğan’ın etrafını kuşatan güçlü bir çekirdek ya da ekip ya da “derin devlet” vs. varsa, Sedat Peker’in yapacağı şey bence –ki akılcı, ama akıllı da olduğunu tahmin ediyorum– kendini unutturmayı tercih ederdi. Yani o kadar güçlü bir yapıya nasıl meydan okuyacak? Orada ölçü kaçıyor. Hikâyeyi kurgularken, hikâyenin kurgusu daha güçlü olsun diye, bir tarafa tam güç, bir tarafa az güç ya da güçsüzlük atfediliyor. Halbuki hep beraber, bütün iktidar aktörlerinin içerisinde güçlü herhangi bir aktör görmüyorum ben. Erdoğan dahil… 

Kemal Can: Çünkü aslında, olgulardan bir hikâye ya da birtakım parametreler ve gelişmelerin mantıksal bir zemine oturtulup, bir sebep-sonuç ilişkisi kurmak değil; anlatılan hikâyeye olguları uydurmaya çalışılan bir anlatı var. Bu, yorumlayanlar için de geçerli. Bazen duyumlara dayanarak, bazen varsayımlara dayanarak, bazen olasılıkları işaret ederek… Ama bu şeyi devam ettiren ve aslında iktidarın, hem kendi tarafında hem üstelik de muhalefet tarafında, sürekli her şeyi yapmaya muktedir olduğu hissini doğuran şey de; bu olağanüstülük hâli. Buna herkes su taşıyor. Çok acayip bir şey var. Mesela, çarşamba günü çıkmış, Erdoğan’ı, bu saatte hâlâ “Yahu çok sıkıştı, ondan öyle yaptı” diye o konuşmayı yorumlayabilmek ve “kıstırıldı, kuşatma öyle sıkıştırdı ki, bu yüzden yaptı” ya da “sıkıştırılmaktan kurtulmak için fake yaptı”. “Sanki orada hamle yapamadığı için biraz dikkatleri dağıtmak için, muhalefete ve Akşener’e saldırdı” gibi yorumları algılamakta hakikaten zorluk çekiyorum. Çünkü hakikaten önümüzdeki tablo böyle bir şey değil. Senin dediğin gibi, iktidarın içinde, hem de öyle iki-üç taraflı filan değil; öyle bir tarafta yeni vesayetçiler, bir de Milli Görüşçüler var değil. Zaten Milli Görüşçüler kimdir? Kimse bilmiyor. Kendileri ortada olmayan, ama lâfları sürekli dönen birileri var. Sahiden de olabilir böyle birtakım insanlar. Ama onlardan duyulan hiçbir şeyin karşılığı olmadığını defaatle gördük. Ama sadece bundan ibaret de değil. Yani işin karanlık cephesinde çok daha fazla aktör var. İşin bürokrasi cephesinde çok daha önemli figürler var. İşin dış politika ve ekonomi tarafında çok daha karmaşık çatışmalar var. Bunların hepsi doğru. Bu iktidar içinde sürekli, hiç bitmeyen bir çatışma var. Çünkü olağanüstülük ve krizle yönetmeye kalkarsan, kendi içinde sürekli kriz yaratmak zorundasın. Bu kaçınılmaz bir şey. Dolayısıyla iktidar bütün ittifak değişikliklerini, kendi krizini çözmek için geliştirdiği çatışma ya da işbirliklerinin hepsinde, yeni krizler doğuruyor. Bu kaçınılmaz. Gördüğümüz şey bu. Sadece yaşadığımız problem şurada ortaya çıkıyor. Bu olan biteni basitleştirip, herkes için anlaşılır bir hikâyeye dönüştürme sürecinde, ağır bir saçmalık yaşıyoruz. Bu saçmalık da, dediğim gibi iktidara, kimi zaman Erdoğan’a büyük bir güç vehmeden; kimi zaman her şeyin merkezinde olduğunu düşündüren; kimi zaman da yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğu onun üzerinde değilmiş, büyük bir çaresizmiş gibi anlatılan… Aslında hep daha önceki meselelerde konuştuk ya? “Her şeyin yetkilisi, ama her şeyin de sorumsuzu” olma hâli, bütün bu analiz mantığının içerisinde var. Yok efendim, “Kuşatma çok sert olduğu için böyle yapmak zorunda kaldı” ya da “Bunu şimdilik yaptı, ama aslında hiç istemiyordu.’’ Çarşamba günü grup toplantısında, büyük bir hevesle, iştahla, Meral Akşener’e, “Daha görecek günler var” diyen birinin, bir mecburiyetle bunu yaptığını söylemekle kim ikna olabilir?

