Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (76): 60 yaş

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 76. bölümünde bugün 60 yılın bir muhâsebesini yapmak istiyorum. 60 yıl derken, gazetecilikte değil tabii ki, hayâtımdaki 60 yıl. Ama tabii bunun ağırlıklı bir bölümünü gazetecilik hayatım oluşturacak. Aslında bu kaydı geçen hafta yapmak istiyordum; hattâ geçen hafta yaparken, belki de “Gomaşinen”in son kaydı olur diye düşünmüştüm. Geçtiğimiz salı günü 60 yaşına bastım. Eğer geçen hafta yapmış olsaydım, muhtemelen “İki üç gün sonra 60 yaşında oluyorum ve ‘Gomaşinen’i burada noktalıyorum” diyecektim. Ama diş tedavisi nedeniyle sesim ve görüntüm çok el vermediği için iptal ettim. Bu haftaya kaldı. 60’a da girdim ve şimdi bu muhâsebeyi yapıyorum; ama “Gomaşinen”i bitirmiyorum. Bu süre içerisinde, bitirmenin çok da iyi bir fikir olmadığını, daha anlatacağım şeyler olduğunu düşündüm ve bir bakıma pehlivan tefrikası gibi oldu. Şimdi bunu diyorum; ama yeni kuşaklar bunu bilmez. Bizim çocukluğumuzun hususuydu bu pehlivan tefrikaları. Gazetelerde, anlat anlat, bitmek bilmezdi. Benimki de böyle bir şey oldu. 76. bölüme geldik, hâlâ bitmiş değil. Neyse, eğer meraklıysanız biraz daha dinlemeye devam edersiniz. Bakalım nerede durduracağım? Ben de açıkçası çok emin değilim. 

60 yaş benim için mûcize gibi bir şey aslında. Hiçbir zaman bu yaşları görebileceğimi düşünmedim. Zîra çok erken yaşta sol harekete, devrimci harekete girmiş birisi olarak, çok erken yaşlarda –14 yaşındaydım o zaman–, çok erken yaşta çok sevdiği yol arkadaşlarını, yoldaşlarını kaybeden birisiyim. İlk Yüksel’le başladı. Dizi dizi arkadaşımız: Kenan, Turgut, Yalçın… Çok sayıda arkadaşımı kaybettim. Ben de pekâlâ o sıralarda ölebilirdim. Tamâmen bir şans, şanssızlık, kader. Ne derseniz deyin. Ama hep o tarihlerde böyle kısa bir ömrümüz olacağı duygusu vardı. 2000’i görmek… İmkânsız gibi bir şeydi hattâ. Ama sonunda ne oldu? Arkadaşlarımızı, erkenden giden çok arkadaşımızı uğurladık. Biz de birtakım mağduriyetler yaşadık. Ama tabii ki onların çok erken yaşta hayatlarını kaybetmeleriyle kıyaslanacak şeyler değildi. Dolayısıyla bu 60 yaş benim için fazlasıyla anlamlı bir şey ve tekrar söylüyorum: Değil 60’ı, 30’u 40’ı 50’yi filan görmeyi beklemeyen bir kuşağın insanıyım. 

Tabii o zamandan bu zamana çok şey değişti. Ben de çok değiştim. Fakat elimden geldikçe o duygularımı, o yaklaşımımı korumaya çalışıyorum. Ne derece başarılı olduğuma emin değilim. Fakat biz Galatasaray Lisesi’nde ortaokulda okurken duyduğumuz o heyecânın yeri apayrıydı. Tabii çok yanlış yaptık, çok hatâ yaptık. Fakat o coşkumuz, o arayışımız çok önemliydi. O günden bugüne çok şey değişti. Özellikle gazeteci olduğum andan îtibâren… 

Arada bir buçuk yıllık cezaevi var ki, normal şartlarda bugünün Türkiye’sinde kimlerin ne kadar hapiste yattığını görünce, açıkçası benim gibi birisinin o tarihte, 12 Eylül cunta döneminde bir buçuk yıl hapis yatmış olması mûcizevî bir şey — onu da özellikle vurgulayayım. Osman Kavala’nın hiçbir şey yapmadan yıllardır cezaevinde olduğu bir ülkede; en baskıcı olduğu iddia edilen, açık faşizm olarak tâbir edilen bir dönemde, ben bir buçuk yılda çıktım. Şimdi bakıyorum, açıkçası akıl alır gibi değil. Bir garip… 

