Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (74): Gazeteci olmasaydım sosyal bilimci mi olurdum?

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 74. bölümünde, akademik dünyayla olan ilişkilerimi, akademisyenlerle ilişkimi anlatacağım — bâzı örnekler, bâzı isimler zikrederek. Geçen sefer, 73. bölümde yabancı gazetecilerle anılarımdan bahsetmiştim. Orada da söylediğim şey, akademik dünya için aynen geçerli. Gazeteciliğe başladıktan çok kısa bir süre sonra, İslâmî hareket üzerine çalıştığım için yabancı gazetecilerin bir şekilde ilgisini çektim… Aynı anda, yine akademik dünyanın da bir şekilde ilgisini çektim. Zîra benim çalışmaya başladığım İslâmî hareketin tüm İslâm dünyasında ve Türkiye’de yükseliş yıllarında, 80 ortalarında çalışmaya başladım. O zamâna kadar üzerinde çok fazla durulmamış bir olaydı ve birdenbire değişik kesimlerin ilgisini çekti. Medyanın ilgisini çekti ve akademik dünyanın da ilgisini çekti. Özellikle sosyal bilimler dalında, başta siyâsetbilim tabii ki, uluslararası ilişkiler, sosyoloji, antropoloji ve hattâ ekonomi konularında İslâm, İslâmcılık, İslâmî hareketler, cemaatler, tarîkatlar vs. bütün bunlar yavaş yavaş gündeme girmeye başladı. 

Tabii ortada çok ciddî bir sorun vardı. O da bu konuda çok fazla elle tutulur bilgi olmamasıydı. O âna kadar yapılmış çok fazla çalışma yoktu. Özellikle gazetecilik alanında üretilen işlerin büyük bir kısmı propaganda amaçlı, daha çok siyâsî amaçlı, devlet raporlarından devşirme ve çoğunlukla da çarpıtılmış bilgilerden ibâretti. Bu alanda, sosyal bilimlerde bu konuyu çalışmak isteyenler, daha bağımsız, özgür bilgiye ulaşmak istediklerinde birkaç gazeteciyi buldular — bunlardan birisi de bendim. 1985 ortasında Nokta dergisinde çalışmaya başladım. Hemen kısa bir süre sonra yerli, yabancı akademisyenler tarafından aranıp bulunan birisi oldum. O tarihte sosyal medya da yoktu. Bu kadar kolay değildi ulaşmak. Cep telefonu da yoktu. E-postalar da yoktu tabii ki. Hiçbir şey yoktu. Normal iş yeri telefonundan… Ama bir şekilde insanlar sizi buluyorlardı. Bunların içerisinde bayağı yaşını başını almış profesörler de vardı. Ama çok sayıda öğrenci, yüksek lisans öğrencisi, master ya da doktora öğrencisi vardı… Bunların bir kısmı yurtdışında master ya da doktora yapan Türk öğrenciler, bir kısmı Türkiye’de yapanlardı – bir de tabii ki yabancılar vardı. Türkiye üzerinde çalışan, genel olarak İslâm üzerine çalışan ve Türkiye’yi de bu bağlamda ele alan çok sayıda master ve doktora öğrencisiyle de tanıştım. 

Tabii bu arada, dediğim gibi öğretim üyesi olan, araştırmacılık yapan –özellikle, Batı’da, Avrupa’da böyle çok kişi var–, hem akademik titri olup hem de aynı zamanda çoğu devlet ya da bâzen özel sektör desteğiyle kurulan birtakım araştırma merkezlerinde çalışan çok sayıda insan var. Bunlar, akademisyenle araştırmacı arasında bir yerde duruyorlar. Bunların büyük bir kısmı Türkiye üzerine, İslâm üzerine çalışan kişiler — ki Refah Partisi’nin yükselişi, İran Devrimi’nin etkisi azalmakla birlikte hâlâ sürüyordu, başörtüsü olayı, imam-hatipler vs. derken Türkiye’ye ilgi artıyordu ve konuşabilecekleri çok fazla kişi de olmuyordu. Bunların hemen hemen hepsini kabul ettim. Konuştuk. Hoşuma da gidiyordu. Aynı geçen sefer yabancı gazeteciler bahsinde olduğu gibi, insan kendine değer verilmiş görüyor ve hoşuna da gidiyor. 

