Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Liyakat, sadakat, mülakat

Ruşen Çakır, KPSS’den yüksek puan alıp mülakatta elenenlerle ilgili tartışmayı ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu‘nun Milli Eğitim Bakanlığı’na alınmamasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak

Merhaba, iyi günler. Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu bugün de Milli Eğitim Bakanlığı’nın kapısının önünde bekledi, kapıya kilit takıldı, kendisi içeri alınmadı. Milli Eğitim Bakanı Prof. Mahmut Özer kendisinin randevu talebine olumlu cevap vermedi. “Kapılarımız herkese açık, ancak emrivâki şekilde yapılacak görüşme talebini karşılamamız beklenmesin” diyerek açıkça ana muhalefet liderine meydan okudu, kapısını açmadı. Kapının açık olmadığını ve hatta asma kilit takıldığını gördük. Olayın ne olduğunu biliyoruz: Mülâkat meselesi. Öğretmen alımlarında KPSS sınavlarında başarılı olan, yüksek not alan bazı adayların mülâkat sonucunda elendikleri yolunda çok yoğun şikâyetler var — bu yansıdı. Bizim arkadaşlarımız da, Medyascope’ta bunlardan bazılarıyla çok çarpıcı röportajlar yaptılar. Bunların bir kısmı, ana muhalefet liderini ziyaret de etti ve mülâkatta yapılan elemelerden şikâyet de etti. Kılıçdaroğlu da bu olayı alıp, sâhici bir sorun, çok sayıda insanı ve ailelerini ilgilendiren, ama aslında öğretmen alımı olduğu için öğrencileri ve dolayısıyla tüm Türkiye’yi ilgilendiren bir soruna sâhip çıktı ve bunu gündeme getirdi. Bakandan randevu istedi ve tabii ki randevuyu alamadı. Şimdi buradaki husus, başlığa da koyduğum: “Liyâkat, sadâkat, mülâkat.”

Liyâkat ve sadâkat meselesi uzun zamandır Türkiye’nin gündeminde. Özellikle sağ muhalefet partileri diyelim –İYİ Parti, Saadet Partisi, Gelecek ve DEVA partileri– genellikle eleştirilerini bu liyâkat ve sadâkat üzerinden kurguluyorlar. Ülkenin buna lâyık olmayan, hak etmeyen kişiler tarafından yönetildiği; makamlara hak etmeyen kişilerin getirildiğini ve eskiden, AKP’nin ilk yıllarında olduğu gibi gerçekten lâyık olan insanlar yerine Erdoğan’a sâdık, Erdoğan’a bîat eden kişilerin getirildiğini ve bunun da ülkenin sorunlarını çözmek yerine derinleştirdiğini söylüyorlar. Bunda tabii ki haklılık payı var; ama sorun bunun çok daha ötesinde bir sorun bence. Sadece liyâkat ve sadâkat ile açıklanacak bir olay değil; buraya, her bir yere, yerlerine lâyık insanlar gelseydi bile, Erdoğan’ın ekonomik perspektifiyle ne olabilirdi ki?  Meselâ en son, Erdoğan’ın fâizleri indirme politikasına direndiği söylenen Lütfi Elvan, bu yüzden çekti gitti. Belki birçok kişiye göre bu işi yapabilecek birisiydi, ama Erdoğan’ın bu tek adam yönetiminde olmuyor, belirli bir süre sonra gitmek zorunda. Yerine gelen bakan yardımcısı –ki ekonomist de olmayan, tamamen alâkasız bir yerden biri geldi–, yerine gelen kişinin kendi iddiasına göre, zengin bir babanın oğlu olarak küçük yaşta iş hayatına atılmış, ondan dolayı ekonomiyi biliyormuş, böyle bir çıkışı var, onu bir yere koyalım.

