Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (29): Dünyada büyük dönüşümler ve siyasal sonuçları

Siyasetname’nin bu haftaki bölümünde Edgar Şar, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Rusya-Ukrayna savaşı gündeminden hareketle dünyadaki büyük dönüşümleri ve bunların siyasal sonuçlarını konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar, “Siyasetname”nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Bu ay, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, siyasetbilimci ve Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hocam ile birlikte 29. yayınımızı yapıyoruz. Hocam, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk efendim, iyi günler dilerim.

Edgar Şar: İyi günler. Nasılsınız?

Ersin Kalaycıoğlu: İyiyim. Artık herhalde baharı kutlamak üzereyiz, yavaş yavaş hava ısınıyor. Ama maalesef bahar bu sene çok iyi gelmedi. Birtakım zorluklarla karşılaşmış durumdayız.

Edgar Şar: Evet, maalesef. Bu zor gündem, aslında bizim programımızın konusunu da etkilemiş oldu. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, işgali, geçen ay programımızı yaptığımız gün başlamıştı aslında. Demek ki aşağı yukarı bir aydır bu gündemi konuşuyoruz. En çok kullandığımız ifadelerden biri “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu savaştan sonra küresel düzenle iligli yeni bir şeyler konuşmamız gerekecek.’’ Hep bunu söylüyoruz. Dolayısıyla size de bugün bunu sormak istedik. Dönüşüm olacağını herkes biliyor ama “Nasıl olacak?” sorusu tabii ki çok spekülatif cevaplara maruz kalıyor. Dolayısıyla biz de hem biraz tarihe ve bugüne kadar gerçekleşen büyük dönüşümlere bakarak bunu biraz daha iyi anlayabileceğimizi düşündük ve bundan hareketle bugünkü yayınımızın başlığını da Dünyada büyük dönüşümler ve siyasal sonuçları diye attık. Hocam, isterseniz bu büyük dönüşümleri konuşarak başlayalım. Böylece bugünü anlamak için de uygun bir zemin oluşturmuş oluruz.

Ersin Kalaycıoğlu: Şu anda, böyle önemli, büyük bir küresel dönüşüm sürecinden geçiyoruz. Salgın ile başladı, salgın küreselleşti. Önce epidemiydi, yani daha çok Çin’de ve Uzak Asya’da olan bir olaydı. Sonra bütün dünyaya yayıldı. Onun arkasından, salgının dünya ekonomisine ciddi etkileri oldu. Bu etkileri hâlâ derinden yaşamaya devam ediyoruz. Bunların başında arz zinciri problemleri geliyor. Dolayısıyla, dünyanın hemen hemen tümüne, ama özellikle Asya’ya yayılmış ve oradan başlayan arz zincirleri, şu ânda pandemi dolayısıyla alınan önlemler nedeniyle de aksadı. Bunu eski etkin haline getirmekte bir hayli zorlanılmakta. Aynı zamanda, buna etki eden iktisadi ve siyasi düşüncede değişiklikler de olmaya başladı. İktisadi bakımdan, Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump yönetiminde, ilk kez bir içeriye doğru kapanma, serbest ticaret politikalarından çeşitli tavizler verme, özellikle rakibi olarak gördüğü Çin’le hesaplaşma döneminin başlamasıyla birlikte, bu süreç devam ediyor. Bu, milliyetçiliğin getirmiş olduğu bir tür otarşiye doğru bir sapma gibi gözüküyor. Bunu, şu anki Biden yönetimi de büyük ölçüde destekliyor. Üretimin olabildiğince Amerika Birleşik Devletleri içinde yapılması ve arz zincirlerinin global olarak yaygınlaştırılmasının bir ölçüde azaltılması, çok elzemse devam edilmesi, yoksa ülke içinde yapılması savları ortaya sürülmeye başlandı. Bu da aynı şekilde bir otarşik eğilim. Yani kendi kendine yeterli bir ulusal ekonomi üretmeyle ilgili bir eğilim içerisine giriyor.

Amerika Birleşik Devletleri, aynı zamanda askerlerini de dünyadan çekmeye başladı. Dış politikada da kendi içine doğru dönen – izolasyonist bir eğillim deniyor buna– izolasyona doğru bir ivme kazanmıştı ki, demin bahsetmiş olduğunuz Rusya’nın def’îsi ortaya çıktı. Özellikle Avrupa’da ama genel olarak dünyadaki siyasal düzeni tehdit eden ve onunla sorunları olduğunu en üst düzeydeki temsilcileri eliyle söylediler. Bunu zannederim en açık şekilde Dışişleri Bakanı Lavrov söyledi. “Bizim Ukrayna meselemiz yok, bizim dünya düzeniyle ilgili sorunumuz var. Bunu değiştirmemiz lazım.” dedi. Rusya’nın kendi gözlerinde, hak ettiği bir konum, önem ve itibar var. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin ve NATO’nun buna uygun hakça bir davranış içinde olmadığını ve bu itibarı sarsacak girişimlerde bulunduğunu, Rusya’yı birçok kararda kâle almadıklarını, oysa Rusya’nın çok önemli bir devlet olduğunu ve bu önemini göstermesi gerektiğini vurgulayan bir yaklaşım içerisine girdiler. Bir başka önemli değişim daha ortaya çıktı. Şu anda, Avrupa’daki güvenlik sisteminin alanının veya mimarisinin tehdit altında olduğu bir döneme doğru hızla sürükleniyoruz. Buradan nasıl çıkılacak, o da bilinmiyor.

Ancak şuna daha geniş bir çerçeveden bakabiliriz: Gördüğünüz gibi birbirleriyle eklemlenen ve birbirlerini tetikleyen, neden-sonuç ilişkileri içinde olan, pandemi ve pandeminin önlemleri dolayısıyla ekonomideki durgunluklar, ekonomik bazı etkenlerin ortaya çıkması, özellikle arz zincirlerinin bir şekilde zora girmesi dolayısıyla, bilgisayar ve otomobil üretiminde çok kullanılan çiplerin üretimindeki ve üretilse bile nakliyesindeki birtakım zorluklarla karşılaşılmaya başlanınca, dünyayı kökten etkileyen bazı değişimlerle karşı karşıya kaldık. Ama bunun hiç de yeni olmayan ve zaman zaman tekrarlanan, uzun süredir devam eden bir süreç olduğunu anımsatmak isterim.

