Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bir büyük U dönüşünün daha eşiğinde: Cemal Kaşıkçı cinayeti

Ruşen Çakır, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyareti öncesinde İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Cemal Kaşıkçı davasında yargılamanın durdurulması ve dosyanın Suudi Arabistan’a devredilmesi talebinin arka planını yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak
Merhaba, iyi günler. Bugün İYİ Parti yönetimindeki değişiklikleri konuşmayı düşünüyordum; fakat bir haberle fikrimi değiştirdim. Cemal Kaşıkçı cinâyetinden bahsetmeye karar verdim, çünkü çok önemli bir gelişmenin eşiğindeyiz. Şöyle ki, Cemal Kaşıkçı iki ekip tarafından 2018’de İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürüldü; hatta katledildi, öyle diyebiliriz. Dünya çapında bir olaydı ve Türkiye’nin de gündeminde çok uzun bir süre yer aldı. İktidar başından îtibâren bu dâvânın taşıyıcılığını yaptı; ama bugünkü duruşmada şöyle bir gelişme oldu: “Savcı, yargılamanın durmasını ve dosyanın Suudi Arabistan’a devredilmesini istedi. Mahkeme bu konuda görüş bildirilmesi için Adalet Bakanlığı’na yazı yazılmasına karar vererek, duruşmayı erteledi.”  26 sanık var ve burada Suudi Arabistan’da biten bir dâvâ var, birazdan onu anlatacağım, Türkiye’de süren bir dâvâ vardı ve bu dâvâ galiba kapanıyor. Şimdi ne oluyor, ne bitiyor diye merak edenler için –çünkü ben merak etmiyorum, birazdan neden merak etmediğimi göreceksiniz–, çok eskiden beri tanıdığım, uzun bir süre Türkiye’de de gazetecilik yapan, şimdi Körfez’deki gazeteci arkadaşımız Yusuf el Şerif’le yaptığımız yayında, Yusuf’a sordum: “Cumhurbaşkanı Erdoğan Suudi Arabistan’a gidecekti, ne oldu? Giderse orada Veliaht-Prens Muhammed bin Selman ile görüşür mü? Ne zaman görüşecek, ne olacak?” diye sorduğumda Yusuf, şu cevâbı vermişti. Onu bir izleyelim ve bugünkü duruşmaya tekrar dönelim.

Yusuf el Şerif: Suudi Arabistan’a gitmek isteyenin oradaki Veliaht-Prens Muhammed bin Selman ile görüşmesi lâzım. Yani o, olasılık değildir. Herhangi bir yetkili gidip Riyad’da sadece Kral Selman’la görüşüp gideceğini zannetmiyorum. Hele şu an, şu durumda. Bu yüzden evet, böyle bir ziyâret bekleniyor, sayın Recep Tayyip Erdoğan Suudi Arabistan’a gitmek istiyor ve böyle bir ziyâret bekleniyor. Fakat arada bir pürüz var, o da şöyle: Bu Kaşıkçı olayında, biliyorsunuz, Suudi Arabistan mahkemesi yapıldı bitti ve konu kapandı; fakat Türkiye’de hâlâ mahkeme dosyayı kapatmış değil. Bu, Suudi Arabistan’ı rahatsız ediyor. Bu yüzden bence tek pürüz bu. İstanbul Mahkemesi ne zaman, “Artık tamam, Suudi Arabistan Mahkemesi’nin kararını kabul ediyoruz, bu işi biz kapattık” dedikten sonra, belki bu ziyâret daha kolay olabilir. Bilmiyorum, belki şartlar şimdi Ukrayna-Rusya savaşı yüzünden yakınlaşmayı daha fazla önem arz ettirir; ama anladığım kadarıyla bu ziyâreti erteleten faktör budur. Adalet Bakanlığı’ndan bir adım bekleniyor. Gidilince elbette Veliaht-Prens Muhammed bin Selman ile görüşülmesi lâzım ve el sıkışılması lâzım, bu bir şarttır. Eğer yeni bir sayfa açılacaksa ve ilişkiler artık daha geniş, daha ılımlı olacaksa, bunun yapılması gerekiyor. Tabii Ankara buna “evet” mi der “hayır” mı der bilmiyorum, ama anladığım kadarıyla bir uzlaşma zemini var sanki, böyle bir görüşme için. 

