Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Hamit Bozarslan’ın “21. yüzyılda Anti-Demokrasi” kitabı üzerine: “Anti-demokrasiler”in el artırarak kaçışları

Tarihçi ve sosyolog Hamit Bozarslan, tebâhür dolu bir çalışmada, İran, Rusya ve Türkiye’deki rejimler ve yöneticileri üzerine bir çapraz portre çıkarıyor. Anti-emperyalizm kisvesi altında liberal ve demokratik değerlerle cebelleşen dünya görüşlerinin kabuğunu sıyırıyor. Fabien Escalona’nın yazısını Haldun Bayrı çevirdi.

Birkaç senedir, dünyada iş başındaki yeni otoriterlik biçimlerini açıklamaya çalışan analizler çoğalıyor. Sürdürülen bir seçim rekabeti ve sistemli hukuk devleti ihlâllerinin sıklıkla birbirine karışması, demokrasinin geleceği hususunda dayanak noktalarını sarsan ve endişeleri artıran melez rejimlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Hamit Bozarslan’ın CNRS Yayınları’nda çıkan yeni kitabı L’Anti-démocratie au XXIe siècle (“21. Yüzyılda Anti-Demokrasi”) bu yayınlar arasında dikkat çekenlerden biri.

Kitabın özgünlüğü, adının telkin ettiği kavramsal yenilikten ziyade, düzenli bir biçimde uluslararası gerginliklerin merkezinde yer alan İran, Rusya ve Türkiye’deki rejimlerin karşılaştırmalı bir tasvirini sunduğu için, üzerinde dikkatle durulmasını hak ediyor. Bu rejimlerin işleyişi, iç dengesizlikleri ve insan haklarını olduğu kadar uluslararası hukuku da sınamaya tâbi tutma nedenleri hakkında da çok şey öğreniyoruz.

Hamit Bozarslan

Ortadoğu uzmanı yazar, otoriterlik üzerine çağdaş incelemelerdeki bunaltıcı “kavram bolluğu”nun tamamen bilincinde. Zaten dolaşımda olan terimlerin yerine anti-demokrasi terimini koyma iddiasında değil; ama daha mütevazı biçimde “tartışmayı, ‘teşhis edilmemiş bir siyaset konusu’ üzerinden ilerletme”ye uğraşıyor. Amacı, “kısmen çoğulcu olmalarına karşın” bu rejimlerin neden “iç politikayı ve dış politikayı […] tek bir savaş meydanı gibi” tasarladıklarını anlamaktan ibaret. Ve de o savaş meydanının içinde, “‘kozmopolit’, ‘efemine’ ve ‘yozlaşmış’ demokratik sistem”e saldırırken, bu rejimlerin ona karşı nasıl “milli, evrensellik-karşıtı, erkeksi ve cengâver cevaplar” çıkardıkları.

Açıkçası, İran, Rusya ve Türkiye vakaları bu soruşturma için kusursuz sahalar. Bu üç eski imparatorluk (ya da öyle olmak isteyen) ulusu, günümüzde mevcut uluslararası düzende mahrum bırakıldıklarını düşündükleri, “hak ettikleri” yer hususunda hınç duymaktadırlar. Ahâlilerine, hain ya da yabancı unsurlardan halkı arındırmak şartıyla, hak ettikleri seçkin mertebenin yeniden fethini vaat etmektedirler.

Buna karşılık, “ideal tipleri”ni oluşturdukları varsayılan bu üç vakayı “anti-demokrasi” diye yaftalamanın isabetliliği daha çok sorgulanıyor. Sadece terimin esasen olumsuz olmasından değil bu; onun kapsamına özel bir biçimde kıvamını yitirtecek derecede, ayrıca Hindistan, Venezuela ya da Çin’dekiler kadar farklı rejimlere de teşmil edilebilmesinden. Bizzat Bozarslan da bu terimin “bir nebze muğlak” karakterini teslim ediyor. Bu ihtiyat payı, çalışmasına dalmaktan caydırmamalı bizi yine de. Bu kavram olmasa bile, karşılaştırmalı incelemesi gerçekten tüm yararlılığını korurdu.

Çünkü öncelikle gözden geçirdiği rejimlerin köklerini aldıkları tarihsel zemini mütebahhirâne biçimde yerine oturtuyor. Bunların hepsinin kendilerinden önce ağır basan otoriterlik nazarında –derhal kapatacakları– açılma evrelerinde temâyüz ettikleri saptaması ilginç.

“Basit bir otoriter dönemeç söz konusu değil; bir kendini-radikalleştirme süreci, hatta bir sağ devrim söz konusu.” 

