Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (55): Afganistan’da Taliban’dan önce “Afganiler”, yani yabancı savaşçılar vardı

Gazetecilik anılarımın 55. bölümünde, Sovyet işgaline karşı, mücahitlere destek için dünyanın dört bir tarafından Afganistan’a giden gönüllüleri, Türkiye’den gidip hayatını kaybedenlerden bazılarının öyküleriyle birlikte anlattım. Bunlar daha sonra dünyanın dört bir tarafında savaşmaya devam etti ve El Kaide ile IŞİD’in temellerini attı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 55. bölümünde, Afganistan’daki Taliban iktidârının konuşulduğu şu günlerde, ben Türkiye’yle Afganîlerin öyküsünü anlatmak istiyorum. “Afganî” kavramı uzun zamandır kullanılmıyor; şimdi “Afgan” kullanılıyor ya da “Afganistanlı” olarak kullanılıyor. Ama Afganîler başka bir şeydi; bunlar Afganistan’da cihâda, özellikle Rusya’ya karşı, Sovyetler Birliği’ne karşı mücâhitlerin verdiği cihâda gönüllü olarak giden, dünyanın dört bir tarafından gençlere –çoğu gençti, erkekti; kadın yoktu o tarihte– bunlara verilen isimdi. Bunlara “Afganî” deniyordu. Daha çok Arap dünyasındandı bunlar; ama onun dışında dünyanın değişik yerlerinden, Batı’da yaşayanlarda dâhil ama Afrika’dan, Güneydoğu Asya’dan gidenler de oldu ve Türkiye’den de gidenler oldu. O tarihlerde daha çok radikal İslâmcı dergilerde düzenli olarak şehit haberleri çıkardı ve bu şehitler Afganistan’da hayâtını kaybetmiş kişilerdi. 

Meselâ bakıyorum notlarıma: İlk olarak 25 Ekim 1987’de, yani neredeyse 35 yıl önce, 25 Ekim 1987’de Bilal Yaldızcı adında saptanan ilk Türkiyeli Afganî; hayatını kaybeden ilk oydu. Yine benim saptamalarıma göre, 10 Ocak 1988’de Tekiner Tayfur, 29 Eylül 1989’da Recep Şahin gibi isimler hayatlarını kaybettiler. Türkiye’nin değişik yerlerinden İslâmcı gençler bir şekilde Afganistan’a gidiyorlardı. Büyük bir çoğunluğu İran üzerinden gidiyorlardı ve değişik mücâhit gruplara katılıyordu. Kimisi Gülbeddin Hikmetyar’ın grubuna, kimisi Ahmed Şah Mesud’un grubuna, değişik gruplara katılıyorlardı. Ve orada birer savaşçı oluyorlardı. Kimisi hayâtını kaybediyordu, kimisi yaralanıyordu, kimisi de Türkiye’ye geri dönüyordu. Afganistan’daki bu kişiler, daha sonra biliyoruz, Usame Bin Ladin’in başını çektiği bir grup tarafından bayağı bir disipline edildiler, örgütlendiler ve buradan El Kaide çıktı. Ama bu demek değil ki gönüllü olarak gidenlerin hepsi El Kaideci oldu. Hayır, böyle olmadı. Afganistan’da Sovyet işgali bittikten sonra, bir kısmı hâlâ orada kaldı, bir kısmı daha sonra Taliban’la yapılan savaşa da, yani diğer İslâmî grupların Taliban’la olan savaşlarında da kaldılar. Afganîlerin önemli bir kısmı Afganistan’da yerleşik olan birtakım kamplarda, Keşmir’deki savaşa, Hindistan’a karşı savaşa katıldılar. 