Şimdi, bir zamanlar sınav sorularının çalınmasını konuştu Türkiye ve bu işin pîri Fethullahçılar’dı. Üniversite sınavlarının, KPSS sınavlarının, aklınıza gelebilecek tüm sınavların sorularının çalınması meselesi gündeme geldi ve o tarihlerde Fethullahçılar’ın işbirliği içerisinde olduğu AKP yöneticileri bunları kesinlikle reddetti. Hatta Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi’nin başına bir Fethullahçı getirildi ve AKP yönetimi ona da cansipârane sâhip çıktı; ama daha sonra hapse attılar, şu anda galiba tahliye edilmiş durumda. Bütün bunları yaşadık. Devlette bu kadar kamu personelinin olduğu bir yerde, sınav çok kritik bir aşama ve bu anlamda KPSS denen uygulamaya, belirli ölçülerde kimlerin çalışabileceğini, kimlerin daha fazla hak ettiğini saptamakta bir kriter olarak başvuruldu. Tabii ki her sınavın içerdiği birtakım sakıncalar var, ama akla gelen en mâkul yöntemlerden birisi bu. Üniversiteler de aynı şekilde, keşke sınav olmasa da her isteyen her istediği yere gitse, ama bu çok ütopik ötesi bir şey olur. Şimdi, AKP bunun yanına mülâkat ekledi. Gerekçe: Fethullahçılar’dan ağzının yanmış olması. Bize böyle gösterildi ve bu mülâkatı dayattılar. Ama biliyoruz ki iktidar yanlısı birtakım vakıfların çıkardığı listelerle her yere insanların yerleştirilmesi, gerek İçişleri Bakanlığı’nın, kaymakamlık olsun vs., diğer yerlerde de, öğretmen meselesinde de aynı şekilde torpilin –torpil de tabii ki iktidara yakınlığı– çok ciddi şekilde gündemde olduğu söyleniyor. Mülâkat da bunu kolaylaştıran husus. Şimdi siz bakıyorsunuz: Birisi çok yüksek puan almış, ama mülâkatta geçmez puan almış. Nasıl oluyor da oluyor? Bazen diyelim ki bir kişi yazılı olarak çok iyidir, ama sözlü olayda heyecanlanır vs. şu, bu… Bir kere devlet memuru alımında sözlü mülâkata ne gerek var? Eğer güvenlik açısından birtakım endişeler duyuluyorsa, bu konuda zaten güvenlik soruşturmalarını, şunları bunları yapıyorsunuz. Sözlü yapmanın tabii ki esas hususu, kendi istedikleri kişileri yerleştirmenin kolay olması. Bu aslında şu andaki rejimin en hassas noktalarından birisi. Adalet ve Kalkınma Partisi, “kalkınma”yı bir kenara bırakalım, “adalet” kavramını zaten baştan sorgulamamıza yol açan bir uygulama. Bu anlamda da Kılıçdaroğlu bu olayı gerçekten akıllıca yakaladı ve gündeme getirdi. Fakat ne oldu? Milli Eğitim Bakanı kabul etmedi. Şaşırmadık. Milli Eğitim Bakanı ne demiş? Tekrar bakalım: “Kapılarımız herkese açık, ancak emrivâki şekilde yapılacak görüşme talebini karşılamamız beklenmesin.”