Hamit Bozarslan

1999’da, iktidarının başlarında, Vladimir Putin’in etrafı Sovyet sisteminin bitişinde ortaya çıkmış olan “neo-liberal ve liberal” elitlerle doludur. Kezâ, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarını şahsîleştirmesi ve özgürlük düşmanı sapmalarının bârizleşmesinden önce, 2003’ten itibaren ilk görev dönemleri, ordunun darbe yöntemine başvurmakta tereddüt etmediği bir rejimin nev’i şahsına münhasır biçimde liberalleşmesine fırsat vermiştir. İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise, 1990’lı yılların sonunda, yirmi yıl önce yerleşmiş olan din adamları rejimini daha bir kapsayıcı kılma denemesini cisimleştirmektedir.  

“Üç vakada da, liberal tecrübe kendi kendini baltalayarak yerini baskıcı bir rejime bırakmıştır. Bununla birlikte, basit bir otoriter dönemeç söz konusu değildir; bir kendini-radikalleştirme süreci, hatta bir sağ devrim söz konusudur.” Bu devrimin taşıyıcısı olan yöneticiler “negatif elitlerdir” diye açıklıyor. Aşağı itilip yüz üstü bırakılmış toplumsal ortamlarda doğmuşlardır; ülkelerinin ahlâkî ve jeopolitik zayıflamasına tanık oldukları duygusundadırlar; bu durumu da, Batılı fikirlerin bulaşmasıyla azgınlaşan bir kimlik seyrelmesine ve dövüşkenliğin yitirilmesine bağlamaktadırlar. “Tarihin kenar mahallelerinden gelen ve soyu sopu yüzünden sık sık alaya alınan” bu liderler, bugün her yurttaşın, iç düşman derekesine düşürülmek istemiyorsa benimsemek zorunda bırakıldığı bir rövanş arzusunu cisimleştirmektedirler.

“Düzen, disiplin ve milli azametten müteşekkil bir dünya peşindeki” Rus, Türk ve İranlı liderler, özünde değişmez ve üstün olup, kendi ayakları üzerinde doğrulmasını engellemeye uğraşan karanlık güçlere karşı mücadele hâlindeki bir milletin tecessümleri gibi sunmaktadırlar kendilerini. Rövanş mevzuunun iki dünya savaşı arasındaki faşist tecrübelerin ortak noktası olması gibi, Bozarslan, “milletin fedakârlık potansiyelinin” bu durumda “daha geniş bir toplulukla, müminler topluluğuyla — Rusya’da Ortodoks, Türkiye’de Sünni, İran’da Şii” meşrulaştırılarak muhafaza edildiğine dikkat çekiyor. Beka kavgası böylelikle destekçi saflarını genişletmeye ve ahlâkî çözülmesi yüzünden reddedilen bir Batı’dan kendini ayırt etmeye yönelik, kutsal bir medeniyet boyutuyla donatılmaktadır.

Recep Tayyip Erdoğan, Vladimir Putin ve Ayetullah Ali Hamaney. © Ozan Köse, Rigory Dukor, Atta Kenare / AFP

Bozarslan’ın yaptığı karşılaştırmanın bir başka yararı, o üç rejimin somut işleyişlerinin tasvirinde yatıyor. Çoğulculuğun normal dışavurumuna ve bir alternatif imkânına artık geçit verilmemesi anlamında, bu ülkelerdeki seçim yarışına fesat karıştırılmaktadır. Siyasî muhaliflerin hepsi tasfiye edilmediği için bir demokratik görünüm kalmaktadır ve bu muhaliflerin varlığı iktidara, seferberlik yaratmak için elverişli bir düşman çehresi sağlamaktadır. Aynı zamanda, liberal bir demokrasinin seçim dışındaki tüm kurucu boyutlarının her ülkeye göre değişen oranda yok edilmesiyle, muhaliflerin şansları da azalmaktadır. “Demokrasinin biçimsel yapılarının sürdürülmesi, ‘oy veren tebaa’ idealine yönelerek yurttaşlık mefhumunun yok edilmesiyle [eşanlamlı hâle gelmektedir]” diye yazıyor araştırmacı.

İktidarın gerçekliği ise, reisin elinde yersizleştirilmiştir. Keyfî kararlarıyla sık sık modern devletin klasik kurumlarının etrafından dolanmaktadır; bunu da, cisimleştirdiği farz edilen yüce milli meşruiyet adına yapmaktadır. Kendine bağlılıklarını temin ettiği farklı grupların bir arada var olduğu bir sistemin merkezindeki reis, muhtemel muhaliflerini yıldırım gibi çarparken, kendi kurallarını da ihlâl etme lüksüne sahiptir. Bozarslan bunu şöyle dile getiriyor: “Böylece aynı zamanda hem düzenin hem düzensizliğin kural koyucusu hâline gelmektedir”.

