Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sedat Peker’in gösterdikleri ve gizledikleri: Can Kozanoğlu ile söyleşi

Uzun yıllar İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde örgütlü suçlar üzerine ders veren gazeteci/sosyolog Can Kozanoğlu ile 1970’lerden başlayarak Türkiye’de yeraltı dünyasını, Sedat Peker olayının geçmişle benzerlik ve farklılıklarını konuştuk.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Konuğum Can Kozanoğlu ve kendisiyle Sedat Peker videolarını konuşacağız. “Gösterdikleri ve gizledikleri” diye bir başlık buldum. Can Bey, beğendiniz mi?

Can Kozanoğlu: Gösterdiklerini ben konuşayım, gizlediklerini sen konuş. Hakikaten başlığı sen attın da…

Ruşen Çakır: Önce gösterdiklerinden başlayalım — ama şunu şöyleyeyim. Seninle bu yayın için konuştuk, prensip olarak anlaştık, sonra sen dedin ki: “Ya, bu sönümlendi”.

Can Kozanoğlu: “Sönümlendi” demedim, “sündü” dedim. Sen daha entelektüel olduğun için sönümlendi diyorsun.

Ruşen Çakır: Evet söndü. Ama sonra sönmediği çıktı ortaya. Yani böyle bir etkisi azalıyormuş gibi gözüküyor; ama tekrar, dokuz video yaptı. Yarın bir tane daha yapacak. Pazar bir tane daha yapacak. Esas 14 Haziran sonrasına sakladığını söylediği “Tayyip Abi’yle helâlleşme” — o “helâlleşme” diyor, ama sanki hesaplaşma gibi algılıyoruz. Şimdi, sen bir kere yeraltı dünyası üzerinde bayağı bir bilgi sahibisin — gazetecilik hayatında diyelim…

Can Kozanoğlu: …bunu vurgulamak lâzım: Gazeteci olarak…

Ruşen Çakır: …evet, gazeteciler olarak. Bir kere bunu Türkiye’deki yeraltı dünyası olayının içerisinde nasıl bir yere oturtuyorsun? Bu yepyeni bir olay. Yani bu sadece yeni teknolojilerle vs. ile, Youtube ile falan açıklanabilecek bir şey mi? Diyor ya; “Bir tripod ve bir kameraya…” bütün bir Türkiye’deki yeraltı dünyası ve onun etrafındaki iktidar ilişkileri sarsılıyor falan. Nedir buradaki işin sırrı?

Can Kozanoğlu: Tam oraya geçmeden, bir şey söyleyeyim Ruşen: O sündü, sönümlendi meselesinde. Sündü dedim, sönümlendi dedin, o kadar gündemden çıktı mânâsında değil. O Whatsapp yazışmasıyla olunca galiba öyle anlaşılıyor. Yani söylenecek her şey söyleniyor, güzel de anlatılıyor, zevkle dinliyorum mânâsında söylemiştim sana. Çünkü pek çok yeni kuşak gazeteci arkadaşımız var; hakikaten olaya da çok daha hâkimler. Yani senin benim gazeteci olarak bildiğim, işte, Kürt İdris zamanı, Dirêj Ali zamanı filan. 80’li 90’lı yıllarda ki… Hadi oradan geleyim buraya: Mesela senin de geçenlerde Baybaşin röportajınla ilgili bir Podcast kaydın vardı. Baybaşin röportajı bana da gelmişti, hiç beklenmedik bir yerden, yani Teşvikiye’deki bir esnaf üzerinden, benimle konuşmak istiyormuş bunlar. Neredeyse otuz sene önce, Milliyet dergi grubundaydık. O zaman daha iyi diyalog kuracağını düşündüğüm bir arkadaşıma devretmiştim. Şimdi ben, özellikle polis, adliye muhabiri değildim. Yeraltı dünyası konusunda da uzmanlığım yoktu, senin de yoktu; ama işte, 80’li yılların ortasındaydı, 90’ların sonuna kadar gazetecilik, muhabirlik yapan hemen herkesin, özellikle dosya tarzında çalışıyorsa, mutlaka bir şekilde yolu o dönemin babalarına –“baba” denirdi ya o zaman, “organize suç lideri” gibi uzun isimler yoktu; kısaca “baba” deyip hallediyorduk– bir şekilde yolları düşüyordu. Çünkü çoklardı ve etkililerdi. Hatta, Cumhuriyet’te beraber çalıştığımız dönemdi, böyle bir yıldır filan büyük vukuat olmamıştı. “Yeraltı dünyası niye suskun?” diye bir dosya yapmıştım. Hatta şeye kadar.., Türkan Şerbetçi vardı, “Kadın baba” gibi tuhaf bir ismi vardı, “Hanımağa” da denirdi. Eşinden birtakım tesisler miras kalmıştı, onları işletiyordu; onunla bile konuşmuştum. Yani öyle bir dünya idi. Yani şundan getirdim lâfı ki, aslında kesintisiz giden bir şey. Yeni olan ne? Hani şunu gözünün önünde canlandırabiliyor musun? “Kürt İdris” diye bildiğimiz İdris Özbir’in, Dündar Kılıç’ın şu üslûpla, işte, “Bir tripod, bir kameraya yenileceksiniz!” filan değil, ama onlar da aslında ulaşılabilinen ve konuşulabilen insanlar idi. Ama hani onların anlattığı şeyler daha parça parça, kendilerine özel şeyler falandı. Sedat Peker bir dünyayı anlatıyor, değişmiş debir dünyayı anlatıyor ve ortaya koyduğu tablo şu: Şimdi bu Peker videolarının başından beri çok konuşulan bir şey var, geçmişe de gidiyor; Susurluk’u yeniden hatırladık, ondan öncesini yeniden hatırladık filan. Arada fark var mı yok mu? Pek çok açıdan farklı. Şimdi senin sorduğun şeye geleceğim. Yani genel olarak yeraltı dünyası konumunda nereye yerleştiriyorsun? Şöyle üç tane kategori var — bunu da artık gazeteci olarak bir üniversitede epey bir sene suç sosyolojisi içerikli bir ders vermiştim, orada da organize suçu konuşuyorsun. Yani dünyada yeraltının, yeraltı ekonomisinin olmadığı bir ülke yok. Çok özendiğimiz, hatta neredeyse abartarak ütopyalaştırdığımız –hani her şeyde, “Abi, Norveç mi burası? Finlandiya mı burası?” diyoruz ya– ülkelerde de illâ ki var; ama şimdi, yeraltından birtakım kişilerin bürokrasiden ya da siyasetten bir ya da iki kişinin irtibat kurmasıyla bir iş dönüyorsa ve ortaya çıkıyorsa, bu adlî vaka oluyor. Bürokrasi, siyaset, yeraltı dünyası, yer yer de medya arasında ilişki sistematiğe dönmüşse… ama hâlâ burası medya, burası siyaset, burası bürokrasi, burası yeraltı diye ayırabiliyorsan, bu yozlaşma ve kirlenme oluyor. O sınırlar büsbütün kaybolmuşsa, “Neresi medya, neresi siyaset, neresi yeraltı, hangisi örgütün lideri, kim kimden illegal iş istiyor, kim kimin adına yaptı, gazeteci mi tetikçi, siyasetçi mi örgütün lideri?” filan diye işler birbirine girince, bu da artık iflas ve çöküş oluyor; böyle üç kategori. Şimdi ben sana soruyorum Ruşen: Türkiye’yi nereye koyarsın?

Ruşen Çakır: Üçüncüye koyarım tabii.

Can Kozanoğlu: Sen söyledin bak, zor soru.

Ruşen Çakır: (gülmeler) Şimdi orada tabii şöyle bir şey var: İtalya’da savcılar ya da devlet mafyaya karşı “Temiz Eller” yapıyordu, şimdi bizde mafya devlete karşı “Temiz Eller” yapıyor diyen de var. Normalde kendisi sıkıştırılması gereken kişinin insanları sıkıştırıyor olması var — ki içlerinde gazeteciler de var. Mesela bugün şeyin yaptığı açıklama: “İşte, kendisiyle gazetecilik sâikiyle röportaj yapmak istedim, İçişleri Bakanı’nı aradım, sordum”. Tam senin dediğine geliyor. Şimdi, nedir? Ben mesela diyelim bir yerde çalışıyorsam, “Ya, Sedat Peker ile röportaj yapayım” diye düşündüğün zaman, üstüne sorarsın, yayın yönetmenine sorarsın, yayın yönetmeni sensen beraber çalıştığın arkadaşlarına sorarsın, değil mi? Ama İçişleri Bakanı…, tam senin dediğin gibi, kim gazeteci, kim yazı işleri müdürü, kim genel yayın yönetmeni belli değil.

Can Kozanoğlu: İşte o zaman durum bir hayli vahim. 