Birinci görüntüyü ekrana getirirseniz, onun üzerinden konuşalım. Burada temel değişkenler ve neyin nereye doğru ivme gösterdiği görülüyor. Birincisi, Aydınlanma, Rönesans ve onun sonrasında gelen Reform, 16. yüzyılın başından itibaren, önce Avrupa’da, sonra da dünyanın geri kalanı üzerinde çok büyük etkilerde bulunmaya başladı. Bu süreç içerisinde, devletlerin özellikle çeşitli alanlarda giderek artan güce sahip olmaları ve merkezileşmeleri, bununla birlikte, eş zamanlı olarak sekülerleşmeleri, dünyevileşmeleri yaşandı. Bilhassa 17. yüzyıldan itibaren, liberal düşünce akımının da etkisiyle, yönetme hakkının, ilahi bir şekilde bir aileye, bir hanedana veya bir kişiye verilmediği, böyle bir hakkın bulunmadığını, yönetim hakkının bireylerden oluşan toplumlarda olduğunu, bunların bir arada yaşama konusunda birbirlerine muhabbetle yaklaşmalarından oluşan bir halk mevcut olduğunu, bu halkın yönetme hakkı olduğunu ve yönetme hakkının ondan türediğini iddia etmeye başladılar. Bunun sonucunda, daha önceki kralların ilahi yönetme hakkı savı, def’iye uğradı. Buna karşı meydan okumaya başlandı ve yeni gelişmekte olan ticaret ve sanayi burjuvazisi, 18. yüzyıldan itibaren, kralların bu yetkilerini, gerekirse iç savaşla veya siyasi mücadeleyle onlardan alarak, yasama organlarının halk tarafından seçilen temsilcilerinden oluşan alt kamalarında, -örneğin Britanya’daki Avam Kamarası’nda– topladı. Dolayısıyla bu süreçle sekülerleşme başladı. Bu da, sekülerleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan yeni kurumlar, yeni egemenlik tanımları ve bu tanımlara dayanan yeni kurumsal düzenlemeler ve o süreçle başlayan bir demokratikleşme sürecini tetikledi.

Tabii, halkın yönetmesi illa demokrasi anlamına gelmiyor. Bunu zamanla öğrendik. Ama bu yöntemlerden bir tanesi demokrasi. Demokratikleşmenin ve demokrasinin yaygın bir talep olarak dünyanın birçok yerinde ortaya çıkması, önce Atlantik’in iki yakasında, 17. yüzyılda Britanya’da, 18. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde, hemen arkasından Fransız Devrimi’yle Fransa’da ortaya çıkmaya başladı. Ondan sonra Avrupa’ya ve dünyaya yayıldı. Bugün demokratikleşme, küresel bir ideolojik eğilim, bir beklenti, bir zihniyet devriminin sonucudur.

Ekrandaki görüntünün sol alt tarafına bakacak olursak, Sanayi Devrimi başladı. Başlangıç tarihi 1760 olarak kabul ediliyor. Biz bu Sanayi Devrimi’nin etkisi altına girdik. Bütün dünya girdi. Sanayi Devrimi, daha önce başlamış olan küreselleşmeden etkilendi. Küreselleşme, özellikle okyanusları geçerek başka kıtaları keşfetmeye başlayarak etkisini gösteriyor. 16. yüzyılın sonuna doğru Kristof Kolomb ve Vasco da Gama’nın, onlardan sonra gelen Macellan ve birçok kâşifin, dünyanın çevresinde yapmış oldukları dolaşma gezileri, yeni bölgelerin keşfi, o bölgelere yerleşmeleri, istila ve işgal etmeleri, sömürmeleri ile küresel ticaret ve küresel üretim başlıyor. Onun için ticaret ve üretimin küreselleşmesi yeni bir olgu değil. Bunu daha hızlandırmak ve etkili hale getirmek için, bilimsel gelişmelerin teknolojiye uygulanması yoluna gidildi. Özellikle su buharından elde edilen enerjiyi kullanarak İstimbot denilen su buharıyla çalışan makineleri olan gemiler üreterek, daha hızlı bir şekilde dünyanın çeşitli bölgelerine ulaşabilmek, hem ticaret hem üretim ve bununla beraber askeri gücün nakli söz konusu oldu. Dolayısıyla siyasi gücün sert tarafı, bundan büyük ölçüde etkilenerek güçlendi.

Bu devrim, aynı zamanda kitlesel üretimi mümkün hale getirdi. Onun için belli mevkilerde, belli yerlerde, belli lokasyonlarda, büyük nüfus toplanması gerekti. Dolayısıyla yavaş yavaş, kırsal üretimden kentte yapılan endüstri üretimine geçilmeye başlandı. Kırsal geliri olan krallığın önemli üst sınıfını oluşturan aristokrasiyle, bu yeni gelişmekte olan sanayi burjuvazisi ve ticaret burjuvazisinin çatışması ortaya çıktı. Bunlar müthiş servetler kazanmışlardır. Ve aristokrasiyi gerileterek, bazı yerlerde, Fransa’da olduğu gibi ihtilalle, kanlı bir şekilde yok ederek yahut Manş’ın öbür tarafında, Birleşik Krallık’ta olduğu gibi, onlara bir şerefli çıkış yolu gösterip Lordlar Kamarası’nda kürkler içinde oturmalarını ama ülkenin yönetiminde de fazla söz sahibi olmamalarını sağlayacak düzenlemelere gidildi. Bunlar çeşitli yöntemler.

Ama sonuçta kentler büyüdü. Çok büyük sayıda nüfus, bu kentlerde yeni kurulmakta olan fabrikalarda üretime başladı. Bunlar kitlesel olarak üretim yapmaya başladılar. Bu, aynı zamanda kitlesel toplumu ortaya çıkarttı. O da demokratikleşmeyi güçlendirdi. Çünkü artık bu insanlar üretime katılıyor ve üretimin oluşabilmesi için elzem bir işlev görmeye başlıyorlardı ve kâle almak gerekiyordu. Kentte toplanan insanlar birbirleriyle daha kolay irtibat içerisine giriyor, daha kolay ortaklıklar kurabiliyorlar ve bunun sonucunda da çeşitli toplumsal dernekleşmeler, kuruluşlar, vakıflar yahut işçi sendikaları ortaya çıkabiliyor. Bunlar da güçlü bir şekilde bazı konularda ağırlıklarını koyabiliyorlardı. Özellikle demokrasiyle bağlantılı olarak çalıştıklarında sayıları da yüksek olduğundan kâle alınmaları gereken önemli araçlar olarak ortaya çıkmaya başladılar. Dolayısıyla devlet büyüdü, toplum kitleselleşti, kitle toplumuhaline gelmeye başladı. Kitlesel hareketler önem kazandı ve bunun içerisinde halkın sesi daha güçlü bir şekilde duyulmaya başladı.