Ruşen Çakır: Ona ayrıca bir sayfa açacağız. Ben bir Süleyman Soylu paragrafı başlatmak istiyorum. Açıkçası, Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ı iyi kötü tanıdığımı sanıyorum. Siyasî duruşlarını vs.. Son bir yılın diyelim, daha öncesini karıştırmayalım. Geçmişinin de anlamı var, ama son bir yılın Süleyman Soylu’sundan, her ikisinin de memnun olmadığını, razı olmadığını düşünüyorum. Yani bu yapıp ettikleri, rol çalmalar, çok öne çıkmalar… Rol çalarken de bir de kötü oynamalar… Yani şimdi öyle de bir şey var. Rol çalıyorsun, ama öyle bir çalıyorsun ki, insanlar alkışlıyor. Mesela üst üste iki tane televizyon yayınına çıkıyorsun. Değil mi? Bu televizyon yayınlarından sonra da, “İşte, Süleyman Soylu defteri kapattı, olayı çözdü” diye bir duyguya hiç kimse kapılmadı. Kendisi dâhil… En fazla, durumu geçiştirdi. Birçok şeyde böyle. Dolayısıyla ben, orada… Çarşamba günkü yayında sen mi söyledin bunu, Ayşe mi söyledi? Aslında, bir pozisyonu savunuyorlar, Süleyman Soylu’yu değil. Senindi galiba bu tespit. Yani Soylu’nun kişisel olarak Bahçeli’yi de, Erdoğan’ı da rahatsız ettiği kanısındayım. O eski istifası zaten… Erdoğan gibi bir siyasetçi için asla kabul edilebilecek bir şey değildi. Mesela bazıları onu şöyle okudu, biliyorsun: “Komplo, zaten danışıklı dövüş”. Danışıklı bir şey olsaydı, hemen ardından… –bir süre geçti biliyorsun, hatırlarsan, o istifasıyla reddi arasında, bayağı bir gerginlik yaşandı– ben açıkçası, Bahçeli’nin de, Erdoğan’ın da, artık Süleyman Soylu’ya çok büyük bir sempati duyduklarını sanmıyorum. Dolayısıyla, Bahçeli’nin, Süleyman Soylu’yu sahiplenip Erdoğan’ı da buna mecbur bıraktığı yolunda ilk akla gelen senaryo da çok inandırıcı, çok gerçekmiş gibi gelmiyor bana. Tabii elimde bir kulis bilgisi vs. yok. Zaten kulis bilgisi diyenlerin çoğu da, üçüncü-dördüncü elden şeylere dayanıyorlar. Ama Süleyman Soylu, benim gözümde artık bir şeyi olmayan, hani siyasî olarak çok fazla bir geleceği, yani şu hâliyle bakıldığında çok fazla bir şansı olmayan birisi ve gerek Bahçeli gerek Erdoğan, çok geçmeden Süleyman Soylu’nun tükenişine razı olacaklar. Hatta belki de hızlandıracaklar gibi geliyor. 