Ruşen Çakır: Peki, burada tabii bir de şöyle bir şey var belki — ben hep şöyle bir ayrım yapıyorum: Mesela 17-25 Aralık’taki kasetleri hatırlatıyor insanlar ve oradan bir şey çıkmadı, yani “Fethullahçılar’ın yaptıklarından bir şey çıkmadı, buradan da bir şey çıkmaz” gibi bir yaklaşım var ama. Orada şöyle bir fark vardı sanki — benim çok vurguladığım bir şey, Fethullahçılar şöyle yapıyordu: “Biz iyiyiz, bunlar kötü” diyordu. Sen o zaman onlara inanmak için Fethullahçılar’ın iyi olduğuna da inanmak zorundaydın ve Fethullahçılar’ın da aslında iyi olmadığını düşünüyorsan, o videolara doğru da olsa elini sürmüyordun. Ama burada, Sedat Peker diyor ki: “Hepimiz kötüyüz”.

Can Kozanoğlu: Evet, ama şöyle bir haklılığı da var Sedat Peker’in; hani kendisi de bazen iyi olduğunu söylüyor, bazen kötü olduğunu söylüyor, bazen çok temiz yürekli, iyilik olsun diye yaptığını söylüyor, bazen kendini kurtarmak için yaptığını söylüyor. Ama hakikaten şöyle bir rahatlığı var — her ne kadar kızsa da, biz en kibarından “organize suç örgütü lideri” diyelim: Bu organize suç örgütü liderinin kirli olmasında bir sorun yok, zaten öyledir. Ama siyasetçi kirli ise, bürokrat kirli ise –başta yargı ve emniyet olmak üzere–, medya kirli ise, onların kirli olmaması lâzım. Onun rahatlığı içinde konuşuyor. Şimdi tabii şöyle bir fark var 17-25 Aralık’la: Yani bunu Fethullahçılar’ın yaptığını bir yandan bildiğin zaman ve bunların üzerine gidip kazandığın zaman, onun içinde doğru olanlar illâ ki vardı, keşke üzerine gidilseydi, sonuç alınsaydı; ama o zaman Fethullahçılar galip gelecek ve hayatımız değişecek. Bizim hayatımıza yansıyan bir şey olacak. Burada kafamızda şöyle bir soru yok: “Ya, bu Sedat Peker bu işten kârlı çıkar mı?” Çıksa ne olur, çıkmasa ne olur gibi bir dert yani. Kârlı çıkması ne olur? Öldürülmemesi olur, yurtdışında kaçak hayatı yaşamaya devam etmesi olur. İyi ihtimalle, işte yirmi sene sonra Türkiye’ye gelmesi olur filan. İşin diğer sonucu bizi o kadar ilgilendirmiyor. Ondan dolayı tabii ki 17-25 Aralık’la böyle bir fark var. Olayın Fethullahçılar boyutunu da sonra konuşalım yani.

Ruşen Çakır: Garip bir de üslûbu da var. Mesela diyor ya: “Ben Mesih değilim kardeşim, temiz toplum vaat etmiyorum, kendim için yapıyorum”. Bunlar bir de çok açık bir şekilde…

Can Kozanoğlu: Ama “Allah için yapıyorum” da diyor. Şöyle de bir rahatlığı var: Nasıl olsa kirli olmasını beklemiyoruz ya? Tutarlı olmasını da beklemiyoruz. Yani bir açıdan çok rahatsız pozisyonda, her an yakalanabilir, başına bir şey gelebilir; ama bir yandan da çok rahat bir pozisyonda, her istediğini söyleyebilir. Şöyle bir kriter yok: “Aa, Sedat Peker’e yakışmadı”. Yani ona yakışmayan şey ne olur? Kendi koyduğu ölçüyle söylüyorum: On bin doların altında harcama yapması olur, falan. 

Ruşen Çakır: (Kahkaha)

Can Kozanoğlu: “Aa Sedat Peker de temiz değilmiş, aa doğruyu söylemiyormuş” filan. Yani burada mesele şu: Sedat Peker’in söylediği her şeyin doğru olma ihtimali var mı? Yok, yani illâ ki yalan var içinde. Her şeyin doğru olma ihtimali %1. Ama her şeyin yalan olma ihtimali %0. Öyle bir ihtimal yok yani. İllâ ki içinde doğrular var. O doğruların hepsi birbirinden vahim. Kısa vaâdede bir sonuç çıkar mı? Ufak ufak sonuçlar çıkıyor işte. Ne bileyim? Mehmet Ağar’ın marina yönetim kurulundan istifa etmesi. O şimdi “Benzinliği de bırak!” diyor. İşte, bir iki gazetecinin bir miktar suskunlaşması, o da geçici mi olur kalıcı mı olur bilmiyorum ki. Süleyman Özışık’ın da yazılarını özlüyoruz yani Ruşen. (Kahkahalar) Ama hani şu açıdan söylüyorum: Açık açık şimdilik çıkan sonuç bu; Süleyman Özışık’ın yazmıyor olması; ama yani bir saatten sonra illâ ki bu hafızaya kazınır. Mesela bak bu da Susurluk’la çok karşılaştırılan bir şey; yani orada üzerine gidildi, sonuç alındı. Yani gerçekten hem o komisyonlar kuruldu, soruşturmalar açıldı filan. Epey bir sonuç da alındı. Aslında yalnızca Susurluk’la bağlantılı değil. O 90’ların ikinci yarısında pek çok şeyin üzerine gidildi. Bütün özel harekâtçılar, ismi geçen pek çok bürokrat, tam Susurluk’la bağlantılı değil ama Mesut Yılmaz ile Çiller’in Yüce Divan yolunda iki rakip partinin oylarıyla birbirlerini aklamalarıyla ANAP ve DYP’nin rahata ermeleri dışında, aslında epey bir şey oldu; ama hepsi yarım kaldı— kısa hapis cezaları, olayın tam çözümlenmemesi. İşte 90’ların sonunda başladı birçoğu, hükümler AKP’den önce de verildi, AKP dönemine de kaldı, ucu açık soruşturmalar AKP’den önce başladı. İşte, bir kısmı bitirildi bitirilmedi. Sonuçta Mehmet Ağar dahi hapse girdi. Aslında şöyle bir şey var mesela Ruşen: Hani işte özel harekâtçılar, Mehmet Ağar, Alaattin Çakıcı, şunlar bunlar hapse girdi; mesela olayın başka bir boyutu: Cavit Çağlar, Dinç Bilgin, Nail Keçili 2001 yılında Kartal Cezaevi’nde üçü aynı koğuşta kalıyorlar. Bir küçük koğuşu üçü paylaşıyor. Yani şu meşhur 40 yaş altı var ya? Onu bilmez bunu bilmez. Bilmemek de çok mazeret değil ama yani biraz da hatırlatalım: Kimdir Dinç Bilgin? Türkiye’nin en büyük iki medya patronundan biri, daha sonra banka, hatta bankalar sahibi olan bir isim. Nail Keçili, Türkiye’nin en büyük reklamcılarından biri. Reklam gücü ile medyanın baskı gücü var. Özellikle Çiller Ailesi başta olmak üzere siyasetle kurduğu ilişki üzerinden Türkiye’nin çok güçlü bir figürü 90’lı yıllarda. Cavit Çağlar zaten tekstil imparatoru, Türkiye’nin en zengin iş adamlarından biri, banka sahibi, medya patronu, önce milletvekili ondan sonra bakan ve spor kulübü başkanlığı yapmış. Yani güç simgesi olabilecek her şeyi üzerinde bulundurmuş biri ve üçü bayağı Kartal Cezaevi’nde beraber yatıyorlar. İki koğuş ötede de bir yıl öncesine kadar cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in yeğeni Murat Demirel var. Yani yalnızca bildiğimiz anlamıyla yeraltı dünyası ya da devletin içinde doğrudan silah kullanmış isimler değil; pek çok kişi o dönemde soruşturuldu, kimisi tutuklandı, kimisi tutuklanmadı. Bazı şeylerin önü kesildi. Ortalık nispeten yatıştı. Ama şöyle tam insanın içine sinecek hacimde ve derinlikte bir soruşturmayla sonuç alınamadı. Yani işte, o altı ay yattı, o bir yıl yattı, ona küçük bir ceza verildi, o işten uzaklaştırıldı, tekrar geri döndü filan derken, bir tür adaletin fragmanını seyrettik. Şimdi her şey dizi üzerinden konuşuluyor ya? Fragmanını seyrettik ama dizi gösterime girmedi. Bu sefer de hani en azından kısa vâdede o fragmanı bile izleyemeyeceğiz herhalde; ama sonuçta birikiyor.