Geçen burada Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nu konuk ettim. Ahmet Davutoğlu aynen şunu söyledi, “Bakan yardımcıları bir tür kayyum.” Bakan Prof. Mahmut Özer’i görüyorsunuz; Ziya Selçuk’un istifası sonucunda, bakan yardımcılığından Milli Eğitim Bakanı olarak atandı. Ahmet Davutoğlu, hem Mahmut Özer’i hem de Nurettin Nebati’yi bir tür kayyum olarak tanımladı ve bunların esas olarak bakanlığın Cumhurbaşkanlığı’yla ilişkisini sağlayan kişiler olduklarını ve sonra da bakanların bir şekilde istifâ etmesiyle birlikte yerlerine geçtiklerini söyledi. Sonuçta karşımızda her ne kadar milletvekili olmasa da, dışarıdan konunun uzmanı olarak atanmış olsa da, Erdoğan’ın siyâsî tercihiyle bakan olmuş birisi var. Bu kişinin ana muhalefet liderini kabul etmemesinin normal demokrasilerde hiçbir anlamı yok. Bugün yaptığım ilk yayında söyledim, tekrar söylüyorum: Normal şartlarda ana muhalefet lideri sizden randevu ister, verirsiniz, ağırlarsınız, çay-kahve ikram edersiniz, sorularına kendinizce cevap verirsiniz ve teşekkür eder yollarsınız. Milli Eğitim Bakanı’nın bunu yapması çok mu zor? Neden böyle yaptı? Burada tabii ki şöyle seçenekler var: “Emrivâkiye boyun eğmeyiz!” gibi bir çıkış, siyâsî olmadığı varsayılan bakandan, çok siyâsî bir çıkış. Ya burada Kemal Kılıçdaroğlu’nu kendisinin bir muhâtabı olarak görmüyor, onun ana muhalefet partisi lideri meşrûiyetini umursamıyor, ona açıklama yapma ihtiyacında hissetmiyor, kendisini onun üstünde görüyor; ya da, aslında buna yanaşabilir, ama açıkçası Erdoğan’dan çekiniyor, ondan korkuyor ve bunu yapmıyor. Ondan sonra da böyle bir şekilde, “Dayatmaya boyun eğmeyiz!” vs. diye açıklamalar yapıyor, siyâsî bir duruş sergiliyor. Bir önceki versiyonuna bakalım, Türkiye İstatistik Kurumu Başkanı Prof. Sait Erdal Dinçer de Kılıçdaroğlu’nu kabul etmemişti. O sefer de, mâlûm, enflasyon rakamlarıyla ilgili konuşmaya gitti ve yine aynı şekilde polislerle karşılaştı, içeri giremedi. Sonra, günler sonra Prof. Dinçer Habertürk’ten Kemal Öztürk’e uzun uzun konuştu. Kemal Kılıçdaroğlu’ndan esirgediği bilgilerin fazlasını adaşı Kemal Öztürk’e verdi. Tabii ki gazetecilere konuşmaları iyi bir şeydir, ama orada söylediği bir şey var: “Bu kurum siyâsetten uzak kalıp, ülkenin en kritik verilerini üretmeli. O yüzden görüşmedik.” Şimdi, “Siyâsetten uzak kalmak için Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmedik” dediğiniz anda, zâten siyâset yapmış oluyorsunuz. Nitekim 2 Mart 2021’de, daha önceki yöneticilerin, iktidarın hoşuna gitmediği söylenen yöneticilerin yerine atanmış bir kişi, siyâsî bir atama. TÜİK konusunda baştan îtibâren hep ciddi soru işâretleri var, muhâlefet dile getiriyor vs. ve burada TÜİK başkanı gerçekten siyâsete bulaşmak istemiyorsa ana muhalefet liderini kabul eder ve der ki: “Biz siyâset yapmıyoruz, şöyle şöyle, böyle böyle çalışıyoruz, rakamları şöyle çıkartıyoruz, tamamen bağımsız özerk bir kuruluşuz…” artık her neyse, bunları anlatır. Ama aynı şekilde, o da “Siyâset yapmıyoruz” diyerek siyâset yapıyor. Demin Milli Eğitim Bakanı hakkında söylediklerimi aynı şekilde kendisi için de söyleyebiliriz. Ya gerçekten Kemal Kılıçdaroğlu’nu kendisine muhâtap olarak almıyor ya da Erdoğan’dan çekiniyor — ya da hepsi birden. Bütün bunların hepsi olabilir.

