Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (71): Gazetecilik ve militanlık

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 71. bölümünde, yaşadıklarımdan hareketle, örnekler de vererek gazetecilik ve militanlık ilişkisi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Şimdi militanlık lâfı pek kullanılmıyor. Bunun yerine “aktivizm” deniyor biliyorsunuz. Militan yerine aktivist deniyor; ama bizim eski kuşak diyelim, bizim için militan, militanlık lâfı daha geçerliydi ve biz gazeteciliğe başladığımızda da çalıştığımız zaman da “Gazeteci misin, militan mı?” sorusu çok sık karşımıza çıkardı. Şimdi bu, “Gazeteci misin, aktivist misin?” şeklinde soruluyor. Bu soru gerçekten çok önemli bir soru. Dün de böyleydi; bugün çok daha fazla böyle. Dün, daha Soğuk Savaş dönemi ve onun etkisiyle sağ soldan ibâret, büyük ölçüde bir siyâsî çatışmanın olduğu bir ortamdaydı bu olay. Ama şimdi, kimlik siyâsetleri de girince, aktivizm alanı çok genişleyince çok daha kapsayıcı oldu ve çok daha hayâtî bir soru oldu.

Gazeteciliğe başladığımda ben bu sorudan rahatsız olurdum — her genç gibi. Ve tabii ki gazeteciliğe başlamadan önce, hayâtımın önemli bir kısmını militan olarak yaşamış birisi olarak. Yani ortaokulda, Galatasaray Lisesi’nde okurken başladım ve sol devrimci harekete dâhil oldum. Bunun sonunda da son sınıfa giderken cezaevine düştüm. Bir buçuk yıl hapis yattım. Her ne kadar sonuçta beraat ettiysem de bu benim solculuğumun ya da o militanlığımın olmadığı anlamına gelmiyor. Öyleydim. Zâten o dönemi özellikle okulda yaşayanlar ve yakın çevremdekiler bilir. Cezaevinden 1982 yazında çıktıktan kısa bir süre sonra, yani 3 yıl sonra Nokta dergisinde gazeteciliğe başladım ve her ne kadar eski militanlığımdan arınmakta olsam da, hâlâ reflekslerimiz eski günlerden hareketleydi ve Türkiye’nin tam bir dönüşüm aşamasındaydı. Özal iktidarı vardı, ama Kenan Evren ülkenin yönetiminde etkiliydi. Böyle bir dönemde, gazeteciliğe Nokta’da başladım ve tabii ki solculuğumu bir şekilde oraya taşımak istedim. Fakat şansım o ki Nokta dergisi çok renkli ve çok nitelikli insanların, farklı farklı nitelikte insanların olduğu bir yerdi. Benim gibi çok insan vardı ve bu yüzleşmeyi bir anlamda kolektif bir şekilde yaptık ve önüne gazeteciliği koymaya çalıştık. Ama bu çok zor oldu. 

O dönüşümde hâlâ Türkiye’de çok ciddî kırılmalar yaşanıyordu. Siyâsî gerginlikler, çatışmalar vardı ve burada da bizler, genci, daha orta yaşlısı, herkes bir şekilde bir yerlerde siyâsî bir duruş sergilemeye çalışıyordu. Ama sonra kolektif olarak bu bir ölçüde yatıştırılıyordu. Ama bu tartışma hep oldu. O tarihte de vardı. Benim bu arada en önemli şanslarımdan birisi de İslâmcılık üzerine, İslâmî hareket üzerine çalışmaya başlamamdı. Yani kendimden olmayan bir kesimi çalışmaya başlamam oldu. Bunun şöyle bir avantajı oldu. Bir tanıma sürecine girdim. Öğrenme sürecine girdim. “Öteki”ni, benden farklı olanları öğrenme sürecine girdim ve öğrendikçe anlatmaya başladım. Onları yazmaya başladım. Sol ile ilgili çok az haber yaptım. Neredeyse hiç yapmadım diyebilirim. Bunu yaparken de İslâmcılarla ilişkimde hep –kendileri de bizzat şâhittir–, kendi siyâsî kimliğimi hiçbir şekilde gizlemedim. Yani onlara, bâzılarının sandığı gibi –hattâ iddia ettiği gibi–, takiyye yapmadım, yalan söylemedim, onlarla berâber ibâdet ediyormuş gibi yapmadım. Gazeteci olduğumu söyledim. Sorulduğu zaman siyâsî kimliğimi de söyledim. Fakat esas olarak derdimin gazetecilik yapmak olduğunu söyledim. Bu zor oldu. Ama zamanla oturdu ve işleri yaptıkça ve o işler de etki yarattıkça, işim daha da kolaylaştı. 