Ancak bu aşamada, demokratikleşmenin yanı sıra iki büyük olguyla karşılaşmaya başladık: Fransız Devrimi’yle birlikte, ulus kurma ideolojisi etrafında faaliyette bulunan ve bunun doktrinde yorumlarını yapan milliyetçilik akımları ortaya çıktı. Fransa’da ‘’milliyet’’ tanımı, ulusun üyelerinin has evlatlarının kim olduğu tanımı, Fransız toprakları üzerinde doğmuş büyümüş olan herkes olarak verildi. Bu, kapsayıcı bir tanımdır. Kimseyi dışlamıyor.

Edgar Şar: Vatandaşlık üzerine kurulu bir milliyetçilik.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet, toprak esaslı vatandaşlık. Buna Latincesiyle jus soli deniyor. Bu, insanları toplum olarak bir araya getiren, kaynaştıran bir kavram. Hangi sınıftan, hangi cinsten, hangi ırktan, hangı etnik gruptan, hangi mezhepten veya dinden olursa olsun, orada doğmuş büyümüşseniz, vatandaşsınız. Eşitsiniz. Tabii bu, demokratikleşmeye de son derece uyumlu ve büyük ölçüde katkıda bulunan bir milliyetçilik olarak çıktı.

Ama Fransa’nın doğusuna veya kuzey doğusuna doğru baktığınızda, Almanya’da başka türlü bir milliyetçilik ortaya çıkmaya başladı. Çünkü Almanya’nın birliği henüz sağlanmamıştı. O yüz yıl kadar sonra, 1870’lerde sağlanabilecekti. Dolayısıyla Almanya’da, Alman toprağı olarak kabul edilebilecek o niteliğin ne olduğu belli değildi. Bunlar küçük prensliklere bölünmüşlerdi. Bir kısmı da, Fransızların, Polonyalıların, İsveçlilerin etkisi altında kalmış, hatta zaman zaman sömürgesi haline gelmiş bölgelerdi. Böylece bağımsızlığını temin edebilecek ve yeniden bir devlet olarak örgütlenebilecek, bunun temelini oluşturacak bir milliyet fikri gelişti. O zaman ortada üzerinde uzlaşılan, vatan olarak kabul edilecek bir toprak henüz olmadığı için, ağırlık kan bağı üzerine vurgulandı. Genetik kökenli bir millet tanımı yapıldı. Milli unsur kimdir? Buna Latincesiyle uluslararası hukukta jus sanguinis deniyor. Kan bağı esasına göre milli temeli tanımlıyorlar. Bu ise, Fransız milliyetçiliğinin tam tersi. İçselleştiren değil, kucaklayan değil, ayrıştırıcı ve öteleyici. Almanya’da doğmuşsanız ama Alman ana-babadan doğmamışsanız, Alman değilsiniz. Beş kuşak orada da yaşasanız Polonyalısınız veya Slavsınız ya da Türksünüz, Müslümansınız… Ama Alman değilsiniz.

Edgar Şar: Ya da Yahudisiniz. Sanırım orada dinsel bir ayrım da var, değil mi hocam?

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii, orada o tarihlerde Katoliklerle Protestanlar arasında hangilerinin başat olacağına dair ciddi bir din savaşı da vardı. Bu, 1804 gibi çözülüyor. Habsburglar ayrılıyorlar, Avusturya’ya gidiyorlar. Orası Katolik oluyor. Geri kalanları ağırlıkla Protestan oluyor. Ama Protestanların içerisinde yaşayan önemli Katolik gruplar var, bilhassa Polonyalılar. Bu konu üzerine tarihçilerin yazmış olduğu çeşitli tezler, yayınlanmış olan kitaplar mevcut. Benim çok üzerinde çalıştığım bir konu değil ama Almanya üzerinde Polonyalıların entegre olabilmesi-olamaması, daha önceki aşamalarda çok üzerine düşünülmüş olan hususlardan bir tanesi. Buna, çok sayıda Türklerin oraya gelmesiyle birlikte, Müslümanların entegrasyonu meselesi de çıktı ve daha da karmaşık hale geldi. Avrupa Birliği’yle bunun terkedilip milli unsurun vatan üzerine oturması ve vatandaşın milli olması, dolayısıyla kan bağının değil, o toprakta doğup büyümüş olmanın esas alınması tartışması ortaya çıktı.

Dikkat ederseniz, bu iki milliyetçilik türünden ikincisi, demokrasiyle pek bağdaşık değil. Burada kolaylıkla ırkçılığa kayabilen ve aynı zamanda büyük ölçüde dışlayıcı olan bir milliyetçilik türü var. Dolayısıyla 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde demokrasiyle milliyetçilik çatışma içerisinde girmeye başladı. Sadece Almanya’da değil, İtalya’da da… İtalya, milli birliğini geç kurmuştur (1860’larda). Kurulduğu tarihte, Massimo d’Azeglio diye bir İtalyan milliyetçisinin yapmış olan bir açıklama var: “İtalya’yı kurduk, şimdi İtalyanları yaratmak mecburiyetindeyiz” diyor. Yani ortada İtalyan Milleti diye adlandırabileceğiniz bir şey olmadan milli birliği tesis etmiş olduklarını iddia ediyorlar. Bu yaratılıyor. Siyaset biliminde en fazla satıldığı veya okunduğu iddia edilen Benedict Anderson’ın ünlü kitabı Imagined Communities kitabı, milliyetçiliğin tahayyülden ibaret olduğunu iddia ediyor.

Edgar Şar: Hayali Cemaatler olarak Türkçeye çevrilmişti.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Yani bu bir hayâl ürünüdür, bunu sanal veya soyut olarak üretirsiniz ve bunu, insanlara öğretmeyi, aşılamayı ve etkili bir şekilde onların beyinlerine yerleştirmeyi becerirseniz, bir milleti kurarsınız. Ama bunun doğal bir gerçek olarak varlığını iddia edebilmek mümkün değildir. Benedict Anderson’ın yorumuna göre, pencereden baktığınız zaman gördüğünüz bir ağaçla, milliyet arasında ciddi bir fark var. Buradaki yapı, kendiliğinden doğal olarak gelişen bir yapı değil; belli bir aşamada üretiliyor. Özellikle Fransız Devrimi’nin sonrasında, önce Avrupa’da, sonra dünyanın geri kalanında büyük ölçüde kültürel bir füzyon olarak yayılıyor ve bu fikirler başka topraklarda da kök salmak için gerekli koşulları buluyorlar.

