Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (31): Metin Feyzioğlu olayı

“Adını Koyalım” programının 31. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Metin Feyzioğlu‘nun Türkiye Barolar Birliği seçimini kaybetmesini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konunun adını koymaya çalışacağız. Bu haftaki konumuz, Barolar Birliği’nin bir önceki başkanı Metin Feyzioğlu. Feyzioğlu kendisini böyle tanıtıyor. Bu konuyla ilgili konuşacak çok şey var. Bunun adını koyalım. 

Anladığım kadarıyla, önümüzdeki dönemde artık kendisinden çok bahsetmeyeceğiz, öyle gözüküyor. Ancak Metin Feyzioğlu’nun ilginç bir serüveni oldu: Aşırı radikal muhalefetlikten, daha sonra tam bir sâdık iktidar yanlılığına geçti ve sonuçta fark açık olmamakla birlikte, büyük bir hezîmetle seçimi kaybetti. Bildiğimiz kadarıyla birçok şeyle oynandı. İktidar desteğiyle birlikte barolar bölündü, delege sayıları azaltıldı, ama kazanamadı. Sonu hüsranla biten bir öykü. Bunun düşündürdüğü farklı farklı boyutlar var. Hep birlikte bunları konuşmak istiyoruz. Arkadaşlar, merhaba.

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle başlayalım. Dediğim gibi, Feyzioğlu meselesinin birçok boyutu var. Açık söyleyeyim, ben kendisini galip olduğu zamanlar da hiç sevmezdim. Sonraki durumuna hiç şaşırmadım. Bu benim kişisel fikrim. Birçok insan çok şaşırdı, ama bunun grafiği aslında bize Türkiye hakkında çok şey anlatıyor diye düşünüyorum. Sen bu olay hakkında neler düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: Öncelikle, belki ikinci bölümde bu baro seçimlerinin nasıl kazanıldığının bize Feyzioğlu’nun kişiliğinden ve kim olduğundan daha fazla şey söylediğinden bahsederiz. Önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bölümü biraz kısa tutacağım, çünkü Feyzioğlu çok yakından takip ettiğim biri değil. Ama AK Parti ve Erdoğan açısından bakarsak, bu vaka bize bir şey söylüyor: Erdoğan’ın siyaset yapma biçiminin, o siyasetle dokunduğu ve o siyasete dâhil ettiği herkeste ciddi bir itibar erozyonu yarattığı –ki Erdoğan’ın itibar kelimesini çok kullandığını biliyoruz– gerçeğini bir kez daha önümüze koydu. Bu yalnızca Feyzioğlu gibi öbür taraftan, başka mahalleden, “karşı mahalleden” devşirilenlerde söz konusu değil. Numan Kurtulmuş örneği de var. O da, tam o mahalleden değil ama yan mahalleden, komşunun devşirildiği ve siyasete dâhil edildiği bir yerden geliyor. Erdoğan’ın işbirliği yapmayı seçtiği ve işbirliği yaparak belirli bir rızayı kendisine devşirmeye çalıştığı her durumda, her kimi seçtiyse onunla ilgili ciddi bir itibar kaybına neden olduğunu görüyoruz. Bu insanların neden taraf değiştirdiklerini genellikle bilemiyoruz. Numan Kurtulmuş’ta da aynı şey söz konusu. HAS Parti, Erdoğan’ın karşısında duran, Erdoğan’ın işlerini onaylamayan, ama Erdoğan’la aynı kuşaktan muhalif dindarların ilgisini çeken bir siyasî partiyken, bir anda her şey dağıldı, darmaduman oldu. Üstelik Kurtulmuş ve HAS Parti, o siyasetle karşı mahallenin saygısını alırken ve her ikisinin ortak noktası olan dindarlığın itibarını korurken –Saadet Partisi için Millî Görüş omurgası yüzünden aynı şeyi söyleyemiyoruz–, Numan Kurtulmuş “Ben gideceğim ve siyasetime orada devam edeceğim” demişti. Biz bunun sebebini hiçbir zaman bilmedik — en azından ben bilmiyorum. Takip ettiğim kadarıyla o türlü bir radikal dönüşü akla yakın kılacak bir vaziyet de yoktu. Dolayısıyla bir örneği orada görmüştük.

Metin Feyzioğlu olayında daha enteresan bir şey var: Erdoğan’la kamu önünde çok ciddi restleşmeler yaşamış birinden bahsediyoruz. 2014’te, Danıştay’ın 146. yıldönümünde yaptığı konuşmayla neredeyse bir siyasî krize neden olduğunu hatırlatırım. Öyle bir yerde, öyle bir restleşme yaşamış ve söyledikleriyle bir skandal görüntüye neden olmuş biri, sebebini bilemediğimiz bir şekilde Erdoğan’dan yana davranmaya başladı. Sadece mesleği itibariyle bile –İnsan Hakları paketi meselesinden bahsediyorum– karşısında durması gereken şeyleri en yüksek mertebeden onayladı. Hatta kimi söylentilere göre, o paketin kaleme alınmasında da payı vardı. Söylenti diyorum, çünkü bununla ilgili bir ispat ortaya konmuş değil. Dolayısıyla bir bakıma, kendisini, geçmişini, hayatıyla ve siyasetiyle ilgili her ne iddiası varsa onu reddederek bir güce eklemlendi ve sırf bu nedenle itibarını kaybetti. Son gördüğümüz manzara da bu itibar kaybının muhalif toplum tarafından nasıl görüldüğünü gösteriyor. Aslında sadece muhalif toplum da değil. Çünkü Feyzioğlu ile ilgili yazılıp çizilenlere baktığımızda, tamam, seçim sürecinde AK Parti tarafından desteklendi, ama ağyara açık olacak bir biçimde savunulduğunu veya övgüler yazıldığını görmedim. Yeni başkan Erinç Sağkan’a itiraz var, ama Feyzioğlu ile ilgili, “Şöyle iyi bir hukukçuydu, böyle kocaman bir adamdı. Davamızın bilmem nesiydi” diyenleri de görmedim. Çünkü zaten öyle bir durum yok. 