Türkiye çok değişti, biz de değiştik — her neyse. Gazetecilik hayatımın belirleyicisi oldu ve gazeteciliği yaparken de siyâsî kimliğimi hiçbir zaman gizlemedim. Ama siyâsî kimliğimi de gazeteciliğime katmamaya, olabildiğince nesnel bir gazetecilik yapmaya çalıştım. Özellikle kendimden olmayanları anlamaya çalıştım. İslâmcılarla başladı. Türk milliyetçileriyle devam etti. Hele benim gibi 70’li yıllarda sol harekette yer alan birisi için, ülkücü hareket üzerine gazetecilik yapmak, Ülkü Ocakları’nda röportajlar yapmak çok acayip bir şeydi. Ama oldu, yaptık. 

Bu arada unutmadan söyleyeyim. O tarihlerde sol hareketle İslâmcı hareket arasında çok ciddî sorunlar yaşanmazdı. Ama ben garip bir şekilde, sanki kaderim o zaman çizilmiş gibi, İstanbul’da Tophane’de İslâmcılar tarafından saldırıya uğramış, açıkçası dövülmüş de birisiyim. 15 ya da 16 yaşındaydım o tarihte; Kaderimiz… İslâmcılarla ilk tanışıklığım öyleydi ve hattâ hastâneye gittim elimi göstermeye. Bulunduğumuz kahveye gelmişlerdi, sandalyeyle vurmuşlardı. Tedâvi için gittiğimiz tıp fakültesindeki öğrenci arkadaşlara, İslâmcılarla yaşanan bir olay olduğunu söylediğimizde gülmüşlerdi ve “Sakın kimseye söylemeyin, sizinle dalga geçerler” demişlerdi. Biz de söylememiştik. Yıllar sonra şimdi tekrar burada onu anlatıyorum. Çok ilginç bir olay ve orada bana saldıran kişiyi, yıllar sonra gazeteci olarak gittim, Tophane’de buldum; ama söylemedim kim olduğumu. Gazeteci kimliğimle… Tabii o hatırlamıyordu. Şimdi hayatta değil. Vefat etmiş. Çok ilginç bir adamdı. Neyse. Bunu büyük bir parantez olarak koyalım. 

Kendimden olmayan insanları anlamak, anlamaya çalışmak ve anlayabildiğim ölçüde de anlatmak istedim ve bunu yaparken hem bir taraftan tanışıklıklar, arkadaşlıklar oluşturdum, ama aynı zamanda gazeteciliğin temel ilkesi olan mesâfeyi de belli ölçülerde korumaya çalıştım. Zor bir iş aslında bu. Hem sosyal olarak çok insanla tanışıyorsunuz. Özellikle benim ilk İslâmcılık çalıştığım dönemde, 20’li yaşlarımda, 30’ların başlarında benimle yaşıt olan, 70’li yıllarda yaşasalardı muhtemelen solcu olacak olan çok sayıda insanla tanıştım ve bunların bir kısmıyla da bayağı yakın arkadaş olduk. Sonra onların bir kısmı AKP iktidarıyla berâber devlet aygıtının bir parçası oldular. Çok değişik yerlerde bakanlık yapanlar da oldu. Başbakan yardımcılığı yapanlar da oldu. Üst düzey bürokrat olanlar da oldu. Kimileriyle ilişkimiz koptu, kimileriyle çok az görüşüyoruz. Kimileri açıkçası tanınmayacak hâle geldi. 

Ama sâdece İslâmcılar için geçerli bir şey değil bu. Daha önceki “Gomaşinen”lerde değişik vesîlelerle anlattım. Gazetecilik dünyasında da çok sayıda arkadaşımın çok değiştiğini gördüm. Ben de değiştim tabii ki; ama kastettiğim, değişmenin ötesinde birtakım şeyler. Özellikle de –bu benim için çok anlamlıdır– İslâmî hareket üzerine çalıştığım zaman bana şüpheyle bakan, bana lâf çakan bâzı meslektaşlarımın şu anda çok ciddî bir şekilde, “herkesten daha fazla” yandaş pozisyonlarda bulunduklarını görüyorum. Bunu da bir not olarak düşmek istiyorum. 