Bunun yanı sıra, 19. yüzyılda, milliyetçilikten hemen hemen biraz sonra, güçlü bir şekilde sosyalizmakımı çıkıyor. Milliyetçilik akımı, imparatorluklardan milli devletlere doğru yönelmeyi sağlayan, bütün büyük imparatorlukların çökmesinde katkısı olan bir kavram. Avusturya-Macaristan-Habsburg İmparatorluğu’nun, Rusya Romanov Hanedanlığı’nın ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkanlardan başlayarak çökmesine katkıda bulunmuş olan milliyetçilik hareketleri, bu dönemde büyük ölçüde yayılmaya başladı. Onların yanı sıra, alttan alta, özellikle Batı Avrupa’da iyi örgütlenmiş sosyalist partilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların en güçlülerinden bir tanesi, Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti (SPD). Bunun üzerine epey araştırma vardır, 19. yüzyılda başlamıştır. Robert Michels’in, Türkçeye Oligarşinin Tunç Yasası olarak Türkçeye çevrilen kitabı, kendisinin SDP’nin üst kademelerinde oynadığı rol ve oradaki algıları, gözlemleri ve izlenimleri üzerine kurulmuş olan bir savdır. Hiçbir siyasi partinin demokratik bir yapıya sahip olamayacağını iddia eder. Bu sosyalist bir parti. Oysa demokrasinin önde gelen, en önemli örneğini hayata geçirmek için varmış gibi bir savla hareket etmekteydi.

Sosyalizmin de milliyetçilik gibi iki türü var: Demokrasiyle uyumlu olanı sosyal demokrasi. Bir de uyumlu olmayanı var: Marksizm, Leninizm, Stalinizm, Maoizm gibi çeşitli türleriyle ortaya çıkan, daha çok, totaliter bir rejimin tek parti yapısı altında, muhalefete izin verilmeyen, kendisine uygun birey yetiştirmek için, küçük yaştan itibaren siyasal toplumsallaşmayı endoktrinasyon haline getiren ve bireysel özgürlüklere hiçbir tolerans göstermeyen, ama proleter eşitlikçi bir yaklaşım içerisinde olan bir ideoloji şeklinde beliriyor. Bu ideoloji demokrasiyi kabul etmiyor. Batı’da bulunan liberal demokrasiyi ‘’burjuva diktatörlüğü’’olarak kabul ediyor ve onun yerine proleter diktatoryasını getireceğini söylüyor. “Modern toplumda demokrasi olamaz” diyor.

Bu üç ideolojinin, 19. yüzyıl ve bilhassa 20. yüzyılda oluştuğunu görüyoruz. Bunlar, devlet yapılarının ne tür bir rejim olacağını, hükümetin bunun içerisindeki rolünü, bireyle, toplumla, sivil toplumla, piyasayla ilişkilerini belirleyecek ciddi zihniyet devrimleri ürettiler. Dolayısıyla ideolojinin burada çok büyük etkisi var. Ama Marx’ın iddiasını da yabana atmamak lazım: Üretilen teknoloji de bu ilişkileri çok derinden etkiliyor.

İkinci görüntüyü ekrana getirelim lütfen. Bu görüntüde Sanayi Devrimi’ni daha iyi görebiliriz. Burada, Sanayi Devrimi’nin genel kabul gören dört aşamadan geçmekte olduğu savı var. İlk aşaması, 1760’tan 19. yüzyılın ortalarına kadar süren ilk modernleşme, buhar, kömür, demir esaslı kitlesel üretim. Sonraki aşamada, bu kitlesel üretim daha da yaygınlaşıyor. Yavaş yavaş Ford tarafından çeşitli işletme projeleri geliştiriliyor. Daha büyük bir üretim imkânı sağlayacak şekilde yeniden düzenlemeler söz konusu oluyor. Çeşitli yeni montaj işletme türleri ortaya çıkıyor. Doğalgaz ve başka fosil yakıtlar kullanılması yaygınlaştırılıyor ve bu, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu şekilde devam ediyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren başlayan süreçte, özellikle 1960’lara kadar geldiğimizde, giderek bilgisayarlaşma sürecinin arttığını görüyoruz. Elektrik enerjisi, iletişim, yazılım son derece önem kazanmaya başlıyor ve otomasyon gelişmeye başlıyor. Bu otomasyon, bir dördüncü aşama. Belki bugünlerde, şimdilerde yeni bir aşamaya doğru bizi taşımış durumda. ‘’Tam olmuş mu, olmamış mı?’’ konusunda tartışma devam ediyor. Ama sonuç itibariyle, gelmiş olduğumuz noktada robotların kullanıldığı akıllı üretim aşamasına geçmiş bulunuyoruz. Artık burada sibernetik etkili olmaya başlıyor. Üretimde robot kullanıyoruz ve 7/24 çalışıyorlar. Yemiyor, içmiyor, sigara molası vermiyor, herhangi bir şekilde grev yapmıyor. Bozulabiliyor ama onun dışında başka pek bir sorunu yokmuş gibi gözüküyor. Üstelik üretimi kökten değiştirebilecek bazı özelliklere sahip. Yapay zekâ kullanılıyor ve bu şekilde, insanla bilgisayar takılmış makine bir arada çalışıyor. Bunun yanı sıra, elektronik iletişimde, muazzam büyük hızlara ve muazzam büyük kapasitelere ulaşma imkânı buluyor. Petabyte ile ifade edilen, yani, dakikadaki bilgiyi, trilyonlara varan kodlanmış ve sistematize edilmiş enformasyonu, dünyanın bir yerinden öbür yerine ışık hızıyla taşıyabiliyorsunuz. Bunun sağlanmış olduğu müthiş bir teknolojik gelişme söz konusu oluyor.

Bu, doğal olarak, ekonominin yapısını köklü bir şekilde değiştirmeye başlıyor. Kol emeği giderek arzu edilmez hale geliyor. Birçok tehlikeli işlerde robot kullanılmaya başlanıyor. Dolayısıyla bazı maliyetler düşürülüyor, daha iyi hesaplanabilir hale geliyor. Üstelik üretimde karşılaşılan sorunları robot kendisi çözüyor. Bu da ilginç bir şey. Standartta, bir üretim sürecinde bir sorunla karşılaştığınızda, mühendislerin bir araya gelip, oturup, tartışıp, ne olduğunu anlayıp, iyi bir çözümlemede bulunup, sorunun bir kere daha ortaya çıkmaması için “Şöyle davranacağız…” demesi bekleniyor. Şimdi, robot “Şöyle bir sorunla karşılaştım. Şu şekilde çözdüm. Bundan sonra üretim böyle yapılacak” diye size bildiriyor. Sadece kol emeğini değil, ‘’beyaz yakalı’’ olarak adlandırılan profesyonel orta sınıf emeği de giderek işsiz bırakabilecek gelişmelerle karşı karşıyayız. Muhtemelen yeni meslek türleri ortaya çıkacak. Bu, yeniden oluşturulan iktisadi ilişkiler ve müthiş bir iktisadi dönüşüm anlamını taşıyor. Daha önceki Sanayi Devrimi aşamalarında, artizanal işlerden, kitlesel montaj işine dönerken yaşanmış olduğu gibi, o zaman da büyük işsizlik ve zaman zaman da büyük resesyon (durgubluk) yaşanmıştı. Bugün de aynı sorunlarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla, teknolojideki değişimin getirmiş olduğu müthiş sorunlar var. Bu, hem işsizlik olarak ortaya çıkıyor hem gelir dağılımında büyük değişiklik olarak ortaya çıkıyor.