Fakat burada şöyle bir sorunla karşılaştım: Yakın çevremdeki insanlar beni çok ciddî bir şekilde sıkıştırdılar. İslâmcılara söz hakkı tanımanın, İslâmî harekete söz hakkı tanımanın siyâsî olarak yanlış olduğunu söylediler. Hattâ beni İslâmcı olmakla ya da hidâyete ermekle vs. tanımlayanlar oldu. “Suçlayan” diyecektim; ama insan pekâlâ İslâmcı olabilir. Bu suçlanacak bir şey de değil. Ama bu çok oldu. Öte yandan tabii İslâmî kesimde de çok kişi bana artniyet yüklemeye çalıştı, ajanlık vs.. Yerli ya da yabancı ajanlık… 

Her neyse. Ama bu beni bir anlamda rahatlattı. Çünkü kendimle doğrudan bir ilgisi olmayan bir alanda, çok yoğun bir çalışma içerisine girdim. Fakat siyâsî olarak bir şeyler yapma ihtiyâcı da hep vardı tabii ki bir birey olarak ve o kadar yoğun yaşanmışlıklardan dolayı. Bunu da ayrıca siyâsî partilerde siyâset yapma şeklinde düşündüm; ama ortada girebileceğim bir parti yoktu. Bir sosyalist parti kurulma çalışmaları oldu. Onlara katıldım. Onlar kurulur gibi oldu, bozuldu vs.. Sonra bir ara bir şeyler kuruldu. Bir şekilde içinde olmaya çalıştım; ama hem işlerimin yoğunluğu hem de o hareketlerin, o partilerin ciddî bir iddiasının, bir çekiciliğinin olmaması nedeniyle, siyâseti kendi aramızda, yakın çevremizde bir tür kendi kendimizi tatmin ederek yapar olduk. Ama esas olarak gazeteciliğe yoğunlaştım ve bu arada da tabii ki birçok arkadaşımız, meslektaşımız; gazetecilikle militanlık dengesinde ağırlığı militanlığa doğru kaydırdılar. Özellikle Kürt hareketinin yasal alanda ortaya çıkması, partileşmesi ve medyaya girmesiyle birlikte oldu bu. Özgür Gündem, Özgür Ülke… adları sürekli değişti. Meselâ o gazetenin kuruluş aşamasında ben de yer aldım. Daha kurulmadan yer aldım. Orada bayağı bir editoryal çalışma da yaptık. Hattâ tüm çalışanlara yönelik birtakım seminerler oldu. Orada medya etiği, medya ahlâkı gibi şeyleri de ben yapmıştım. Fakat gazete çıkmadan önce ayrıldım. Benimle berâber ayrılan bir iki arkadaş daha vardı. Çünkü orada, esas dert gazetecilik değildi. Yani biliyorduk ki tabii Kürt hareketinin finanse ettiği bir yer olacaktı bu. Fakat biz oraya gazeteci olarak gidecektik. Ama önceliğin gazetecilik olmadığını hızlı bir şekilde anladık. Gazete çıkmadan anladık ve daha yol yakınken ayrıldık. Onlar için de iyi oldu. Benim için de iyi oldu ve bir iki arkadaş daha vardı öyle. Onlar için de iyi oldu. Böyle kısa bir deneyim oldu. 