Kemal Can: Aslında o ilk istifa sonrasında, daha önce birçok açıdan değerlendirdiğimiz bir oturum yapmıştık hatırladığım kadarıyla. Murat ile Burak, Soylu’ya epeyce şey biçiyorlardı, o tarihte ayrı ayrı yayınlarda. Sonra bir ortak yayında, orada da söylemeye çalıştığım bir şey vardı. Şimdi sen de benzer bir şey söylüyorsun. Aslında Soylu, hani rol çalma diye de bu tarif edilebilir, ama aslında kendisinin kurmadığı, kendisinin inşa etmediği bir pozisyonun, boş olan sözcülüğüne oturarak büyük bir popülarite de yakaladı. Zaten güvenlik politikası üzerine kurulu, aslında inşası Devlet Bahçeli’nin elinden çıkmış olan beka söyleminin, bir tür hem pozisyon itibariyle hem lafzî olarak sözcülüğünü alarak bir pozisyon elde etti. Buna müsaade edildiği için de, pozisyonu ilerletebildi. Evet, doğru… Bunun kolayca karşılık bulduğu genişçe bir tabanla da bir ilişki kurabildi. Ama, geçen günkü yayında da söylediğim gibi, bu yeri doldurulmaz ve o insanın vasıflarından oluşan, çok özel bir pozisyon değil. Hemen, bir başkasının da kolayca doldurabileceği ya da o çıktığında, orasının kolay kolay boş kalmayıp, hemen doldurulacağı bir pozisyon bu. Şimdi yaşananlar, hatta daha önceki yaşananlarla birlikte, aslında o istifa süreci de bir geçici yüksek zafer gibi duruyor… O zaman da söylediğimi hatırlıyorum. Ama bu aslında orta ve uzun vâdede, şu anda yaşadığı kaybın da başladığı aşamaydı aslında. Çünkü orada, vazgeçilmezlik gösterirken aslında bir tür “becerememe”, yapamama hâlini de kabul etmek. Bu da kayda girdi. Daha sonraki bütün kapatmalarda, yasak uygulamalarında, nasıl aşama aşama Sağlık Bakanı yönetemeyerek prestijinden yediyse; aynı şeyi İçişleri Bakanı da yedi. Yani şurada, son kapatmada bile, pazarcı esnafından marketçilere, bakkaldan tekel bayilerine, lokantacılardan bilmem kime kadar… İnsanların bir gün sonra ne olacağını bilmediği bir kapatma süreci yönetimi bile, kendi başına büyük bir krizdi aslında. Bu, oradan başlayarak önemli bir popülarite kaybı. Çünkü pozisyonunu bir ideolojik rol olarak, çok iddialı olarak ortaya koyabiliyor, ama buna karşılık bunun arkasını dolduracak beceri ve yapabilirlik kabiliyetini onun üstüne koyamıyor. Son hâdisede de, aslında bu krizde iki tane televizyon yayınına çıkıp sağa sola mesajlar gönderdi. Yine orada aynı şekilde, bundan bir kârlı çıkma yorumu yapıldı, ama bence bu krizi de yönetemez. Bence, iki performansın toplamı, geçici olarak görevden alınmasını belki engelleyecek bir şey yapmış olabilir. Kendisini sonradan, her ikisine de teşekkür edeceği –ki Soylu aslında Bahçeli’ye teşekkür etti, henüz Erdoğan’a o yükseklikte bir teşekkürünü görmedim ben; etti mi bilmiyorum–, ama netice itibariyle ona, görevde kalması, Erdoğan ve Bahçeli tarafından ‘”Senin özelliğinden dolayı değil” notuyla bir destek verildi. Hatta yine önceki günkü yayında söylediğim gibi, Bahçeli’nin “tasma” hatırlatması da aslında pozisyonu… Yani onu Ayşe de söyledi galiba, başka bir bağlamda ama… “Tasma” hatırlatması aslında, “Seni değil, pozisyonu koruyoruz… ben Türkiye’nin İçişleri Bakanı’na tasma taktırmam” diyerek bir çıkıştı. 

Ruşen Çakır: Orada zaten şöyle bir şey var, çok tekrarlıyorum ama: “Pis bir mafya babasının deli saçmalarını bana ne soruyorsunuz?” diyor. Cümle orada bitiyor. Artık daha ne konuşuyorsun yani? Gerçekten sen İçişleri Bakanı isen… “Devlet-i ebed müddet” değil mi o? Onu söylüyorsan, çıkarsın dersin ki: “Ben koca Türkiye’nin, devlet geleneğinin en önemli bakanlıklarında birisiyim… o kişiyi mi muhatap alacağım? Ne televizyonu, ne yayını?” der, kapatırsın. Onun yerine, üç-dört saat konuşup hiçbir şey söylemiyor. 

Kemal Can: Orada söylenecek bir tane cümle var. “Burada ne işiniz var?” Buradaki varlık nedeni o anlatılanlar zaten. Onun için iki tane kanala çıkmışsın, anlatıyorsun üçer saat. Sonra “deli saçması” diyorsun. 