Rejim, toplumun orta direğinin ve alt tabakasındaki muhtelif halk kesimlerinin “kendi kararlarına uymasını, sessiz kalmasını, itaatini ya da katılımını (gönüllü ya da zoraki)” sağlamak için hayli çaba göstermektedir. Bununla birlikte, toplumsal düzenin dönüşümü gerçekten eşitlikçi bir yönde olmamaktadır. Rejimin temel direkleri iş adamları, askerler (ve milisler) ve yazarın “büyük hırsızlar iktidarı” (haute kleptocratie) diye adlandırdığı, gizli anlaşmalarla yolsuzluk sistemini işleten kamu görevlileridir.

Negatif elitlerden bahsettikten sonra, yazar bir başka ifadeye başvuruyor: “Kullanışlı elit”. Bu kesimi şöyle tanımlıyor: “Başlıca sermayesi, her konuya maydanoz olup iktidarın en çelişik isteklerine aynı sadâkatle temennâ etmekten oluşan omurgasız bir entelektüel kategorisi”. Bunların ortaya çıkışı, kelimenin tam anlamıyla toplumsal oyunun dışına atılan bağımsız gazetecilere, araştırmacılara, yargıçlara ve derneklere uygulanan baskı sayesinde yaratılan boşluğu doldurararak gerçekleşmektedir, diye açıklıyor Bozarslan.

İki dünya savaşı arasındaki dönemle bir paralellik kurmak câzip görünmektedir. Bununla birlikte yazar, her ne kadar gaddar ve çoğulculuk karşıtı olsalar bile, incelediği ülkelerin böyle bir dönüşümü gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. Her ne kadar değerlerin bireyselleşmesi bahsinde Batı Avrupa’daki kadar ileri olunmasa da, bir “yeni insan”ın yaratılması için kitlelerin devşirilmesini gayri muhtemel kılacak derecede ilerlenmiştir. “Her ne kadar bu üç rejim de toplumlarını sersemletebilmiş olsalar bile” diye ekliyor Bozarslan, “tahakkümlerini ahâlinin en ufak hücresine kadar yaymayı başaramamışlardır”. Mala mülke çökme ve kayırmacılık üzerine kurulu siyasî ekonomileri böyle bir proje için elverişli değildir.

Dolayısıyla entelektüeller, azınlıklar ve genç kuşaklar, bu incelenen iktidarların hegemonya teşebbüslerinin elinden git gide daha fazla kurtulmakta ve zaten eskimekte olan bu rejimlerin kendilerine mal edemeyecekleri özlemlerin ve îtirazların var kalmasını sağlamaktadırlar. “Tek kurtuluşları, el artırarak kaçmaktadır,” diyor yazar, çekiç gibi bir cümleyle: Yalanlarda, çark edişlerde, baskılarda, savaş maceralarında el artırarak… “Bu iktidarlar bekalarını temin etmek için zaman kazanmayı bilirler, ama artık bu zamanı istikrar için bir sermaye olarak kullanmayı beceremezler” diyor ve ekliyor: “Şimdiye kadar bu stratejileri işe yaramışsa da, […] çılgın projelerinin gerçekleştirilmesinin ön şartı olan, en azından görünürde bir toplumsal bütünlüğü koruyacak akılcılığı da yok etmişlerdir”.

En paçozundan bir anti-emperyalizm

Bize bu tutanağın o anti-demokrasiler yüzünden enseyi karartmamak için bir neden daha sunduğunu söyler gibi Bozarslan. Nitekim bu rejimlerin belâgatlerine bakıldığında, Batı’nın çatlaklarını ve ikiyüzlülüklerini işaret edip dururlar; fakat bilhassa hakkaniyetsiz ya da kısıtlayıcı olduğuna hükmettikleri uluslararası düzeni altüst etmeye uğraşırken, sınırlarının ötesindeki muhaliflerine karşı sürekli şiddet peşindedirler. Filozof Jürgen Habermas’ın, ulusal toplumların anayasalarını bitirecek bir uluslararası ilişkiler anayasası üzerine dile getirdiği ütopyayı tersyüz etmektedirler: “Anti-demokrasiler iç hukukla uluslararası hukuk arasındaki karşıtlığı da ortadan kaldırırlar, ama hem içeride hem dışarıda hukuku daha çok ayaklar altına almak için”.