Ama orada çok ciddî sorunlar yaşıyorduk. Birincisi; ya hiçbir şey bilmiyorlardı ve sizin söylediğin her şeyi böyle bir teybe kaydeder gibi –ki genellikle teybe kaydettikleri de oluyordu zâten– alanlar vardı. Sâdece sorup gidenler… Bir taraftan, sizden yardım isteyen ya da başvuran, ama bir şekilde sizi çok da fazla önemsemeyen insanlar — ki onları zamanla görmeye başladım. Yani size bir şey soruyor; ama mecbûriyetten soruyormuş gibi yapıyor. Halbuki kendisi zâten biliyor ya da sizin bilgilerinizi alıyor. Meselâ cemaatleri anlatıyorsunuz; şu cemaat, bu cemaat vs.. Ama yorumlarınıza çok fazla îtibar etmiyor. Bu yaklaşım çok yaygındı. Özellikle bâzı İslâmcı karşıtı pozisyonda olan akademisyenlerde… Şöyle diyorlardı: “Siz biliyorsunuz, ama yanlış yorumluyorsunuz”. Ben de onlardan birisine –bir gün bir toplantıda olmuştu bu–, “Tamam. Ben biliyorum, yanlış yorumluyorum. Ama siz bilmiyorsunuz ve doğru yorumluyorsunuz” demiştim ve orada işin rengi biraz değişmişti. 

Bir de tabii üçüncü bir kategori –ki en iyisi buydu–, tartıştığınız kişilere siz bir şey anlatıyorsunuz; onlar size bir şey anlatıyor. Siz de onlardan başka şeyler öğreniyorsunuz. Meselâ, özellikle karşılaştırmalı çalışan kişiler, diyelim ki Türkiye’de İslâmî hareketi çalışıyor; ama Mısır’daki Müslüman Kardeşler/İhvan Hareketi’ni de biliyor ve kıyaslıyor. Ben de o kişiden İhvan’ı öğreniyorum. Bu karşılıklı alışveriş çok daha iyi oluyordu, çok daha tatminkâr oluyordu.

Gazeteciliğe başladığım yıllarda, İslâmcılık çalışmaya başladıktan sonra, sosyal bilimler alanında bu konuda yapılmış çalışmaları aradım deli gibi. Birkaç tâne kitap dışında hemen hemen hiçbir şey yoktu. Meselâ, Ahmet Yücekök’ün bir kitabı, Binnaz Toprak’ın bir kitabı, Ali Yaşar Sarıbay’ın bir kitabı — ki bunların bâzıları doktora tezinin kitaplaştırılmış hâliydi. Onun dışında, Çetin Özek’in bir kitabı vardı; ama o çok güçlü değildi bana göre. Bir de bol miktarda yazılmış, propaganda gibi, yani devlet raporu gibi olan şeyler. Ama Türkiye’de İslâmî hareketler üzerine, meselâ Millî Selâmet Partisi üzerine yararlandığım çok az kitap vardı. Daha sonra Şerif Mardin’i okumaya başladım. Nur Vergin’in bir makalesini, Zonguldak üzerine, yanılmıyorsam Nakşîbendilik üzerine, okuduğumda çok heyecanlanmıştım ve tabii ki Nilüfer Göle. Nilüfer Göle’yle de bayağı yakın bir diyaloğumuz oldu. Ondan çok şey öğrendim. Bir dostluğumuz oldu. Hâlâ sürüyor. Ama uzun bir süredir Fransa’da yaşıyor. Birçok kişinin çok kötülediği bir isimdir. Ama Nilüfer Göle’nin ve tabii ki Nur Vergin’in Türkiye’de bu konuda… Nur Vergin rahmetli oldu, biliyorsunuz ve “Gomaşinen”de bir bölümü ona hasrettim; Şerif Hoca aynı şekilde — ki bu konuda bana en çok şey öğreten Şerif Mardin’dir. Onu da ilk “Gomaşinen”lerin birisinde anlatmıştım. Bir diğeri de Nilüfer Göle. Başka isimler de tabii ki çok oldu. Sosyal bilimler, ilâhiyat gibi konularda çalışan ve kendilerinden çok şey öğrendiğim… 

Kimisini yakından tanıdığım, kimisini sâdece kitaplardan öğrendiğim çok kişi oldu Türkiye’de. Onların hakkını yememek lâzım. Örneğin geçenlerde burada stüdyoya gelip, kültür-tarih sohbetlerine katılan İsmail Kara. Onun, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi kitapları muazzamdır. Kendisiyle çok röportaj yaptım. Hattâ Medyascope’ta da yayın yaptım. Ama İsmail benim için her zaman, başım sıkıştığı zaman soru sorup, cevâbını öğrendiğim kişilerden birisidir. Bunun dışında İslâmî kesimden ya da dışından çok sayıda akademisyenle bayağı iyi bir ilişkim oldu. Ama maalesef bunlar –nasıl söyleyeyim?– azınlıktaydılar. Çok olan insanlar, genellikle gelir, sizden bir şeyler alır, gider. Ondan sonra bir daha bir yerde görmezsiniz. Böyle çok kişi var, adlarını hatırlamadığım. Sonra bir tesâdüf eseri karşıma çıkıyor. Meselâ, master tezini yazarken ya da doktorasını yazarken tanıdığım, tanıştığım, çalıştığım yere gelmiş vs. ya da bir yerlerde buluşmuşuz, konuşmuşuz. Sonra bakıyorum: Profesör olmuş çok kişi de var.  Bu tabii bir taraftan insanın hoşuna da gidiyor. Onu özellikle not etmek lâzım. 