Ruşen Çakır: Şimdi, Meral Akşener meselesini biraz konuşalım. Sen değindin. Bu gündem saptırma filan değil. Ben dün yayında bunu çok açık, net bir şekilde, Erdoğan’ın Meral Akşener’den korkması olarak tanımladım. Korkma, hatta çok korkması… Bunu çok tekrarlamak istemiyorum ama… Mesela, Erdoğan’ı Erdoğan yapan türden, siyaset yapma tarzlarına başvuruyor. Mesela, halkın içine giriyor, halkla beraber konuşuyor… gibi… Sağın içerisinden yapıyor ve CHP ile olan ilişkisinde, ittifak ilişkisinde geri adım atmak bir yana; tam tersine Kılıçdaroğlu’yla bayağı bir çalışıyorlar belli ki. Muhtemelen ilk seçime nasıl girecekleri konusunda, herhalde bunun bilgilerine, detaylarına Erdoğan çok daha fazla sahiptir. Kim nasıl olacak? vs. Onun verdiği bir öfke vardı yani ve kolay kolay dineceğe de benzemiyor. İlk başta Cumhur İttifakı’na çağırdılar peş peşe ve çağırırken ona bir pâye biçtiler. “Yerli ve milli” dedi, ama şimdi aşağılamaya  ki o “Bay Meral, yok Bayan Kemal” sözlerinin lapsus olduğunu da sanmıyorum. Bilerek yapıyor yani. Nasıl söyleyeyim sana? Böyle rahatsızlık yaratsın diye söylenmiş şeyler gibi geldi bana ve sonuçta tekrar tekrar aynı şeyi söyleyeceğim: Saldırmış olmasının, Meral Akşener’i bu şekilde tehdit etmiş olmasının, sonuçta Meral Akşener’in geri adım atmasına yol açacağını sanmıyorum. Tam tersine Meral Akşener bundan memnun olmuştur diye varsayıyorum. Çünkü sonuçta Erdoğan, onu kendisine bir rakip olarak görüyor. Yani ilginç… Kılıçdaroğlu’nu bir rakip olarak görmüyor olabilir. Kılıçdaroğlu’nu ayrı bir kulvarda görüyor olabilir. Zaten ayrı dünyaların insanları olarak görüyor olabilir. Ama Meral Akşener’i, sahiden kendisine rakip olarak görüyor bana kalırsa. 

Kemal Can: Bu tarafı doğru, yani böyle bir mesele var. Ama ben asıl ağırlığın biraz daha farklı bir yerde olduğunu düşünüyorum. Bu, işte, halka dokunmak, esnaf ziyaretleri, klasik alan siyaseti yapıp oylarını yükseltiyor olması tabii ki rahatsız ediyordur Erdoğan’ı. Ama ben, Meral Akşener ve genel olarak muhalefet stratejisini belirleyen ana faktörün, oy dengeleri olduğu düşüncesindeyim. Tabii ki oy dengeleri önemli, ama buradaki meselenin, “Bunlar çok fazla benim yapamadığım türden siyaset yapıyorlar” diye onlara saldırdığını düşünmüyorum. Nedeni de şu: Senin de söylediğin gibi zaten bu saldırı, o korktuğu şeyi tersine çevirecek bir şey değil, tam tersine besleyecek bir şey. Bu açıdan, ona ne kadar saldırırsa… Bunu da gayet iyi bilir aslında. Ama “Buna rağmen niye saldırıyor?” diye düşündüğümde, şunun daha belirleyici olduğunu sanıyorum — zaten saldırı da öyle başladı: Yani önce davetlerle başlayan şeyin saldırıya dönmesinin nedeni, Meral Akşener’in alana çıkıp siyaset yapmaya başlaması değil. Muhalefetin, pozisyonunu korumakta ısrarcı olacağını söylemesi… Bunda inat edeceğini göstermesi… Bu konuda onu, davetle ya da sıkıştırmayla zorlayamayacaklarını, bu tavrını değiştirmeyeceğini göstermesi. Bence asıl rahatsızlık –Kılıçdaroğlu’na da saldırırken buradan saldırıyor– biliyorsun, bütün mesele HDP ile yakın olmak. İYİ Parti’ye saldırırken de bütün mesele CHP ile yakın olmak. Bütün saldırı meselesinin özünde, muhalefet aktörlerinin birbiriyle teması ve hatta daha ileriye giderek, bir arada durma iradesindeki inatları. Yani saldırırsa onun oyunu artıracağını biliyor olmasına rağmen, saldırmaya devam etmesinin nedeni bu. Çünkü, burayı boş bıraktığı zaman, en temel savunma stratejisi çökecek. O da beka… Ülke saldırı altında, düşmanlar var: Bölücüler, dış güçler… Bunun karşısında “yerli milli” bir blok var. Dolayısıyla diğerleri, hepsi, o saldırının ya ortağı ya suç ortağı. Bu durumda, eğer bu saldırıyı keserse, eğer “Ben saldırıyorum, oyu artıyor; ben biraz yumuşak davranayım” derse, tersine işleyeceğini davetler sonrasında gördü. Hatırla, Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde, bütün kampanyada Akşener’den hiç bahsetmedi Erdoğan.

