Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (63): İki yıl süren futbol yazarlığım

Gazetecilik anılarımın 63. bölümünde, Vatan Gazetesi’nde çalışırken, 2012 yılının son aylarında başlayıp ayrıldığım 2014 ekim ayına kadar yaptığım futbol yazarlığını anlattım. “Futbol yazarlığı” dediğime bakmayın İstanbul’daki maçları statta, deplasmanları evde izleyip Galatasaray maçları hakkındaki his ve düşüncelerimi aktarmaktan ibaretti ama eğlenceliydi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 63. bölümünde, Vatan gazetesinde iki yıl boyunca yaptığım ve bereket çok da uzun sürmeyen futbol yazarlığımı anlatmak istiyorum. Bu nereden aklıma geldi? Geçen hafta, nihâyet uzun bir aradan sonra salgın nedeniyle gidemediğimiz maçlara, bir grup arkadaş Konyaspor maçını Maslak’ta, Ali Sami Yen Stadı’nda izlemeye gittik ve orada, o havayı üzerimizde formalarla tekrar teneffüs ettikten sonra dedim ki: “Ben artık ‘Gomaşinen’de o iki yılı anlatayım.” 

Bunun başlangıç tarihi: 21 Kasım 2012. İlk yazdığım yazı da iyi bir yazıydı. Çünkü iyi bir maçtı. Manchester United’ı 1-0 yendiğimiz maçı yazmıştım. En son yazdığım yazı da 5 Ekim 2014’te Erciyes’te yapılan maçmış. Şimdi olayın hikâyesi şu: Vatan gazetesinde İbrahim Seten spor müdürüydü ve gazetede yazan yazarların tuttukları takımlarla ilgili yazılar yazması gibi bir fikir attı ortaya. Ben de Galatasaray’ın İstanbul’daki maçlarını düzenli olarak stadyumda izleyen birisiydim. Kombinem vardı. Onu da biliyordu ve zâten kendisi de Fenerli’dir. Pek sevmediğim Fenerliler’dendir. Arada sırada tartıştığımız, birbirimize takıldığımız da olurdu. Benden yazmamı istedi. Ben de “Neden olmasın?” dedim ve ilk Manchester United maçıyla beraber yazmaya başladım. Öyle ki, deplasman maçlarını da evde oturup televizyon başında yazar oldum. 

Bundan öncesinde bir Galatasaray meselesini anlatmam lâzım. İnsanlar şöyle düşünüyorlar – ki haklılar aslında böyle düşünmekte: Ben Galatasaray Lisesi mezunuyum ve dolayısıyla Galatasaraylı’yım. Ama işin aslı öyle değil. Çünkü ben Galatasaray Lisesi’nde, üstelik yatılı okurken Fenerbahçeli’ydim ve bu yüzden çok ciddî sorunlar yaşadığım da olmuştur. Özellikle Galatasaray’ın kaybettiği Fenerbahçe maçlarından sonra, üst sınıflar etüd saatlerinde gelip, “Fenerbahçeli var mı aranızda?” diye sordukları çok an olmuştur. Bir şekilde bizi buluyorlardı. Kendimiz ortaya çıktığımız da oluyordu. Bizim lisede okuyan herkesin Galatasaraylı olduğu gibi bir durum yoktur. Çok sayıda insan başka takımlardan olabiliyor. Mesela meslektaşım Umur Talu –bir ara Milliyet’in başındayken berâber de çalıştık– o Beşiktaşlı’dır ve de o sırada Vatan gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Tayfun Devecioğlu da lisede benden bir devre küçüktür, Beşiktaşlı’dır. O zaman da öyleymiş, hâlâ öyle. Benim Fenerbahçeli olmamın nedeni, rahmetli babamdan dolayıdır. O çok koyu bir taraftardı, son güne kadar. Ben de ondan hareketle Fenerli’ydim. Fakat belli bir süre sonra, biz sol hareketin içerisine girdikten sonra, futbol olayını bayağı bir ihmal ettik diyelim. Geride kaldı. Çok fazla ilgilenmedik. Daha sonra ben cezaevindeyken, lisenin son sınıfında okurken, cezaevindeyken –cezaevine girdim, siyâsî tutuklu olarak bir buçuk sene kaldım– cezaevinden çıktıktan sonra normal hayata geri dönüşle birlikte, futbolla da ilgilenmeye başladım ve kendimi Galatasaraylı buldum. Nasıl oldu, çok detayını hatırlamıyorum ve bundan şikâyetçi olduğum da söylenemez. 