Peki, bu bize ne söylüyor? Bu konu bize Feyzioğlu hakkında bir şey söylemiyor; geçtiğimiz yirmi yıl hakkında bir şey söylüyor. Erdoğan’ın ve AK Parti’nin, rakiplerini bertaraf ederken kullandıkları yöntemin tekrar ettiğini gördük. Bu yöntem de, bir güç odağını dağıtmak istiyorsa oradan birisini alıyor ve sadece kendisini alarak, onun itibarını ortadan kaldırıp o güç odağını bir tür krize, bir iç kargaşaya sokuyor. Bahsettiğim bu güç odağı, bu örnekte Baro’ydu. Sonuçta Erdoğan Feyzioğlu’nu alarak, baroları veya Kemalistleri kendisine ikna edemeyeceğini biliyordur muhtemelen. Böyle bir safdillik içinde olduğunu zannetmiyorum. Yani “İçlerinden birisini alıyorsun ve onlar da onunla beraber sana geliyorlar” durumu olmadığının farkındadır. Fakat o güç odağı, o ortam, o siyasî bağlam içinde öyle bir kriz yaratıyor ki, o krizle mücadele ederken, bir şekilde kutuplaşmalar, karşılıklı restleşmeler oluyor. Bence bu noktada, muhalefetin Feyzioğlu’na karşı seçimi nasıl kazandığıyla ilgili sürecin de önemi var. O sürece bakmakta fayda var. Çünkü Erdoğan’ın oradan birini seçerek yarattığı siyasî kriz, itibar krizi çözüldüğünde, esasında Erdoğan kaybetmiş oluyor. “Erdoğan ve kriz”, “Erdoğan ve krizleri fırsata çevirme”, “fırsata çevrilecek krizler yaratma” stratejisine “siyaset” demenin de bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Bu vakadan yola çıkarak, bu türlü bir ayak oyununun, kime, neye, nasıl mal olduğunu, yaratılmış ve çözülmemiş krizlerin üzerine kurulmuş bir iktidarın, hem toplum için hem iktidarı kuranlar için ne anlama geldiğine dâir önemli bir örnek diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Kemal, şunu söyleyeceğim: Feyzioğlu pekâlâ CHP’nin başına geçebilirdi. Kılıçdaroğlu’nun seçimlerde başarısız olduğu dönemlerde genel başkan adaylığı için adı geçiyordu. Parti üyesiydi ve bir çözülme olsa, Kılıçdaroğlu partiyi toparlayamasa, pekâlâ olabilirdi. Ama birdenbire Feyzioğlu’nun başka bir yere gittiğini gördük. Bunun, kişisel bir olay olmanın ötesinde bir anlamı var, değil mi?

Kemal Can: Bence de var. Ayşe’ye katılmıyorum. Bu programda mottoya dönüştü bu; sürekli birbirimize katılmadığımızın altını çizerek dipnot atıyoruz. Ben de şimdi onu yapayım. Feyzioğlu’nun iktidarla yakınlaşması, Erdoğan’la çok yan yana hâle dönüşmesi, sonrasında baro seçimiyle ilgili acayiplikler ve onu seçtirmek için ne tür zorlamalar yapıldığı herkesin bildiği şeyler. Ama bu, ne Numan Kurtulmuş vakasına, ne tek tek devşirme meselesine benzeştirilecek bir şey gibi gelmiyor bana. Daha çok, Devlet Bahçeli’nin bir millî güvenlik sorunu olarak işaret ettiği Erdoğan’ın iktidarda kalmasını, şimdi bir millî güvenlik garantisi olarak sunmaya başlamasındaki dönüşüme benzetilebilir. Feyzioğlu, devşirilmiş biri olmaktan çok, temsil ettiği veya temsil etmesi için adaylık yarattığı alana dâir yeni ittifakın anlamı itibariyle bir parçası olmuştu. Bir kişisel devşirilme hikâyesi değil, bir yaklaşımın, bir çizginin göstergesi. Bunu, mesela Beştepe’nin Cumhuriyet gazetesindeki vakıf yönetimi operasyonuna dahliyle de ilişkilendirebiliriz. Başka şeylerle de ilişkilendirebiliriz. Bu, özellikle Bahçeli’nin dönüşümü ve Erdoğan’ın hem Cemaat’le hem daha önceki Avrupa Birliği merkezli liberal ittifakından koparken, yeni oluşturduğu ittifak formunda, çeşitli kanatlara biçilen rollerle ilgili. Feyzioğlu’nun hem CHP Genel Başkanlığı için adaylığa hazırlanırken, hem o zaman Erdoğan’a muhalifmiş gibi yapılan bir çizginin öne çıkan figürü olmaya çalışırken iktidarla buluşması, o misyonun, o çizginin, o yaklaşımın, aslında iktidar ittifakına eklemlenmesiyle ilgili bir şey. Bana bireysel bir devşirme hikâyesi gibi gelmiyor. Hatta başka baro başkanlarını da bu kapsama koyabiliriz. Mesela, yine CHP Genel Başkanlığı için aday olmuş Ümit Kocasakal’la Feyzioğlu’nun, daha önce nasıl bir yakınlıkla yürüdüklerini de hatırlamamız lâzım. Bugün, daha önce Ergenekon Davası gibi davalarda yargılanmış olan bazı eski asker zevatın, bazı politikalarda nasıl iktidarla yan yana olduğunu, bunun medyadaki uzantılarını, hepsini birlikte düşündüğümüzde, bir bireysel devşirme hikâyesi gibi gelmiyor. Kurumsal bir tarafı var. Bir de yeni ittifakın ideolojik temsil genişliği açısından bir karşılığı var. 

Aslında Feyzioğlu’nun, tıpkı dedesinin misyonunu tekrar eden bir tarafının olduğunu da düşünebiliriz. Çünkü Turhan Feyzioğlu ile başlayan Güven Partisi hareketi, aslında CHP’nin sağa çekilmesi veya CHP içerisinde o sırada oluşmakta olan ortanın solu ve biraz daha sola yaslanma eğilimine direnç olarak oluşmuş ve yine o zamanda, tıpkı Metin Feyzioğlu’nun biraz parladığı dönemde iddia ettiği gibi, “kurucu değerler ve Cumhuriyet’in değerleri” gibi misyonlarla, sol kanadı sağda oluşan otoriter merkeze yapıştırma işlevini görmek üzere programlanmış bir siyasî misyon. Dolayısıyla Feyzioğlu’nun üzerinden kurulan şey, “Parlak bir aktörü AK Parti saflarına katalım” değil, “Bir çizgiyi bu yeni ittifakın parçası hâline getirelim. Gerekirse o çizgiyi yapıştırsın ve eklemlesin. Yapamıyorsa da, öbür tarafta bir dağılma ve eleştirel bir parçalanma süreci yaratabilsin” Yani bir tür win-win. “Öyle olursa ne güzel. CHP’nin başına gelecek bir adam hâline gelir. Baroları da peşinden sürükler ve orada da kalıcılaşırsa, buradan popülerlik imal ederse ne güzel olur.” Ama AK Parti’nin, bu tür mühendislik stratejilerinin hepsinde olduğu gibi, bir ifrat sorunuyla karşı karşıya gelip elindeki bu enstrümanı biraz hoyratça kullandığını, kendi kullanımı yüzünden fazla hırpalayarak erken devre dışına çıkardığını da söyleyebiliriz. Bu süreç bize şunu anlatıyor: Tıpkı yerel seçimde gördüğümüz şekliyle, AK Parti’nin, siyaset üretme kabiliyetini kaybettiği gibi, siyaset dışı araçlarla siyasete müdahale imkânlarını, bu araçları ölçüsüz ve fütursuz kullanımı yüzünden biraz eline yüzüne bulaştırdığı ve murat ettiği sonuçları almakta zorlandığını gösteriyor. Yerel seçimde de bunu çok ciddi bir siyasî silleyle öğrendi. Ama bundan vazgeçmiş değil. Baro seçimleri sürecinin tamamı çok acayip zorlamalarla, yani delege yapısının değiştirilmesi, ikinci baroların kurulması, kongrelerin iptal edilmesi, yasal zorunluluklara uyulmaması, olağanüstü kongre taleplerinin durdurulması, avukatların tek tek baskı altına alınarak baro değiştirmeye zorlanması ve buna benzer çeşitli zorlamalarla yürütüldü bu. Ama sonuç alamadı. 