Ruşen Çakır: Evet.

Kemal Can: Hiç… ve İYİ Parti %10 barajında bir oy alarak meseleyi kapattı. Ama ondan sonra, bu önce sıkıştırma ve Akşener’i, daha doğrusu muhalefet blokunu çatlatmak için bu davetler meselesi gündeme geldi. Yani muhatap almaya başladığı andan itibaren, İYİ Parti ivme almaya başladı. Çünkü İYİ Parti de hemen karşısında –daha doğrusu İYİ Parti değil, Akşener–, doğrudan bu davet ve çatlatma ataklarına, hemen kontratakla cevap verdi ve blok tercihini net biçimde ortaya koydu. Bu da birdenbire, birtakım şüpheleri olan pek çok seçmeni de İYİ Parti’ye doğru hareketlendirdi. Şimdi saldırı da, yine senin söylediğin gibi, oy artışını en azından geriletmeyecek, hatta artıracak. Ama Erdoğan açısından bu mesele çok hayatî. Bu mesele, muhalefetin ne oy aldığı değil; kendi söylemini kurduğu temel tezi devam ettirebilmesi için. Aslında biraz önce konuştuğumuz, bu Pekerler, Korkut Ekenler, Mehmet Ağarlar, Soylular vs. paketinden de aslında bu beka iddiasının, o güvenlik hezeyanlarının ya da bu hamaset dilinin altının ne kadar çürük olduğunu bir başka taraftan görüyorlar. Bir de aynı söylem diline çok yakın politik aktörlerden, en önemlisi de daha önce doğrudan İçişleri Bakanlığı yapmış, milliyetçi parti lideri kadın bir siyasetçi, “Bu işler aslında doğru değil, doğru bir şey söylemiyorsunuz” diyor. İki taraflı bir çözülme var. Dolayısıyla bu saldırının bence asıl sebebi…

Ruşen Çakır: Evet, oradaki… Zaten başında söyledim. Kılıçdaroğlu’yla bayağı bir uyumlu şekilde çalışıyorlar ve onun hangi aşamaları geldiğini Erdoğan çok iyi takip ediyordur. En çok üzerinde durdukları husus herhalde, bu “Gerçekten ittifakı kurabilecekler mi?” hususu. O konuda verdikleri mesajlarda, mesela değişik değişik… Kimi zaman bir araya geliyorlar, Akşener-Davutoğlu ya da Akşener-Babacan ya da Kılıçdaroğlu-Karamollaoğlu vs., şu âna kadar bâriz bir çözülme alâmeti gözükmedi. HDP konusu sürekli kaşınmaya çalışılıyor. Bakan meselesi, ortak anayasa meselesi… Oralarda da çok büyük ârızalar çıkmadı. Arada sırada taraflardan herhangi birisinin bazı kesimlerini rahatsız eden çıkışlar olmuş olabilir, ama şu âna kadar böyle çok büyük kriz de yaşamadılar. En büyük rahatsızlığı da bu veriyor. Bir de tabii, senin de bahsettiğin, beka meselesinde… Gara Operasyonu, hatırla. Gara Operasyonu’nda Akşener’in, Erdoğan’ın çizdiği sınırın içerisinde kalmamış olması, çok önemli bir dönüm noktasıydı. Yani kalkıp şöyle suçlayamadı: “Sen şimdi bölücü terör örgütünü mü destekliyorsun?” diyemedi. Orada, Meral Akşener’e daha önce verdiği “yerli ve milli siyasetçi” titri, Erdoğan’ı çok zorluyor. Yani onu oradan şey yapamıyor. “Bakın, bunlar devletin bekasını düşünmüyor” vs. diyemiyor. Meral Akşener’i birazcık bilenler için özellikle, diyemiyor. O da şu âna kadar bence bayağı iyi götürdü yani. Mesela Rize’deki tavrı filan da… Bir de tabii olayın Rize’de olmasının çok kişisel bir yönü de var. O çok anlamlı yani. Göstere göstere Rize’ye, Erdoğan’ın memleketine gitmiş olması… ayrıca… Şunu da anladık ki, belli ki orada bir organizasyon var ve bu organizasyon doğrudan devletin en tepesinin bilgisi ve onayı dâhilinde olmuş. Öyle değil mi yani? Orada, kim yaptı, neden yaptı, spontane mi gelişti? Artık o sorunların hiçbir anlamı kalmadı yani.