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir şey var: Bu anlattığın tarihler, yaşananlardan sonra, bir müddet Türkiye’de yeraltı dünyası falan –AKP’nin ilk yıllarında en azından– çok fazla ortada yoktu, gözükmüyordu; ama belli bir tarihten sonra tekrar, özellikle 2015 Haziran seçiminden sonra… Ben şimdi bugün bir yayın yaptım. Orada o meşhur fotoğrafı tekrar ele aldım. Taha Ün’ün düğün fotoğrafı. 14 Haziran 2015 Pazar günü, yani 7 Haziran seçiminden bir hafta sonra, yani o meşhur seçimden sonra o. Sedat Peker’in Bülent Yıldırım ile beraber Erdoğan’la fotoğraf çektirdiği ve o fotoğrafın üzerine bir yazı yazıp şey diyor: “Bu fotoğraf” diyor, “Sayın Cumhurbaşkanı için riskli görülebilir, ama değil” diyor, “benim için de” diyor, “normalleşmem için çok değerli ve ömür boyu kendisine minnettar kalacağım”. Ama ne diyor orada yine? Seçim öncesi yazdığı yazılar, seçim sonrası yazdığı yazılar, yani 7 Haziran. Ne demiş mesela bir yazısında: “Haç ile Hilâl’in savaşı bu seçim,” demiş Sedat Peker ve verdiği rakamlar var: Şu kadar milyon tıklandı, okundu vs.. Doğru ya da yanlış önemli değil; ama angaje olmuş ve biliyoruz ki iktidar adına mitingler düzenledi. Yani iktidar adına olmasa bile mitingler düzenledi, önü açıldı.

Can Kozanoğlu: En azından iktidarın engellemediği…

Ruşen Çakır: Engellemedi. Barış Akademisyenleri’ne en sert lâfları… sert lâf da değil, doğrudan tehdit etti, başına hiçbir şey gelmedi, şu oldu bu oldu. Sonra ne diyor? “Korku iklimi yaratmak gerekiyordu” diyor. Korku iklimi yaratmak, kendi başına düşünüp bulduğu bir şey değil belli ki. Hani ne denir? “Ortamlar”da konuşulup yapılmış. Yani bu belli bir tarihten itibaren, tekrar Mehmet Ağar ortada, başkaları da tekrar ortada, yeni yeni insanlar tekrar ortada. Bahçeli Çakıcı’yı özel afla tekrar devreye soktu. Son altı yıl falan, değil mi?

Can Kozanoğlu: Ama Ruşen, şöyle bir şey, Sedat Peker’in anlattıklarına bakarsan 2015’ten de geriye gidiyor, biz duymuyorduk. Aslında şöyle de bir şey var; şimdi ben gene fazla geriye gideceğim herhalde yaştan dolayı ama. Hani çok karşılaştırıyor ya geçmişi? Şimdi pek çok açıdan şu andaki durum, o Susurluk olayıyla simgelenen ama Susurluk’la sınırlı olmayan döneme göre bana daha vahim görünüyor; ama şu açıdan bakarsan, kan, cinayet, ölüm gibi… o döneme göre çok az. Yani o dönem öyle böyle kanlı bir dönem değildi. Çünkü olayın iki tarafı var. Bir, birileri devlet adına cinayetler işliyor, işte, devlete zararlı unsurları devlet görevlileri öldürmüş olmasın diye işte, mafyaya birtakım itirafçılara falan sevk ediliyor. Bir taraftan suikastlar var, mesela Ömer Lütfü Topal, Nesim Malki cinayeti, yok işte Karagümrük’te lokal baskını, Bebek’te Tevfik Ağansoy ve arkadaşlarının öldürülmesi, orada üç kişi, burada beş kişi… Yani o dönem, mafya çatışmalarında yüzlerce, işin içine devlet adına yapıldığı söylenen eylemleri de katarsan binlerce insanın öldüğü bir şey. Biz de onu nereden görüyorduk? Aa şu öldürülmüş, mafyatik olay, bu öldürülmüş, mafyatik olay filan. Şimdi o kadar cinayet duymadık çünkü yok. Ama mafyanın çalışma yöntemleri değişmiş çok daha teknik hale gelmiş. Oldumolası birtakım karmaşık mali işlemler vardır. Mesela bu birinci MİT raporunda olaylar daha 60’lara 70’lere kadar gider ve orada bile birtakım devir işlemleri, o ona senet verdi onun üzerine hisseyi aldı, yani şirket kurdu filan bir şeyler vardır ama; bizim gibi çok mali işlerden anlamayanlar bile az çok çözebilir. Şu son on yılın olaylarına baktığınız zaman… Hani siz haberini yaptığınız, sen de yayında söz ettiğin bir Ünye’de adaylık olayı var. O adam üzerinden bir arsa olayı varmış, Gaziosmanpaşa’da geçiyor ya bir sürü şey. Okudum anlamadım mesela: O arsayı ona devrediyor, o ona bilmem neyin bedelini veriyor, üzerinde hisse kuruyor, öbürü şeyden alıyor filan. Aslında cinayetten çok birtakım hukukî dalaverelerle, şirket dalavereleriyle, bunu belli güçlerin baskısıyla yaptırmak filan gibi. Doğrudan öldürme çok az, yok değil. Doğrudan öldürme, vurma, işkence yapma filan var; ama eskisine göre çok daha az. Belli odakların gücünü devralıp onun temsilcisi olarak hareket ederek belli hileli yasal işlemlere zorlama daha yaygın; yani nasıl ki işte biz önüne teyp koyduğumuzda, “Ses buraya mı gidiyor?” filan derlerdi, eski kuşak mafya liderleri konuşurken. Şimdi “Bir tripod bir kameraya yenileceksiniz” diyor Youtube üzerinden; işte, tweet atıyor filan. Bu yöntemler değişmişse diğer yöntemler de değişmiştir. Eskiye göre daha az kanlı, daha az karmaşık. Onun için de hani biz 2015’ten önce çok durulmuştu değil, oluyor ama şu anda daha fazla kan akmadığı için bilmiyormuşuz. 

Ruşen Çakır: Bu şeyin hikâyesini illâ ki görmüşsündür, Atilla Uras’ın kızı, hani Paramount Otel’e…

Can Kozanoğlu: O inanılmaz bir şey. O tank işini diyorsan?

Ruşen Çakır: Evet, o tank işi.

Can Kozanoğlu: Hâlâ da inanmış değilim.

Ruşen Çakır: (kahkahalar) …ama şey yaptı kadın, biliyorsun. Çağrı yaptı çalışanlara; “İllâ ki sizde onun görüntüleri vardır, ne olur bana iletin” falan diye. 

Can Kozanoğlu: Şimdi iki şey …bir de, çok atlaya atlaya gidiyoruz ama, her şey çok birbirine girmiş durumdaki yani. İşte, Taner Ay diye birisi, “Osmanen Germania” idi galiba, örgütün adı bu, Almanya’da kapatılan. Kişinin görüntüleri ortaya yayıldı, tuhaf bir tip, çok ürkütücü bir tip. Bu da ne? Almanya’da niye kapatılmış? Suçlamalar ne? Uyuşturucu ticareti, fuhuşa zorlamak, tehdit şantaj filan gibi işlerle uğraştığı söylenerek kapatılan bir örgütün yöneticilerinden biri, başkanı değilmiş galiba. Onun çok lüks arabalarda olan görüntüleri filan çıktı ve gene kendi sosyal medya hesaplarından paylaştığı, Özel Harekât merkezinde kendisinin Özel Harekât silahlarıyla ateş etmesi, bir de Almanya’dan getirdiği bir Youtuber’a ateş ettirmesi. Şimdi, birisi… yani bunlar doğru ise eğer — ki ikincisinin fotoğrafları var, açıklaması var mıdır bilmiyorum. Şimdi birisi “Ordudan iş aldım” diye devletin tankıyla, askeriyenin tankıyla otele giriyorsa… birisi de hiç kimselerin giremediği Özel Harekât Merkezi’nde atış talimi yapıp da bunun fotoğraflarını rahatlıkla sosyal medyadan yayınlıyorsa… yani, hadi daha karmaşık işlerin açıklamasını yapmadınız, herhalde bunun da bir açıklamasının olması gerekir ve dediğim gibi, Ruşen, gençlerin şimdi sosyal medyada kullandığı bir şey var ya? “Resim yoksa inanmam”ın İngilizce karşılığı bir şey. Hakikaten buna resim olmadan inanamayacağım. Yani askeriyenin tankını alıp, çökmeye çalıştığın otelin bahçesine girmek… ki aslında asıl otelin hikâyesi de benim anladığım kadarıyla… tam o hanımefendinin anlattığı versiyonda öyle yansıtılmıyor ama, tam Türkiye’de, seninle hani işte bir 15-20 dakikadır konuştuğumuzda bir 80’lere gidiyoruz bir buraya geliyoruz ya… 90’lara gidiyoruz, buraya geliyoruz. Ta vakti zamanında orman arazisine çökülmesiyle başlanmış. Otelin başlangıcı zaten temiz değil. Birisi ormana çökmüş, birisi de ormana çökene çökmüş. Sonra gelmiş, ormana çökene çökene çökmüşler. Böyle giden bir şey. Hiç kimse… geriye doğru gittiğinde hiç temiz bir şey bulmuyorsun. Mesela şimdi Demirörenler –Sedat Peker’in deyişiyle “Pambukören”–, çok sık hatırlatılıyor, ta 1987’de yayınlanan Birinci MİT Raporu’nda da ismi geçen bir aile. 87’deki Birinci MİT Raporu’nda, 60’ların sonu 70’lerde yaptıklarıyla anılan bir aile. Bazılarının kökü ta 60’lara gidiyor, bazıları 70’lerden başlıyor. Birçok şey değişiyor, ama değişmeyen tek şey herhalde hiçbir zaman içimize sinen bir hukuk olmaması. Arada ekipler değişiyor. Mesela sen diyorsun, yeni tipler çıkıyor bilmediğimiz. Ama mesela eskiye göre daha az sayıda. Diyelim ki 1998 yılında, 2001 yılında filan bir muhabire sorduğun zaman, yani şöyle “Ortalıkta olan mafya lideri kimler var?” diye. Bir çırpıda sana yirmi kişi sayardı. Şimdi o kadar yok. Şeyler var… sana bir yıl önce konuk olduğumda çok gündemdeydi, B sınıfı mafyacıkların Youtube üzerinden polemikleri dönemi vardı, Ümraniyeli kardeşler filan.