1980’lerden itibaren izlenmekte olan neoliberal politikalar, fevkalade önemli bir şekilde geliri artırıyor ama gelirin düzgün dağılımını sağlamıyor. Dolayısıyla toplumun en üst katmanında bulunan %10’luk kesimin geliri, 1980-2020 arasında üç-dört katına çıkarken, toplumun %50’sinin geliri ise hemen hemen aynı oranlarda aşağıya düşüyor. Dolayısıyla, geniş bir kitlede yoksullaşma, işsizleşme ve ümitsizleşme olgusuyla karşı karşıyayız. Bunların ağır siyasi bedeli var. Şimdi birçok devlet, bu ağır siyasi bedelleri arka arkaya ödemeye başlamış durumda. Onun için, çok uzun süredir demokrasi olarak yoluna devam etmiş olan ve belirli bir demokrasi modeli oluşturmuş olan Britanya gibi ülkelerde yahut Başkanlık rejimi olarak dünyaya çok etki etmiş bulunan Amerika Birleşik Devletleri’nde, demokrasinin temel ilkeleri ciddi ölçüde sorgulanır ve bunlar üzerinden hesaplaşmalar yapılmaya başlanır oldu.

Britanya’nın Brexit süreci, ortaya ‘’gerçek ötesi söylem’’ diye ifade edilen, eskiden, siyasilerin söylemlerinde her zaman belirli bir ölçüde yalanın olduğu, siyaset bilimi literatüründe kabul edilmektedir. Bu yalan yakalandığı vakit, insanlar hicap duyar, istifa eder, ayrılırlardı. Şimdi, gerçeğin görüldüğü gibi olmadığı, başka türlü olduğu ve o gerçeğin aslında görünenin çok ötesinde aşkıncı bir özelliği bulunduğu, bunun da o siyasiler tarafından görüldüğü iddia edilmeye başlandı. Dolayısıyla, bir ölçüde hakikati itibarsızlaştırmak, gerçekdışılığı ise büyük itibar kazandıracak bir hâle sokmak türünden bir siyasal söylem ortaya çıkmaya başladı. Bunu sadecece totaliter ve otoriter toplumlar değil, Sovyetler, 1930’larda Naziler, aynı zamanda İtalyan faşistleri çok etkili biçimde kullanmışlardır. Ama demokraside bunun yeri pek yok. Demokrasiler de bu konuda benzer bir pozisyona gelmiş bulunuyorlar. Tabii bu, muazzam bir komplo teorisi üretme, yayma ve insanları etkileme imkânı sağlıyor.

Aynı zamanda, yapay zekâ kullanılarak insanların söylememiş olduğu şeyleri sanki söylemiş gibi videoyla üretebilme ve yayabilme imkânı ortaya çıkıyor. Bunlar şu anda Ukrayna’daki savaşta, özellikle Ruslar tarafından etkili bir şekilde kullanılıyor. Zelensky’nin “Silahları bırakın” diye sosyal medyada mesajları dolaşıyor. Böyle bir açıklama yapmamış. Ama yapay zekâ kullanılarak bunun üretildiği iddia ediliyor. Bunlar doğruysa, çok yeni bir noktaya doğru evrilmiş bulunuyoruz. Neyin gerçek olduğu, neyin gerçek olmadığı artık bilinemiyor. Halkın bireysel olarak bir tercih yaparak seçim sandığında bir oy pusulasını belli şekilde işaretlemesini sağlayabilmek için, siyasal süreçler hakkında tam ve doğru olarak bilgilendirilmesi gerekiyor. Bu, hem şeffaflık gerektiriyor hem de aktarılan bilginin gerçek olması gereğini ortaya koyuyor. Bunu yapamazsanız, demokrasinin çalışmasının önüne büyük bir engel koymuş olursunuz. Yine oy verilir. Otoriter rejimlerde de oy veriliyor, Kuzey Kore gibi ülkelerde de oy veriliyor. Bunlar totaliter rejimler. Ama bu oylar aynı içerikte değil. Demokratik seçimlerde, halkın gerçek bilgiye, tam bilgiye şeffaf bir ortamda ulaşması, bu bilgiyi alıp kullanması, tartışması, kendi arasında belli gerçeklere varması, onlara dayanan bir süreç sonucunda bir sonuca varması ve onu da oy olarak sandığa atması söz konusu olacak. Bu gerçekleşmeyecekse, ortada bir demokrasi yoktur. Oylama vardır ama oylama demokrasiyi temin edecek bir adım olmaktan çıkar. Yani yozlaşır.

Şu anda demokrasilerin bu şekilde bir yozlaşma olgusuyla karşı karşıya kaldığı bir süreç içerisindeyiz. Tabii bu saymış olduğumuz demokrasi, sosyalizm, milliyetçilik çatışmasında, dünyanın bundan sonra nereye gideceği, demokrasinin ayakta kalıp kalamayacağı ve bu ideolojilerden birinin, tasfiye olacaksa bunun demokrasi olup olmayacağı sorunu ortaya çıkar. Bu üç ideoloji birbirleriyle çatışırken, aynı zamanda birbirlerine egemen olmayı ve diğerlerini denetim altına tutmaya, kendi ütopilerine göre onları yeniden oluşturmaya çalışmışlardır. Bunda zaman zaman başarı yakaladıkları gibi, bir inanç ta geliştirmişlerdir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonucunda milliyetçilik Avrupa’da yenildi. Bir daha geri gelmesin diye Avrupa Birliği kuruldu. Daha doğrusu, önce, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, sonra Avrupa Atom Enerjisi (EURATOM) tesis edildi ki, bunlar üzerinden milliyetçi iktisadi politikalar üretilmesin, burada çatışma oluşturacak kaynakların kontrolü yerine, bunların Avrupa coğrafyasında, özellikle Avrupa-Fransa arasında paylaşılarak, yeniden bir Üçüncü Dünya Savaşı’na gidilmemesi temin amacıyla, bu ülkelerin ortak bir Pazar kurmaları, orada yarışmaları ama çatışmamaları temin edilmeye çalışıldı. Bunda da başarılı olundu. Dolayısıyla 1945-46 yıllarından itibaren, milliyetçilik, özellikle ırkçı boyuta giden Alman milliyetçiliği türü milliyetçilik, Avrupa kıtasında bir ölçüde sonlandırılmış oldu. Bunun yerine, Avrupa kimliği ve Avrupalılık vurgulanmaya başlandı. Kimlikte, milli özellikler geri plana alınmaya başlandı. Bu yolla, barışın tesisi ve sürdürülmesi amaçlandı ve bunda da şu aşamaya kadar başarılı olunmuş gibi görünüyor.