Hiç unutmuyorum, Ahmet Raşid isimli Pakistanlı çok büyük bir gazeteci var. Dünyanın herhalde en önde gelen Afganistan uzmanlarındandır; gazeteci olarak kendisiyle Pakistan’a gittiğimde röportaj yapma imkânı da bulmuştum, çok önemli bir şahsiyet. Onun Taliban isimli bir kitabı çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ne bir gidişimle onu almıştım, büyük bir heyecanla okumuştum, çok istifâde etmiştim. Onun bir yerinde şöyle bir olaydan bahsediyordu: El Kaide Yemen’de Amerikan destroyerine saldırı yaptıktan sonra, Amerikan Başkanı Bill Clinton Afganistan’daki bazı kampları bombalattı. Amerikan uçakları bombaladılar ve burada çok ciddî sayıda hayâtını kaybeden mücâhit ve Afganî vardı, yani yabancı savaşçı vardı. Bunlar Keşmir’de savaşmak için eğitilen kişilerdi. Ve iki tânesi de Türk’tü. Bir liste yapmıştı kitapta: İşte, şu kadar Suudi vatandaşı, şu kadar vs., iki tane de Türkiye yazmıştı. Ben de bir NTV yayınında, Ahmet Raşid’in Taliban kitabını referans vererek bunu söyledim. O târihte Emniyet’teki ilgili birimin, Emniyet istihbârâtın bir yetkilisi beni NTV üzerinden bulup, bu bilgiyi nasıl aldığımı sordu. Ben de ona kitaptan bahsetmiştim. Onlar için sürpriz olmuş; halbuki İslâmî yayın organlarını birazcık tâkip edenler, Türkiye’den Afganistan’a doğru çok ciddî bir İslâmcı katılımı olduğunu bilirdi. 

Daha sonra bunlar, Afganistan’dan sonra Bosna’ya gitti. Bosna’ya çok daha fazla insan gitti; çünkü hem daha yakındı, hem de bağlar daha kuvvetliydi Bosna’yla. Türkiye’de yaşayan Boşnakların çok ciddî bir örgütlenmesi de vardı. Burada Bosna’ya gidenler içerisinde hepsi İslâmcı da değildi; ama Afganistan’da savaşmış olan birtakım İslâmcılar Bosna’da çok daha tecrübeli bir şekilde varlık gösterdiler. Çeçenistan eklendi buna. Özellikle Bosna’daki savaş Dayton Antlaşması’yla bittikten sonra, yabancı savaşçıların ülkeyi terk etmesi ya da Bosna vatandaşlığına geçmesi gerekti. Büyük bir kısmı terk ettiler ve dünyanın değişik yerlerine dağıldılar. Mesela Çeçenistan’a, Dağıstan’a, Özbekistan’a, Tacikistan’a, Kırgızistan’a, Filipinler’e, Kosova’ya, Azerbaycan’a ve Ogadin’e gidenler oldu. 

Ogadin çok ilginç; bunu açık söyleyeyim: Ogadin diye bir yerin varlığını İslâmcı dergilerden öğrendim. O da 21 Aralık 1996 yılında bir gencin öyküsü. Bu gencin adı –bakıyorum– İsmail, İsmail Öztürk. İsmail Öztürk 21 Aralık 1996’da Ogadin’de hayâtını kaybediyor. Onun ikiz kardeşi Osman Öztürk de 11 Temmuz 1997’de Keşmir’de hayâtını kaybediyor. Bu iki kardeşin hayatlarını kaybetmesi ilginç bir öykü oluşturuyor. İkiz kardeş bunlar; birisi Ogadin’de birisi Keşmir’de hayâtını kaybediyor. Ogadin’de o târihte Oromo Kurtuluş Cephesi başta olmak üzere, Etiyopya’dan ayrılmak isteyen ayrılıkçı Müslümanların kurduğu cepheler var ve burada da gönüllü savaşanlar var. Bunların büyük bir kısmı da Bosna’dan, Bosna’daki savaş bittikten sonra dünyaya dağılan savaşçılar buralara katılıyorlar. Bir İslâmcı dergide şunu görmüştüm: Etiyopya ordusuyla yapılan iki büyük çatışmada, birisi 9 Ağustos 1996’da İsmail Öztürk, Ersoy Tekin, Resul Aran, Ünal Ekinci – yani öyle bir çatışma oluyor ki çok sayıda kişi ölüyor, bunlardan dördü Türkiye’den gitmiş gönüllü. 21 Aralık 1996’da da Bayram Ali Düz, Cahit Çatuk, Çetin Geyik, Gökhan Süfürler, Nurettin Cingöz ve Ubeydullah Saltan, yani altı Türkiye’den gitmiş gönüllü birden hayâtını kaybediyor. 