Ruşen Çakır: Ama onlar da biliyorsun, genellikle Sedat Peker’e falan sataşarak popüler olmaya çalışıyorlar.

Can Kozanoğlu: …prim yapmaya çalışıyorlar. Onları bir topladılar; çoğu bir daha konuşmadı —bir tanesi dışında: Ahmet Kürkçü. O eskiden Sedat Peker’in adamı olan, hâlâ konuşuyor. Yani böyle tipler var ama, kayda değer, uluslararası olmasa bile en azından Türkiye çapında etkisi olan kişilerin sayısı az — ki bak! Biz… bir an kendimi de böyle gene yaşlı hissettim. 

Ruşen Çakır: Bir an elimi böyle koydum, korktum ha! (kahkahalar)

Can Kozanoğlu: (kahkahalar) Ama Ruşen birden fazla kişinin Facetime konuşmasında böyle konuşması… bir şey gerilimi var ya, bir yandan da. Nereden sardık? Aslında bu Facetime konuşmaları da işin bir kısmı. Sedat Peker’in nasıl bir kişilik olduğunu görmek açısından çok enteresan geliyor bana. Bu konuşmaları niye yapıyor? Bir kısmı onu aramış, çıkmamış, geri arıyor; bir kısmını da doğrudan arıyor, ama hep onları konuşturtacak, bazı şeyleri söyletecek, hem kendi söylediklerini doğrulatmış olacak, hem koz toplayacak… İşte, lâfı getirmek istediği yere getiriyor, adamlar da hep oraya geliyor. Yani argo tâbirle “dökülmek” denir ya? Tam dökülmeye başlıyor; hatta “Haklısın abi, hatta…” diyor, Sedat Peker araya giriyor, anlattırmıyor. Aslında onların elinde çok daha güçlü kozların oluşabileceği konuşmalar biliyorlar; ama başka birisinin konuşmasına dayanamıyor, o kadar baskın bir kişilik. Kendisi geçen gün söylediği için, “Ben hastayım” diye, ben de korkmadan söyleyebilirim. Şöyle bir korkum var: Bizim bölgelerin valeleri, otoparkçıları falan –Anadolu yakasında oturduğum için– hâlâ ona bağlı ise bilmiyorum, biraz riskli, ama öyle hasta bir kişilik ki, tam kendisinin istediği kozu elde etmek üzere birisi karşıdan anlatmaya başladığı anda, en fazla beş saniye dinleyebiliyor. Giriyor gene kendisi anlatıyor. Ben şuna getiriyordum, biz gerilere gidiyoruz, geriliyoruz, “Yaşlılıktan mı?” filan diye; fakat Sedat Peker de yarın yayınlayacağını söylediği videoyla ilgili birtakım ön bilgiler verdi, isimler andı; zaten kendisi de diyor: “Yirmi yıl öncesine gidecek” diye. O da 80’lere 90’lara gitmeye başladı — ki 90’larda, sen de onu bir defa bir yayında söyledin, söz sahibi olması çok enteresan 71 doğumlu birinin. Yani 23-24 yaşındayken… düşün o zaman kimler var ortalıkta? Dündar Kılıç’lar, İdris Özbir’ler şimdi yaşasalardı 90 yaş civarında olacaklardı. Şimdi Alaattin Çakıcı filan bir sonraki kuşak, yaşı onlardan çok büyük. Alaattin Çakıcı, Nurettin Güven, Ali Yasak –Dirêj Ali olarak bilinen– filan. Bu daha çocuk ya! 23 yaşında. Ne bileyim? Ben üniversitede ders verirken o yaşlardaki öğrencilere… yani şefkat duyuyorsun filan, ama Türkiye çapında…

Ruşen Çakır: Ama biliyorsun, çekirdekten… bir de ben bir şey anlattım biliyorsun: Ona matematik dersi veren bir komşusu babasına demiş, “Ya, bu çocuğu eğitin, yoksa başınıza belâ olur” diye. Yani gerçekten değişik bir olay. Tam onu soracaktım: Sembollere acayip önem veriyor. Yok Zülfikâr’dan tut, arkada kimi zaman Kudüs fotoğrafı, kimi zaman Hz. Ali, kimi zaman kitaplar, değil mi? Bayağı bir kitaplar… en son ne vardı? “Uzağı görme…” neydi? Pusula diyeceğim, pusula değil.

Can Kozanoğlu: Küçük bir dürbün.

Ruşen Çakır: Evet, dürbün vardı. Yok, işte fener var, kitaplar. 

Can Kozanoğlu: Zülfikâr geziyor, bir lambanın üzerine çıkıyor, bir fenerin içine giriyor filan.

Ruşen Çakır: Bir de şeyler var: Kâğıtlar, zarflar vs. bunların hepsi… bir de belli ki düzen hastası — söylüyor da arada sırada. Bu çok, hani bildiğimiz, diyoruz ya: Kürt İdris, Dündar Kılıç falan, bunlardan çok farklı bir şey.

Can Kozanoğlu: Evet, herhalde onların hepsinin anlamı yok Ruşen, bazılarının anlamı var. İş bir oyuna döndü, onun da hoşuna gitti. Şimdi çok mekân değiştirdiği için eskisi kadar da oynayamıyor, fonu o kadar genişletemiyor; ama şimdi artık ne yapsa, ne giyse, ne yese, önüne ne koysa… hani şeyi bile yorumlayanlar var. Su içtiği bardağın şeklinin değişmesi, “Bir bardak ne mânâya geliyor? İki bardak ne mânâya geliyor?” Belki de adam yalnızca çok susuyor ya! Benim gibi, ben de konuşunca çok susuyorum ya? Belki yalnızca öyle, ama evet, o bir yandan oradan bir mesajlar vermeye çalışıyordu ilk başta; ama sonra işin şey kısmını… yani oradan bir gizem yaratıyor, efsaneyi büyütüyor. “Vay be! semboller kullanan adam.” Videoları daha çok konuşuluyor, üzerine daha uzun yorumlar yapılıyor filan gibi. Ruşen, gene dağıtacağım ama, ilk baştaki o “sünme” mevzuuyla ilgili şöyle de bir şey vardı geçen hafta, bilmem dikkatini çekti mi, bu konuda senin yorumunu da istiyorum: Şimdi, ilk başta, birinci videoda Berat Albayrak, Serhat Albayrak dedi; ondan sonra epey bir müddet Erdoğan ve yakın çevresine bulaşacak şeyler söylemedi. Ondan sonra, bir anda Suriye’deki silâhlara girdi — en hassas konu. Ve onun üzerine, bu konuda en ateşli, en hevesli yorum yapanlar bile, diğer konulara göre iki adım geri attılar. Mesela o sekizinci video belki en önemli videoydu, geleceğe yönelik en fazla işaret veren videoydu belki; ama birebir içeriği îtibâriyle en az konuşulan video oldu. Tabii olayın riskleri mâlûm, arkadaşımız Can Dündar’ın o konuyla bağlantılı olarak yaşadıkları mâlûm. Yani şunu gösterdi bana — hep söyleniyor ya? Bir önceki geldiğimizde de söylemiştik: “Aslında işte, Erdoğan kontrolü kaybetti, çevresi tarafından yönetiliyor, bakmayın, Süleyman Soylu çok güçlü” falan. Şimdi Süleyman Soylu’ya bulaştığı zaman onlar çok kolay konuşuldu, tartışıldı. Mehmet Ağar’a –ki çok güçlü görünen biri– bulaştı, çok daha rahat konuşuldu, tartışıldı. Ama iş Cumhurbaşkanı’na yaklaştığı zaman, herkes bir adım geri atıyor. Herhalde bir, Erdoğan’ı samimiyetle seven insanların sayısının küçümsenemeyecek ölçüde olduğunu bilmekten dolayı belki, bir de iş oraya uzandığı zaman belki yorumlarken başa gelebileceklerin menzili daha geniş olabileceği endişesiyle, ama…