Bu, bugün Avrupa’da çeşitli tehditler altında. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, ikinci bir varsayımda daha bulunuluyor: Soğuk Savaş bitince sosyalizmin, özellikle Marksist-Leninist kökenli olan sosyalizmin sonuna gelindiği, bunun artık bir çıkar yolu olmadığı düşünüldüğü ve tasfiye ediliği varsayıldı. Sosyal demokrasi bir ölçüde yaşayabilecek bir akımdır çünkü demokrasiyle bağdaşıktır. Özellikle 1959’da SPD’nin Bad Godesperg’te yaptığı konferansta vardığı sonuç, sosyalizmin hedeflerine demokrasi içinde oy alarak ulaşılabileceği, bunu teminen çalışılacağı ve ihtilalci olma özelliklerini artık terk ettikleri savı, zamanla diğer Avrupa sosyal demokratları ve sosyalistleri arasında geniş kabul gördü. Dolayısıyla ‘’bu türüyle yaşayabilir ama öbür türüyle başarılı olma şansı artık kalmamıştır’’ diye düşünülmeye başlanmıştır.

1990’ların başlarında, meslektaşlarımızdan Francis Fukuyama, End of History (Tarihin Sonu) diye bir kitap yayınladı. Burada “Sosyalizm ve milliyetçilik, artık dünyanın en önemli siyasi coğrafyalarında, Kuzey Avrupa, Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya, Okyanusya gibi yerlerde tasfiye olmuştur. Dolayısıyla sosyalizm ve milliyetçilik olmadan, sadece küresel bir neoliberal yapı ve demokrasiyle yönetilen ülkelerden oluşan dünya üzerinde bir tür cennete doğru gidiyoruz” iddiasında bulundu. Salgın sırasında, 2020 Ağustos’unda Foreign Affairs dergisinde Fukuyama’nın bir makalesi ortaya çıktı. Bu makalede, o iddialarına doğrudan atıfta bulunarak, kendisinin, ‘’artık devletlerin güçlü olmadığı, uluslararası piyasaların önemli olduğu ve devletlerin gücünün milli sınırlarla güçlendirmek için egemenliklerini mutlak hâle getirmek için kullanılmasının makul olmadığı’’ savları geri gitti. Onun yerine, bütün makale “Devlete ihtiyacımız var” diye bitiyor. ‘’Salgınla boğuşacaksanız, devlete ihtiyacınız var.’’ Dolayısıyla devlet geri geldi. Sadece devlet geri gelmedi. Sosyalizm henüz Avrupa’ya geri dönmüş değil. Özellikle demokratik türü, Latin Amerika’da bir miktar güçleniyormuş gibi gözüküyor. Ancak milliyetçilik, Avrupa’ya bir şekilde geri dönmeye başladı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çöken imparatorlukların yerine kurulan yeni milli devletler, tabii kendi milli devlet anlayışlarını, millet anlayışlarını, millilik tanımlarını yapmaya başladılar ve ona göre geliştiler. Bu çerçevede, milliyetçilik adeta bir üçüncü dünya ideolojisi haline dönüştü. Avrupa’da çıkmış olan ve Avrupa’da 19-20. yüzyıllarda çok büyük etkilerde bulunmuş olan bu düşünce şekli, artık az gelişmiş ülkelerde terk edilmiş bulunuyordu. Dolayısıyla Avrupalıları ilgilendirmiyordu. Ama 1950’lerden itibaren Fransa’da Front National Hareketi, (Milliyetçi Cephe Hareketi), bu tür fikirlerin hâlâ Avrupa’da yaşamakta olduğunu, güçlü olduğunu ve süreceğine işaret ediyordu. Bilhassa bu iktisadi gelişme ve onun üretmiş olduğu emek akışkanlığıyla birlikte, bunların yeni türleri ortaya çıkmaya başladı. Avrupa’da sınırlar kaldırıldı, birçok ülke vatandaşı başka ülkelere gidip yaşamaya başladı ve bu arada oradaki milli unsurdan – özellikle etnik unsurdan – olmayan çeşitli toplulukların ortaya çıkmasını sağladı.

Bir de buna ek olarak, bu alanın dışından sığınmacı ve göçmenler Avrupa’ya gelmeye başladılar ve bunların sayıları ciddi ölçülerde arttı. Hatta zaman zaman, Türkiye’den olduğu gibi, talep de edildiler. 1960’larda Almanya, ekonomik ilişkileri güçlendirmek için Almanya’ya işçi göndermemizi zorunlu kılmaya başladı. Dolayısıyla savaş dolayısıyla nüfusları azalmış olan bu ülkelerde, yetişmiş emeği ithal etmek ve onu kullanma süreci başladı. Bu da, zamanla orada bir sığınmacı ve göçmen kitlesinin oluşmasına neden oldu.

Bunlarla olan ilişkileri sorunlu hale gelmeye başlayan ve onları tehdit olarak görmeye başlayan, etnik kimliği itibariyle o toprağın ‘’has evladı’’ olarak kendisini kabul eden geniş kitlelerin, özellikle Kuzey Avrupa’da – Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka – çıkmaya başladıkları ve bunların göçmen karşıtı bir politika izleyerek, özellikle kendi etnik kimliklerini vurgulayan, hatta zaman zaman ırkçı özelliklere kadar varan taleplerle siyasal gündeme ağırlık koymaya başladıklarını gördük. Zaman itibariyle bunların Belçika, Hollanda gibi ülkelerde daha güneye yayıldığını ve etkili olmaya başladığını görüyoruz.