Daha sonra, parti meselesinde ÖDP’nin ilk kuruluşu büyük bir heyecan yaratmıştı. Ben de gidip Kadıköy ilçesine doğrudan üye oldum; ama üye olmama rağmen partide pek bir şey yapabildiğimi söyleyemem. Partinin kendisi çok büyük bir heyecan yaratmıştı. Meselâ Kadıköy ilçeye gittiğim zaman insanlar girip çıkıyordu vs., ama bir hareket yoktu. ÖDP hâlâ adını değiştirerek varlığını sürdürüyor; ama o günkü etkisinden uzakta. Neyse. 

Yani şöyle söyleyeyim: Siyâsî düşünceyle mesleğimi birbirinden, tabii ki çok mümkün olmasa da ayırmaya çalıştım. Benim açımdan buradaki istisnâ –ki bu konuda benzer düşündüğüm Kadri Gürsel de bunu daha açık ve net bir şekilde anlatmıştır– aktivizm anlamında, basın özgürlüğü alanında bir şeyler yapmaktan geri kalmadım. Özellikle bunu, daha önce anlattığım Ahmet Şık, Nedim Şener sürecinde, onların tutuklanma sürecinde çok açık bir şekilde yaptık. Ama mesela bir Gezi sürecinde, Gezi’yi desteklememe rağmen, gönlüm orada olmasına rağmen, yazdığım bütün yazılarda ve yaptığım televizyon yorumlarında bunu söylememe rağmen, Gezi’nin içerisinde yer almadım. Yer almanın doğru bir şey olacağını düşünmedim. Haberini de yapmadım. Bu tamâmen kişisel bir tercihimdi. Bunun doğru olduğunu iddia etmiyorum. Herkes kendi duruşunun doğru olduğunu söylüyor. Fakat bana göre gazetecinin tabii ki siyâsî duruşu olacaktır, olmalıdır. Tamamen apolitik olduğunu söylese de, apolitiklik de bir siyâsî duruştur. Gazetecinin siyâsî görüşü olur. Birtakım bağlılıkları olur. Sevdikleri, sevmedikleri olur. Ama gazetecilik mesleği başka bir şey. 

Şimdi öteden beri yaşanan, entelektüeller için, aydınlar için söylenen bir husus var: Angaje olup olmaması gerektiği. Çok eski bir tartışmadır ve çok önemli bir tartışmadır. Anlamlıdır ve bence aydınların angaje olması çok anlaşılır bir şeydir. Fakat burada, Türkiye’deki sorun şu: Türkiye’de aydın denince, kamusal alanda ilk dikkat çekenler gazeteciler oluyor. Halbuki gazetecilikle aydın olmak aynı şey değil. Aydın olarak tanımlanabilecek gazeteciler olabilir; ama gazeteci otomatik olarak eşittir aydın ve dolayısıyla angaje olması gerekir şeklindeki tanımlamaların doğru olduğunu sanmıyorum. Tabii şöyle bir sorunumuz var bizim — artık pek kalmadı ama: Bir zamanlar, 80’li 90’lı yıllarda ve özellikle 2000’lerin başlarında, Türkiye’de gazetecilik deyince akla köşe yazarları geliyordu ve bu köşe yazarlarının önemli bir kısmı da meslekten gazeteci değillerdi. Meselâ akademisyenlerdi, sanatçılardı ve onlar, gazetecilik deyince akla gelmekle birlikte, gazeteci olarak tanımlanması zor kişilerdi. Hâlâ bu zorluğu yaşıyoruz ve onlar tabii ki kendilerinden görüşlerini yazmaları istendiği için, çok cüretkâr bir şekilde, her konuda ama her konuda bir şeyler söyledikleri için, biz gazetecilere de bu dayatılıyordu. Hâlâ bu yapılıyor. Halbuki gazetecilik bana göre, esas olarak soru sormaktır; cevap vermek değil. Gazeteci, her şeyi bilen insan değildir. Bunları değişik vesîlelerle söylüyorum. 