Bundan çıkarılacak iki sonuç var: Birincisi, siyaset üretme kapasitesini kaybettiği gibi, zorlamayla sonuç alma yeteneğinde de sıkıntıların baş gösterdiğini anlatıyor. Bu iyimser bir gelişme olarak kaydedilebilir. İkincisi de, mesela, baroların Ankara’ya yürüyüp, herkese, olayın ve yapılanların saçmalığını, trajikliğini bildiğimiz geleneksel direnme yöntemleriyle göstermesi. Bugün muhalefette çok tartışıldığı gibi, “Seçimi bekleyelim. Seçimde görürsün” demekle yetinilmemesinin nasıl bir etki yarattığını da öğrenmiş olduk. Baronun hem iktidarın zorlama yetenekleri açısından bir deney özelliği var. Hem de bu anti-demokratik zorlamalara karşı direnme pratiklerinin nasıl sonuçlar doğurabileceği açısından da örnek oluşturan bir vaka. Baro örneğinin iki tarafına da bakmak gerekiyor. İkisinin de bize anlattığı birtakım şeyler var. 

Ruşen Çakır: Kemal, Burak’a geçmeden önce sana bir şey soracağım.

Kemal Can: Hayır efendim, ona da katılmıyorum. 

Ruşen Çakır: Sen bir ara Ankara’da kısa bir süre Sabah gazetesinde çalışmıştın değil mi?

Kemal Can: Çalıştım.

Ruşen Çakır: O zaman Ankara temsilcisi kimdi? Fatih Çekirge mi?

Kemal Can: Bekir Coşkun. Benim zamanımda Fatih Çekirge Genel Yayın Yönetmeni olmuştu, Bekir Coşkun Ankara temsilcisiydi.

Ruşen Çakır: Hangi dönemdi bu? 28 Şubat dönemine denk gelmiyor muydu?

Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: Seni dinlerken geldi aklıma. Bugün Fatih Çekirge’nin Hürriyet’teki yazısını okudum; O da Cumhurbaşkanı’yla Katar gezisine katılmış. O zamanki Fatih Çekirge, Erbakan hükümetine karşı nasıl mücadele ediyorsa, şu andaki Fatih Çekirge de Erdoğan iktidarını o derece yüceltiyor. Senin demin söylediğin profile uyan bir şey. Kim değişti? Kişisel olarak değişmiş olabilir; ama sonuçta, durduğu yer yine “devletin yanında durmak”. 

Kemal Can: Evet. AK Parti ile veya iktidarla çeşitli dönemlerde farklı biçimlerde ilişki kurmak, aynı pakette düşünülecek şeyler değil. Kendi pozisyonlarına ya da iddialarına çok fazla güç atfeden birilerinin, iktidara akıl vererek etkinlik kazanabileceklerine inanarak dâhil olanları vardı. Mesela, özellikle AK Parti’nin ilk yıllarında, AB süreci ve liberallerle kurulan ittifakta, bu tür çok fazla aktör olduğunu hatırlıyoruz. Sonra, Ayşe’nin söylediği gibi devşirilen aktörler var. İkbal görüp doğru trene atlama zamanlamasını bazen hatalı yapan, ama çeşitli dönemlerde atlayanlar-inenler var. Buna Sedat Peker’i de katabilirsin mesela. Şimdi anlattıklarıyla başka bir yere oturdu, ama üç tur döndüğünü hatırlıyoruz. Senin söylediğin gibi medyada bunun çok sayıda örneği var. Bürokraside var, askerler arasında var… En çarpıcısı Devlet Bahçeli. Bahçeli’nin Erdoğan için söylediklerini hatırlasana. Süleyman Soylu’yu saymıyorum, çünkü onları söylerken bir çizgiyi değil, basit bir siyasî taktiği yürüyordu. Ama Bahçeli, çok temel bir politik pozisyondaydı, şimdi tam tersine geldi. Bir zamanlar CHP’liler, “Bahçeli partinin anahtarını AK Parti’ye teslim etti. Koltuk değneğidir” diyorlardı. Şimdi aynı insanlar, “Meğer Bahçeli Erdoğan’ı esir almış” diyorlar. Nasıl oluyor bu? Hani anahtarı teslim etmişti? Şimdi nasıl esir almış oluyor? Çünkü bu böyle açıklanabilir bir şey değil. Biri kendi tarafını bırakmış da başkasının yanına gelmiş değil. O iki çizgi, bir başka ortaklık zemininde yeniden buluşmuş olduğu için bu değişimler oluyor. Ama senin söylediğin gibi, bireysel örnekler, bireysel devşirmeler tabii ki söz konusu. Onun için her bir vakayı kendi bağlamında konuşmak lâzım. 

Ruşen Çakır: Burak, sen Feyzioğlu olayına hangi bağlamdan bakıyorsun? Sosyal medyada gördüm, seçim sonuçlarını bayağı bir coşkuyla karşıladın diye biliyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Sevindik tabii. Ben bu konuda Kemal Abi’yle aynı düşünüyorum. Metin Feyzioğlu, özellikle 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan, Erdoğan’ı meşrulaştırmak için onu millî güvenliğin ve devletin bekasının arkasına gizleme ve bu şekilde Erdoğan’ı destekleme eğiliminin bir yansımasıydı. Son dönemde ortaya çıkan “Erdoğan’ı ittihatçılar esir aldı” gibi söylemlerin öteki tarafı da var. Metin Feyzioğlu da Erdoğan’ın devlete teslim olduğunu düşünüyor, Etyen Mahçupyan da devlete teslim olduğunu düşünüyor. Aynı argümanla, bir tanesi Erdoğan’ın yanındaki pozisyonunu meşrulaştırıyor, diğeri de Erdoğan’ın karşısındaki pozisyonunu. Fakat aslında ikisi de aynı şeyi söylüyorlar. Erdoğan’a bir fâillik atfetmeden, onu masumlaştırarak, sanki aşkın bir devlet yapısı, karmaşık bir devlet yapısı ve bu devletin stres durumlarında verdiği geleneksel tepkiler varmış gibi davranıyorlar, öyle okuyorlar. Metin Feyzioğlu da bu açıdan Etyen Mahçupyan’dan farklı bir okuma geliştirmedi. 

Dikkat ederseniz, Feyzioğlu geride bıraktığımız beş sene içerisinde güvenlik konularında da konuştu. Mesela insan hakları ihlâli konularında konuşmazken, Türkiye’nin kanun devleti özelliği aşınırken, bunu dönemin şartları itibariyle tolere edilebilecek bir pratik olarak görürken, S-400 meselesinde veya sınır ötesi operasyonlar meselesinde coşkulu bir şekilde hükümete destek verdi. Çünkü Feyzioğlu’nun kendisini konumlandırdığı nokta, Erdoğan’ın müttefiki değil, Erdoğan’ı da aşan bir devletin ona bir emir verdiği ve onun artık yüreğine taş basarak mecburen Erdoğan’ın yanında olduğu. Kendisi bunun böyle olmadığını biliyor, bu ayrı bir şey, fakat meşrulaştırma zemini bu. Çünkü Erdoğan’ın kurduğu yapı 2002’den beri sürekli olarak, metodolojik olarak aynı. Yani 2002-2010 döneminde Erdoğan kendi fâilliğini gizlemeye çalıştı. O zaman demokratikleşme, sivilleşme gibi kavramların arkasına gizliyordu. 2016’dan sonra, geçirdiğimiz beş sene içerisinde, millî güvenlik kavramının arkasına gizledi. “Ben Erdoğan’a değil, demokratikleşmeye destek veriyorum. Bu mesele Erdoğan’ı aşan bir mesele” diyenlerle, “Ben Erdoğan’a değil, memleketin bekasına destek veriyorum” diyenler, yöntemsel olarak birbirleriyle aynılar. Erdoğan’ın fâilliğini küçümseyen, yok sayan, bunu yaparak da onu küçümsemeyen, korumaya alan bir durum. 