Ruşen Çakır: Tabii ki de öyle. Mesela bu “helâlleşme videosu”nu herkes büyük bir merakla bekliyor; ama orada bir diyor ya? “Mezara götüreceklerim var” diyor; ama mezara götürmeyecekleri de olacak, orada söyledikleri üzerine herkes bu kadar rahat hareket edebilecek mi? Açıkçası çok emin değilim. Yani çünkü orada hedeflerin… yani bir yerde şöyle bir şey açıkçası: Yani daha kolay hedefler var; Mehmet Ağar zaten yıllarca hırpalandı, yani hırpalandı derken, acıdığım için söylemiyorum. Gerçekten çok şey oldu. Daha fazla olması gerekiyordu, ucuz yırttı; ama yine de bilinen bir isim, yıpranmış bir isim. Süleyman Soylu zaten kendi kendini… ben onu şey diye söyledim: Siyasî hayatı felç oldu yani. Bana öyle geliyor. Hâlâ birileri güç atfetmeye çalışıyor, ama her hâlükârda Erdoğan, ne kadar zayıflarsa zayıflasın, güçten düşerse düşsün, o bir güç.

Can Kozanoğlu: Evet. O şunu gösteriyor. Yani şu figür güçlü olabilir, şu sağlam bir profil sergiliyor filan olabilir, ama Erdoğan’ın gücü başka, diğer herkesin gücü başka Türkiye’de. Bunu da hani öyle değilmiş gibi konuşanlar bile, o yorumların dozunda, üslûbunda, içeriğinde, yarım adım bir adım geri atarak… — ki eleştirmiyorum, haklı endişeler, ben de lâfımı tartarak konuşuyorum Ruşen, işin doğrusu…

Ruşen Çakır: Bu konuyu, daha yeni Ahmet Şık deneyimi yaşamış birisi olarak…

Can Kozanoğlu: Ahmet Şık çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. 

Ruşen Çakır: Kesin, her zaman için.

Can Kozanoğlu: Şimdi Ruşen, iki önceki konuya dönersek, yarın oynayacağını söylediği video var ya hani? Hep 80’lere 90’lara dönmekten söz etmiştik. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemin banka satışları, TürkBank özelleştirmesi filan gibi konulara girecek. Orada Osman’ı bir tarafa tutalım. Osman Kavala’yla ilgili, onlarla bağlayabileceğini zannetmiyorum, o da sevdiğimiz arkadaşımız. Kamuran Çörtük diyor, Hayyam Garipoğlu diyor filan. Şimdi Sedat Peker’in içinde olduğu Hayyam Garipoğlu ile bağlantılı olduğu şey şu: TürkBank ihâlesine girecek, Alaattin Çakıcı Korkmaz Yiğit’i aldırmak üzere devrede, Sedat Peker’in de yirmi milyon dolar, yirmi beş milyon dolar mı teklifle Hayyam Garipoğlu adına, onun alması için çalışacağı söyleniyor. Sedat Peker Romanya’da –benim bildiğim– yakalanıyor, Türkiye’ye getiriliyor. Getirildikten sonra mı yoksa getirilmeden hemen önce mi Alaatin Çakıcı arıyor, o zaman daha diyalogları var. “Sen Hayyam adına girecek misin ihâleye? Ben bunu Korkmaz’a aldıracağım” diyor. “Yok abi, ben girmeyeceğim” diyor falan. Olaylar böyle. Demek istediğim: Verdiği isimler konunun o olduğunu gösteriyor. Eğer konu o ise, Alaattin Çakıcı’dan bahsetmeden o konuları anlatmak imkânsız, o dönemi anlatmak imkânsız. Sedat Peker’in Alaattin Çakıcı’dan bahsetmesi de enteresan olacak.

Ruşen Çakır: Ama zaten ilk kavgası onunlaydı biliyorsun. İlk yaptığı videolarda bir şekilde o vardı.

Can Kozanoğlu: Ama yani hiçbir zaman doğrudan “Alaattin şöyle” demedi; hatta arada barıştıkları söylenmişti. Hani şunu da merak ediyorum. Alaattin Çakıcı’dan Süleyman Soylu’dan bahsettiği üslûpta bahsedebilir mi? 

Ruşen Çakır: Bu arada onu dedin de, şimdi, Alaattin Çakıcı’nın yazdığı mektuplarla Sedat Peker’in videoları arasındaki fark ne kadar büyük değil mi?

Can Kozanoğlu: İşte o da kuşak farkı, geride kalmış olmuşluk. Peki ya, şunu da hatırlarsan Ruşen, Alaattin Çakıcı ile dönemin önemli yeraltı liderlerinden diyelim, Karagümrük Çetesi, Nuri Ergin ve kardeşleri, Nuriş ismiyle ile bilinen Nuri Ergin ile Alaattin Çakıcı arasında hem mahkemelerde ifâdelerle, hem de karşılıklı mektuplarla bir polemik gidiyordu. O polemiğin dili o zaman enteresan, çok esprili ve çok yaratıcı geliyordu insanlara. Bu tribün edebiyatını filan sevenler için –ben de eskiden onlardandım, artık eskisi kadar esprili gelmiyor–, bu “Aman! Ne esprili, ne yaratıcı gençler!” falan diye bakanlar için. “Aman adam ne demiş? işte, “bilmem ne şambabası” falan diyor, “bilmem ne karısı” filan, böyle tuhaf tuhaf şeyler. O zamanlar Alaattin Çakıcı yeraltını dilini, racon dilini, yeraltı jargonunu iyi kullanan ve çarpıcı kullanan biri olarak biliniyordu; ama şimdi, evet, biraz gerisinde kalmış, ya da o eski rahatlıkla ifade etmiyor. Biraz daha düzgün ifade etmeye çalışıyor filan. Çünkü şöyle şeyleri vardır Alaattin Çakıcı’nın, böyle 1990’ların tapelerinde filan: İşte, “Ona bir telefon ettim, on beş gün kendine gelemedi”. Hatta Korkmaz Yiğit’in meşhur, “Eğer gözaltına alınırsam” –şimdi 40 yaş altı bunu beki anlamıyor, ama bunları anlatmak da çok karmaşık yani, iki üç kelime ile anlatılacak bir şey değil ama yani–, “gözaltına alınırsam yayınlayın” diye doldurduğu bir kaset var. Hangi olayların sonucunda? Alaattin Çakıcı’nın yardımıyla TürkBank ihâlesini aldığı, ama ondan sonra gene argo deyimle “ketenpereye getirildiğini” anladığı zaman gözaltına alınıyor. Bu da yayınlanıyor ve orada çok meşhur bir lâf vardı — Alaattin Çakıcı ile kurduğu ilişki üzerinden: “Yaptığı telefon konuşmaları vücut kimyamı bozdu” diye. O zaman herkes birbirine şey diyordu –şimdi nasıl Sedat Peker’in hani “Lan bırak!” filanı bir nevi kült oldu–, o zaman herkes birbirine, “Vücut kimyam bozuldu” diyordu. O derecede etkili de konuşabilen biriydi. Evet, yani şeyden… “no country for old man” — çaptan düşülebiliyor. Şimdi bu Taner Ay, dedim ya şimdi o profil şahsına değil de… “Yeni Osmanlı”, hem body yapmış, hem nargileci, hem çok milliyetçi, hem Müslüman, ama hem de çok böyle bir gösterişli şâşaalı hayat tarzı süren biri filan. Aslında onlar da yeni kuşak; belki on yıl sonra Sedat Peker onların yanında renksiz kalacak — ki umarım on yıl sonra onlar olmasın. Hakikaten Sedat Peker’e bile –biraz gülerek bahsediyoruz ama– hiç tahammülümün de olmadığı birisidir; ama Sedat Peker bile onların yanında daha tahammül edilebilir kalıyor.

Ruşen Çakır: Korkmaz Yiğit’in notunu söyleyince aklıma geldi. Hani Peker diyor ya? “Ölsem de benden kurtulamayacaksınız” diyor. Oradan hemen benim aklıma şu geliyor: Belli ki birtakım videolar doldurdu, bilmem ne yaptı. Ölüm hâlinde ya da öldürülmesi hâlinde…, sen de aynı şeyi düşünüyor musun?