Aslında benim maç izleme olayım da çok yakın bir zamandan beridir. Yakın bir zaman derken: 2007-2008. Öyle bir tarihteydi. Tesâdüfen Ali Sami Yen’de, oğlum Ali Deniz’le — o zaman kucakta oturabilecek kadar yaşı küçüktü, 2007 sonlarında başladık Ali Sami Yen’de. Bir sınıf arkadaşımız kombinesini bize devretmişti. Onunla izlemeye başladık. Daha sonra, 2010 Ocak ayında, Türk Telekom Arena –o tarihteki adı, Ali Sami Yen biliyorsunuz, yıkıldı ve Maslak’a, yeni stada geçildi–, o sezonun ikinci döneminde Arena’ya geçildi ve biz liseden arkadaşlar olarak orada bir grup kombine aldık. Bizim lisedeki dönemimiz 112 dönemi. Fransızca tâbiriyle “sanduz”’ diye bayağı namlı bir dönemdir ve şu anda üzerimde de zâten bugüne istinaden Sanduz ya da 112’nin hırkasını giyiyorum. Fakat ben 112 döneminden olmakla berâber – 112, yani okulun kuruluş yıldönümünden hareketle bakıldığında, 112. Yıl, 1868’den ileri gidince 1980 mezunları– fakat ben bir sene çaktım 10. sınıfta. Bir sene de cezaevinden dolayı kaybettim. Ben 114’te mezun oldum; ama hep tabii ki kendimi 112’li olarak hissettim ve biz burada bir grup arkadaş, onların bazı akrabaları ya da arkadaşları, yani liseli olmayanlar da dâhil olmak üzere, 10’u aşkın kişi yan yana kombineler aldık ve her maç öncesi bir yerde buluşup, yiyip, içip sonra da maça gittik. Bu bir rutin olarak yıllarca sürdü. 2010’dan salgına kadar sürdü. Her sene kombinelerimizi yeniledik. Bâzıları vazgeçti, yenileri eklendi vs. ve o maçları yerinde izlemeyi hep tercih ettim. Geçen Konya maçı da bu anlamda çok güzel bir sürpriz oldu. Maç galibiyetle bittiği için de iyi oldu ve keşke tekrar her şey normalleşse. Şu anda kombine dağıtılamıyor salgın nedeniyle, ama umarım önümüzdeki sezonda bu tekrar olacak. 

Neyse. Dönelim Vatan gazetesine. İbrahim bana bunu teklif ettiğinde önce biraz tereddüt ettim. Sonra “Neden olmasın?” dedim ve iPad’le maçı izlerken, bir taraftan notlar alıp, sonra da hızlı bir şekilde yazıp yollamaya başladım. Tabii orada şöyle de bir şey var. Maçlara gidenler bilir. Hele kalabalık maçlara gidenler bilir. Bâzen ana baba günü oluyor. Meselâ Manchester United maçı gibi. Çok dolu oluyor. Maça girmek bir dert, çıkmak bir dert. Özellikle şehrin birazcık dışı diye düşünürsek bu Maslak’taki stadı, her ne kadar şu anda stüdyomuz da Maslak’ta olsa da, o biraz daha dışarıda. Metro gidiyor, ama çok dolu olduğu için metroyla gitmek gerçekten cesâret işi. Dolayısıyla biz arabayla gidiyorduk. Fakat otopark filan da çok sorunlu oluyor. Böyle bir taraftan maç bittiği zaman insanların stadı terk etme, benim ama önce yazıyı yazma, yazıyı yazıişlerine yollama ve ondan çıkma diye bir derdim vardı ve tabii biz grup halinde arabaları kullandığımız için, benimle berâber diğer arkadaşlar da bekler oldular. Bu, belli bir andan îtibâren benim yüzümden ya da benim sâyemde bir rutin oldu. O tribünde, o grupta, kombinede ve tabii şöyle de bir şey var; şimdi gazetecilerin bulunduğu spor tribünleri filan var. Orada birlikte yazıyorlar ya da herkes kendi yazısını yazıyor. Ben bir izleyici olarak yazdım. Hem izleyici duygusunu aktardım. Kendimin izleyici olarak, taraftar olarak duygumu aktardım. Hem de oradaki ortamı ve arkadaşlarımın, eşlerin, dostların gözlemlerini aktardım. Bazen yazılarda bunları da referans verdim. İşte, “Arkadaşıma göre Drogba bekleneni vermedi” gibi cümleler de oldu. Hattâ bir ara bizim önümüzde meşhur Nihat Doğan’ın da kombinesi vardı. Nihat’la o sayede bayağı bir yakın olduk, sohbet ettik vs.. Sonra biliyorsunuz attığı bir tweet nedeniyle başına bir yığın iş geldi ve kombinesini de başkasına devretti. Yıllardır gelmiyor, o ayrı. Bir iki yazıda da hattâ Nihat’a referans vererek yazdığım da oldu. 