Çok ciddî bir fenomendi Afganîlik; yani dünyada ilk kez İslâmcı hareketlerin içerisinde gönüllü savaşçılar olayı Afganistan’la başlamıştı. Daha önce sol hareketlerde bu çok vardı; özellikle İspanya İç Savaşı’nda çok sayıda uluslararası tugay kurulmuştu. Gönüllü olarak orada faşistlere karşı sol gruplar ve cumhuriyetçilerle beraber savaşan insanlar, özellikle Batı dünyasından, Türkiye de dâhil olmak üzere gidenler olmuştu. Yine Filistin’de daha çok sol ya da laik örgütler safında savaşanlar olmuştu. Ama İslâmcı hareketlerin ilk defâ böyle gönüllü olarak gitmesi Afganistan’la birlikteydi; o târihlerde Taliban yoktu. Ve burada tabii ilginç olan, daha önceki bir “Gomaşinen” yayınında da söyledim, Afganîlerin toplanmasında çok ciddî bir şekilde istihbarat servisleri etkili olmuştu. CIA, Pakistan istihbarat servisi, Suudi Arabistan istihbarat servisi, hattâ Çin’in de olduğu söylenir ve yine daha önce bahsettiğim gibi birtakım radikal İslâmcı âlimler, Amerikan Birleşik Devletleri’ndeki üniversite kampüslerini dolaşarak oradaki Müslüman öğrencileri Afganistan’da savaşa iknâ etmeye çalıştılar ve bayağı da insanı oralardan devşirmişlerdi. 

Afganîlerin kökeninde aslında, Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı Soğuk Savaş döneminde örgütlenen bir Batı istihbârat faaliyeti var. Ama daha sonra bunların Batı’nın da çıkarlarına çok ciddî zarar veren savaşçılara dönüştüklerini özellikle El Kaide örneğinde görmüştük. Bu kişilerin ortaya çıkışı, bu olayın başlangıcı 1980’ler, yani Sovyetlerin Afganistan işgaliyle berâber başlıyor. 1978’de işgal var, ama esas olarak bu gönüllülerin gidişi 80’li yıllar. Afganîlerin değişik yerlerde ortaya çıkışlarına bir örnek Cezayir’de yaşanmıştı. Cezayir’de 1990 başlarında seçimlere İslâmî Selâmet Cephesi katılıp birinci parti çıktıktan sonra, orada bir tür darbe yapıldı ve İslâmcılar tasfiye edilmek istendi. O târihteki sokak gösterilerinde, Afgan kıyafetleriyle çok sayıda İslâmcı, yürüyüşlere katıldılar ve bunlara Cezayirli Afganîiler dendi — ki büyük bir kısmı Afganistan’daki cihâdı bırakıp kendi ülkelerine İslâmî bir iktidar gelecek diye dönmüş insanlardı ve bunların bir kısmı da daha sonra dağa çıktı. Dağa değil aslında, orada “maki” diyorlar; Afgan dağları gibi yerler değil, ama kırsal bölgelerde, özellikle Silâhlı İslâmî Grup (GIA) adlı bir grubun etrafında uzun bir süre gerilla savaşı yürüttüler; ama Cezayir hükûmetine karşı başarılı olamadılar. 

Türkiye’den giden Afganîlerin bir kısmı başka ülkelerde savaşa devam etti. Büyük bir kısmı hayâtını kaybetti; önemli bir kısmı da Türkiye’ye döndü ve hayatlarını devam ettirdiler — ta ki Suriye İç Savaşı çıkana kadar. Suriye savaşıyla berâber, orada İslâmcı hareket çok ciddî bir şekilde teşvik edildikten sonra, dünyanın dört bir tarafından insanlar Suriye’ye savaşa katılmaya gittiler. Ve Türkiye’den gidenlerin sayısı da alabildiğine arttı. Çünkü çok kolaydı. Daha önce Irak’ta da gidenler olmuştu; Irak’ta El Kaide saflarında savaşanlar olmuştu, ama Suriye’deki katılım çok daha yüksek oldu ve buradaki yaklaşım üç aşağı beş yukarı Afganistan’daki Afganîler gibiydi. Ama burada çok daha büyük bir değişiklik oldu: Suriye’de kadınlar da çok oldu. Kadın gönüllü savaşçılara Avrupa’dan katılanlar da oldu, İslâm dünyasından da katılanlar oldu; özellikle IŞİD’in Musul ve Rakka’da İslâm devleti ilân etmesiyle birlikte, savaşçıların dışında insanlar da gitti. Çoluk çocuk âileleriyle buralara katılanlar oldu. Bunların önemli bir kısmı, biliyorsunuz yakalandı, kaçtı; bâzıları ülkelerine dönmek istediler, Batı’ya gitmek isteyenlerin başlarına çok ciddî işler geldi; kimisi tutuklandı, yargılandı, mahkûm edildi. Suriye’de önemli bir kısmı YPG’liler tarafından yakalanıp tutuklandı ve bunların ne olacağı konusu hâlâ çok ciddî bir şekilde muallakta duruyor. Yani bunlara artık “yabancı savaşçılar” deniyor. 