Can Kozanoğlu: Şöyle aslında Ruşen, bu işlerden kurtulunmaz ki. Mesela Sedat Peker’i bugün öldürseler, belki öldürülmese söyleyeceği on şey varsa, öldürüldüğü zaman adamın söyleyeceği yüz şey varmış gibi söylenti yayılacak. Yani “Sedat Peker’in yayınlanmamış bir videosu varmış, orada şunu diyormuş” diye, aslında Sedat Peker’in belki bildiği, aslında belki hiç olmamış pek çok spekülatif şey yıllar boyunca konuşulacak yani. Bu, ne bileyim işte, Kennedy suikastı gibi bir şey olur, elli yıl üzerine konuşulur, hiç kimsenin kafasının netleşmediği falan bir hâdise olur. Evet, vardır tahminen, bir yerlere zulaladığı bilgiler. Video doldurmuştur, notlar bırakmıştır, kasalara kilitlemiştir, bir sırdaşına anlatmıştır, “Ben ölürsem sen anlatmaya devam et” filan gibi. Ama bir yandan da anlatmayacağı şeyler, belki ölümünün ardından… her an ölebilecek birisi, belki şu anda öldürülmüş bile olabilir, belki de elli yıl sonra eceliyle gider. Kendisi diyor ya? “Rüyamda gördüm: Ölümüm sizden olmayacak” diye; ama ne zaman olursa olsun, “Bilip de anlatmadığı şunlar varmış” diye uzun yıllar konuşulacak. Bunu da aslında her yeraltı lideri başaramaz. Bayağı böyle, popüler kültür, kitle kültürü araştırmalarına da konu olabilecek bir performans sergilediği kesin.

Ruşen Çakır: Tabii böyle bir olay herhalde Amerika’da falan olsaydı, çoktan Netflix dizilerini yapmıştı, bilmem neydi falan…

Can Kozanoğlu: …ki büyük ihtimalle de yapılacaktır Ruşen, hep gerilere gidiyoruz ya? Biraz konuyu dağıtacağım da. Bunu da bu yayında onuncu söyleyişim, konuyu dağıtacağım diye, çünkü durmadan da dağıtıyorum. Mesela hep böyle hani dizi dizi, benim hiç niyetim yok yapmaya da, fikir olarak… Bu olaylar patlayınca, 87’deki Birinci MİT Raporu vardı bende, tekrar açtım okudum. Orada da Şükrü Balcı adıyla fazlasıyla karşılaşıyorsun. Dedim “Nasıl dizilik bir karakter şu Şükrü Balcı.” Mesela büyük bir kirlenmeden bahsediyoruz ya? Bunu belki 40 yaş değil, artık eşiği 50 yaş koymak lâzım, 50 yaş altı bilmez, aslında belki meraklı olmayanı bilmez. O MİT Raporu’nun notlarında bahsedilen bir şey var, Şükrü Balcı’nın İstanbul Emniyet Müdürü olmasıyla ilgili. O dönemin çok güçlü bir siyasî ismi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü ihâleye çıkarıyor — aslında raporda geçtiği için de söylenebilir: Adalet Partisi’nin güçlü ismi Sadettin Bilgiç, rapordaki iddiaya göre. Şükür Balcı bayağı –hani dükkâna hava parası ödersin ya?– hava parası, artı aylık ödeme yapmak üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne tâyin oluyor. Yani tâyin için baştan toplu para veriyor; her ay da İstanbul’dan yasadışı elde edeceği gelirden ona kira öder gibi para ödüyor. O da müdürlerini ona göre atıyor. Yani diyor ki, ne bileyim, o zamanın parasıyla “Ben ayda üç milyon lira para veriyorum Ankara’ya; siz bana dört milyon getirin ki ben onu vereyim, bir milyonu da bana kalsın” diye. Tam bu doğru mu bilmem? Raporun tarihi 87. Ben o zaman –hem çok erken başladım, hem de yaşlı birisi olduğum için– çok genç bir muhabirdim ve bundan daha vahim şeyleri de tecrübeli muhabirlerden dinlerdik. Hani kıdemli muhabir palavra payı vardır işte, mâlûm, onu çıkardığın zaman bile bundan çok daha vahim şeyleri duymuş olurduk. Düşün yani, böyle bir sistemin olabileceği iddia ediliyor — ki sırf o Şükrü Balcı’nın isminin çevresinde dönenler. 50 yaş altı, 40 yaş altı insanlar şöyle bir şey düşünsün: İstanbul Emniyet Müdürü’nün Teksas’ta çiftliği var, ama gizli bir şey değil, yani ailesi orada yaşıyor; başka bir yerde benzincisi var, ondan sonra zannedersem Florida’da ölecek, orada ayrı evi var; bir yandan da İstanbul Emniyet Müdürü olan bir şahıs. Hatırladığım kadarıyla Sivas’ın bir Alevi köyünden, ama Aleviliğini hiç anmıyor. Sizin okuldan, Galatasaray Lisesi’ni bitiriyor, Mülkiye’yi bitiriyor — onu bitirdiği yıllar 50’lerin sonu filan olması lâzım. Galatasaray Lisesi’nin üzerine Mülkiye olunca, herhalde işte bugün AKP’lilerin “monşer” diye burun kıvırdığı tipte bir diplomat olacağını beklersin. Oysa Türkiye’nin en sert polis şeflerinden birisi oluyorsun. Son derece enteresan. 

Ruşen Çakır: Onun kardeşiydi değil mi, Metin Balcı, Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci İşleri Müdürü? 

Can Kozanoğlu: Öyle olduğu söylenirdi; “Bu Şükrü Balcı’nın kardeşiymiş” diye. Herhangi bir belgede rastlamış değilim; ama bizim öğrenci olduğumuz zaman uzun yıllar bu işi götürmüş falan. Metin Balcı’nın onun kardeşi olduğu söylenirdi hani. Böyle geçmişe gittiğin zaman bu kriterleri, belli bir ilgisi belli bir yaşı olan herkes gibi ben de geçmişe gidip, “Ya 70’ler de şöyle, 80’ler de böyle” diye, hani hangisi daha kirli karar vermekte zorlanıyorum. Yani şu anda olan da, organize hukukun işlemesi açısından daha endişe verici, pek çok açıdan; ama hani “70’ler mi daha kötü, 80’ler mi daha kötü, 90’lar mı daha kötü, AKP’nin ilk on yılı mı, bu son on yılı mı?” filan, çok garip bir şey. Aslında AKP için şunu da görüyorum — Ruşen bunu sana da sormak istiyorum, sen o tipleri benden de daha iyi bilirsin: Şimdi bu Sedat Peker’in Facetime’da konuştuğu kişiler ya da çeşitli videolarında bahsedip de ondan sonra “Bu kimmiş?” diye yeni yeni tanıdığımız. İşte, Süleyman Soylu ile bağlantılı, bazı işlerde bahsedilen; işte, Gaziosmanpaşalılar, Eyüplüler falan filan, birtakım insanlar var. Ben bu tiplere bakıyorum, çoğunun da geçmişini bilmiyorum, ama az çok gazetecilik tecrübesiyle, bunlar bizim bildiğimiz klasik İslamcı siyaset çizgisinden, Milli Görüş çizgisinden gelmiş adamlardan çok, 80’lerin Anavatan Partisi, 90’ların DYP’si tipi adamlar. Ve onların da –herhalde eksik olur fazla olmaz bu kelimeyi kullanmak ama– onların da tam “çakal takımı” olan insanlar. Ve bunlar zaman içinde gelip AKP’ye eklemlenmişler. Hatta Gaziosmanpaşa Süleyman Soylu çevresi belki biraz da geç kalmış Adalet ve Kalkınma Partisi’ne katılmaya. Diğer Doğru Yol Partililer ve ANAP’lılara göre, onlar herhalde 1994’te Erdoğan’ın belediye başkanı olması, Refah Partisi’nin yükselişiyle birlikte, “Burada bir ekmek var” diye… bir ayak ANAP, bir ayak DYP’de, bir ayak şeyde…

Ruşen Çakır: Senin sevdiğin konu, hadi oraya gelelim: Karadenizlilik muhabbeti çok güçlü. Yani Trabzon, Rize…

Can Kozanoğlu: İşte bunu da sen söyle diye bekledim.

Ruşen Çakır: Öyle yani. Ama çok kişide öyle bir özellik var. Hepsi değilse bile…

Can Kozanoğlu: Çok büyük bölümü. Mesela, zaten daha böyle mafya ya da yeraltı dünyası dediğin zaman Ruşen, 80’lerde 90’larda çok fazla grup var; ama çok ana iki grup var: Karadeniz mafyası, Kürt mafyası. Şimdi bakıyoruz: Karadenizliler çok daha fazla hâkim olmuş. Bu geleneksel olarak –hani deriz ya? “İstanbul’da çok Bursalı da vardır, çok Adanalı da vardır, İzmirli de vardır; ama Bursa mafyası, Adana mafyası, İzmir mafyası yoktur”–, daha parça parça göçmüş, biraz daha müreffeh yerlerden göçmüş, çok dayanışma ihtiyacı duymamış. Ne kadar yoksul yerden, ne kadar topluca göçmüşsen vaktiyle, o kadar dayanışma ihtiyacı, hemşeri dayanışması olmuş. O da mafyanın temellerinden biri. Sizin oralar çok yoksul olduğu için… aslında özellikle Rize filan, tarım imkânları filan da kısıtlı olduğu için, evet, Karadenizliler’in dayanışması ta 60’lara dayanır.