İkincisi, Feyzioğlu meselesi bize daha ilginç bir şey gösteriyor: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilginç bir seküler okuması var. Sekülerlere, Kemalistlere dâir, CHP’lilere dâir çok ilginç bir okuması var ve kendisini de buna iknâ etmiş durumda. Bu “sembolist Atatürkçülük” denen, heykellere bakıp gurur duyan, derinlemesine bir Kemalizm kavramı geliştiremeyen, Kemalizmi 1920-30’ların sembollerinden ibaret sayan, dolayısıyla bir insanın seküler hayat tarzına sahip olduğu sürece politik tutumunun pek bir anlam ifade etmediği, “Teter ki sembolleri iyi temsil etsin” zihniyetiyle göz önüne çıkartıldığında bir destekçi bulacağına dâir bir inanç var. Bu çok arkaik bir okuma. Metin Feyzioğlu seküler bir aileden geliyor, söylemleri seküler. Muhtemelen içki içiyor. Atatürk imgesine toz kondurmuyor. Her bayramda hazır kıta bir şekilde millî günlerimizi anıyor. Atatürk’ü anıyor. Dolayısıyla CHP’li olduğu, seküler olduğu veya Kemalist olduğu çok belli bir karakterin, politik tutumunun pek de önem arz etmediğini… Çünkü politik tutumdan bahsedildiği zaman, hukuk gibi, demokrasi gibi daha incelikli işlere girileceği için, onun çok önem arz etmediğini, önemli olanın semboller olduğuna dâir bir inanç var. O yüzden, Feyzioğlu gibi isimlerin, aynı zamanda muhalefetteki pragmatik arayışları da tehdit etmek için, onları zan altında bırakmak için kullanışlı bir enstrüman olduğunu düşünüyorlar. Yani CHP pragmatik olarak bir arayışa girdiği zaman, diyelim ki Kürtlerle, muhafazakârlarla konuşmaya çalıştığı zaman, evrensel normlardan bahsettiği zaman, KHK’lıların probleminden bahsettiği zaman, kanun hâkimiyeti sorununa parmak bastığı zaman, Metin Feyzioğlu o incelikli alanı bir şekilde bypass edecek, 1920’lerin 30’ların sembollerini ve kelimelerini kullanarak, aslında CHP’nin yeteri kadar Kemalist olmadığını söyleyecek. Hükümetin istediği şey, CHP’nin pragmatik bir politika yapması değil. Çünkü pragmatik bir politika yaptığı zaman geniş bir ittifak olabiliyor. CHP’nin agresif bir şekilde, Metin Feyzioğlu’nun vücudunda tecessüm eden Kemalistliği sergilemesi. Eğer sergilemiyorsa da, Metin Feyzioğlu ve onun benzerlerinin tâcizlerine maruz kalması. Bu, İYİ Parti için de geçerli. Hükümet, İYİ Parti’yi milliyetçi olmamakla itham etmeye dayalı bir strateji izliyor. İYİ Parti’den, mutlaka milliyetçi olduğuna dâir net sembollerle, halkın doğrudan anlayabileceği şekilde davranmasını bekliyor. Davranmadığı zaman mutlaka İYİ Parti’den kopan milliyetçi bir figür hükümetin yanında beliriyor. CHP’den mutlaka Kemalist bir figür beliriyor. Bu çok enteresan bir şey. Dolayısıyla bu insanlar ilginç bir şekilde hem muhalefetin pragmatik siyaset yapma arayışını sabote ederken, aynı zamanda da Tayyip Bey’in fâilliğini, yaptığı atamaları, kamu idâresini keyfî bir şekilde yönetişini, bürokrasiyi partizanlarıyla dolduruşunu es geçerek, büyük bir devlet meselesi olarak lanse ediyorlar ve kendi pozisyonlarını konumlandırıyorlar. 

Bu baro seçimi, bir anlamda böyle bir paradigmanın iflâs ettiği anlamına geliyor. Metin Feyzioğlu, ona sağlanan bütün “iyilikler”e rağmen; seçimi kazanması için avukatlara yeşil pasaport verilmesi, baroların bölünmesi, delege yapısının değiştirilmesi gibi bütün “iyilikler”e rağmen seçimi kazanamıyor. Üstelik bu konular aslında hükümetin siyasî olarak bedel ödediği konular. Demek ki bu bizi şuraya götürüyor: Muhalefet, hükümetin zannettiği arkaik noktada değil artık, onun ötesine geçmiş. Bir koalisyon kurmayı, işleri birlikte yürütmeyi ve kötülüklerin anası olarak bu hükümetin varlığını ontolojik olarak kabul ediyor. “Bu hükümet varsa, burada başka bir kötülükten konuşulmaz. Öncelikli iş, bu hükümetin adamlarının götürülmesidir” gibi bir duruma evrilmiş. Koalisyon kurma kültürü ve becerisi bunun sonucu olarak ortaya çıkıyor. 

İkincisi de, 2016 senesinde, 15 Temmuz’dan hemen sonra Cumhurbaşkanı’nın görev onayı yüzde 70’lere çıkmıştı hatırlarsak. Cumhurbaşkanı da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin duvarlarına Atatürk posteri astırmıştı. Bu ne demek oluyor? Milliyetçilerden ve Kemalistlerden önemli bir kesim Cumhurbaşkanı’nın görevini onaylıyor demekti. Fakat geride bıraktığımız beş sene içerisinde, “beka” kavramının bencil, partizanca çıkarlar için heba edildiğini, aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendisini devletin arkasında gizleyerek devleti yıprattığını, devletin kurumsal kişiliğini ortadan kaldırdığını, âdeta bir kişisel aile şirketi gibi, bir köy bakkalı gibi yönettiğini gördükçe, o beka kavramının hızlı bir şekilde inandırıcılığını yitirdiğini gördük. Bu paradigma çöktü.