Gazetecilik, sosyal bilimlerle çok iç içe olan bir meslek. Ben gazeteci olmasaydım, herhalde sosyal bilim alanında çalışan birisi olurdum. Gazeteci olup sosyal hareketler, toplumsal hareketler, önce İslâmcılık, ardından Kürt hareketi, ülkücü hareket gibi konularda çalışan birisi olarak, her zaman için gerek Türkiye’de gerekse dünyadaki milliyetçi hareketler, dinî hareketler konusunda çok okumaya çalıştım. Fransızca, İngilizce ve çok sayıda uzmanla da, bu konuları çalışan kişiyle de tanışma şansım oldu. Özellikle Fransa’da İslâmî hareket üzerine çalışan, çok yakından tanıdığım, çok şey öğrendiğim isimler var. Bunlardan ilk ikisi: Olivier Roy ve Gilles Kepel. Tanıdığımda ikisini birlikte tanıdım. Çok yakın arkadaştılar. Ama uzun bir süredir kavgalılar. Çok sert kavgalılar ve birbirleri hakkında çok sert yazılar yazıyorlar ya da televizyon röportajları filan veriyorlar. Ama ben ikisiyle de bir sorun olmadan görüşüyorum. Bakışları zamanla çok farklılaştı. Ama ikisinin de İslâm dünyası konusunda, İslâmî hareketler konusunda çok iyi bir birikime sahip olduklarını düşünüyorum. 

Dünyanın değişik yerlerinde tanıdığım böyle birtakım dostlarım, arkadaşlarım var. Bunlarla kimi zaman haberleşiyoruz. Artık çok daha kolaylaştı. Eskisinden çok daha kolay. Birbirimizin yaptıklarını tâkip ediyoruz. Fakat ben özellikle belli bir aşamadan sonra, gazeteciliğin daha geri planda kalıp, Medyascope sürecinde yöneticiliğin daha öne çıkmasıyla berâber bunları biraz azalttım açıkçası ve bu beni üzüyor. Şu anda gazeteciden çok yönetici ya da medya patronu —bâzıları dalga geçmek için söylüyor— olmuş durumdayım. 

İki kere ders verdim üniversitede. Birisi yıllar önce, 1994 yılında. Marmara Üniversitesi’nin Fransızca Kamu Yönetimi bölümünde seçmeli bir ders verdim. O tarihte orada Aydın Uğur vardı. Kendisi daha sonra Bilgi Üniversitesi’ne geçti. O beni çağırdı ve ben orada “Çağdaş İslâmî Düşünce ve Türkiye” diye seçmeli bir ders verdim. Güzel, verdim, ama seçmeli derse az insan geldi. Alanların çoğu da çok devam etmedi. Ama ilginç bir şekilde dışarıdan duyup gelenler oldu ve orada yaşadığım en büyük hayal kırıklığı ise şuydu: öğrencilere okuma parçaları veriyordum; Fransızca olduğu için Fransızca metinler veriyordum — Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, İmam Humeyni filan gibi. Ama her seferinde gittiğimde, kimsenin o metinleri okumamış olduğunu görüyordum ve ben, o metinleri özetleyip anlatıyordum. Yine de ilginç bir deneyimdi. Moda’da oturuyordum. Okul da Tarabya’daydı. O zamân bekârdım. Sabah erken saatteydi. Bir şekilde toplu taşımayla oraya gidiyordum. Ben aksatmadan gittim. Ama öğrenciler benim kadar düzenli davranmadılar. Şunu hiç unutmuyorum, öğrenciler şöyle diyordu: “Hocam, siz bize ‘Çağdaş İslâm, siyâsî düşünce ve Türkiye’ diyorsunuz. Ama sonunda hep böyle oluyor. Türkiye’ye sıra gelmeden okul kapanıyor. Siz de muhtemelen Türkiye anlatmayacaksınız bu iş bitene kadar” demişlerdi. Bu arada 1994 Mart genel seçimleri oldu. Hiç unutmuyorum. O gün dedim ki: “Bugün Türkiye’yi konuşuyoruz. Refah Partisi’ni konuşuyoruz.” Ve Refah Partisi anlatmıştım.