Kemal Can: Zaten eğer öyle şüpheler vardıysa bile, Erdoğan’ın konuşmasıyla en azından, bu şüphelerin artık daha az olduğunu düşünebiliriz. Çünkü, “Tam da istediğimi yaptınız,” diyen, en üst merciden onay aldı yapılan iş. Yani doğallığını oradan anlayabiliriz. Temel strateji, aslında epeyce uzun bir süredir, bu otoriterleşme, güç konsolidasyonu filan tartışmalarının özeti olabilecek mesele şu: Korktuğu için korkutmayı seçen bir strateji yürütüyor. Yani bütün toplumu, kendi rakibi olan aktörleri, kendi içindeki güç mücadelesine giren tarafları, herkesi, kendi korkusunu bastıracak bir korkuyla yönetmeye çalışıyor. Bu olağanüstülük üzerinden yürüyor Erdoğan. Dolayısıyla o anlatılan hikâye, “Erdoğan çok rahatsız, etrafı…” filan hikâyesi de burada yine oturmuyor. Çünkü aslında, o rahatsızlık denilen şeyin zeminini kuran kendisi. Ondan rahatsız olabilir, bazen insanlar kendi yaptıklarından da dehşete düşebilirler. Çünkü kendilerini, olmadık açmazların içine sokabilirler. Ama bu, onun, bunun dışında kaldığı, buna itildiği, kuşatmalar yapıldığı anlamına gelmiyor. Bu saldırı meselesini yorumlayış biçimi de, hiç öyle ne zemin kaydırmayla ilgili ne de açıkçası kuşatmayla ilgili. İçindeki korkuyu… Yani o tehdidi savunurken, aslında kendi korkusunu ifade ediyor.

Ruşen Çakır: Burada zaten kilit mesele, korkutmaya çalıştığı kişilerin olayı nasıl algıladığı meselesi önemli – ki şu âna kadar İYİ Parti’de, biz mesela Medyascope’ta ayrı ayrı yayınlar yaptık, hemen hemen bütün sözcüler, Meral Akşener de bir şekilde, bunun aslında Erdoğan’ın korkusunu gösterdiğini görüyorlar. Yani gücünü değil; güçsüzlüğünü gösterdiğini görüyorlar. Dolayısıyla o anlamda tehdidin işlevi düşüyor. Pek bir işe yaramıyor. Sonuçta aleyhine çalışıyor.

Her neyse. Pazar gününe gelelim Kemal. Artık “Kırmızı Pazar” oldu. Ben bunu geçen değerlendirdiğimde, değişik seçenekler var. Bana öyle geliyor ki, ağır basan yön; çok fazla üstüne alınmayacak bu salı ve çarşamba çıkışlarını, Bahçeli ve Erdoğan’ın. Yine bildiğimiz minvalde, işte “Erdoğan iyi, çevresi kötü” üzerinden, yine birilerinin canını acıtmaya devam edecek gibi tahmin ediyorum. Tabii ama her an bizi şaşırtabilir. Bir diğer yandan, bu Erdoğan’ın konuşmasında da vardı, “Yurtdışında olmaları önemli değil, güçlü devletiz…” Yani o operasyon beklentisinin de arttığı bir şeydeyiz. Değil mi yani? Çarşamba itibariyle en azından. Ne bekliyorsun pazar günü? Nasıl bir şey olabilir? Levent’le bugün konuştuk, belki izlemişsindir. Levent Gültekin şey tahmin ediyor. Daha böyle alttan alacak diye tahmin ediyor. Erdoğan’ı karşısına alacağını ben açıkçası sanmıyorum. Böyle bir ihtimal var. Hatta o bir attığı tweet’ten dolayı da ‘‘A! böyle mi oluyor?’’ filan dendi, ama orada da bir frene bastı anladığım kadarıyla. Ne dersin?