Tekrar tekrar olabilir. “Gomaşinen”lerde de söylediğimi hatırlıyorum. Ama tekrar söylemekte bir mahzur yok. Gazeteci her şeyi bilen değildir; ama her şeyi bilenleri bilendir. Meselâ diyelim ki fâiz artırımı ya da indirimi konusunda tabii ki ben Ruşen Çakır olarak bir şeyler düşünüyor olabilirim, ama benimki kişisel bir görüştür. Ama iyi bir gazeteci olmak istiyorsam, bu konuda yapmam gereken, tamâmen bilgiye dayalı ve olabildiğince objektif bir şekilde görüş verebilecek ekonomi uzmanlarını bulmak, iknâ etmek, onlara ulaşmak, onları konuşturmak ve onunla konuştuktan sonra da bunu çok iyi bir şekilde edit ederek, okuyucuya ya da izleyiciye sunmaktır. Ama bizde genellikle şu oluyor — özellikle son dönemde bunu çok yaşadım: Meselâ ben yaptığım birçok yayında, başlığa soru koyarım ya da yaptığımız haberlerde vs. soru koyarım; insanlar genellikle, “Sen ne düşünüyorsun?” diye doğrudan sorarlar. Yaptığım birçok yorumda kişisel görüşlerimi aktardığım doğru, ama olabildiğince başkalarının görüşlerini daha fazla aktarmaya çalışıyorum. Ondan uzaklaştığım ölçüde de –ister bunu bir özeleştiri olarak alın– gazetecilikten, iyi gazetecilikten o kadar uzaklaşıyorum.

Şimdi son dönemde, özellikle Fethullahçılarla AKP’nin ittifak yaptığı dönem, sonraki dönem, Fethullahçıların tasfiyesi ve otoriterliğin iyice yerleştiği dönem ve basın üzerinde çok büyük baskıların olduğu dönemde, artık gazetecinin önünde sanki tek seçenek olarak, militanlık ya da yeni tâbirle aktivizm varmış gibi bir dayatma vardı. Bu dayatma, aslında iktidârın istediği bir dayatma. Çünkü iktidar, gazeteciyi kriminalize etmek istiyor. Kendinden olmayanı… Diyor ki: “Bunlar aslında gazeteci değil; militan ya da aktivist”. Aktivist demiyorlar genelde, militan diyorlar, hattâ terörist diyorlar ve buna örnek olarak da yapılan işleri gösteriyorlar — kendilerince tabii ki. Burada sonuçta o imkânı iktidâra vermemek gerekir bana göre. İkincisi de, zâten iktidârın bu tanımladığı şeye, kendini terörist olarak görmese de birçok meslektaşımız aslında râzı oluyor. Yani Türkiye’deki kutuplaşmanın bir tarafında yer alıp, bir yerden öteki tarafa atış yapmayı, bunu gazetecilik üzerinden yapmayı. Bunun çok akıllıca olduğunu ve kimsenin hayrına bir şey olduğunu sanmıyorum. Bir kere bir yerden sonra bu, herkesin kendi çalıp kendi oynadığı bir şey oluyor. Tamâmen bir kapalı devre, hani yeni tâbirle: “Yankı odası”… Sizden olmayan insanın size ilgi duymasını sağlayacak, hattâ ilgi duymanın ötesinde size değer vermesini sağlayacak işler çıkartamıyorsunuz. 

