Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (52): Aday adayları sahaya inmeye başladı

Ruşen ÇakırAyşe ÇavdarKemal Can ve Burak Bilgehan ÖzpekAdını Koyalım’da bu hafta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz çıkarmasını değerlendirdi ve buradan hareketle “Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olabilir?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi bayramlar. Bu akşam “Adını Koyalım”da Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can ile cumhurbaşkanı adayı meselesini konuşacağız. Mâlûm, Ekrem İmamoğlu Doğu Karadeniz’e âdeta çıkarma yaptı. Buradan hareketle, “Muhâlefetin adayı kim olabilir?” sorusuna cevap arayacağız. Arkadaşlar merhaba, iyi bayramlar.

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba, iyi bayramlar.

Ruşen Çakır: İsterseniz ilk turda Ekrem İmamoğlu’nu konuşalım; hak etti çünkü. Bayramda siyâsetin sessizliğinde yaptığı Doğu Karadeniz ziyâretiyle kendisini epeyce konuşturdu. Çok da büyük ilgi görüyor. Gittiği yerlerde, vatandaşlardan “Aday ol” çağrısı da gelmiş. İmamoğlu nerelere gitti? Kendi memleketi Trabzon, Erdoğan’ın memleketi Rize, Arhavi — Hopa da benim memleketim. Dün yaptığım yayında, İmamoğlu’nun bu gezisini bir meydan okuma olarak târif ettim. Ekrem İmamoğlu, kendisine sorulduğu zaman, “Gündemimde adaylık yok” diyor, ama acaba böyle mi? İlk soruyu sana sorayım Ayşe. Bu yaptığı geziler adaylık yatırımı, değil mi?

Ayşe Çavdar: Tabii ki öyle. Başka türlüsü düşünülemez. Yaklaşık olarak son bir buçuk yıldır yaptığı her şey adaylık yatırımı. Bu biraz adaylığın da ötesinde, o yatırımların meyvelerinin ne durumda olduğunu gösteren bir tur olmuş. Ben bugün saat 11.00’den beri, kendisinin yaptığı bütün konuşmaları, bütün temasları, görüntülü ne varsa her şeyi izledim. Sokağa, kalabalığa da baktım. İyi de meyve almış görünüyor. Ben şu kadar iddialı bir şey söyleyeceğim. İmamoğlu’nun bu turundan sonra, başka bir cumhurbaşkanı adayı, kim olursa olsun o aday, biraz zor olacak. Özellikle CHP’nin bunu öngörmediğini zannetmiyorum. Çünkü İmamoğlu bütün konuşmalarında Kılıçdaroğlu’nun selâmını söyledi, “Bilgileri dâhilinde geldim” dedi. “Altılı masanın neferiyim” dedi. İstanbul’un nasıl kazanıldığı sürecini anlatırken İYİ Parti’yi sık sık andı. O “neferiyim” meselesi de, “Adayı benim” gibi de geliyor kulağa. Bunu partisiyle konuşmadan yapması biraz zor. Bu gezide öyle bir performans koydu ki ortaya, artık başka bir adayın ortaya çıkması durumunda, bundan daha üstün bir performans göstermesi gerekecek. İkinci turda diğer adayları konuşacağız, ama ben Mansur Yavaş’ın öyle bir şey yapacağını zannetmiyorum. Çünkü başından îtibâren bunu bir siyâset olarak belirlemedi. Bütün bu ittifak siyâsetinin içinde Kılıçdaroğlu’nun da bambaşka bir anlamı var. Kılıçdaroğlu’nun ne yapıp ettiği sâdece CHP için anlamlı değil. O masanın kurucusu olarak özel bir yeri var. Dolayısıyla, tam dediğin gibi, aday adayıyım meselesinin ötesinde, o ilk adayı biraz ortadan kaldırmış ve “En yakın aday benim” demeye getirmiş vaziyette. Bence Karadeniz de, gösterdiği ilgiyle, “Evet, sen olacak gibisin” diye cevap vermiş. 