Aslında söylenecek çok şey var. Çok yanlış yaptım. Ama şunu biliyorum: Bilerek yanlış yapmadım. Yani yaptığım bâzı şeylerin sonradan doğru olmadığını, yapmasam daha iyi olacağını düşündüğüm olmuştur. Ama bilerek, yanlış olduğunu bilerek ya da yanlış çıkacağını bile bile yaptığım bir şey olduğunu hiçbir şekilde düşünmüyorum. Yaptıklarımın, sonradan yapmasaydım dediğim bir tânesini bir bölüm hâlinde anlattım. Biliyorsunuz. Sedat Peker döneminde anlattığım, Hüseyin Baybaşin röportajı. O, keşke yapmasaydım dediğim röportajlardan birisidir. Başka da böyle olaylar olmuştu. 

Fakat benim gazetecilik hayâtımdaki en büyük yanlışım, onu söyleyeyim, Hrant Dink’in ölümünden sonra… O sırada Washington’daydım, Vatan gazetesi adına gazetecilik yapıyordum. Hrant, tanıdığım ve sevdiğim birisiydi, arkadaşımdı. Yani en yakın arkadaşlarımdan birisi değildi; ama birbirimizi tanır, severdik. Değişik vesîlelerle bir araya da gelirdik. Hrant’ın ölümü çok büyük şok oldu hepimiz için. Müge de ben de neye uğradığımızı şaşırdık. Hiç beklemediğimiz bir şeydi ve çok acıydı o fotoğraflar filan. Ben o sırada Hrant’la ilgili Vatan gazetesinde bâzı yazılar yazdım. O da benim için çok talihsiz bir şey oldu. Çünkü o dönemde ben, böyle şeylere meraklıyımdır, kendimce bir konu araştırıyordum. Bu şiddet eylemleri, şiddet hareketleri, radikal hareketler üzerine çalıştığım zaman hep karşıma çıkan, daha çok Amerika’da kullanılan, ama dünyada da yaygın olan “yalnız kurt” diye bir kavram var. Bu, birtakım radikal hareketlerin, özellikle şiddetle alâkalı hareketlerin içerisinde organik bir şekilde yer almayıp, kendi başına hareket eden kişilere atfedilen bir şey. Şimdi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, FBI’da bu konuda çok ciddî çalışmalar yapıldığını biliyordum, araştırıyordum, okuyordum. 

Ve böyle bir dönemde, Hrant’ın ölümünün ardından, ben bulunduğum yerden, Washington’dan, tabii ki Türkiye gerçeklerinden kopmuş bir şekilde, bunun pekâlâ bir yalnız kurt eylemi olabileceğini düşündüm. Bu türde birkaç tâne yazı yazdım. Hepsi çöp tabii ki. Yanlış… Sonra da olay zâten kısa bir süre içerisinde ortaya çıktı. Bunun hiç de yalnız olmadığı, çok organize olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar bu siyâsî cinâyetin tüm boyutları ortaya çıkmadıysa da, bunu yapanların kendi başlarına hareket etmediği, çok ciddî bir yapılanmanın sonucu olduğu ortaya çıktı. Zâten daha ilk başta, o katilin polislerle berâber çektirdiği fotoğraflar bile, benim ne kadar naif, Türkiye gerçeklerinden uzak –tabii araya büyük bir okyanus girmiş–… ve orada, tabii ki duyduğum acı ve üzüntünün de etkisi vardı. Kendimce, aklım sıra olayı anlamaya katkıda bulunuyordum. Tek kelimeyle büyük bir saçmalıktı yani yaptığım şey. Sonuçta öyle oldu. 