Bana göre günümüzde, özellikle günümüz Türkiye’sinde özellikle bir gazeteci, elinden geldiğince kutuplar üstü olmaya çalışmalı ve herkese ulaşmaya çalışmalı. Bunun yolu da olabildiğince nesnellik, haberde nesnellik, haberde objektiflik, yorumda da özgünlük. Özgünlük çok önemli. Açıkçası ben okuduğum ya da dinlediğim kişinin, özgün bir şeyler söyleyip söylemediğini, yazıp yazmadığını önemsiyorum. Benim gibi düşünen insan olması tercih sebebim değil. Yani şöyle: Birisini okuyorsun — ah ne güzel yazmış, tam da aynı görüşteyim… Hani söyleniyor ya, meşhur: “Bütün hepsine harfiyen imzâmı atarım”. Bu yazıların insana bir şey verdiği yok. Bu tür yorumların insanlara kazandırdığı pek bir şey yok. Öyle yazılar, öyle yorumlar vardır ki sizin siyâsî olarak tamâmen karşınızdadır. Hattâ tüyleriniz diken diken olur. Ama o kişinin görüş açısı, dile hâkimiyeti, verdiği örnekler vs. gerçekten kalitelidir. Bu ayrımı yapabilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Önemli olan kalite ve tabii ki diğer husus da şu: Kendinden olmayanın görüşlerine değer veren, yani bir şey konuştuğu zaman başkalarını susturmak için değil, bir tartışmaya katılmak için konuşan her türlü insanın görüşüne bir kere açık olmak lâzım ve bunların içerisinde de olabildiğince kaliteli olanı, belli bir yaratıcılığı olanı, özgünlüğü olanı, sadece sâhiplenmek olmasa bile izlemek, ona bir değer atfetmek lâzım. Meselâ bizim Medyascope’ta yaptığımız…

Birbirinden farklı birçok insanla yayın yapıyoruz, yazı yazdırıyoruz ya da görüş alıyoruz ve bir bakıyorsunuz, birileri size diyor ki: “Yakıştıramadım… Bu kişiyi yakıştıramadım… Şu kişiyi yakıştıramadım…” vs. Çünkü o kişilere karşı belli önyargıları var ya da önyargı değil; yargıları var. Sevmiyorlar. Nefret ediyorlar vs.. Ama insanların şunu ayırması gerekiyor. Biz görüşlerine yer verdiğimiz herkesi çok seviyor değiliz. Bağrımıza basıyor, ona kefil oluyor değiliz. Ama önemli olan, bu olayın gerçekten kamusal alanda bir haber değeri var mı ya da bir görüşse bu görüşün bir özgünlüğü var mı ve bu görüş sâhibinin gerçekten bir birikimi var mı? Bu konuda konuşabilecek bir deneyimi var mı? Yani yetki demeyeceğim de hani şimdi biliyorsunuz, televizyonlarda oturuyor birtakım insanlar, aynı insanlar her konuda konuşuyorlar. Fâiz artırımını da onlar konuşuyor, İslamofobi’yi de onlar konuşuyor, Ukrayna krizini de onlar konuşuyor, S-400 olayını da onlar konuşuyor ve koronavirüsle mücadeleyi de onlar konuşuyor. Bunların bâzılarını tanımıyorum; ama bâzıları yakından tanıdığım insanlar. Yani hakîkaten insan hayret ediyor. “Ne anlarsın sen ondan?” diyeceği geliyor insanın. Tabii bir de bâzı tartışmalarda birkaç konu berâber ele alınıyor. Teker teker sırayla hepsinde, bir hukukçunun ekonomi konuşması, bir ekonomistin hukuk konuşması çok abes. Bunları yapabildikten sonra, bunları ayırt edebildikten sonra gazetecilik yapmak lâzım. Ama şu anda iktidar yanlısı medya tamâmen bir militanlık üzerinden kurgulandığı için, bütün dizaynını ona göre yapıyor. 