Sonuçta tabii Merkez Bankası Başkanı’nın kabul etmesinden sonra yaşanıyor bunlar. Belli ki Merkez Bankası’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nu kabul etmesi iktidarı rahatsız etmiş ve ondan sonra bütün kapılar kapanıyor ve bu kapıları kapatarak aslında ana muhalefet parti lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na gerçek anlamda siyâset yapma imkânı tanıyorlar. Yani “Siyâset yapmıyoruz” vs. diyerek, ana muhalefet liderinin elini güçlendiriyorlar. Aslında çok acayip bir durum söz konusu. Hatırlayın, Merkez Bankası Başkanı ile görüştükten sonra ne oldu? Kemal Kılıçdaroğlu Merkez Bankası ile görüşmek istedi, başkan kendisini kabul etti, ondan sonra çıktı açıklamasını yaptı ve olay kapandı. Hiç de bir şey olmadı, siyâseten de fazla bir şey olmadı, kimse kalkıp Merkez Bankası Başkanı’na, “Ne kabul ediyorsun, sen siyâsetle ne ilgileniyorsun?” demedi. Ana muhalefet liderinin, Türkiye’nin bu önemli kurumlarının yöneticileriyle görüşme hakkı olduğunu, bunun son derece meşrû olduğunu insanlar kabul ettikleri için hiçbir sorun olmadı. Şimdi bakıyoruz, daha önce TÜİK başkanı, şimdi Milli Eğitim Bakanı diyorlar ki: “Biz siyâset yapmıyoruz, onun için kabul etmiyoruz.” Muhtemelen Milli Eğitim Bakanlığı da yarın öbür gün, ortada durma iddiasındaki Habertürk’te görürüz ve orada Kemal Kılıçdaroğlu’na anlatmadığı şeyleri uzun uzun bu sefer o anlatır. Nasıl mülâkatlarda aslında kayırmacılık yapmadıklarını –nasıl anlatacaksa?–, aslında her şeyi lâyık olan kişileri seçmek için mülâkat yaptıklarını vs. anlatacaktır. Korunaklı alanlarda kendilerinin ne kadar dürüst, gerçek, sâhici, lâyık bürokratlar olduklarını anlatacaklar, bakan ya da TÜİK başkanı.

O zaman başlığa dönüyoruz, buradaki mesele aslında bu kişilerin o yerlere gelmesindeki esas özelliğin herhalde sadâkat olduğunu bize haklı bir şekilde düşündürüyor. Ne diyoruz? Bu kişiler, meselâ Ziya Selçuk’u az buçuk tanırım, hattâ Milli Eğitim Bakanı olduğu zaman da yayında söyledim, bana çok kişi kızmıştı: Hoşuma gitmişti; “Gerçekten” demiştim, “Erdoğan böyle birisini Milli Eğitim Bakanı yapıyor, demek ki bir şey var”. Sonra Ziya Selçuk hayal kırıklığı yarattı. Yarattığı hayal kırıklığının farkında olmalı ki bir yerden sonra istifâ etti. Sessiz bir şekilde kendisini unutturmayı tercih etti. İstatistik Enstitüsü’nün başında ya da TÜİK’in başındakileri tanımıyorum. Ama benzer bir olay onlar için de söz konusu olabilir, ama kendilerini bilmiyorum. Şu anda iktidara sâdık, tek adam rejimine sâdık isimler bize, “Siyâset yapmıyoruz, siyâset kurumlarımıza giremez, emrivâkiye gelmeyiz” gibi gerekçelerle muhâlefetin denetleme hakkını bence hiç de yasalara, demokrasiye uygun olmayan bir şekilde reddediyorlar ve şu hâliyle tabii ki bu iktidar sürdüğü müddetçe kendilerine bir şey olmayacaktır; ama bu iktidarın gitmesi durumunda herhalde bu kişiler de iktidarla birlikte geldikleri için iktidarla beraber gitmek durumunda kalacaklar. Herhalde “Ben buraya lâyığım ve bu kurumun başında olmayı da çok iyi bir şekilde gösterdim” diyecek halleri bence yok. Kötü bir sınav veriyor bazı insanlar, keşke böyle olmasaydı. Keşke en azından göstermelik olarak da olsa, “Herkese kapımız açık; buyurun ne soruyorsanız her sorunuza cevabımız var” diyebilselerdi, ama diyemiyorlar. Ama Türkiye’nin bunları aşacağını düşünüyorum ve tabii ki umuyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.