Bozarslan, bu rejimlerle anti-emperyalizm bahanesiyle kurulan her tür teşnelik ilişkisinin ne kadar boş beleş bir iş olduğunu birkaç sayfada gösteriyor. Tarihsel bakımdan, Batılı sömürgeci tahakkümüne tepki olarak gelişen bu karşı-hareket, özgürlük ve eşitlik amacının peşindeydi. “2010-2020 yıllarındaki İran, Rusya ve Türkiye’deki ‘anti-emperyalizm’ ise aksine münhasıran yayılmacıdır ve kendi milletinin başka milletler üzerinde tahakküm kurmasını doğal bulmakta ve tarihsel misyonuna mündemiç görmektedir.”

Bozarslan “batılılaşma”nın ne kadar, sadece dışarıdan gelen saldırıların ürününden ibaret olmadığını, fakat “Rus otokrasisi, Osmanlı bürokrasisi ve daha ufak bir ölçüde Fârisî sarayı” tarafından bilinçli olarak başlatılan “kökü içeride” bir süreç olduğunu hatırlatıyor. Kaldı ki milli tarih anlatılarına göre, Batılı güçler ile, homojenliği üzerine fantazmlar üretilen bir Doğu ya da Avrasya güçleri arasında atadan kalma bir karşıtlık olduğu efsanesini yalanlayan ittifak tercihleri yapılmıştır.

Batı tahakkümünü hedef alan belâgat gerçekte sâfî araçsaldır. Bir yandan, kurbanlaştırıcı kalıplarıyla her tür tarih eleştirisini ve dâhilî tercihleri defetmeye yarar — özellikle de bunların bedelinin ödetilmiş olduğu iç azınlıklar bakımından. Diğer yandan, bizatihi Batı’nın bağrında ayaklar altına alınmış ve onun hayli uzağındaki yerlerde de savunulmuş değerleri “yabancı”ya mal eder. “Çoğul ve evrensel bir insanlık perspektifi sunabilen her şey” böyle reddedilir.  

Bu uyarıcı çalışmanın kapağını üç soruyla kapatıyoruz. İlki, liberal demokrasilerin bu rejimler nazarında takınacakları tutumla ilgili. Bozarslan çağımızdaki anti-demokrasilerin giriştikleri hak ihlâllerine karşı, liberal demokrasilerin gösterdiği “gevşekliği” ve “ödlekliği” sert bir biçimde eleştiriyor. Daha cesur bir yaklaşımın ne anlama geldiği hususunda ise kaçamak cevaplar veriyor: Kuşatılmışlık sendromunu tepe tepe kullanan yerleşik liderlerin oyununa gelmemeyi sağlayacak etkili “baskı yolları” ne olabilirdi?  

İkinci soru, burada incelenen rejimlerin birbirleriyle sürdürdükleri ilişkilerle ilgili. Ortak noktaları bulunmasına karşın ayrı tarihleri ve çıkarları olan rejimler bunlar. Hangi noktada ve hangi sahnelerde cephe oluşturabilip uluslararası sahneye şekil verebilirler? Bu üç bölgesel gücün Suriye İç Savaşı’na müdahale tarzları bu bakımdan ilginçtir. Yakında Palgrave Macmillan’ın yayımlayacağı, Nicolas Monceau ile Bayram Balcı yönetiminde hazırlanan bir kolektif çalışma gösteriyor bunu. Suriye’deki kaosun nasıl bir “Türkiye-Rusya-İran ittifakının temâyüzü”ne fırsat verdiği açıklanıyor bu kitapta. Bu ittifakın mensupları, “Batı’ya karşı güçlü bir hınç duygusu”nu paylaşan “rövanş peşinde iktidarlar” olarak niteleniyor.

Son olarak, gördüğümüz gibi tüm hatları belirlenemeyen “anti-demokrasiler”in birliğinin, yazarın da üzerinde ısrarla durduğu o el artırarak kaçışta bulunup bulunmadığı sorulabilir. Otoriterliğin varyantları arasında, bu çalışmada ele alınan üç vakayla örneklendirilen, baskı, meşrulaştırma ve kendi safına çekme yolları arasındaki ustalıklı bir dengeyle istikrar kurup “rutinleşemeyen” özel bir biçimi ayırt edebiliyoruz böylece. Uzun ömürlülüğün bu üç kaldıracı elbette kullanılacaktır; fakat sürekli ve zorunlu olarak çığırından çıkan bir mekanizma yapacaktır bunu. Hep kopuş eşiğinde olan bu mekanizma; ahâlisinin üzerine çöken “toplumsal yorgunluk” sebebiyle de rejim tarafından ancak sürekli bir el artırma yarışıyla bu yorgunluğu silkeleyebilecektir. O mekanizma bir gün nihâî biçimde kilitlenene kadar…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.