Aslında eğleniyordum. Yani bir taraftan eğleniyordum. Ama açıkçası yazdığım yazıların sportif anlamda bir değeri olduğunu asla sanmıyorum. Çünkü birçokları gibi ben de futbolu izlemeyi seven birisiyim. Ne istatistik bilirim, ne şunu bilirim, ne birtakım teknik şeyleri bilirim. Ama zâten İbrahim’in istediği de buydu. Zâten gazetenin spor yazarları vardı ve onlar maçların analizini, şusunu busunu yapıyorlardı. Beni de orada araya bir tane parça olarak ekliyorlardı ve ben de büyük bir keyifle bunları yazıyordum. Özellikle başlıklarda ruh hâlimi aktarıyordum ya da benim ve arkadaşlarımın ruh hâlini aktarıyordum. 

Şimdi şöyle ilginç bir husus var: Aslında uzun zamandır beni video yapan ya da “Gomaşinen”de olduğu gibi podcast yapan birisi olarak tanıyor insanlar; ama ben hayâtı yazmakla geçmiş birisiyim. Televizyona belli bir andan îtibâren, CNN Türk ve ardından NTV ile beraber dâhil oldum; ama ben yıllarca yazdım. Hattâ gazeteci olmadan önce de ortaokuldan îtibâren yazdım. Solculuk yaparken de daha çok yazıp çizme işleriyle uğraşan birisiydim. Hayatım yazmakla geçmiş birisiyim. Çok sayıda kitabım vardır vs. ve kolay yazıyordum ve futbol çok da anladığım bir şey değil; ama hızlı bir şekilde yazıyordum ve insanlar bir anlamıyla hayret ediyordu. Bunların başında da bizim Kadri geliyordu. Kadri’yi biliyorsunuz: Kadri Gürsel. O da bizim dönemden. O da bizimle berâber maçları izliyordu. Ama sonra, biliyorsunuz cezaevine girdi. Haksız bir şekilde aramızdan ayırdılar uzun bir süre. Sonra da dönmedi tribüne Kadri. Kadri ise tam benim zıddım birisidir. O da yazılarını saatler süren bir operasyonla yazan birisidir; hattâ çift ekranla çalışır Kadri, benim bildiğim. Kendisi aktardığı için biliyorum. Önde yazısını yazdığı ekran; bir yanında da yazısı için faydalandığı kaynakların olduğu ekran ve Kadri’yle meselâ herhangi bir şey konuşacağınız zaman ya da bir “buluşalım, edelim”, yayına çağırmak filan gibi hususlarda, Kadri, “Bugün benim yazı günüm” dediği zaman, o çok önemli bir şeydir. Çünkü Kadri’nin gerçekten yazı saati değil, günü vardır. Benim için öyle değildir. Ben hızlı yazarım. Kadri zâten bir taraftan çok şaşırmıştır. Onu da söylemişti: “Yahu bu adam nasıl yazıyor?” Bana da söylüyordu zâten. Kendisiyle beni kıyaslayıp, benim o hızıma anlam verememişti. Tabii bir anlamda da lâf çakıyordu; ama ben zâten böyleyim. 