Ruşen Çakır: Tabii orada Erdoğan’ın etrafında toparlanmayı da kolaylaştırıyor; Erdoğan’ın Karadeniz kimliği vs.. Hep bir şekilde ona bir gönderme yapıldığını görüyorsun, Sedat Peker’de de var, o “Abi” demesinde Rizelilik boyutunu da hiç yabana atmamak lâzım.

Can Kozanoğlu: Ve aslında bu da bambaşka bir mevzu olmakla birlikte, Ruşen, aklı başında ve sağduyu sahibi Trabzonlular’ın ve Rizeliler’in gerçekten bir imaj düzeltme çalışmasına da ihtiyaçları var bence yani. Şeyden değil; yalnızca mafya hep bunlardan diye değil, Türkiye şöyle bir ülke ya? Son zamanlarda çok şakasını yapıyoruz. Hani bir Amerikalı ünlünün, Fransız ünlünün, diyelim ki ismini Google’dan arama yapıp girdiğinde hemen, “Where is he from?” diye çıkmıyor. Türkiye’de ismi yazdığın anda nereli diye çıkar. Yani nereli olduğun çok önemlidir. Böyle AKP’nin çok destekçi, adanmış seçmenleri arasında, Trabzonlu ve Rizeli olmayanlar bunun artık bir haksızlık olduğunu düşünüyor. Bu kadar ayrım, bu kadar kayırma ile öne çıkmaya, yani kabinenin her zaman yarısının, yarısından fazlasının onlardan olması, en önemli konumlara onların gelmesi, Kartal İmam-Hatip kadar neredeyse Trabzon İmam-Hatip’in de Türkiye yönetici kadrosu yetiştirmiş olması gibi şeyler… Hani biz Çukurovalılar’ın zaten pek hazzedeceğimiz bir konu değil; ama sizi bile rahatsız etmesi lâzım.

Ruşen Çakır: Peki, senin konuna geçelim, şey vurgusuna ne diyorsun; Hz Ali, Zülfikâr ve hatta şeye kadar gitti: Seyit Rıza’ya birkaç kere gitti hatta, değil mi? O Alevilik’le ilgili söyledikleri, hatta cemevlerine sahip çıktı falan. Bunlar böyle bir aldatmacanın ötesinde bir şey sanki.

Can Kozanoğlu: Şey noktasına gelmedi daha: Cemevlerine ibadethane statüsü verilsin falan.

Ruşen Çakır: İbadethane demedi, ama mesela Abdulkadir’e laf söylerken, “Niye sen cemevlerinin haklarını savunmadın?” filan gibi lâflar da etti orada.

Can Kozanoğlu: Çünkü özellikle son otuz yılın, hele yirmi yılın siyasetinde, Aleviler hep övülür övülür ve iş o noktaya gelir: Cemevlerine ibadethane statüsü. Ve orada olay kilitlenir. Valla Ruşen, bilmiyorum, 1) kendisine bir kitle edinmek için olabilir; 2) Balkanlar’da gezmiş ya? Balkanlar da Bektaşîliğin hayli yaygın olduğu bir yer. Zaten söyledi, “Bektaşîler’in dergâhına da gittim” gibi, oralardan etkilenmiş olabilir filan yani. Bu konuda çok özel bir yorumum yok; ama bana da ilginç geldi yani. Hatta seninle yayından önce de konuştuk, Sedat Peker’le yakınlaştığı için çok yıllar önce, yirmi yıl önce işini kaybetmiş… savunması vardır bir arkadaşımızın, “Onun ne kadar kitap okuyan bir adam olduğunu biliyor musunuz?” dediğini hatırlatmıştım sana. Hani kendince okuyan, film seyreden, kendini geliştirmeye çalışan biri olduğunu filan, bazı yönlerini biliyordum. Ama Aleviliğe sempati duyup da bunu ifade edebilecek kafada olduğunu pek tahmin etmezdim.

Ruşen Çakır: Çünkü o ilginç değil mi? Onun bulunduğu çevrede bu kadar Aleviliğe pozitif göndermeler yapması?

Can Kozanoğlu: İşin o tarafı ilginç; ama itiraf edeyim başlarda, senin de izleyicinin de zamanınızdan çalmayayım, o konuda çok fazla bir yorum yok — ben hayretle bakıyorum. 

Ruşen Çakır: Değil mi? En sondaki şeyi, mesela “direnmek” vs., Tam böyle sol bir jargon. Bir de şey yapmıyor bile, anladığım kadarıyla, hani böyle üstünkörü vardır ya? Hani “Ben sizden daha iyi bilirim solu” deyip bir şey söylersin.

Can Kozanoğlu: Bir şeyler falan okumuş, yani göstermeye çalıştıklarını okumuş mu gerçekten bilmiyorum, ama okumuş Ruşen, orada çok çok şaşırmadım. Çünkü bazı eski Dev-Solcular’ın mezarını ziyaret etmişliği var bildiğim kadarıyla. Zaten mezarlığa onun için gitmiyor, ama zaten mezarlığa gitmişken hani, şöyle bir şeyi var: “Düşmanım ol delikanlı ol!” diye bu yeraltı dünyası raconu — ki aslında öyle de değildir. Bu konu her açıldığında söylerim: Hiç de böyle göründüğü kadar karakterli, mert dürüst insanların dünyası değil; birbirlerini en kolay satan, en kolay ihânet eden, başı belâya girince en kolay çark eden insanların yoğunlaştığı…, o dünyada başka türlü de var olamazsın. Bunlar da yalandır yani. Bu, “Aman gençler! Bunlara kanmayın” falan diye söylendi, ama herhalde Medyascope izleyicileri içerisinde de tahminen yani o profil değildir.

Ruşen Çakır: O söylediğin mezarlık ziyaretiyle ilgili Gazete Duvar’da Hakkı’nın (Özdal) güzel bir yazısı vardı, o fotoğrafı da koymuşlardı. Ben tekrar bu son şeylerde yaparken gördüm. Ama hakikaten operasyon da DHKP-C değildi, o zaman Devrimci Sol operasyonu, yani daha Dursun Karataşlar yaşarken yapılan, bir günde aynı anda altı yeri mi ne bastılar ya? O dönemdeki bir operasyonda ölen Cavit Özkaya’nın mezarına ziyaretinin fotoğrafı. Bir de biliyorsun, Duygu’nun da mezarını ziyaret etti. Duygu Asena ile röportajını biliyorsun değil mi? Daha doğrusu Duygu Asena’nın onunla röportajını. Ondan sonra, çıktıktan sonra ziyaretine gitmiş mezarına falan, ilginç bir şey. Peki… 

Can Kozanoğlu: …bu arada bir şey Ruşen, sonra belki unuturuz — bu da son zamanlarda önem verdiğim bir şey: Bir de iyi bir şey konuşalım; sen Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal deyince aklıma geldi; şimdi, bazı ayrıntılarını bilmiyorduk, ama şu Marina olayını aslında Sedat Peker videolarından önce de meraklısıysanız biliyorduk, nereden biliyorduk? Ben Gazete Duvar’da Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’dan okumuştum. Mesela işte, bu devlet içindeki belli çevrelerin, “Başınızı Fethullahçılık’tan belâya sokarız!” diye insanları soydukları bu FETÖ borsası denen şey. Nereden biliyorduk? Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu’nun kitabından ve daha başka kitaplardan. Tam bu Venezuela ayağıyla falan değil ama, Türkiye’nin uyuşturucu trafiğinde geldiği noktayı nereden biliyorduk? Timur Soykan’ın Baronlar Savaşı kitabından.

Ruşen Çakır: Sezgin Baran Korkmaz’ı da bizim Ahmet (Şık), canavar gibi, milletvekili..