Evet, “uzlaşma zemini var” dedi Yusuf el Şerif — dediği çıkıyor. Şunu bir söyleyeyim: Gazeteci her şeyi bilen değildir, ama bilenleri bilendir. Yusuf gerçekten bu konulara çok hâkim, belli ki bir şeyleri de biliyordu. “Uzlaşma zemini var” derken Adalet Bakanlığı’nı telaffuz ediyor yayında dikkat ederseniz ve ne oldu? Savcı mahkemeye söyledi, mahkeme Adalet Bakanlığı’na yolladı, Adalet Bakanlığı’ndan görüş gelecek ve anlaşılan dosya kapanacak, öyle gözüküyor. Umarım kapanmaz, ama kapanacağa benziyor. 

Şimdi, Türkiye’de yaşıyoruz, hepimiz biliyoruz, mahkemelerin hâlini de biliyoruz, Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan ne kadar uzaklaştığını da biliyoruz. Böylesine önemli bir dâvâda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat sâhiplendiği bir dâvâda, bir savcının kalkıp, “Bu dâvâyı kapatalım ya; Suudi Arabistan’a yollayalım, bununla baş edemiyoruz” diye kendi kişisel irâdesiyle hareket etmesi ne kadar mümkündür? Muhtemelen böyle bir zincir işliyor, yukarıdan aşağı iniyor, aşağıdan yukarıya çıkıyor; yukarıdan karar geliyor ve aşağısı uygulayacak ve bu dosya muhtemelen kapanacak. Tekrar söylüyorum, umarım ben yanılırım ve dâvâ sürer ve Türkiye baştan îtibâren bu konuda gösterdiği haklı kararlılıkta devam eder. Olay neydi? Kaşıkçı, Suudi Arabistan’ın dünya çapında tanınan bir gazetecisi, Washington Post’ta düzenli yazı yazan bir gazeteci, bir süredir Türkiye’de yaşıyordu ve Türkiye’de Hatice Cengiz adlı bir kadın gazeteciyle nişanlıydı ve evlenmek için Suudi Arabistan’daki eşinden resmen boşanması, evraklarının alınması gerekiyordu. 2 Ekim 2018’de Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na gidiyor. Nişanlısı dışarıda bekliyor ve diyor ki ona: “Eğer benden haber alamazsan, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay’a haber ver” diyor ve böyle oluyor. Yani çekinerek gidiyor ve çekinmekte haklı olduğu anlaşılıyor: Orada onu Suudi Arabistan’dan geldiği anlaşılan bir tim, profesyonel bir ekip sorgulayıp öldürüyor ve cesedini bir şekilde yok ediyor. İddiaya göre bir Türk’e veriliyor ve o da geride kalanları bir yerlere gömüyor, artık ne yapıyorsa. Türkiye, başından îtibâren böyle bir olay örgüsünden bahsediyor. Tabii ki uzun bir süre içeri girilemedi, araştırma yapılamadı, ancak belli bir tarihte Suudi Arabistan buna izin verdi. Trump yönetimi bir şekilde soruşturmaya dâhil oldu. Washington Post başta olmak üzere dünya gazeteleri ve uluslararası kuruluşlar bu olayın takipçisi oldular. Bayağı bir gündemde oldu ve Suudi Arabistan’ın, özellikle de Veliaht-Prens Muhammed bin Selman’ın azmettirici olduğu; hattâ azmettirici de değil, doğrudan tâlîmat verdiği iddiaları ortaya atıldı. O, sorumluluğu kabul etti; fakat dedi ki: “Benim haberim yoktu. Tamam, benim sorumluluğumda bu olay, ama benim haberim yoktu” ve Suudi Arabistan’da bir yargılama oldu. Yargılamada insanlar mahkûm edildiler; beş kişinin idam cezâsına çarptırıldığını gördük, üç kişiye de toplam 24 yıl hapis verildi. Sonra, Suudi Arabistan Mahkemesi’nin verdiği bu karâra, Türkiye Dışişleri Bakanı Sözcüsü Hami Aksoy tarafından 23 Aralık 2019’da, “Karar gerek ülkemizin gerek uluslararası toplumun bu cinâyetin tüm yönleriyle aydınlatılmasına ve adâletin tecellisine yönelik beklentilerini karşılamaktan uzaktır” diyen resmî bir açıklama da yapıldı. Sonra, Cemal Kaşıkçı’nın oğlu, cinâyeti işleyenleri ailece affettiklerini duyurdu ve beş idam cezâsı da hapis cezasına çevrildi. Suudi Arabistan’daki dâvâ böyle bir örtbas davası. Şimdi Türkiye’de mahkeme, savcı, “Biz bunu yapamıyoruz, bunu Suudi Arabistan’a havâle edelim” diyor. Suudi Arabistan da, demin Yusuf’un dediği gibi, “Biz bunu zaten yargıladık, hükmü verdik, siz ne yapıyorsunuz? Gerek yok” diyor ve bunu bir diplomatik pazarlık olarak kullanıyor ve Yusuf’un dediği gerçekleşiyor anlaşılan. Türkiye, Suudi Arabistan’daki bu göstermelik dâvâyı esas alıp, Türkiye’deki dâvâyı düşüreceğe benziyor. Tekrar söylüyorum, yanılmayı umuyorum. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu olaya baştan beri sâhip çıktı, olayın tâkipçisi oldu ve Washington Post’ta –Washington Post ki, Cemal Kaşıkçı’nın yazı yazdığı ve baştan îtibâren bu olayın takipçisi olan yer–, 30 Eylül 2019’da yazdığı yazıdan size bir bölüm okumak istiyorum: “Kaşıkçı’nın öldürülmesinin 11 Eylül terör saldırıları dikkate alınmazsa 21.yüzyılın en büyük ve tartışmalı olayı sayılabileceğini” ileri sürdü bu yazıda. “Kaşıkçı suikastinin insânî boyutunun yanı sıra diplomatik dokunulmazlık ilkesinin istismârı nedeniyle de çok ciddî olduğunu” söylüyor ve şu cümleler Erdoğan’ın yazısından: “Bizim, insanlığın çıkarları, böylesi bir suçun bir daha hiçbir yerde işlenmemesini sağlamaktan geçer. Cezâsızlıkla mücâdele bu netîceye varmanın en kolay yoludur ve Cemal’in âilesine bunu borçluyuz” — 30 Eylül 2019. Şimdi, Türkiye kavga ettiği bütün ülkelerle teker teker ilişkilerini düzeltme yoluna gidiyor; bunun değişik nedenleri var, biz de bunların hepsini yakından tâkip ediyoruz. Meselâ 15 Temmuz darbe girişiminin sponsoru olarak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ilan edilmişti, sonra hiçbir şey olmamış gibi yapıldı. BAE ile ilişkilerin düzeltilmesinin tabii ki çok ciddî bir mâlî boyutu var. Stratejik yönü de var, ama esas olarak finans yönü var. Mısır’la ilişkilerin biraz daha ağır, ama düzelmekte olduğu yolunda haberler var, açıklamalar var. İsrail Cumhurbaşkanı Türkiye’yi ziyâret etti ve bugün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu iki ülkenin karşılıklı büyükelçi yollamakta anlaştıklarını söyledi. İsrail ile yeniden büyük ölçüde bir yakınlaşma başlıyor. Yunanistan ile Mavi Vatan vs. türü olaylardan çıkan gerginliklerin azalmaya doğru gittiğini görüyoruz Doğu Akdeniz’de. Geride kala kala sanki bir Suudi Arabistan kaldı. Suudi Arabistan’la ilgili de karşılıklı birtakım mesajlar verildi ve Erdoğan kendisinin Suudi Arabistan’ı ziyâret edeceğini söyledi. Belli ki Erdoğan bu ziyârete çok önem atfediyor. Ama Suudi Arabistan bu ziyâretin olabilmesi için, Yusuf el Şerif’in dediği gibi, Kaşıkçı dâvâsını şart olarak dayatıyordu ve o şart da şimdi yerine getiriliyora benziyor. Bütün bunların üzerinden, sanki Kaşıkçı içeride vahşice katledilmemiş gibi, sanki Türkiye bunu uzun bir süre uluslararası platformlara taşımamış, orada başkonsoloslukta yaşananlar hakkında nasıl elde edildiği tam anlaşılmayan birtakım bilgiler sızdırılmamış gibi ve bütün bu yazılar yazılmamış gibi, bu konuda uluslararası kamuoyunu harekete geçirici girişimlerde bulunulmamış gibi, iktidar yanlısı medya bu konuyu sürekli gündeme getirmemiş gibi, şimdi, “Biz bu dâvâya bakamıyoruz, Suudi Arabistan’a havâle ediyoruz. Suudi Arabistan da zâten dâvâyı gördü, âile de affetti, olan Kaşıkçı’ya oldu”yla kapanacak. Buradan hareketle ne olacak? Kimse kalkıp da Erdoğan’a, “Ya, böyle diyordunuz ama, şimdi de örtbas etme meselesi” demeyecek. “Örtbas” lafı sürekli iktidar sözcüleri ya da destekçileri tarafından dile getirildi, “örtbas edilmesine izin vermemek” diye. Çok anlamlı bir ısrardı. Şimdi bu noktaya gelmiş bulunuyor, reel politiğe gelinmiş bulunuyor.