Bunu o tarihte benim aleyhime çok ciddî bir şekilde kullananlar oldu. Özellikle Ergenekon vs. süreçlerinde, çok iktidar yanlısı bir tutum takınmamamdan rahatsız olan insanlar bunu çok ciddî bir şekilde kullandılar ve bir şekilde sanki o komplonun bir parçasıymışım gibi resmetmeye çalıştılar. Tabii ki bunun alâkası yoktu; ama açıkçası bu tür artniyetli, kötü niyetli kişilerin eline çok elverişli bir malzeme verdim. Demek ki onlar çok beceriksizlermiş ki bu malzemeden yeterince yararlanamadılar. Evet, bu benim düşündükçe hep aklıma gelen, çok üzüldüğüm ve utandığım, bana göre gazetecilik hayatımda yaptığım en önemli –birçok yanlışın dışında–, ama bir türlü bırakmayan bir yanlış olarak benim hâneme yazıldı. Bu unutulacak ya da unutturulacak bir şey değil. Bu yüzleşilmesi gereken bir şey. 

Gazetecilik böyle bir şey. Hani derler ya? Bir daha dünyaya gelseniz olur musunuz? Herhalde olurum. Olurdum. Ama bu gazeteciliğin artıları ve eksileri var. Olabildiğince eksilerden uzak kalıp, artıları üzerinden yapmaya çalışıyordum. Bu “yalnız kurt” meselesi, gazeteciliğin o aldatıcı câzibesinin verdiği kendinden eminlik, her şeye hâkim olduğunu sanma, her şeyden anlıyormuş gibi olmanın yol açtığı vahim bir hatâydı benim açımdan. Umarım daha sonraki yaptıklarımda, ettiklerimde bunu bir ölçüde telâfî edebilmişimdir. O tarihte bu yazdığım, çizdiğimin soruşturmaya vs. çok etkisi olduğunu sanmıyorum. Ama yine de birilerine olumsuz anlamda, özellikle Hrant’a, Hrant’ın anısına, yakınlarına ve onun sevenlerine bir rahatsızlık verdiyse –ki vermiş olma ihtimâli bence var–, çok üzgün olduğumu ve özür dilediğimi söylemekten başka yapacak bir şeyim yok. 

Evet, 60 yıllık hayatımın 1985’ten bu yana bölümü gazetecilikle geçiyor ve çok sayıda kitabım çıktı. Ne zamandır kitap yazmıyorum. En çok yapmak istediğim şey tekrar kitap yazmak. Ama onun da öncesinde, sâhaya çıkmak. Mâlûm, son dönemde bu koronavirüs salgını nedeniyle, şu günlerde hava muhâlefeti vs. derken, uzun bir süredir İstanbul dışında gazetecilik yapma imkânı pek olmadı. Halbuki ben çok gezen, çok dolaşan bir gazeteciydim. Özellikle seçim mitinglerine çok meraklıyımdır. Ankara’ya, Meclis’e gitmeye çok meraklıyımdır. Ne zamandır yapamıyorum. Ama ilk fırsatta bunu telâfî edip Ankara’ya, muhakkak Diyarbakır’a ve Güneydoğu’da başka yerlere ve Türkiye’nin diğer yerlerine gitmek istiyorum. Tabii dünyada da bayağı bir yere gittim, gazetecilik yaptım; ama şu anda açıkçası bu karantinadan sonra evde bir baktık ki pasaportlarımız eskimiş, yenilememiz gerekiyormuş. Pasaportum bile yok. Belki dünyada da değişik yerlere gitme imkânı gelecek günlerde olabilir. Fakat öncelikle Ankara’ya ve Diyarbakır’a gitmeye niyetim var. Sâhaya çıkma niyetim var. 

Bir de tabii burada, Medyascope’ta bambaşka bir şey oldu. Burada artık tek tabanca, kendinden mes’ul bir gazeteci olmanın ötesinde, yönetici ve –bunu kullanmayı seviyorum aslında– patron oldum. Bunun da verdiği çok sayıda sorumluluk ve zamansızlık var. Ama mümkün olduğu kadar hem gazeteci hem yönetici ve patron olmaya çalışmaya niyetim var. Ne zamana kadar bu böyle sürer bilmiyorum. Ama çok da sürsün istemiyorum. Umarım en kısa zamanda kendimi gerçek anlamda emekli ederim diyeceğim de, tam olarak nasıl olacağını açıkçası ben de tasavvur edemiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.