Can Kozanoğlu: Ahmet onun çok güzel yazısını ve flood’larını yaptı. Mesela, ne bileyim işte? İsmail Saymaz’ın haberleri var, Çiğdem Toker zaman zaman köşesinden çok ilginç şeyler yazıyor. Alican Uludağ yapıyor. İşte, Ozan Gündoğdu var filan, Murat Ağırel’in kitapları var. Demek istediğim şu ki Ruşen, aslında Türkiye’de birileri çıkıp, “Medya ne yapıyor?” filan diyor, ama medya ne yapıyor diye Sabah gazetesi alıp da, “Aa, Allah Allah Yavuz Donat da konuya değinmemiş, Mehmet Barlas da yazmamış, medya bir şey yapmamış” diyorsan falan… Ama hakikaten çoğu da hayli genç olan bir gazeteci kuşağı arkadaşlarımız var — ki hakikaten hem seviniyorum hem gurur duyuyorum hem de çok faydalanıyorum. Yani şimdi şey deniyor ya? Hani “Medyanın %95’i ellerinde” filan. Valla benim takip ettiğim bir medya var ve bu videolar, Sedat Peker videoları olayı ortaya çıktığından beri, ben takip ettiğim medyadan –yani Medyascope, böyle platformlar, Youtube üzerinden bireysel olarak yayın yapan arkadaşlar, ne bileyim bütçesi stüdyosu küçük ama iktidar yanlısı rakiplerinden daha etkili haber kanalları, bunların gazete karşılıkları var filan– yani bana istediğimi veren bir medya artık Türkiye’de var yani. Buna da böyle son birkaç haftadır düşünüp düşünüp seviniyorum. Hani çok genç biriymiş galiba, Cumhuriyet gazetesinden Seyhan Avşar, tanımıyorum, mesela bir telefonla bütün iktidar içindeki çatlakların fotoğrafını çekti, Mustafa Çalışkan’ın bir cümlesiyle, yani işte gazetecilik bu.

Ruşen Çakır: Ben de mesaj yazdım tebrik ettim, çok şaşırdım açıkçası, biliyor musun? Yani şeyden şaşırdım: Bu kadar açık ve net, “Kim beni görevden alacakmış şaşarım?” dedi Mustafa Çalışkan. Ve alınmadı.

Can Kozanoğlu: Yani onun için en azından şuna güveniyorum ki son birkaç yılda, ama özellikle de son bir iki ayda mesleğimiz –hâlâ ben gazeteci televizyoncu sayılıyorsam– gelecek için emin ellerde. Vallahi bundan da mutluyum, yani bir de iyi bir şey konuşalım değil mi?

Ruşen Çakır: Böyle bitirelim hatta; süremiz de doldu. Böyle bitirelim ve bağımsız ve özgür medyanın öneminin altını çizelim.

Can Kozanoğlu: Bak, tam da senin bitirmek istediğin yere getirmiş oldum.

Ruşen Çakır: Hakikaten bu şey gibi değil; yani bunlar kolay işler değil. Bakıyorsun, birtakım insanlar –onu da söyleyelim–, adam CHP’li belediye, kalkıyor Özışık Kardeşler’e birtakım imkânlar sağlıyor. Değil mi? KRT’den Çağdaş Ulus çıkardı onu da, değil mi? 

Can Kozanoğlu: Çıkardı ve bunun için de işinden oldu. İşini yitirdiğine yönelik iddiası var, ama hakikaten ve hani çok tatmin edici bir cevap gelmezse hayli de inandırıcı görülen ve..

Ruşen Çakır: Evet ve şimdi, hatta bugün arkadaşlar onunla röportaj yapacaklardı. Ben kendisiyle kısaca konuştum, yani tanıdığım ve güvendiğim birisi. Bu böyle uydurulacak bir şey değil. Mesela orada da görüyoruz: Böyle birtakım insanlar nasıl sürdürüyorlar bu işi, birtakım insanlar nasıl sürdürmeye çalışıyorlar. Çok açık ve net bir şekilde…

Can Kozanoğlu: Bizim yaptığımız yıllarda söylenirdik, ama Ruşen, ortam da bereketliydi; yani “Şu işe girersen şu kadar maaş veririz” cinsi işlerdi; yani bunlar böyle çok daha kısıtlı imkânlarla üzerine ufak ufak ekleyerek… ama Ruşen, lâf buraya gelmişken, tam bitirmişken belki bir-iki dakika uzatacağım: Bir de tabii bu işten maalesef kârla çıkan başka bir kesim var ki o da Fethullahçılar. Yani çünkü herkesin olduğu gibi, sizin de olduğu gibi, pek çok arkadaşımızın olduğu gibi, onların da Youtube videolarının izlenmeleri çok arttı. İçlerinden bir iki tanesi şöhrete dönüştü. Buradan: 1) hâlâ devletin içinden bilgi alma kaynakları olduğunu; 2) hâlâ fütursuzca sallayabildiklerini görüyoruz. İkisini birleştirip çok çarpıcı videolar yapıyorlar; ama mesela bir şeyin cevabını da bulmuş değilim: Hani “O herkesin saygı gösterdiği biridir, kapısı herkese açıktır” falan… Arkadaş, Mübâriz Mansimov’la Mehmet Ağar Fethullah Gülen’i niye ziyaret eder? Yani o, dünyevî işlerle o kadar ilgilenmeyen mütefekkir bir insan değil mi yani? 

Ruşen Çakır: Değil canım, beni hiç dinlemiyor musun Can ya? Yapma Allah’ını seversen.

Can Kozanoğlu: Çünkü şey de biraz mağdur gibi görüp, “Adamın malına çökmüş” der mi? Mübâriz Mansimov da dediğin, hani Sovyet Ordusu’nda düşük rütbeli bir subay iken, dağılmadan sonra çok kısa sürede bir ayağı Rusya’da bir ayağı Azerbaycan’da petrol taşımacılığı yapıp –Putin Rusyası ile Aliyev Azerbaycanı’ndan bahsediyoruz– dünyanın sayılı zenginleri arasına girmiş bir insan. Buradan temiz bir profil çıkma ihtimali var mı? Yok. Mehmet Ağar’ı biliyoruz. Üstelik anlaşıldığı kadarıyla birden fazla da ziyareti var her iki tarafın. Galiba bir defa beraber gidiyorlar, ayrı ayrı çok defa gidiyorlar. Bunun îzâhâtı var mı? Bunun îzâhâtı yok, ama işte arkadaşlar da onu geçiştirip sallayıp duruyorlar. Yani şunun da îzâhâtı yok: Şimdi diyorlar ya Fethullahçılar videolarında? “Türkiye’de niye kimse soruşturmuyor?” diye. Türkiye’de soruşturacak olan insanları da maalesef… yani şey de aslında dedik ya? Bu Susurluk sonrasında iyi kötü soruşturmalar açıldı filan. Ruşen, o zamanlar savcı gerekiyordu. Ondan sonra, cesur savcı gerekmeye başladı. Cesur savcı da kimdi? Tabii ki Zekeriya Öz’ler falan değil, arkasını o dönemin devletine dayamış İlhan Cihaner gibi figürlerdi. O cesur savcıların başına getirmediğiniz kalmadı — Bülent Arınç’ın da desteğiyle, bunu da unutmayalım. Ondan sonra ne arar hale geldik? Çılgın savcı. Savcı lâzım, cesur savcı lâzım, şimdi çılgın savcı lâzım — herhalde bir sonrası cinnet geçirmiş lâzım. Şimdi burada söyleyemeyeceğim, argo, “her yerini dağıtmış” savcı lâzım. Burada sizin payınız yok mu Fethullahçılar? Cesur savcıların başına gelenler, HSYK’nın düzeninin değiştirilmesi filan…

Ruşen Çakır: Ben hiçbirisini izlemiyorum. Bana çok kişi, özellikle Youtube’da “Bunu gördünüz mü şunu gördünüz mü?” diyor. Ben de diyorum ki: “İzlemeyin”. Hele bazıları var ki, Fethullahçılar’ın da B sınıfı, C sınıfı olanlar. Böyle tamamen fırsatçılık yapıyorlar. Neyse ya… biz yine temiz genç gazeteci arkadaşlara takdirlerimizi ileterek…

Can Kozanoğlu: …gerçekten öyle. Genç gazetecilere takdirlerimizi ve bağışlarımızı ileterek… çeşitli platformlara, hakikaten gücünüz varsa Patreon’dan. Ben mesela buraya vermiyorum (gülmeler), daha ihtiyaç sahibi gördüğüme; ama şaka bir yana, Ruşen, şu an îtiraf edeyim hep aynı cümleyle bittiği için. Senin videolarının sonunda ne söyleyeceğini bildiğimden dolayı, tabii “Bağımsız ve özgür medyaya destek verelim” noktasına gelince kapıyorum ben orada. Ama şaka bir yana, yalnızca buraya değil arkadaşlar, özellikle genç arkadaşlarımıza, orada bireysel olarak yayın yapan arkadaşlara, bu son birkaç haftayı gözünüzün önünde canlandırarak elinizden geliyorsa destek verin. Onlar olmasaydı daha az şey bileceğinizi, daha az bilgiye ve habere ulaşacağınızı hesaba katın. Benim bunlardan hiçbir kârım yok, ben kendi hâlinde zavallı bir emekliyim.

Ruşen Çakır: Evet, Can Kozanoğlu’na çok teşekkürler. Bizi izlediğiniz için sağ olun, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.