Ruşen Çakır: İkinci turda Burak’ın demin sözünü ettiği muhalefetin birleşerek Feyzioğlu’nu yenmesi olayını konuşalım. Feyzioğlu olayına sevinen tepkilerde şu vardı: Bu seçim, aslında AKP’nin kaybının bir göstergesi, yerel seçimlerin bir tür devamı yani bir kalenin düşmesi gibi görüldü. Bu siyasî benzetmeyi doğrudan buraya taşıyabilir miyiz? Barolar Birliği seçiminin önümüzdeki siyasî dönemi çok açıklayan bir yönü var mı? Ayşe, ne düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: Sorunun cevabına geçmeden önce Kemal’in bana neden katılmadığını anlamadığımı söylemem lâzım. Çünkü tam olarak söylediğim şeyi başka bir açıdan dile getirdi. Demeye çalıştığım şey oydu. Erdoğan, tabii ki Feyzioğlu’nu, baroların, dolayısıyla hukukun, avukatların, savunmanın desteğini –yapabilirse– alabilmek için aldı. Ama alamayacağını biliyordu. Bence Kemal’le orada farklılaşıyoruz. Alamayacağını tabii ki biliyor. Çünkü barolar çok homojen yapılar değiller. Feyzioğlu’nu kişisel bir devşirmeymiş gibi alıp bir kriz yaratmakla üç şey yaptı: hem onun itibarıyla ilgili bir operasyon yaptı; hem Baro’nun içinde bir kriz yarattı; üstüne üstlük, Baro’nun itibarını zedelemiş oldu. Az önce Burak’ın da söylediği gibi, Erdoğan, devletin kurumsal kişiliğini ortadan kaldıran bir şeyler yapıyor ya, bu da Barolar Birliği’yle yaptığı bir şeydi. Numan Kurtulmuş olayına benzettiğim şey, “Orada şekillenmekte olan bir eleştiri geleneğini acaba içererek yok edebilir miyim?” idi. Sonuçta o eleştiri geleneği dışarıda kaldı ve Numan Kurtulmuş’un kişisel devşirilmesi süreciyle sınırlı kalmış oldu. Burada ortaklaştıran şey bu. “Ben şu siyaseti de içereyim” deyip o siyasetin önde gelenlerini aldığı vakit, arkayı boşta bırakıyor. Cumhuriyet gazetesi için de aynı şey söz konusu. Arkada bir kriz yaratıyor ve o kriz kendisini toplayana kadar bir şekilde ortamda şekillenen rahatsızlığı kendi siyasetinin bir aracına dönüştürüyor.

Ben şuna çok inanırım: İnsanlar başka insanları kendileri gibi bilirler. Çamlıca’nın tepesine cami yapıp etrafındaki mahalleleri yıkmaya rıza toplayabileceğini düşünen biri –üstelik kendisine oy veren insanların mahallelerini yıkmaktan bahsediyorum– oraya bir Atatürk posteri koymakla ya da en çok Atatürk diyenlerden birini devşirmekle, oradaki siyasî enerjiyi de değiştirebileceğini zanneder. Bu, sembolik bir şey. Bu, ikonografik siyasetin de ötesinde, kendi zihninde ikonografik bir yerleştirme. Dolayısıyla herkesi kendisi gibi bildiği için, etraftaki rakibi olan ya da içermek istediği, üzerinde operasyon yapmak istediği güç odaklarına nüfuz etmenin yolu olarak bunu seçtiği için ve işlemediği için bu hâle geliyor. “Güç odağı” kavramını da kötü anlamda kullanmıyorum; siyasetin daha yerel, merkezî idarenin uzağında, ama kendince başka merkezler oluşturarak şekillendiği yerler diyelim. Ama sonunda o kurumlara, o odaklara da itibarını kaybettiriyor. 

Şimdi Ruşen’in sorusunun cevabına döneceğim. Baro örneğinde bu itibarın nasıl geri kazanıldığını da gördük. Eksiği var, onu söylemeden geçemeyeceğim. Önemli bir eksiği var. Yeni başkan kendisi de söylüyor. Neredeyse hiçbir aşamada ve hiçbir komisyonda kadın avukatlar yeterince temsil edilmiyorlar. Bunu telâfî etmenin yollarını bulacaklarını söylediler. Onlar telâfî etmeseler de ben kadın avukatların bununla mücadele edeceklerinden eminim. Ben de kendi adıma, böyle bir muhalefet şerhini, bu zafere koymuş olayım. Bir eleştiri daha var: “İdarede, görünür yerlerde çok fazla baro başkanı var. Onlar hem zaten baro başkanıyken hem neden yönetimdeler?” gibi eleştiriler geliyor. Bunun, işi sağlama almakla ilgili gibi bir durum olduğunu zannediyorum. Erinç Sağkan’ın konuşmalarından anladığım kadarıyla, bunun da giderileceği yolunda birtakım çalışmalar yapacaklar. Erinç Sağkan, kendi başkan adaylığı sürecini anlatırken, aklıma yatan ve ‘’güzel iş’’ dediğim bir şey söyledi: “Biz buna benzer bir süreci daha önce de yaşamıştık; fakat baroda Feyzioğlu muhalifleri tek aday çıkaramamıştı. O nedenle yönetimde yine Feyzioğlu kalmıştı” diye anlattı. Bu defa işi gerçekten sağlama almışlar. Tek aday çıkarabilmek için uğraşmışlar. Feyzioğlu, iktidarını ve Baro Başkanı olma hâlini kullanarak, bütün barolarda, siyasetteki genel seçimlerdekine benzeyen bir sistemle, yani seçim bölgelerini yeniden tasarlayarak hile yapma mevzuunu burada da yapmış. Ayrıca delegelerin oluşmasında AKP’den de çok yardım almış. Ama işe yaramamış. Çünkü barodaki muhalifler tek bir aday çıkarmaya odaklanmışlar. Erinç Sağkan’ın anlattığı hikâyeden anladığım kadarıyla, konu tek bir aday olunca, yerel barolarda “O adayın nitelikleri ne olmalı?” diye tartışıla tartışıla gelinmiş. Konuşmasının sonunda kendisinden şöyle bahsediyor Erinç Sağkan: “Ben başkan olarak baroyu idare etmek üzere orada bulunmuyorum. Eşitler arasında sözcüyüm” diyor. Bu yeni bir şey. “Eşitler arasında imtiyazlı olan” değil, “eşitler arasında sözcü”. Yani komisyonlar kurulacak, onlar çalıştırılacak; baronun ne söz söyleyeceği, ne yapacağı, hangi konuda nasıl tepki vereceği oralarda karar verilecek. Komisyonlarda konuşulacağı için, onlar oluşturulurken belki her aşamada baronun ateşi artacak. Dolayısıyla bir iş yoğunluğu, bir müzakere yoğunluğu yaşanacak, belki kararlar daha yavaş alınacak. Erinç Sağkan, “Bu şekilde ben o kararların sözcüsü olacağım” diyor. Erinç Sağkan genç bir aday. Genç olması da, onu favori yapan, teveccüh gösterilen özelliklerinden biri. Bir de, sözünü sakınmamış olması. Sadece Feyzioğlu’na karşı değil, Diyanet’le de bir çekişmesi var. Devletin hiç hazzetmediği insanları da savunmuş. Sosyal medyanın hemen her yerinde, sadece sosyal medya da değil –sanıyorum A Haber’di– yeni başkanın bu özelliklerini haberleştirdiğinde aldığı tepkiler çok eğlenceliydi. İnsanlar “İyi bir sicili varmış” dediler. Böylece neredeyse hiç bilinmeyen birisi olduğu halde, popüler bir onaya da sahip olduğunu gördük. 