Kemal Can: Ben geçen günkü yaptığımız yayında da söyledim. Aslında hem Soylu hem Peker, bu genel kapışma tablosunun asıl aktörleri olmaktan biraz uzaklaşabilirler büyük ihtimalle. Yani kendi iradeleri olarak da böyle davranabilirler, zaten süreç de öyle ilerliyor. Aslında Sedat Peker zaten 3-4 video içerisinde bir şeyi harekete geçirdi. Yani iktidar içerisinde, aslında başlangıçta kendisinin karşısındaymış gibi konumlanmamış birtakım aktörleri karşısına alarak, ama onları aslında başkalarıyla çatıştırarak, bir süreç başlattı. Şu anda yaşanan şey, ne Mustafa Çalışkan’a Soylu saldırırken, ne Soylu’ya Bahçeli destek verirken, ne Mehmet Ağar’ı görevinden alırlarken, ne Korkut Eken geçmişe dönük açıklama yaparken…, aslında odakta Sedat Peker yok. Yani kimse artık Sedat Peker’in iddialarına değil; birbirlerine cevap yetiştirmeye çalışıyorlar. Hatta Süleyman Soylu’nun yayınları da, o yüzden aslında Sedat Peker’in iddialarına hiç cevap vermeyip, başka bir şeyler anlatmasının nedeni, sadece o iddialara vereceği cevap olmamasından değil. Tabii ki vereceği cevap yoktu ama, bir yandan da asıl derdi, başkalarına konuşmak olduğu için, başkalarına dert anlatmak olduğu için, oralara girdi. İş, oralardan yürüyerek devam ediyor. Şimdi bu süreci, biraz daha kritik müdahalelerle uzatacak, ama kendisinin söyledikleriyle değil; yine birtakım hassas ilişki noktalarına dokunarak birkaç hamle daha yapabileceğini düşünüyorum ben açıkçası Sedat Peker’in. Ama tabii bu sadece varsayımsal bir şey. Ama dediğim türden bir yükseltme, el büyütme, Erdoğan’ı da doğrudan içine alma hamlesi olmayabilir. O biraz yüksek bir şey olur. Zaten iş oraya doğru evrilirse, başka şeyleri tartışıyor oluruz önümüzdeki günlerde. Ama geçen günkü oturumda da söylediğim gibi, şunu söyleyebiliriz: Şimdi açığa çıkan, büyük ölçüde, böyle işte gayrimeşru, kriminal bir tablo içerisindeki çatışmalar, güç paylaşımları, kavgalar, acayip ilişkiler filan… Buna çok odaklanıldı. Ama asıl olarak iktidarın yaşadığı problem içerisinde, bu neredeyse koca bir şeyin içerisinde küçük bir damla. Yani şuna bakıyor herkes: “Bu karanlık ilişkilerde ne biçim paralar dönüyormuş ve ne biçim paylaşımlar…” Ben de çok basit olarak şunu söylüyorum: Tamamen karanlık ve gayrimeşru alanda, bu kadar acayip ve karmaşık ilişkiler varsa; gayet açık, yasal alanda nasıl bir talan çarkının döndüğünü işte bugün Bahadır’ın bir yazısı var mesela Gazete Duvar’da. Hâlâ her gün, çeşitli yerlerin imar alanları açılıyor. Dev bir Kanal İstanbul projesi yapılıyor. Dolayısıyla, böyle gayrimeşru işler, alengirli hikâyeler filan ötesinde dönen, çok daha büyük bir çark var ve asıl korunmaya çalışılan şey, bu uyduruk birkaç suç çevresinin iç mücadelesini çözmek değil; o çarklara halel gelmemesi. Asıl mesele bu. Dolayısıyla bütün reflekslere, mesela “Onu ondan mı arkaladı, bunu bundan mı arkaladı? Onu neden destekledi? Elinde dosya mı var? Elinde kaset mi var?” tartışmasının, ben odağı kaydırdığını düşünüyorum. Çünkü ana korku ve korunmaya çalışılan çark, bu gördüğümüzün çok daha büyüğü. Ayrıca burada çok tuhaf bir şey işliyor. Bu “Acaba elinde dosya mı var?” hikâyesine de bir değinmek istiyorum. Yani “Sedat Peker yeni bir şeyler açıklar mı?” konusuna da aslında… Burada korkulan şey, çıkan bilgiler değil. Ben onların çok belirleyici olduğu kanaatinde değilim. Bu ülkede daha ne bilgiler çıktı. Ne kadar sarsıcı bilgileri bu insanlar, bütün Türkiye dinledi, bildi, öğrendi. Bunlardan korkulmuyor. Korkulan şey; bunların konuşuluyor olmasının yarattığı, “Galiba bitiyor bu iş” havası. Asıl durdurulmak istenen şey o. Tek tek bilgilerin kendisinden ziyade… Yani herkesin konuşuyor olması. En başta konuştuk ya? Emniyet Müdür Yardımcısı diyor ki; “Hadi bakayım alın!” İçişleri Bakanı diyor ki: “Alsana!” Ondan sonra, yurtdışından Sedat Peker diyor: “Hadi gelin!” Bütün bunların olmasının görüntüsü önemli. Yoksa hangi bilgilerin açığa çıktığı değil. İçişleri Bakanı kendisi söylüyor, “10 bin dolar alan siyasetçi var” diyor. Bu bilgi çıktı artık. Hatırla, daha önce de Bahçeli’nin Erdoğan’ı desteklemesinin, Erdoğan’ın elinde birtakım dosyalar olduğuna bindiriliyordu. Şimdi tersi iddia ediliyor. Dosyalar, vs. bilgiler saçılır, ama ondan korktuğu için yapıyor filan değil. Asıl büyük çarkla ilgili temel korku var. 

