Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın Kavala ısrarının Türkiye’yi sürüklediği yer

Ruşen Çakır, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Osman Kavala ile ilgili ihlal süreci başlatmasını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karara ilişkin “Tanımıyoruz” açıklamasını değerlendirdi.

  • Yayında bahsedilen Rıza Türmen’in “Osman Kavala kararının yeni aşaması” başlıklı yazısını okuyabilirsiniz.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi dün üçte iki çoğunlukla Osman Kavala dosyasında yeni bir aşamaya geldi: İhlâl prosedürü başlattı Türkiye hakkında. Osman Kavala’nın tahliye edilmesini bastırıyor Avrupa Konseyi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bugün, Ukrayna’ya giderken, “Onlar bizim mahkemelerimizi tanımıyorsa, biz de onların mahkemelerini tanımıyoruz” diye yine kestirip attı ve ben de Erdoğan’ın bu ısrarının Türkiye’yi nasıl bir yere taşıdığı sorusuna bir kez daha cevap aramak istiyorum.

Osman Kavala üzerine söylediklerim hakkında bâzıları, “Türkiye’nin başka sorunu yok mu?” diye cevap veriyorlar, daha doğrusu eleştiriyorlar. Bıktılar — bıkacak bir şey yok; Erdoğan bıkmadığı müddetçe bizim de bundan bıkmamamız gerekiyor. Erdoğan ısrar ettiği sürece burada, Osman Kavala’nın mağduriyetinde, hukuk dışı bir şekilde mağdur edilmesinde ısrar ettiği müddetçe de, o ısrarın karşısında, îtirazda ısrar etmemiz gerekiyor. 

Olay sâdece bir kişinin yaşadığı bir olay değil; Türkiye’de başka örnekler de var. Selahattin Demirtaş ve arkadaşları da başka bir örnek; ama Osman Kavala örneği başlı başına Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti ve –yer anlamında söyleyecek olursak da– yerinin neresi olduğu, Batı olup olmadığı sorusunun da cevabını veriyor.

Erdoğan’ın söylediği, “Onlar tanımıyorsa biz de tanımayız. Onların mahkemelerini tanımayız” lâfı, aslında Türkiye’nin sâdece Cumhuriyet değil, Osmanlı’nın son yıllarından îtibâren içine girdiği yörüngenin külliyen reddi anlamına geliyor; zirâ biz Türkiye olarak batılılaşmayı tercih etmiş bir ülkeyiz; sadece Türkiye değil, son döneminden îtibâren Osmanlı da. Ve bu anlaşmaların hepsine imzâ atmış bir ülkeyiz, ilk kurucularından birisiyiz ve hep bununla da övünmüşüz.

Ülkeyi yönetenlerin en tepesindeki kişinin, “Onlar bizim mahkememizi tanımıyorsa biz de onları tanımayız” söylemeye hiçbir şekilde hakkı yok; bunun Türkiye’nin kurallarına, kanunlarına da aykırı bir şey olduğu kesin. Türkiye, imzaladığı bütün sözleşmelerde bunların hepsini kabul etti. 

Önümde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski yargıçlarından Rıza Türmen’in T24’te çıkan en son yazısı var. Orada Rıza Bey, bütün yönleriyle hepsini teker teker anlatmış, okumayanlara özellikle tavsiye ederim. Örneğin, Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklama var biliyorsunuz, zehir zemberek yine. Bu açıklamadaki argümanların hepsinin yanlış olduğunu çok açık bir şekilde söylüyor. Mesela diyor ki: “Bakanlar Komitesi, ülkemizde devam eden bağımsız yargı sürecine müdâhale niteliği taşıyan yaklaşımını devam ettirmiş.” Açıklamada bu var; “Halbuki”, diyor Rıza Türmen, “burada yargılama süreciyle ilgili bir karar yok” diyor, “Karar, tahliye kararı”, tutuklamaya îtiraz, tutuklamanın sona erdirilmesi. Yoksa yargılama sürecine kimsenin karıştığı yok diyor.

 Meselâ “kasıtlı yaklaşım”. “Böyle bir kastı yok; çünkü prosedürün, bu prosedürü uygulamasının en önemli nedeni 18. maddenin ihlâli” diyor. Bunların hepsi çok teknik gibi gelebilir, ama Avrupa Konseyi nezdinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde Türkiye uzun süredir dâhil olduğu bütün bu uluslararası, yapılar ve sözleşmeler nezdinde Türkiye sadece bu dâvâda değil, ama özel olarak bu dâvâda resmen bir hukuk devleti olmadığını, siyâsetin hukuktan önce geldiğini alenen, ısrarlı bir şekilde deklare ediyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunun sözcüsü olarak her vesîleyle karşımıza çıkıyor.