Bu modelde karşımıza ne çıkıyor? Bir, “eşitler arasında sözcü” fikri gayet güzel bir fikre benziyor. Önümüzdeki genel seçimler için ittifak partileri arasında denenebilecek bir yöntemdir. Halkımızın lider sevdiği ve lider istediği için buna teveccüh göstermeyeceğine, bunun kafa karışıklığına neden olacağına, zaten baronun, böyle bir taktiğin ve siyasetin çalışıp çalışmaması konusunda bir veri oluşturmadığına, çünkü baronun eğitimli insanlardan oluştuğuna, halkımızın pek de böyle olmadığına dâir itirazlar gelebilir. Ben o itirazlara bir örnekle cevap vermek istiyorum: Ekim ayı sonunda Pancar Ekicileri Kooperatif Birliği’nin (PANKOBİRLİK) seçimleri yapıldı ve burada da aşağı yukarı aynı süreç yaşandı. Recep Konuk tam yirmi bir yıldır yönetimdeydi. PANKOBİRLİK’in bütün diğer kooperatiflerle beraber neredeyse tröst bir şirkete dönüştürülmesi sürecinde, AKP ile işbirliği yaptı Recep Konuk. O esnada, özellikle Konya çevresindeki pek çok çiftlik çok para kazandı, çok fazla ayrıcalıklar edindi. Bir buçuk dönem boyunca AKP milletvekilliği yapmış, 94’te Çumra’da belediye başkanlığı yapmış birinden bahsediyoruz. Fakat seçimi kaybetti. Kendisi aday olmamıştı, Özkan Taşpınar’ı halef belirlemişti. Özkan Taşpınar, yani iktidarın gösterdiği aday, üstelik sahayla bu kadar güçlü ve organik bağları olan birisinin desteğiyle çıkardığı aday, Ramazan Erkoyuncu karşısında kaybetti. Ben Ramazan Erkoyuncu’nun kim olduğuna da baktım. Hâlâ çiftçi, varlıklı biri. Varlıklı ama kendi varlığını kendisi yapmış. Yerel şirketlerde yönetim kurulu başkanlığında bulunmuş, Konyalı. İktidardan bağımsız olması, iktidarın adayı olmaması dışında, iktidar adayından çok da farklı olmayan biri. Bu bana bayağı enteresan geldi. Yaptığı ilk işlerden bir tanesi, Vali’yi ve AK Parti İl Başkanlığı’nı ziyaret etmek. Bu da bana biraz Ekrem İmamoğlu taktiği gibi geldi. Fakat sonuçta, Konya gibi bir yerde iktidarın desteklediği bir aday değil, bir başkası kazandı. Üstelik ona çok benzer profilde birisi olmasına rağmen. Dolayısıyla hem baro seçimlerinin hem bu PANKOBİRLİK’teki alâkasız seçimin ortak noktaları, onları seçime götüren sürecin nasıl yönetildiğiyle ilgili. Öyle bir durumda adayın kim olduğu veya neye benzediği önemli değil. Önemli olan, o seçime götüren süreçte ittifakın, Erinç Sağkan’ın söylediği gibi eşitler arasında bir ilişki olarak kurulup kurulmadığıyla ve bunun izah edilip edilmemesiyle ilgili. Ben, “Halkımız lider sever, birisi onlara ne yapması gerektiğini söylesin” hikâyesine katılmıyorum. Ama içinde bulunduğumuz durumda, hem baro hem PANKOBİRLİK seçimleri, bu argümana ve hipoteze yaslanarak bir şey yapmanın çok riskli olacağını gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, ne dersin? Bu siyaseten geriye dönük okumadan biraz daha ileriye dönük bir okuma. Bu bize neyi gösteriyor? Hakikaten bu sevinç gösterileri anlamlı mı? Yoksa bu nihayetinde bir baro seçimidir, illâki her şeye teşmil edilemez mi diyorsun?

Kemal Can: Profil açısından, yöntem açısından ve bağlamı açısından genel seçimle birebir özdeşlik kurmanın pek çok sorunu var. Daha özel şartları olan, daha özel profilin bir çıktısı bu. Ama bazı yöntemsel meselelere ve Türkiye siyasetinde de sık başvurulan bazı ezberlerle ilişkisine baktığımızda, buradan çıkabilecek bazı fikirler olabilir. Hem bazı yeni fikirler olabilir, hem de bazı ezberlerin ne kadar geçerli olduğuyla ilgili tartışmaya katkısı olabilir. Biraz önce değindim, iki faktör vardı: Birincisi, şimdi çok tartışılan, yerel seçim meselesinde de gündeme geldiği gibi, “iktidar seçimi lehine çevirmek için olmadık işler yapabilir, acayip zorlamalara başvurabilir ve dolayısıyla istediği sonucu alır” fikrini kıran, bütün gücünü kullandığı ve tüm zorlamaları yaptığı durumlarda bile almak istediği sonucu garanti etmediği anlamında bir gösterge sayılabilir. Çünkü oldukça uzun bir süreçti ve çok sayıda araç kullanıldı bunun için. Üstelik işin ilginç tarafı, MHP bu konuda daha aktif davrandı. Özellikle doğrudan MHP yöneticisi olan bazı milletvekillerinin, ikinci baroların kurulması sürecinde ve hem onun yasal çerçevesinin hazırlanmasında hem de faaliyetinde aktif rol oynadığını biliyoruz. 

İkincisi, bu tür hukuksuzluklara ve zorlamalara karşı nasıl cevap üretileceği ve bunun karşısındaki birlikteliğin ve direncin nasıl örgütleneceğiyle ilgili de birtakım şeyler söylüyor. Biraz önce değindiğim gibi, “Aman sokak tehlikelidir, durun. Seçimi bekleyin. Seçimde cevabını vereceğiz. Siz bize seçimde desteğinizi verin” söylemleriyle sınırlı olmayan bir direnç ve tutum göstermenin, gerekirse soğukta, yol kenarlarında, polis kalkanları önünde oturma eylemi yapmaya varacak kadar bir direnç azminin gösterilmesi, bunun konvansiyonel eylemliliklerle başka insanlara duyurulması ve o âidiyet, ortaklık ve direnç birlikteliği fikrinin taşınması açısından da birtakım örnekler oluşturdu. Biraz önce Ayşe’nin değindiği gibi, bunun seçim galibiyetini sağlayan ittifak zeminini ve onun temsilcisi olarak seçilen kişinin nasıl konumlandığıyla ilgili bir tarafı da var. Ayşe’nin tarif ettiği gibi, “Eşitlerin arasında sözcü olarak öne çıkmak”. Ama burada şu detayın da olduğunu görmek lâzım: Yumruğunu vuran, aynı Feyzioğlu’nun bir simetriğini oluşturup, “O yeşil pasaportu aldıysa, ben de kırmızı pasaport alacağım” diyen birinin değil de, başka bir ilişki biçiminin varlığını ifade eden, ama bunu ederken, dirâyetli, kuvvetli bir lider görüntüsü değil, cesur ve lâfından geriye gitmeyen biri görüntüsünün önemli olduğu. Buradaki liderin arkasına takılınmasının liderin gücünden değil, liderin gösterdiği cesaretten gelmesi. Bu anlamda bir başka ezberi bozan tarafı da var: Türkiye’nin sosyolojisi, siyasetin gerekleri, bazı hassasiyetler denilen şeyler konusunda da bir şey söylüyor bize. Aslında yeni seçilen Sağkan’ın Diyanet’le girdiği polemik ve Ankara Barosu’nun yayınladığı bildiri, Tahir Elçi’ye sahip çıkmasıyla ilgili birtakım Anadolu barolarının çok yüksek reaksiyon alabileceği varsayılan tutumu…

Ayşe Çavdar: Bir de LGBT-İ konusu.