Bu milliyetçiliklerin bir diğer değişik türü, Avrupa’nın doğusunda Soğuk Savaş sonrasında yıkılmış olan devletlerin içerisinde de oluşmaya başladı. Özellikle Macaristan ve Polonya’nın, son zamanlarda Brüksel’e karşı gösterdikleri duyarlılık ve çıkışlar, bu milliyetçi damarı ciddi ölçüde kullandıklarını göstermekte. Ama aynı özellik, bugün Ukrayna ve Rusya’da da büyük ölçüde mevcutmuş gibi gözüküyor. Bilhassa Rusya’nın, özellikle Putin yönetiminin kendi algıladığı biçimiyle, Ortodoks Hristiyan dinine ve Rus Kilisesi’ne, onun değerlerine bağlı, hatta onunla iç içe geçmiş olan bir Rus kimliğini vurguladığını, bunun, savaş sebebi olarak Ukrayna’da kullanıldığını, Putin’in 21 Şubat 2022’deki açıklamalarında görebiliyorsunuz. Diyor ki “Ukrayna diye bir millet yoktur. Ukraynalılar Rustur. Bizim kardeşimizdir” diyor. Yani bir soydaşlık iddiası var. “Aynı soydan geliyoruz. Rusya burada kurulmuştur. Kiev, Kiev’de kurulmuştur. Dolayısıyla bizim ayrımız gayrımız yoktur. Bunun ayrı bir milli devlet haline gelmesi, Lenin’in projesidir. Lenin, çok büyük hata etmiştir. Bunlara bir milli devlet kimliği atfetmiş ve onu Sovyet Anayasası’na yazmıştır. Daha sonra da bunlar bunu kullanarak Belarus ve Rus Federasyonu’yla birlikte Sovyetler’i çökerttiler.” Yeltsin’in bir projesi. Yanılmıyorsam o zaman Ukrayna’nın başında Leonid Kravçuk var. Belarus’la birlikte üçü oturuyorlar. Anayasadaki bu maddeye dayanarak, 1990 senesinin Aralık koşullarında Sovyetlerden ayrılmayı gerçekleştiriyorlar ve 31 Aralık 1991’de de Sovyetler çöküyor.

Bu çerçevede düşündüğünüz zaman, burada gayet Rus milliyetçisi, hatta mukaddesatçı milliyetçi bir yaklaşım içerisinde olan bir Rusya görmekteyiz. Dünyanın geri kalanında, bunun ciddiye alınması, itibar görmesi, saygınlıkla karşılanması isteği var. Putin aynı açıklamasında, bunun önceliğinin Rusya olarak tanımlanan toprakları belirlediğini öne sürüyor. Bunun da Çarlık Rusya’sının, 1917’deki ihtilalden önceki sınırları olduğunu iddia ediyor. Yani Orta Asya Cumhuriyetleri, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan dâhil olmak üzere Güney Kafkas Cumhuriyetleri, aynı zamanda Batı Avrupa’da Finlandiya dâhil olmak üzere, Osmanlı-Rus sınırına kadar olan yol -ki o yol Kağızman’dan geçiyor. Bugünkü sınır değildir- ve dolayısıyla o sınıra kadar olan toprakların Rus toprağı olduğu ve bu toprakların Rusya tarafından kontrol edilmesi gerektiği savını ileri sürüyor. Tabii bu, sadece milliyetçi değil, aynı zamanda revizyonist emperyalist bir sav olarak ortaya çıkıyor. Bizim, -özellikle NATO’nun ve Amerika Birleşik Devletleri’nin-, bunları dikkate almamız, Rusya’nın bu konudaki duyarlılıklarına olabildiğince vurgu yaparak Rusya’ya yaklaşmamız ve onunla bu çerçevede ilişki kurmamız gerektiği ve bu topraklardaki devletlerin NATO’ya girmesinin sorun olduğunu söylüyor.

Burada çok ilginç bir ilişkiler ağı var. Rusya, bu toprakların kendi kontrolünde olması gerektiğini söylüyor. Burada yaşayan insanlar ve onların devletleri, gayet doğal olarak bunu tehdit olarak algılıyorlar. Böyle bir kontrol istemiyorlar. Bunu garanti etmek için NATO’yla birleşiyorlar. Rusya, bunların, NATO’yla birleşerek NATO’nun yayıldığını ve kendisini tehdit ettiğini iddia ediyor. Yani ‘’kendini haklı çıkaran kehanet’’ deniyor. Bu, böyle bir mantık. Bir kehanette bulunuyorsunuz ama o kehanetin gerçekleşmesini sağlamak için o şekilde davranıyorsunuz. Rusya bunları tehdit ettiği sürece, buradaki devletler kendilerini garanti altına almak için ittifak arayışları içerisine gireceklerdir. Civardaki en kuvvetli ittifak yapısı NATO olduğu için, NATO’yla bütünleşmeyi tercih etmeleri, kendilerini Batı’ya yakın görmeleri, Batı’yla birleşmeleri, onların, bu tehdide karşı attıkları bir adım olarak ortaya çıkacaktır. Ama bu, NATO’nun büyümesi anlamına geliyor, doğru. Ama bu büyümeyi sağlayan unsurlardan bir tanesi, Rusya’nın tehditkâr tutumu ve milliyetçi mukaddesatçı söylemi. Tek nedeni bu değil tabii. Sonuç itibariyle, bu söylemin yayılmacı ve aynı zamanda, Avrupa siyasi coğrafyası üzerinde sınır değişimi üzerine oturan, bu devletler içerisinde yaşayan Rus etnik kökeninden olan halkı kullanmak suretiyle o devletler içerisinde istikrarsızlık çıkarmak diye bilinen İrredantizm politikasını izlemesinin bir sonucu olarak gelişiyor. Tabii bu da doğal olarak Avrupa’daki güvenlik alanını ve güvenlik mimarisini kökten tehdit ediyor.

Bunu Lavrov’un “Bizim derdimiz Ukrayna değildi. Onun çok ötesinde, dünya düzeni, Avrupa güvenliği ve bizim güvenliğimizdir” sözleriyle birleştirirseniz, bu şartlar altında ne yapılacak? Bu şartlar altında, Avrupa güvenliğini tehdit eden bu def’iyi nasıl izale etme yoluna gidilecek? Bu, diplomasiyle mi olur, savaşla mı olur, ikisiyle birden mi olur yahut Rusya’nın içerisinde daha az milliyetçi ve daha çok yurttaşlık esaslı milliyetçilik türünden bir milliyetçilik geliştiren, milliyetçi-mukaddesatçı olmayan bir hükümet biçimiyle yola devam etmek suretiyle mi becerilebilir, bu, büyük ölçüde Rusya’nın kendi iç meselesidir ve halkının yapabileceği bir değişikliktir. Bunların hangisinin gerçekleşeceğini ve ne olacağını şu an kestirebilmemiz mümkün değildir. Ama süreç o tarafa doğru gidiyor.

Edgar Şar: Evet, dediğiniz gibi o tarafa doğru gidiyor. Şu soracağım soruyu tabii ki birkaç dakikada cevaplamak mümkün değil, ama en azından elimizde bugünkü verileri ve bugünkü görünümü temel alarak ne diyebiliriz? Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, ister istemez Soğuk Savaş denklemlerini yeniden gün yüzüne çıkardı. Ama bunların güç dengesi ve jeopolitik dengeler açısından ne kadarının tekrar devreye gireceği ve asıl denklem haline geleceği henüz bilinmiyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? İsterseniz son birkaç dakikada buna odaklanalım.