Bir diğeri de Amerika Birleşik Devletleri’nde Columbia Üniversitesi’nin insan hakları programındaydım. O arada New York Devlet Üniversitesi’nin Buffalo’daki bölümünde hocalar geldiler. Biz dünyanın değişik yerlerinden insanlardık o eğitim çalışmasında, insan hakları eğitim çalışmasında. Oradan birilerine –“kısa ders” diyorlar– bir haftalık ders verdirmek için geldiler ve programın yöneticileri benim İslâmcılık konusundaki çalışmalarımı anlatarak onlara tavsiye etti ve onlarla konuştuk. Ben bir hafta gittim, Buffalo’da kısa ders verdim İslâmcılık üzerine. “İslâm dünyası ve demokrasi” diye bir ders verdim. Sonunda çocuklar sınav oldular. O sınav kâğıtları bana geldi, isimleri kapalı şekilde. Ben sınav kâğıtlarını New York’a… Yani New York şehrindeydi Columbia Üniversitesi, bu New York eyaletinde Buffalo Üniversitesi’ndeydi –Niagara Şelâlesi’ni oradan görmüştüm; Kanada’ya o kadar gittim, ama Kanada’da görme imkânım olmadı, ABD tarafından görmüştüm–; daha sonra kâğıtları bana yolladılar. Ben de onlara not verip iade ettim. Bir tâne kâğıdı hiç unutmuyorum. Nasıl söyleyeyim? İslâm karşıtı birisiydi ve derste anlattıklarımı filan da anlamış; ama sorulara kasıtlı olarak, bilerek yaptığını anladım, ters cevaplar vermişti. Ne yapacağımı şaşırdım. Onu yöneticilere sordum. “Böyle bir kâğıt var” filan… Onlar da: “Ne istiyorsanız onu yapın” dediler. Ben de ona kırık not vermiştim. Onu hatırlıyorum. 

Bunun dışında herhangi bir üniversitede ders vermedim. Gazetecilik konusunda da ders vermedim. Bu ilginç bir durum aslında. Bizim sektörden çok arkadaşımız üniversitelerde ders veriyorlar. Çok da iyi ders veren arkadaşlarımız var. Bana şu âna kadar böyle bir teklif gelmedi. Gelseydi yapar mıydım? Emin değilim. Ona zaman ayırabilir miydim bilmiyorum. Ama açık söyleyeyim, gelmedi. Yalnız bir iki kere, birisi Galatasaray Üniversitesi, birisi Marmara Üniversitesi Basın-Yayın olmak üzere, iletişim fakültelerinin açılış dersini vermemi istediler. Onları memnûniyetle kabul ettim. Galatasaray zâten bizim üniversitemiz. Orada bizim eskiden, Ortaköy’de hazırlık sınıfı okumuşluğum da var. Marmara Üniversitesi’nde o tarihte, Prof. Ergün Yıldırım’dı dekan, şimdi değil. AKP iktidarı döneminde oluyor ve Ergün yeni gelmişti oraya. Bana açılış dersini verdirtti. Ben de çok takdir ettim. Ergün’le çok eskiden tanışırız. O daha üniversite öğrencisiyken tanıyorum. Verdirdi ve güzel de bir ders olmuştu. Ama o yüzden bayağı başını ağrıttıklarını da biliyorum. Onun dışında, arada sırada üniversitelerde konferans vs. gibi şeyler oldu. Değişik yerlerde… Türkiye’nin değişik yerlerinde de oldu. Meselâ, Anadolu Üniversitesi’ne bir kere gittiğimi hatırlıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde bazen tanıdık hocalar beni, Ortadoğu, İslâm üzerine dersler olduğunda konuk olarak çağırdılar. Nilüfer Hoca’nın dersine de girdiğim oldu. Kemal Kirişci’nin dersine girdiğim de oldu. Galatasaray Üniversitesi’nde de bir iki kere ders verdim. Yani derslere konuk olarak girdim. 