Nasıl yapıyor meselâ? Geçen gün gördüm, isimleri lâzım değil. Bir dörtlü oluşturmuşlar. İki tanesi “muhâlif”. Ama öyle muhâlif ki zararsız muhâlif. Ne konuşursa konuşsun, kitleleri çok fazla etkileyebileceklerini sanmadıkları isimleri muhâlif kontenjanından çıkartıyorlar. İktidar yanlıları olarak çıkanların da bir şey bildiği yok aslında. Tartıştıkları konuya hâkim değiller. Bâzılarını tanıyorum. Her konuda onlar da konuşuyor. Onların da en büyük özelliği, körü körüne iktidârı savunmak. Şimdi böyle bir kurgu var. Bu kurgu, aslında bütün olarak izleyiciyi bir konuda bilgilendirmek, izleyiciye bir tartışma konusunda yeni ufuklar vermek değil. O kutuplaşmayı yeniden üretmek ve bu kutuplaşmanın yeniden üretilmesiyle de iktidârın varlığını, kendi gücünü gerilimden alan iktidârın varlığını garanti altına almak. 

Bunu derken aklıma Habertürk’te çalıştığım dönemler geldi. O dönemlerde, Habertürk’teki tartışma programlarına Fethullahçı kontenjanından birileri, AKP kontenjanından birileri çağrılırdı ve Fethullahçılar biraz daha birikimli olurdu tabii — onlar işin bayağı profesyoneli olduğu için. AKP kontenjanından gelenlerse, her konuda bodoslama, ne diyecekleri zâten belli olan kişilerdi. O tarihte berâber çıktığımız, yakından da tanıdığım birtakım AKP yanlılarının bâzıları bu son dönemin kopuşlarında ayrıldılar AKP’den ve şimdi bakıyorum, muhâlif olarak bilinen kanallarda ekranlara çıkıp bu sefer AKP’yi eleştiriyorlar. Sonuç olarak aynı insanlar; AKP ve Erdoğan da aynı Erdoğan. Ama insanların pozisyonu değişiyor. Burada işte, o kişilerin mesleği gazetecilik olarak biliniyor; ama gazetecilik her şeyin gerisinde tanımlanıyor. Ne olarak bakılıyor? Bu iktidar yanlısı, bu muhâlif… 

Biz onun için Medyascope’ta başından îtibâren, “alternatif, muhâlif” gibi sıfatları kabul etmedik. Bize yakıştırılıyor, hâlâ yakıştırmaya çalışanlar var. Bunları kabul etmedik. Ama bunları kabul etmezken, hiçbir zaman da —örneğin ben ya da berâber çalıştığımız arkadaşlarımız— siyâsî kimliklerimizi filan da gizlemiş değiliz. Her ne kadar benim solculuğumu kendini solda tanımlayan birçok kişi beğenmese de, bana solculuğu yakıştırmasa da, hiç önemli değil. Herkes kendinden mes’ul. Ben o anlamda kendimden eminin. Ama şunu özellikle söylemek istiyorum: Pekâlâ solcu olabilirsiniz ya da sağcı olabilirsiniz vs.; ama gazeteci olmak istiyorsanız, işiniz buysa ve buradan geçiniyorsanız, öncelikle işinizi iyi yapmanız gerekiyor. İşinizi iyi yapmak için siyâsî duruşunuzun çok mükemmel filan olması gerekmeyebilir. Siyâsî olarak hiçbir şekilde görüşlerine katılmadığım çok iyi gazeteciler var. Siyâsî olarak kendime çok yakın gördüğüm, ama kendini gazeteci olarak tanımlasa da benim gazeteci olarak tanımlamakta zorlandığım çok insan var. Bu da bir realite. 

Evet, 71 bölüm olmuş. Nasıl oldu bilmiyorum. Hâlâ açılışta “35 yıldır gazeteciyim” diyorum; ama o bile geçti artık. 35 yılı da geride bıraktık. Bakalım daha ne kadar sürdüreceğim? Ama hâlâ anlatacak bir şeyler var gibi. “Gomaşinen”e devam edeceğe benziyoruz. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.