 İşin ilginç yanı, şu anda Erdoğan Kiev’e gidiyor — Rusya’yla Ukrayna arasındaki sorunları çözmeye ya da arabulucu olma iddiasında. Ne derece olur? Açıkçası, olabileceğini düşünen pek yok, ama diyelim ki dış dünyada arabuluculuk oynamaya çalışan bir Türkiye var. Yine aynı uçağa binmeden önce, gazetecilerin sorularını cevaplarken, “İsrail Cumhurbaşkanı Mart ayında Türkiye’ye geliyor, Meclis’te de konuşma yapması bekleniyor Hertzog’un, bu Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini normalleştireceğinin, normalleştirmek istediğinin en önemli göstergelerinden birisi olacak” diyor. Halbuki biliyoruz, uzun bir süre Erdoğan İsrail aleyhtarlığının ekmeğini bayağı ciddi bir şekilde yedi. Bunun startı “one minute”te verilmişti. Arada toparlanır gibi oldu; ama yine, en kolay hususlardan birisi bu, iç politikada birtakım kitleleri harekete geçirebilmek için İsrail aleyhtarlığı ve hatta daha ileri giderek Yahudi aleyhtarlığını çok sık oynamış bir siyâsetçi Erdoğan; ama şimdi, Erdoğan pragmatist bir siyâsetçi olarak İsrail’le ilişkileri yeniden düzeltmeye çalışabiliyor, hattâ bir iddiaya göre, Türkiye bu konuda İsrail’den daha fazla ısrarlı ve istekli. 

 Daha önce Mısır’la normalleşmenin başladığını gördük, bunu da zâten “Râbia” olayını ele aldığımız yayınlarda da dile getirmiştik. Bir başka husus, Erdoğan Birleşik Arap Emirlikleri’yle barıştı — ki Birleşik Arap Emirlikleri’ni 15 Temmuz’daki darbe girişiminin sponsoru olmakla alenen suçluyordu siyâsî iktidar. Şimdi, bir başka husus da Suudi Arabistan… Birleşik Arap Emirlikleri’nin en üst isimleri Türkiye’ye geldi peş peşe. Şimdi Erdoğan Suudi Arabistan’a da gidecek, Suudi Arabistan’da Veliaht-Prens Muhammed Bin Salman’la da görüşme ihtimâlinin çok yüksek olduğu söyleniyor — ki Cemal Kaşıkçı olayı vesîlesiyle orada ilişkilerinin ne derece gerilmiş olduğunu da biliyoruz. 

Bunu şundan anlatıyorum: Erdoğan dış politikada ilkelerle, birtakım ideolojik argümanlarla hareket eden birisi değil. Değişik dönemlerde konjonktür gereği değişik pozisyonlar almayı bilmiş bir lider; ama kimi durumda pozisyonlarını tanımlamak istediği zaman, özellikle iç politikada kullanmak istediği zaman, o siyâsî yönü öne çıkartıyor — İsrail meselesinde olduğu gibi ya da Mısır meselesinde olduğu gibi; fattâ, Birleşik Arap Emirlikleri ya da Suudi Arabistan meselesinde olduğu gibi; ama sonra hiçbir şey olmamış gibi, zâten Türkiye’nin İsrail’le bir sorunu yokmuş, zâten Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri ya da Suudi Arabistan’la bir sorunu yokmuş gibi, kaldığı yerden, bıraktığı yerden, yıllar önce bıraktığı yerden devam edebiliyor.

Bu pragmatizmin neden Avrupa söz konusu olduğu zaman böyle işlemediği sorusu çok ciddi bir şekilde önümüzde duruyor. Niye “gerekirse bağrına taş basarak” Mısır’la da yumuşamaya giden, Birleşik Arap Emirlikleri’yle diyelim ki finansman ihtiyacı, diyelim ki başka stratejik meseleler ya da Doğu Akdeniz’deki birtakım arama çalışmaları vs. bunların hepsinin bir açıklaması var; ama Avrupa’yla söz konusu olduğu zaman –ki Türkiye’nin özellikle dış ticaret hacminde çok önemli bir yer, birinci sırada yer tutan bir topluluktan bahsediyoruz, Avrupa’dan bahsediyoruz–, burada çok hoyrat bir şekilde hareket edebiliyor ve bir Osman Kavala meselesinde, Rıza Bey’in yazısında çok isâbetli bir şekilde belirttiği gibi çok ciddî siyâsî sonuçlar ve buna bağlı olarak da ekonomik sonuçlara yol açabilecek tutumlar takınıyor. 