Kemal Can: Evet, bu tür konularda hiç de “Ya, bu memleketin de birtakım hakikatleri var. Bunun bir ortasını bulalım. Bu kadar da zorlama var, dolayısıyla bu Anadolu barolarının desteğini kaybetmeyelim” demiyor. Tam tersi, o direncin taşıyıcısı olma iradesini zayıflatan bir gevşeklik göstermemiş olan bir aday olması da bize bir şey anlatıyor. Belki de sahiden, şimdi iktidarın da kışkırttığı, bazı baroların da hâlâ altını kazımaya çalıştığı bu reaksiyonun sahici bir tarafı var. Ama bu yapılan hukuksuzluk ve saçmalık karşısında, bu hassasiyetlere dikkat edenlerin bile, “Ya, tamam da, şu anda mesele bu değil. Hiç de bununla ilgisi yok, çünkü mesele başka bir şey” diyebilmelerini mümkün kıldığını, o çok güvenilen Anadolu barolarının kışkırtılabilir katkısının beklenen faydayı sağlamadığını görüyoruz. Bu farklı bir profil. Bahsettiğimiz avukatlar başka bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir profili işaret ediyor, ama bir fikir veriyor. Sonuçta, en az memleketin vasatı kadar saçma reaksiyonlar verebilmiş baroların bulunduğu bir ülke burası. Bu hakikatler de söz konusu. Evet, onlar sayesinde hâlâ belki 5 oy bile almaması gereken Feyzioğlu 150 küsur oy almış olabilir. Ama temel değişim dinamiğinin bu hassasiyetleri gözetmekle onları da kucaklamaktan çok, saçmalığa, anormalliğe, olağanüstülüğe, hukuksuzluğa, zorlamaya işaret eden bir tutum olduğunu da gösteriyor. Bunun daha sonuç alıcı olduğunu gösteriyor.

Yerel seçim için de “Ne değiştirdi?”, “Yapıcı muhalefet” diye hep konuşuyoruz ya?  “Feyzioğlu eksik şeyler yaptı, ama biz baroyu daha acayip bir şey yapacağız, daha iyi yöneteceğiz” iddiasının değil, Feyzioğlu’nun yaptığı saçmalığın seçim sonucunu belirlediğini görmemiz lâzım. Bunun da genel seçim için birebir uygulanmayacak, ama bir fikir verecek tarafları olduğunu düşünüyorum. O yüzden, “İşte süreç başladı, patır patır gidiyor, domino taşı gibi. Burada olanların aynısı genel seçimde de çıkar” gibi bir iddiada bulunmuyorum. Ama buradaki birtakım noktaların, yani aday profili, adayın tutumu, ittifak zemini, ittifak zemininin neyin üzerine oturacağı, iddialar, bununla ilgili yöntemler ve ezberlerden sakınarak başka bir dil kurmak ve başka bir ilişki önermek gibi meseleler açısından da bazı ilhamlar sunduğunu dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Bunların bir kısmının benim genel seçim ve genel siyasî tabloyla ilgili söylediklerimle örtüşmesinden de ayrıca bir memnuniyet duyduğumu söylemek istiyorum.

Ruşen Çakır: Burak, seninle kapatacağız. Aynı soru senin için de geçerli. Bir de şu notu düşeyim: Geçen gün Metin Feyzioğlu ile ilgili yaptığım yayında “İbretlik bir öykü” başlığını kullandım. Bu olayın bir ibret boyutu da var. O konuda da bir şey söylemek istersen sevinirim.

Burak Bilgehan Özpek: Şöyle söyleyeyim: Millet sandık görünce tepkisini veriyor. Sadece PANKOBİRLİK’te değil, Halter Federasyonu’nda da oldu, yerel seçimlerde de oldu. Şimdi Türkiye Barolar Birliği’nde aynı durum gerçekleşti. Açık konuşmak gerekirse, toplumun birçok kesimi, hükümetten memnuniyetsiz. Bir ittifak kurma becerisi geliştirdi ve bir kanal buldukları zaman bunu değiştirme iradesi gösterebiliyorlar. Bununla birlikte, bir şey daha var. Kemal Can sokaktan bahsetti. Ben kategorik olarak sokak hareketlerine karşı değilim. Fakat sokak hareketlerine gelinceye kadar, siyasî grupların, siyasî partilerin yapması gereken şeylerin çoğunu da yapmadığını düşünüyorum. Mesela İstanbul belediye seçimlerinden bahsediyoruz. Hiçbirimiz İstanbul belediye seçimlerinin kazanılacağını ilk etapta çok düşünmedik. “Kesinlikle kazanır” demedik. Çünkü önceki tecrübeler bunu söylüyordu. Ama önceki belediye başkan adaylarına baktığımız zaman, aslında kaybetmenin sebebinin de, biraz o siyasetin doğasına uygun olmayan işler yapıldığı için olduğunu gördük. Mesela Mustafa Sarıgül iyi bir aday değildi, ama CHP’nin İstanbul Belediye Başkan adayıydı. Ya da, Ankara’da Melih Gökçek seçildiği zaman, CHP’liler, SHP’liler oylara sahip çıkmadılar; Zaferin sarhoşluğuyla erken rehavete kapıldılar. Demek ki iyi bir sandık organizasyonu kurduğunuz zaman, iyi adaylarla çıktığınız zaman, iyi bir seçim çalışması yaptığınız zaman… Bir siyasetçinin, iktidarı isteyen birisinin, çalıştığı zaman harcadığı emeğin karşılığını almasının bir karizması var. Vebali bu kadar topluma yükleyecek, “Toplum bunu istemiyor. Toplum cahil” diyecek bir durumda değiliz. İyi çalışan, iyi siyaset üreten, iyi söylem üreten, doğru adaylarla ilerleyen gruplar kazanabilir. Toplum olarak, daha doğrusu muhalifler olarak son iki senedir yaşadığımız şok bunun şoku. Çünkü muhalifler büyük bir ümitsizlik ve kaybetmişlik içerisindeyken, iki senedir ardı ardına, sandık gördükleri zaman bir şekilde başarılı çıkıyorlar. Bugün üniversitelere sandık koyduğunuz zaman, bütün baskıya rağmen, gizli oy prensibi uygularsanız rektörlerin çoğunun değişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla muhalifler bu sandık meselesini hakikaten çok güzel özümsedi. Ve nasıl ilerlemeleri gerektiğini, nasıl ittifak kurmaları gerektiğini, hangi adaylarla gitmeleri gerektiğini çok iyi biliyorlar. 