Ruşen Çakır: Ben olayın ideolojik-politik boyutunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, Sedat Peker gibi milliyetçi-muhafazakâr anlatının en sert ifadelerinden birisi olarak bildiğimiz, işte “Kanlarında duş yapmak” ifadesinden, benzer şeylere kadar, bir isim çıkıyor. Daha sonra, bunların hepsinin palavra olduğunu söylüyor. Mesela ne dedi Kutlu Adalı için? “Bize dediler ki; bu adam Kıbrıs’ı gâvurlara satacak. Kardeşimi yolladım. Sonra baktık ki çok iyi bir adammış, Kıbrıs’ı korumaya çalışıyormuş” dedi. Bunlar aslında çok önemli şeyler. Bir anlatıyı paramparça ediyor. Yani o, “Ülke elden gidiyor, beka…” söylemini paramparça ediyor. Bence belki en büyük rahatsızlığı oradan veriyor. Yani ideolojik zemini, o siyasî zemini altlarından alıyor. Bunu yıllardır solcular, şunlar bunlar söylüyorlar. Değil mi? “Bunlar sizi kandırıyor.” Bunun aslında vatan-millet olmadığını söylüyorlar. “Aslında buradaki bütün hikâye, çıkardır, ranttır” diye söyleyip duruyor insanlar. Şimdi onların söylemesiyle, doğrudan o alanda önemli bir yer tutmuş –Burak Bilgehan dedi ya?– Taşradaki insanların önem verdiği birisi bu. Milliyetçi-muhafazakâr gençlerin önem verdiği, belki rol model olarak aldığı birisinden bahsediyoruz. Bunu yaparken de böyle bir itirafçı gibi yapmıyor. Garip, farklı bir şekilde yapıyor, biliyorsun. Bence üslâbu çok daha önemli. Bir diğer notu düşmek istiyorum. Şimdi orada yaptığı videolar, acayip bir haber kaynağı oldu. En sonuncu video 15 milyon veya 12 milyon izlendi, biliyorsun. Şimdi birçok insan oraya bence, doğrudan ya da dolaylı olarak malzeme akıtıyordur. Çünkü herhangi bir internet sitesinde çıktığı zaman yaratacağı etkiyle, oradaki, onun mesela diyelim ki anlatacağı şey, çok daha farklıdır. İktidar savaşları varsa –ki var–, dolayısıyla taraflar bir şekilde Sedat Peker’e, kendileri lehine, rakipleri aleyhine birtakım müdahalelerde bulunmak istiyor olabilirler. Her ne kadar kendisi yurtdışında, zor durumda ya da operasyon endişesi yaşıyor olsa da, bakıyoruz ki kendinden bayağı emin gibi. Bir de sürekli… O şeyler çok komik, Facetime görüşmeleri… Hepsi sanki, değil mi? Özışık’tan sonra öteki… Aynı neredeyse, sahneler, eller, arkaya kaykılmalar… 

Neyse Kemal. Pazar günü, Ahmet Şık ile konuşacağız bütün bunları. Ne zamandır Ahmet Medyascope’a çıkmıyordu. Biliyorsun, o bu konuda birkaç tane yazı yazdı. İlginç, belgesel gibi yani… Pazar günü, saat 19.00’da, onu da şimdiden buradan duyurmuş olalım. “Sedat Peker videolarından sonra Türkiye” diye bir yayın yapacağız, Ahmet’le baş başa. Bakalım nasıl olacak? Burada noktayı koyalım. 

Kemal Can: Tamam.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize teşekkür edelim. Söyleyeceklerimiz bu kadar diyelim. 

Kemal Can: İyi günler dileyelim. Söyleyeceklerimiz bu kadar…

Ruşen Çakır: Evet. İyi günler. İyi hafta sonları…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.