İlk başta Afganî olarak başlayan bu kişiler, olay artık daha bir küresel bir hâl aldıktan sonra, artık yabancı savaşçılar olarak adlandırıldı. Kimi zaman yabancı terörist savaşçıları olarak adlandırıldı. Birleşmiş Milletler’de bunlarla ilgili birimler oluşturuldu. Bunlarla mücâdele konusunda küresel anlamda ortak çalışmalar yürütüldü. Çünkü burada çok ilginç bir mesele var. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Afganistan’a gidiyor, oradaki bir silâhlı gruba katılıyor ve sonra Türkiye’ye geliyor. Bunun Türkiye’de yargılanmasını gerektiren herhangi bir kanun yok. Benzer olay Kanada’da, ABD’de, İngiltere’de, başka yerlerde de oldu. İşte bu sorunu çözmek için çok ciddî faaliyetler yürütülüyor ve bu yabancı terörist savaşçılar ya da yabancı savaşçılar sorununa hâlâ tam olarak net bir küresel çözüm bulunabilmiş değil. Her ülke ayrı ayrı uygulamalar yapıyor. Bâzıları, “insanlığa karşı işlenmiş suç” kapsamına alınıyor diyelim; bâzıları, suçu saptanmışsa, diyelim ki işkenceyle birisini Suriye’de öldürmüşse, o zaman bunlar yargılanabiliyor. Şimdi çok uzatmak istemiyorum; ama benim için hep bu olay, Afganîlik olarak hâfızamda yer etti. İlk 1985’te İslâmcılık çalışmaya başladığımdan beri karşılaştığım bir olay ve çok ilgimi çekti bu olay; İslâmcı dergilerde çıkmış bu konudaki çok sayıda haberleri toplamıştım; hattâ 11 Eylül saldırısının ardından, Tempo dergisinde, “Türkiye’de Afganîlerin öyküsü” diye bir yazı kaleme almıştım. Olay Suriye boyutuna girdikten sonra artık bu tür anlatılar çoğaldı ve biliyoruz ki çok sayıda IŞİD ya da El Kaide mensubu artık videolar çekiyor; özellikle intihar eylemlerinden önce vasiyet videoları çekiyorlar. Bunlar Youtube’a ve başka yerlerde yükleniyor. Artık malzeme çok, ama açıkçası ben zamânında dergilerde çıkan malzemelerdeki tadı şimdiki videolarda çok fazla alamıyorum. Şimdi size bir iki örnek okuyacağım: İlk Türkiyeli şehit Afganistan’da Bilal Yaldızcı; Afganistan’dan annesine yolladığı mektupta şunları yazıyor: 

“Sizleri çok özledim anacığım, çocukluğumu ilkokul günlerimi lise günlerimi hatırlıyorum. Hayat ne çabuk geçiyor, namazlarına dikkat et ana, babama itaat et! sabret ve kâfir düzene beddua et!”  