Bunları niye anlatıyorum diye bâzen düşünüyorum. Şundan anlatıyorum: Cemal Kaşıkçı tanıdığım bir gazeteci değildi; ama Washington Post’ta yazdığı bir-iki yazıyı çevirip yayınlamıştık Medyascope’ta. Bölgeyi bilen, Suudi Arabistan’ı, Körfez’i iyi bilen, belli ki iyi bir gazeteciydi, uluslararası çapta bir gazeteciydi. Siyâsî duruşunu, şusunu busunu bilmiyorum; ama bildiğim, bir ara Kraliyet Ailesi’ne yakınken sonra arasının açıldığı. O, onun meslek olarak gazeteciliğini engellemiyor ve bu cinâyet tabii ki çok önemli bir olaydı ve böyle göstere göstere İstanbul’da başkonsoloslukta, ne kadar diplomatik dokunulmazlığı olsa da Türkiye topraklarında işlenmiş, küstahça işlenmiş bir cinâyet. Yani böyle bir şeyi yapıyorsunuz, adam içeri giriyor ve çıkamıyor; ondan sonra da, “Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok” demenizin imkânı yok zâten; ama nasıl olsa bize bir şey olmaz diye düşünüyorlardı herhalde. Veliaht-Prens’in o tarihlerde Trump’la da arası çok iyiydi. Dünya çapında bir havası vardı ve nasıl olsa kendisine dokunulmayacağını düşünüyordu. Erdoğan o tarihte başka bir şey yaptı ve belki de ilk defa uluslararası basın kuruluşlarıyla Erdoğan’ın aynı sayfada olduğunu gördük. Kendi ülkesinde basın özgürlüğü konusunda bu kadar acımasız olan, gazetecileri içeri attıran bir Erdoğan, basın özgürlüğü temelli, bir gazetecinin yaşam özgürlüğü üzerinden, haklı bir zeminden yürüdü. Ama belli ki bu aslında siyâsî bir hamleydi Erdoğan için. Ne kadar siyâsî olursa olsun, sonuçta basın özgürlüğü konusundaki duruşuyla evrensel kriterlerin içerisinde kalarak hareket etti ve buraları zorlayarak Suudi Arabistan’ı ve özellikle de Veliaht-Prens’i köşeye sıkıştırmak istedi Erdoğan. Olmadı, başaramadı. Şimdi o başarısızlığın kabulü olayını yaşıyoruz. Bu cinâyete başından îtibâren biz Medyascope olarak ve şahsen ben, bayağı bir önem verdik, ele aldık, hep tâkipçisi olduk. Ben kaç kere yayın yaptım. “Transatlantik”te Ömer ve Gönül’le bu konuyu defâlarca konuştuk. Ama o günlerde, hiç unutmuyorum, hep başımıza şu geldi: Meselâ nişanlısı Hatice Cengiz o kadar ısrar etmemize rağmen bizde konuşmadı; çünkü bu olay gerçekten sivil bir gazetecilik meselesi olarak ele alınmak yerine, AKP ve Erdoğan’ın dış politikasının içerisinde ele alınıyordu ve bizim gibi o sınıra riayet etmeyebilecek kişilerin bu olaya çok da fazla dokunması istenmiyordu. Zaten bize ihtiyaç olmadığını da düşünüyor olabilirler. Bizim buradaki derdimiz, Türkiye-Suudi Arabistan çekişmesi falan değil, bir gazetecinin, uluslararası çapta bir gazetecinin ülkemiz topraklarında katledilmesiydi. Ama burada da bizim bu olayı lâyıkıyla, en birinci elden bilgilerle, doğrudan tanıklarla konuşarak tâkip etmemize de izin vermediler. Şimdi ben bu olayın örtbas edilmesinin ne kadar yanlış olduğunu söylüyorum. Örtbas edilmesin deyip, devlete sırtını dayayarak ya da devlet tarafından, Türkiye’deki iktidar tarafından öne sürülen birtakım insanların ağzını bıçak açmayacağını da göreceksiniz.

Bugün (31 Mart 2022) ana haber bültenimizde Yusuf el Şerif bu konuyu, bu son gelişmeyi yorumlayacak, onu da izlemenizi öneririm. Bu olay şu anda çok fazla ilgi uyandırmamışa benziyor; ama yankısı epey olacak gibi. Ama anladığım kadarıyla ok yaydan çıktı ve olay sanki Türkiye tarafından da artık, “Yeter, biz çok uğraştık, ama bir şey olmuyor” denilip herhalde kapanacak. 

Son olarak, bugün (31 Mart) saat 21:30’da da MetroPOLL Araştırma’nın başkanı Prof. Özer Sencar’la son kamuoyu yoklamalarını, özellikle savaşın ve Erdoğan’ın dış politika hamlelerinin seçmen tercihine nasıl etki ettiğini, edebileceğini konuşacağız. Ona da bekleriz. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.