Niye bunu yapıyor? Ne istiyor Osman Kavala’dan? Hadi diyelim ki Osman Kavala’ya bir nefreti, öfkesi vs. vardı, bir yerden sonra bunu niye bir yerde bırakmıyor? İşte bu çok ciddî bir mesele olarak önümüzde duruyor. Erdoğan’ı yıllar önce Kopenhag’daki zirvede, yerinde görmüştüm. Biz Türkiye’den gitmiştik, o Washington’dan Başkan Bush’la görüşüp gelmişti. Orada, Türkiye’yle ilgili Avrupa Birliği’nin çok kritik bir kararı alınacaktı. Erdoğan Washington’dan geldi, herhangi bir unvanı yoktu, çünkü hâlâ siyâsî yasaklıydı, ama AKP Genel Başkanı’ydı, o zaman başbakan Abdullah Gül’dü, Ahmet Davutoğlu ilk kez dış politika danışmanı olarak siftahı orada yapmıştı. 

Çok ilginç, biraz da gergin bir süreçti Kopenhag zirvesi. Orada, Almanya ve Fransa’nın müdâhalesiyle, işin içerisine doğrudan müdâhil olmuştu. Türkiye’nin önünün kapanmadığı bir zirve olmuştu — tam olarak açılmadı, ama kapanmadı ve orada Erdoğan ve arkadaşları çok heyecanlıydılar; çünkü Avrupa’ya ihtiyaçları vardı. Avrupa’ya ihtiyaçları olduğunu böyle söylemiyorlardı, tam tersine şunu söylüyorlardı: Özellikle Erdoğan, Avrupa Birliği üyeliğinin, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonraki en önemli projesi olduğunu söylüyorlardı ve buna tam olarak angaje olmuşlardı; ama sonra anlaşıldı ki bütün AKP’liler olmasa bile, Erdoğan’ın esas meselesi Avrupa Birliği sürecini kendi iktidarını güçlendirmek ve içeride ona, “Hükûmet oldu, ama iktidar olamadı” dedirtebilecek çevreleri tasfiye etmek için kullandı. 

Avrupa’nın ve ABD’nin ve hattâ İsrail’in desteği olmasaydı Erdoğan’ın iktidârı bu kadar uzun sürmeyebilirdi. Orada, Avrupa’yla, Batı’yla çok iyi ilişkiler kuran, herkesten fazla Batıcı davranan Erdoğan, şimdi Batı’nın en önemli ayaklarından birisi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni küçümseyen tavırlar sergiliyor. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Rıza Bey’in söylediği gibi, Avrupa’nın en önemli değerlerinden birisi. Neydi? Mücevher; “taştaki mücevher”. Evet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı muamele, Türkiye’deki birtakım mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’ne yapmaya çalıştığı muamelenin bir kopyası.

Ne diyor mesela birtakım yerel mahkemeler? “Anayasa Mahkemesi öyle diyebilir, ama bizim kararımız esastır” diyebiliyorlar ve siyâsî iktidar da onlara bu serbestliği tanıyor. Halbuki Anayasa’ya göre olmaması gereken, asla olmaması gereken bir şey. Erdoğan da şimdi, o yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve Avrupa Konseyi’ne yapmaya çalışıyor ve çok tehlikeli bir şey yapıyor, Türkiye’yi Batı’dan koparıcı hamleler yapıyor. 

Bunların hepsi –Suudi Arabistan’la ilişkiler, İsrail’le ilişkiler, İran’la ilişkiler, Suriye’yle ilişkiler–, hepsi konjonktürel vs. olabilir. Bir konjonktürde kavga edip bir konjonktürde barışabilirsiniz, çok iyi ilişkiler kurabilirsiniz. Onların hepsinin bir açıklaması olabilir belki; ama Türkiye’nin Batı’yla ve özellikle Avrupa’yla ilişkileri daha ontolojik bir ilişki, varlığıyla ilgili bir ilişki. Türkiye’nin herhangi bir Körfez ülkesiyle ya da İran’la ya da İsrail’le kurduğu ilişkideki hoyratlığı Batı’ya taşıdığınız zaman, Türkiye’nin var oluşunu çok ciddî bir şekilde sarsıntıya atarsınız.