Bir başka okumak istediğim de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğrencisi Maraşlı Ali Pınarbaşı, Haziran 1993’te Bosna’da ölmüş. Babası Hüseyin Pınarbaşı bir İslâmcı dergiye şöyle diyor: 

“10 Eylül 1992’de Bosna Hersek’in Travnik kentinde mücâhitlere katıldığı, arzu ettiği cihâda fiilen katıldığı haberini aldık. Cevabı mektubunda depreşen bir baba şefkat ve merhametiyle şöyle dedim: Oğlum Sırplar zaten kâfir, bu bir gerçek, sen oraya gitmeyi tercih ettin; oysa bu toplum da kurtarılmaya muhtaç, buradaki müstekbirler ve işbirlikçilerine ne olacak? Sen önce bunlarla mücadele etseydin daha iyi olurdu.” 

Baba Hüseyin Pınarbaşı’nın oğlu Ali Pınarbaşı’na yazdığı mektup aslında Afganîler olayının çok önemli bir boyutunu bize gösteriyor. O da şu: Kendi ülkelerinde hoşlanmadıkları rejimlere karşı mücâdele etmek ilk seçenek; ama Türkiyeli Suudi Arabistan’da, Kuveytli, diyelim ki Endonezyalı, Pakistanlı ya da Fransa’da yaşayan bir Müslüman Fransız vatandaşı ya da İngiliz vatandaşı olanlar için çok zor çok müşkül bir şey ve hem bir taraftan cihat gibi bir arayışları var, ama bulundukları yerde bunu nasıl yapacaklarını bilemiyorlar; gözlerinde çok büyüyor onlar için: İşte, bir Afganistan, bir Bosna, bir Filipinler ya da Çeçenistan vs. aslında kestirmeden bir yol. Kendi cihadları değil, kendi bulundukları ülkenin cihâdı değil; çok daha açık ve net bir savaş var orada, meselâ Sovyet işgaline karşı, meselâ Çeçenistan’da Ruslara karşı, meselâ Bosna’da Sırplara karşı — yani bir tarafta Müslümanlar var, bir tarafta Müslüman olmayanlar var. Dolayısıyla burada cihad kavramı çok daha kolaylaşıyor, ama kendi ülkelerinde bu iş çok daha karmaşıklaşıyor. 

Bu anlamda Afganistan’da başlayan bu gönüllü savaşçılık olayı aslında dünyanın dört bir tarafındaki İslâmcıların silâhlı yürütülen cihad arayışlarına çok iyi cevap verdi. Ama bu arada görüyoruz ki bu ülkelerin her birinde yaşanan, bu ülkelerin her birinde yürütülen cihadların sonucunda ortaya çıkan rejimler ya da ortaya çıkan yeni durum –meselâ bir Bosna’da, bir Çeçenistan’da– onların başta arzuladıkları, hedefledikleri o düzen olmadı. Onlar değişik yerlerde hayatlarını kaybettiler; oralarda gömüldüler, aileleri birçoğunun mezarını bile bilmiyor. Türkiye’ye gelenlerin ya da ülkesine dönenlerin diyelim, önemli bir kısmı bunu gerisinde bıraktı; kimisi yeni arayışlara girdi, ama sonuçta bu defter şu anda büyük ölçüde kapanmış gibi gözüküyor. Taliban bunu tekrar açar mı? Sanmıyorum. Taliban’ın şu andaki derdi uluslararası topluluk tarafından bir ölçüde kabullenilmek. Dolayısıyla onları tehdit edebilecek yabancı savaşçılar gibi olaylara en azından bir müddet girmek isteyeceklerini sanmıyorum.  Fakat IŞİD ve bir ölçüde El Kaide hâlâ varlığını sürdürmeye çalışıyor ve hâlâ bunlar çokuluslu yapılar olmaya devam ediyorlar. Ama daha önce IŞİD’in olduğu gibi, Suriye’de Rakka, Irak’ta Musul gibi yeri belli bir konumda değiller; bir zamanlar El Kaide için de aynı şey Afganistan’da geçerliydi. Şu anda büyük ölçüde bu tür küresel cihadcı hareketlerin yeri yurdu çok belli değil; dolayısıyla gönüllü savaşçılar ya da günümüzün Afganîler’inin işi eskisinden daha zor. Evet, Taliban’ın bana düşündürdüğü, Afganistan’ın bana düşündürdüğü, öncelikle Afganîlerdi. Bununla ilgili özellikle gazetecilik hayâtımın ilk yıllarında tanık olduğum okuduğum öykülerden bazı şeyleri size aktarmaya çalıştım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.