Şunu da özellikle söyleyeyim; daha ilk Nokta dergisinde gazeteciliğe başladığım zaman da, o tarihte de çok kalabalık ortamlarda yazı işleri olurdu. Dergi ortamında… Bâzı arkadaşlar yazılarını yazacakları zaman, özellikle kapak dosyalarını yazacakları zaman, kapalı bir oda bulmaya çalışırlardı. Bense tam tersine gürültülü ortamda yazabilen ve hattâ yazmayı tercih eden birisiydim. Dolayısıyla stadyumda, o maç gürültüsünün içerisinde iPad ile yazı yazmak ve onu da sonra yazıişlerine yollamak, benim tam da arayıp da bulamayacağım bir şeydi. Fakat şimdi tekrar bu yayından önce baktım yazılara ve dedim ki: “Bu yazıları kim, niye okur? Ne anlar?” Arada mailler filan geliyordu. O tarihte sosyal medya çok güçlü değildi; ama e-postalar vardı. Oralarda bir iki lâf söyleyen filan oluyordu; ama şimdi herhalde bunu yazıyor olsam ve diyelim ki geçen Konyaspor maçını izledim, yazdım ve bunu da Twitter’da paylaştım diyelim. Herhalde bayağı bir tepki gelir ve bu tepkilerin büyük bir kısmı da, “Ya, sen bu işleri bırak, ne anlıyorsun ki bu işlerden…” şeklinde olurdu herhalde. Onun için de zâten artık bir daha niyetim yok. 

Ne yapmışım? En son 5 Ekim 2014’te, Kayseri deplasmanında, Erciyes’i 2-1 yendiğimiz maçı yazmışım. Ondan sonra Vatan gazetesinden ayrıldım ve yazılar bitti. Fakat ayrıldıktan hemen sonra Fenerbahçe’yi 2-1 yendiğimiz bir maç var. 18 Ekim 2014. Orada, Vatan gazetesinden ayrılmış olmama rağmen o maçı yazmak istedim. Çok iyi hatırlıyorum ve de benim http://rusencakir.com web sayfam var. O web sayfasını da zâten yapan ve yöneten yine benim 112’den bir arkadaşım; Vecdi’dir. Kimi maçlara o da gelir. O maçı sadece kendi sayfama yazarak, 18 Ekim 2014’te bunu noktaladım. Şimdi bir daha yazmam diyorum; ama geçen akşam, yani perşembe akşamı Lokomotiv Moskova’yı, çok kötü bir maçın ardından sonlara doğru 1-0 yendiğimiz maçı izledikten sonra, açıkçası dedim ki; “Yazsam mı acaba?” diye de düşünmedim değil. 

Ama söz veriyorum, bir daha yazmayacağım. Zâten çok temiz olan spor basınını çok kirletmek istemiyorum diyeceğim. Buradaki ironiyi herhalde herkes anlamıştır. Aslında uzun zamandır, gazete zâten almıyorum da, çok uzun zamandır spor yazısı okuduğumu söyleyemem. Arada sırada radyodan vs. birtakım yorumları dinliyorum. Tabii bu arada eski Ali Sami Yen’de maçları kucağımda izleyen Ali Deniz artık futbol yorumcusu oldu. Aslında spor yorumcusu demek lâzım. Çünkü NBA’yi de çok yakından tâkip ediyor. Onu da yorumluyor. Ama esas olarak burada, Medyascope’ta kendisi futbol yorumu yapıyor. Bayağı da iyi yapıyor. Artık benden bu kadar diyorum. İki yıllık bir parantezdi, kapandı. Eğlenceliydi. Şimdi tek temennim; bir an önce işler biraz normalleşsin de biz de düzenli olarak maçları statta izlemeye kaldığımız yerden devam edelim. Çünkü bu hem olayın bir sportif yönü –sportif dediğim, biz spor yapmıyoruz tabii ama bir öyle bir yönü var–, bir de tabii bizim daha 1972 yılından beri, hazırlık sınıfına girdiğimizden beri yani… Kaç yıl olmuş? 50 yıl olacak neredeyse ilk tanışıklığımız. Arkadaşlarla 15 günde bir en azından buluşma imkânı sağlayan çok iyi bir olaydı. En kısa zamanda ona döneriz diye umuyorum. Evet “Gomaşinen”e bir siyâset molası verdik. Maç seyretmek iyi bir şey. Yerinde seyretmek daha güzel bir şey. Umarım kaldığımız yerden devam ederiz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.