Bu, başlı başına ayrı yayınların konusu; ama Türkiye’nin Batı’dan başka gidebilecek herhangi bir yeri yok ve Batı hâlâ, her şeye rağmen, bütün yaşadığı sorunlara rağmen, özelikle Avrupa birtakım kurallarla, geleneklerle, yasalarla, kurumlarla yürüyen bir şey. Türkiye’de kurumların hepsinin köküne kibrit suyu dökülmüş olabilir, Anayasa Mahkemesi’nin îtibârı yerlerde sürünüyor olabilir, birçok yargı organı tamamen partizan şekilde hareket ediyor olabilir, Meclis fonksiyonsuz kalmış olabilir vs.; ama Avrupa’da hâlâ kurumlar iyi kötü varlar ve onların kurum olarak varlıkları ve bu kurumların üzerinde yükseldiği kurallar, ilkeler, perspektifler, ana sözleşmeler vs. bunlar, bir yerde dokunulmazlar. 

Bizim, Türkiye’de özellikle son dönemde dokunulmadık hiçbir şey kalmadığı için, aynı yaklaşımı Batı’yla olan ilişkilerde de sürdürmeye çalışan bir Erdoğan var ve burada Osman Kavala gerekçesiyle mi Batı’yla kavga ediyor, yoksa Batı’yla kavga etmek için mi, Avrupa’yla kavga etmek için mi Osman Kavala’yı kullanıyor? Her iki durum da birbirinden beter bir durum ve tabii ki burada her şey bir yana, olan, insânî bakımdan Osman Kavala ve onun ailesine, onu sevenlere oluyor. Bu, işin insânî boyutu; ama çok daha önemli bir siyâsî ve varlıkbilimsel, ontolojik bir şeyi var. Türkiye’nin temellerini sarsan bir şey bu. Türkiye Batı’ya, Avrupa’ya dönmeyecekse nereye dönecek? 

Açıkçası tercihini, son araştırmalarda Çin’e, Rusya’ya vs. diye söyleyenlerin sayısının yüksek olduğunu görüyoruz; en son Metropoll’ün bir araştırmasında böyle çıktı; ama orada, Özer Bey’e de sordum sosyal medya üzerinden, Özer Sencar’a; “Aynı kişilere, Çin, Rusya diyenlere ‘Eğer imkânınız olsaydı, izin verilseydi hangi ülkede yaşamak istersiniz?’ diye sorun, bakalım ne çıkacak?” diye sorduğumda, herhalde o da aynı şeyi düşünmüştür, büyük bir çoğunluk Çin’de ve Rusya’da yaşamayı değil, bir Hollanda’da, Belçika’da, Almanya’da, Fransa’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kanada’da yaşamayı herhalde tercih edeceklerdir. 

Siyâsî olarak yürütülen bu Batı karşıtlığının, Avrupa karşıtlığının reel olarak karşılığı olduğu kanısında değilim ve Türkiye’nin batılılaşma serüveninin iyice iliklerine kadar işlemiş olduğunu ve Erdoğan’ın bu yaptığının aslında kendisinin son dönemde yaşadığı çok ciddî destek kaybında da etkili olduğu kanısındayım. Bu kendisinin bileceği bir şey, fakat bizi doğrudan ilgilendiren bir husus da şu: Türkiye’nin Batı’dan başka gidebilecek bir yeri yok ve Osman Kavala olayı vesîlesiyle Erdoğan’ın dile getirdiği bütün bu argümanlar, “Ben de sizi tanımıyorum” türü argümanların hepsi, bizi çok belirsiz ve ışığın da olmadığı bir yere doğru sürüklüyor diye düşünüyorum.

Evet, Osman Kavala’nın bir an önce çıkması, çoktan çıkmış olması, aslında hiç içeri girmiş olmaması lâzımdı. Bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını istiyorum. Bunu normal şartlarda Türkiye’nin yargısının yapması gerekirdi; ama şimdi Avrupa yargısının, Avrupa’nın kurumlarının müdâhalesiyle bu iş olacağa benziyor, olmak durumunda. Erdoğan daha ne kadar direnecek bilmiyorum. Bunda utanılacak bir şey yok. İmzâladığımız bütün sözleşmelerde vs. zâten bu kurallara uyacağımızı söyledik. Burada utanılacak bir şey yok, tam tersine uyacağımızı söylediğimiz kuralları böyle çok mahalle ağzıyla reddetmek aslında insanı mahcup ediyor. 

Yani, sizin ülkenizin Cumhurbaşkanı’nın, “Onlar benim mahkememi tanımıyorsa, ben de onların mahkemesini tanımıyorum” sözünü, ben Avrupa’da tanıdığım herhangi bir kişiye söyleyemem, çeviremem ve bunun arkasında nasıl bir mantık olduğunu asla îzah edemem. Umarım, en kısa zamanda bu yanlıştan dönülür. Bu yanlıştan Erdoğan dönmek istemiyor, bunu anlıyoruz; bunun faturasını Osman Kavala’ya, ama tüm Türkiye’ye de kesmekten bir an önce vazgeçmesi hepimiz için iyi olur. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.