Ersin Kalaycıoğlu: Burada kullandıkları araçlar, yeni teknolojiler, psikolojik savaş teknikleri, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük devletlere büyük olanak sağlıyor. Bir görüntümüz daha var onu da ekrana getirelim lütfen. İki araştırma gayet açık bir şekilde gösteriyor ki, 1 Ocak 1946’dan, 31 Aralık 2000’e kadar, yani yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Amerika Birleşik Devletleri bir yandan, öbür yandan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve (1990 sonrasında) Rusya, toplamda 117 partizan seçime müdahale etmiş bulunuyorlar. Bunlarda 81’ini Amerika Birleşik Devletleri, 36 tanesini de SSCB ve Rusya yapmış durumda. Aşağıdaki tabloda, hangi ülkelere en fazla müdahalelerin yapıldığı ve kaçar tane yapıldığı gösteriliyor. Amerika’nın yaptıkları solda, SSCB ve Rusya’nın yaptığı sağda gözüküyor. Dikkat ederseniz aynı ülkeler değil, farklı ülkelerde müdahaleler oluyor. Aynı dönemde 18 tane ABD veya Sovyet ve Rus müdahalesiyle, dünyada rejim değişikliği temin edilmiş durumda. Bunlara 1953’te İran’daki Musaddık rejiminin devrilmesi örnek verilebilir ki, CIA ve İngiliz İstihbaratı’nın ortak başarısıymış gibi gözüküyor. Bunlar 21. yüzyılda devam etmiyor gibi gözüküyor ama anladığım kadarıyla meslektaşlar bu verileri toplayamamışlar. Dolayısıyla bu süreç varlığını devam ettiriyor.

Edgar Şar: Bir de, Rusya’nın Batı Avrupa’da veya genel olarak Batı dünyasındaki seçimlere olan müdahaleleri var.

Ersin Kalaycıoğlu: İkisinin de var. Aynı zamanda şuna dikkat etmek lazım: Bu, bir tık yükseldi. 2016 Brexit süreci, İngiltere’nin gayet saygın gazeteleri The Observer ve The Guardian gazetelerinde uzun uzun tefrika edildi. Kanıtları da ortaya kondu. Rus psikolojik savaş aygıtının, Brexit sürecine ciddi etkisi var. Hatta The Observer, 2016 referandumunun iptal edilerek tekrar yapılmasını, önlem alınmasını ve ondan sonra gerçekleştirilmesi gerektiğini çeşitli yayınlarda ileri sürdü ama dikkate alınmadı. Zaten aradaki fark çok küçüktü: %50,5 ile %49,5 gibi bir fark vardı. Rusya’nın bunda %1-2’lik etkisi olmuş olsa, eğer Observer ve Guardian’ın bu yazdıkları doğruysa, Brexit sürecinde Rus psikolojik savaş aygıtının etkisi olduğunu söylemeniz abartı değildir. Daha sonra New York Times’ın yayınları var. Yine Guardian ve Observer’ın yayınları var. Aynı şeyi 2016’da Trump’ın seçimi için yapıyorlar. Burada Amerikan aşırı sağıyla, Avrupa’da çeşitli ortaklıklara girdiğini gösteriyor. Mesela Steve Bannon hakkında bazı iddialar var. Bunlar henüz mahkemeye taşınmadı. Taşınırsa ne olur bilmiyorum ama bu gazetelerde çıkan haberlerde bunlar var. Bunlar birbirlerine müdahale etmiyorlar. Şu anda siber savaş yapıyorlar, dikkatinizi çekeyim. İkisi arasında hem ekonomik hem siber savaş sürmekte. Onun için bir tür Soğuk Savaş’a doğru kaymış bulunuyoruz. Bunun daha sıcak bir hâle gelip gelmeyeceğini bilmiyoruz.

Ama bu arada, daha önce yapılmayan bir şey yapıldı: Nükleer silahların İngilizce baş harfleriyle MAD (Mutual Assured Distraction), -terimin İngilizce kısaltması olan MAD, ‘’deli/ çılgın” anlamına geliyor- bu şekilde kullanılmasının sınırlandırılması kabul edildi. Yani nükleer silahlar kullanılıyor ama orayı burayı patlatmak için değil, MAD’i gerçekleştirmek için. Bu süreci, nükleer silah kullanılmaksızın, çatışmaları belli bir limitin üzerine çıkarmamak ve tırmandırmamak suretiyle tutmak ve birbiriyle direkt savaşmamak konusundaki bir uzlaşmayla, nükleer silah tehdidi kullanıldı.

Şimdi bu değişecekmiş gibi bir izlenim var sanki. ‘’Taktik nükleer silahlar kullanılır’’ diyorlar. Taktik nükleer silah dediğiniz, Hiroşima’dan beter. Bir şehri tamamen ortadan silip atacaksınız. Birkaç yüz bin veya birkaç milyon insanı yok edeceksiniz. Orada binlerce sene sürecek nükleer atık bırakacaksınız. Yeraltı sularını kirleteceksiniz. Civarda su da içilemeyecek. Çernobil’in duruma bakın. Ki o kadar büyük bir patlama değildi. Dolayısıyla bunlar düşünülecek şeyler. Bunların konuşulması ve düşünülmesi akla ziyan durumlardır. İnsanlığın geleceğini tehdit eder niteliktedir ve çok büyük insanlık suçu olması lazımdır. Bunları konuşmamamız gerekir. Alternatif olarak, sanki bunlar yapılabilirmiş gibi konuşmamamız lazım. Onun için kitlesel imha silahlarıyla ilgili, umarım bu sürecin sonucunda yeni antlaşmalar ortaya çıkar ve bunların ortadan kaldırılması için birtakım adımlar atılır. Çünkü artık bunun kazananı, kaybedeni olmayacaktır. Bunda insanlık kaybedecektir.

Edgar Şar: Evet, maalesef. Umarım tekrar bu silahların yok edilmesinin konuşulabilmesine başlanması için Soğuk Savaş dönemindeki gibi uzun bir süre geçmesi gerekmez. Süremizin sonuna geldik Hocam. Gelecek ay bu konudan devam edebiliriz diye düşünüyorum. Tabii ki, gündem de bizi bu konuda esinleyecektir. Çok teşekkür ederim Hocam.

Ersin Kalaycıoğlu: Rica ederim. Herkese iyi günler diliyorum.

Edgar Şar: Sağ olun. Sevgili Medyascope izleyicileri, bu ay “Siyasetname”de, sürekli konuğumuz, siyasetbilimci, Bilim Akademisi Üyesi, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteydik. Kendisiyle küresel dönüşümleri konuştuk. Tarihe biraz baktık ve bugün olabilecekleri değerlendirdik. Kendisine çok teşekkürler. Bizi izleyen sizlere de çok teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.