Erinç Sağkan’ı bu Diyanet meselesinden itibaren yakından takip ediyorum. Diyanet konusunda “sesi çağlar ötesinden gelen” gibi bir ifade kullanmıştı; bu muhafazakârları çok rahatsız etmişti. Fakat Erinç Sağkan, o bildiğimiz kibirli, aydınlanmacı tavrın dışında bir yol benimsemişti. Hatırlarsanız TCK’nın 216. maddesinin 2. fıkrasına referans vererek, hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının tercihlerinden dolayı ötekileştirilmeyeceğini, bir devlet kurumunun, eşit vatandaşlık prensibi gereği insanların cinsel tercihlerine veya hayat tarzlarına yönelik aşağılayıcı ve ötekileştirici bir söylemde bulunmaması gerektiğine işaret etmişti. Bu çok önemli bir şeydir. Meselesini alıp sübjektif bir söylemden çıkarıyor, olabilecek en objektif kaynağa, Türkiye Cumhuriyeti Kanunları’na dayandırıyor. Baro Başkanı olarak kendisinden beklenen şey de bu. Ama orada murat ettiği şey kendi siyasî şovunu yapmaktan öte, Diyanet İşleri Başkanı’nı biraz marjinalleştirmek. Burada hep “merkez siyaset”, “marjinal siyaset” meselesini konuşuyoruz ya? Bu işler de biraz böyledir. Merkezi işgal edip sizin muhataplarınızı marjinalleştirme meselesi de bu. Erinç Sağkan ısrarla bu kanun referanslarıyla ilerledi ve Diyanet İşleri Başkanı’nı marjinalize etti. “Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumunun başındaki kişi olarak, kanunu ihlâl ediyorsun” ihtarında bulundu. Erinç Sağkan’a dava açıldı, ama dava açılması gereken kişi, kanunlara göre Diyanet İşleri Başkanı’ydı. Bu çok enteresan bir şey. 

Böyle davrandığınız zaman, merkez olduğunu söyleyen, Türkiye’nin merkezine Tayyip Bey’in sözlerini oturtan iktidarı hızlı bir şekilde marjinalize edebiliyorsunuz. Ben bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye muhalefeti de baro muhalefeti gibi yekpâre bir bütün değil. İçinde milliyetçiler var, sekülerler var, Kürtler var, hatta daha muhalif muhafazakârlar var. Bu insanları bir araya getirebilmenizin AKP nefretinin ötesinde bir şeye ihtiva etmesi lâzım. Kendinizi mutlaka bir değerler setiyle, bir kurallar bütünüyle denetlemeniz ve sabitlemeniz gerekiyor. Erinç Sağkan, geçen seneki LGBT ve zina meselesindeki çıkışıyla Türkiye Cumhuriyeti Kanunları’nı referans alarak, kanunlara uymayan, devletin nizamını ihlâl eden aktörün bizzat AKP olduğunu söyledi. Aslında bu, birçok toplum kesiminin asgarî olarak bütünleşebileceği bir noktaya işaret ediyor. Bu mesele PANKOBİRLİK’te, Halter Federasyonu’nda nasıl oldu bilmiyorum, ama bu böyle bir şey. 

Biz İstanbul seçimlerinde de, Ankara seçimlerinde de ne Ekrem Bey’in ne Mansur Bey’in böyle ideolojik bir söylemine ve siyaset yapma çabasına rastlamadık. Hatta muhalifler arasında siyaseten bunu yadırgayanlar oldu. Kendilerini mutsuz ve temsil edilmiyor gibi hissedenler oldu. Fakat böyle yaptıkları için biraz geniş bir platformu ve zemini oluşturabildiler. Benim kanaatim bu. Üstelik hem Erinç Sağkan’da hem de İmamoğlu’nda bir ortak nokta var: Herhangi bir iktidara tâlipseniz, hakikaten yönetebileceğinizin sinyalini vermeniz gerekiyor. Bunu sadece belirli bir iktidarı yıkmakla değil, sizin, iktidara geldiğiniz zaman enerjinizle ve koalisyon kurma yeteneğinizle sorun çıkarmadan yönetebileceğinizin sinyalini vermeniz gerekiyor. İnsanlar artık bu sinyalleri de veriyorlar. İstanbul’da Zülfü Livaneli, Mustafa Sarıgül gibi adaylar insanların karşısında çıkarıldı. Ne bekliyoruz ki? Dolayısıyla bu insanların profilleri de çağa uygun. Popülizm genel olarak siyaseti de etkiliyor. İdeoloji olarak popülizmden bahsetmiyorum, lidere ve siyasetçilere yapılan vurgu anlamında bahsediyorum. 1960’larda, 70’lerde kel, göbekli, yaşlı politikacılar görebiliyorduk, artık onları da göremiyoruz. O figürlerin, görüntülerinin, lisanlarının, telaffuzlarının da çok önemli olduğunu düşünüyorum.  Şimdi yavaş yavaş bu profildeki insanların yönetme iradesi göstererek, koalisyonlar kurarak bu iktidarı devraldıkları kanaatindeyim. Bana sorarsanız, Türkiye açısından çok şey söylüyor. Bu seçimlerden muhalefetin çıkartacağı dersler olduğunu düşünmem boşuna değil. Çünkü sizin muhalefeti bölecek, muhalefeti sübjektif tartışmalara boğacak tartışmalardan ziyade, yönetme, iktidarı devralma iradesi göstermeniz gerekiyor. Bunu gösterdiğiniz zaman bu işler oluyor. İbret bahsini anlayamadım Ruşen ağabey. 

Ruşen Çakır: Her ne kadar “devşirme mi, değil mi?” tartışması yaptıysak da, Metin Feyzioğlu bu iniş çıkışları yapmasa, gayet sâkin bir şekilde bu seçimi kaybedebilirdi. Ama şimdi öyle bir yerde kaybetti ki, artık hiçbir geleceği yok. Bu trene atlamış birçok insanın başına bu gelecek bence.

Burak Bilgehan Özpek: Öyle görünüyor. Çünkü orada insanlar bir meşruluk dayanağı tercihi yaptı. Mesela herkes bir câmia adına konuşuyor. Baktığınız zaman ülkücüler adına konuşanlar, Kemalistler adına konuşanlar, Kürtler adına konuşanlar gibi. Herkes kendisini bir câmia adına konuşmakla tanımlıyor. Üstelik ilginç bir şekilde kendisini câmiaların temsilcisi olarak gören insanlar da, bir şekilde nereden edindikleri meçhul olan meşruluğu Tayyip Bey’e kiralamakla meşguller. Kendilerine bir mikro iktidar alanı yaratıyorlar. Halbuki bu insanların meşruluklarını aldıkları bir süreç yok. Mesela MHP’nin ülkücüler adına konuşması ve Alpaslan Türkeş Vakfı üzerinden kurulan tartışma. Bu tartışmanın sebebi bence 2016 senesindeki parti içerisindeki seçim. İnsanlar şunu soruyor: Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı meşruluğunu delegeden mi aldı, yoksa iktidardan mı aldı? Çok enteresan. İnsanlar iktidardan meşruluk alıyorlar, kendilerini belli bir grubun temsilcisi olarak tanımlayıp, bunu yeniden iktidara kiraya veriyorlar. Böyle bir süreç yaşıyoruz. Mesela Metin Feyzioğlu Kemalistlerin, sekülerlerin, yeni nesil Atatürkçülerin “temsilcisi”ydi. Kimden aldı bu pâyeyi? Kim ona bu pâyeyi verdi? Hiç kimse. İktidar verdi, o da iktidarın kendisine verdiği pâyeyi yeniden iktidara kiraladı. Bir toplumsal zemini olmadığı için, bir meşruluk zemini olmadığı için, iktidarın gücü arkasından çekildiği zaman veya sandıkla yüzleştiği zaman, bu insanlar bir şekilde bilgisayara kaydettiğimiz dosya gibi sildiğiniz anda çöp kutusuna gidiyor. 

Ruşen Çakır: Evet. “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Ayşe Çavdar, Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek çok teşekkürler. İzleyicilere de teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.