Ama bütün bunlar olurken, ben lise mezunu, üniversite bile okuyamamış birisi olarak kaldım. Bu, içimde bir ukdedir. Ama en büyük ukde, daha önce de söylemiştim, rahmetli annemin en büyük isteğiydi bu: Üniversite mezunu olmam. Üniversite mezunu olamadım, ama üniversite mezunu olsaydım muhtemelen yapacağım, çalışacağım alana yakın bir şekilde, yani sosyal hareketler üzerinde, toplumsal hareketler üzerinde çalışan bir gazeteci oldum. Ben de buradan teselli buluyorum. Eğer bir gün Türkiye biraz daha güzelleşirse, Boğaziçi Üniversitesi tekrar özgür bir şekilde yoluna devam ederse, belki aftan yararlanıp tekrar okumaya dönebilirim. Ama artık yaşımız çok geç. Üniversiteyi uzaktan… çok da uzak değil aslında benim durumum; çünkü sürekli olarak, şimdi Medyascope’ta da öyle, çok sayıda akademisyenle –ki artık bu işler çok kolaylaştı–, dünyanın değişik yerlerindeki akademisyenlerle ânında yayın yapabiliyoruz, yazışabiliyoruz, tartışabiliyoruz. Çok kolaylaştı. Özellikle sosyal bilimler alanında çalışan kişilerden oluşan çok geniş bir ağ söz konusu. Bunların içerisinde çok yakın arkadaşlarım, sevdiğim dostlarım, birbirimize yardımcı olduğumuz, birbirimize katkıda bulunduğumuz kişiler var. 

Ama şu da tabii hep oldu: Gazeteciliğe başladığım andan îtibâren bâzı sosyal bilimciler, biz gazetecileri hep böyle bir küçümsediler. Yani bunlar biraz sanırım ağustos böceğiyle karınca gibi mi oluyor, nedir? Hani biz malı topluyoruz, bilgiyi topluyoruz; onlar o bilgiyi yorumluyor gibi davranan sosyal bilimciler de oldu. Hepsi böyle yapmıyor. Haksızlık etmeyeyim. Tabii bir başka “Gomaşinen”de de değindim: Casusluk meselesi, istihbâratçılık. Bunların içerisinde yerli-yabancı çok sayıda istihbâratçı da olmuştur muhtemelen. Ama kalkıp da hiç kimsenin size deklare ettiği kimliğini sorgulamak gibi bir durumumuz olmadığı için… Bâzılarından açıkçası şüphelenmiyor değildim. Sorduğu sorular, soru şekilleri, bir akademisyenin ötesinde olan kişiler de oldu. Zâten nasıl gazetecilik istihbâratla ilişkiliyse; üniversitelerin de, özellikle sosyal bilimlerin de istihbârat servisleriyle çok yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. 

Tabii bu arada şunu da özellikle vurgulayayım, öyle noktalayayım: Benim bu yaptığım çalışmalarda, kendi başıma bağımsız bir gazeteci olarak, kendim emek vererek yaptığıma inanmayan çok kişi oldu. Akademik dünyada da çok kişi oldu ve bu bilgileri bir yerlerden aldığımı düşündüler. Halbuki gerçekten bir yerler yoktu bu bilgilere sâhip olan. Birileri bir şey vermiş de ben reddetmiş değilim. Yani öyle bir durum söz konusu değil. Ama şu vardı: Yükselişte olan bir hareket vardı. Öncelikle İslâmî hareket, daha sonra Kürt hareketi üzerine çalışırken de öyleydi ve her yerden aslında bilgi akıyordu: Kitaplar, dergiler, birtakım şahıslar ve bunlara ulaşmak o kadar imkânsız değildi. Burada, buna niyetlenmek ve objektif bir şekilde bu konuları ele almaya çalışmak, o kişilere gidip mikrofon uzatmak vs.. Bunu yaptığınız zaman zâten o bilgiler bir şekilde geliyor. Yani bu bilgiler ulaşılmaz bilgiler değildi. Ama insanlar çok alışmışlar böyle şeylere ve sizin o binbir emek vererek hazırladığınız şeyleri birilerinin size –yeni tâbirle– “servis ettiğini” vs. düşünüyorlar. Bu konuda yapacak çok da fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Evet, daldan dala atladık; ama tekrar, sözünü ettiğim Şerif Mardin’i, Nur Vergin’i ve hayâtını kaybetmiş, benim gazetecilik hayâtımda bana katkıda bulunmuş yerli-yabancı tüm akademisyenleri rahmetle anıyorum. Meselâ aklıma şimdi Mısır’da tanıştığım Alain Roussillongeldi. Çok değişik birisiydi. Çok farklı birisiydi. Mısır’ı, Müslüman Kardeşler’i çok iyi biliyordu. Çok yakın bir dostluğumuz olmadı; ama bayağı bir şey öğrenmiştim yazılarından da. Onun da çok erken hayâtını kaybettiğini öğrendim. Son olarak, bütün bu süreç içerisinde bana, çalışmalarıma katkıda bulunmuş bütün akademisyenlere teşekkür etmek istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.