Ekrem İmamoğlu’nun değindiği konular îtibâriyle de öyle. Sâdece İstanbul’dan veya Türkiye’den bahsetmiyor. Dış politikaya da giriyor, İstanbul’un özel konumundan da bahsediyor. Bir taraftan, çok mütevâzı. Konuşmalarının şöyle bir tarafı da vardı: O aday değilse bile, adayın nasıl biri olacağına dâir çerçeveyi bir daha tekrarladı. Biliyorsun, Millet İttifakı çizmişti o çerçeveyi. Hattâ sen de, “Ben bile uyuyorum o çerçeveye” demiştin. İmamoğlu, o çerçeveyi tekrarlayıp, “O çerçevenin târif ettiği aday ben gibiyim” demiş oldu bence. Bütün jestiyle, mimiğiyle, hattâ Trabzon’da bir iki saat önce yaptığı konuşmasında sesinin kısıklığıyla… Böyle bir durumda şu olacakmış gibi geliyor bana: Böyle bir şey söylemek istemiyorum ama, çok olağanüstü bir durumda onun olmadığını göreceğiz belki; yani ancak çok olağanüstü bir şey olursa aday olmayacak gibi. 

İmamoğlu’nun özellikle Erdoğan’ın posteri önünde yaptığı konuşma çok enteresandı. Onu kabullenmesi ve onun üzerinden konuşması, “Ben buradaki performansımla bu arkadaki dev posteri alt ederim” demeye getirmiş oldu. Kolay kolay herkes yapmaz onu. Ayrıca da herkese bu yapılmaz. O arkadaki poster, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi için asılan posterlerinin toplatılmış olması, İmamoğlu’nun muhtemel adaylığı konusunda iktidârın nasıl bir tavrı olduğunu gösteriyor. Bu karşılıklı meydan okumalar ve iktidârın baskılamaya, el koymaya çalışmasıyla, Erdoğan ve Cumhur İttifakı açısından da mayınlı bir yol döşenmiş oldu. 

Erdoğan’ın hikâyesini biliyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi, bir iki sene belediye başkanlığı yaptı. O esnada çok bağırıp çağırdı. Her şey karıştı, her şeyle ilgili bir şeyler söyledi. Sonunda 4 aylık bir cezaevi ve siyâsî yasakla, o dönemin devleti tarafından kenara çektirildi. Erdoğan cezâevine girdiği andan îtibâren, esâsında bir şekilde potansiyel olarak gelecek ona teslim edilmiş oldu. O cezâevinden çıkana kadar, Abdullah Gül ve diğerleri (Mahşerin dört atlısı) bir şekilde bir şeyler yaptılar. Ama bütün mesele onu hazırlamaktı. Partiyi, ortamı, onun görünmezliğini, cezâevinde oluşunu göstererek o süreci kotardılar. 

Eğer İmamoğlu’nun başına bir şey gelirse… Biliyorsunuz Ahmet Şık hafta sonunda İrfan Aktan’a verdiği söyleşide “Komplo teorisi olarak söylüyorum, ama Ekrem İmamoğlu’na siyâset yasağı getirip Canan Kaftancıoğlu’nu tutuklayacaklar” dedi. Eğer bunlar olursa, bir hikâye tekrar başlıyor diye düşüneceğiz. Bu, iktidar açısından son derece sorunlu bir hikâye olacak. Böyle bir yönteme başvururlar mı bilemiyorum. 

Senin sorduğun soruya kısaca şöyle cevap vereyim: İmamoğlu “Ben adayım” demiş oldu. Üstelik bu adaylığın onaylandığını da söyledi. Bütün söylemini öyle kurgulamıştı. Sonuçta arka planı gerçekten öyle mi diye bir bakmak lâzım. Bir de, aldığı karşılık dolayısıyla, adayların yapabilecekleri konusunda el yükseltmiş oldu. Tabii şunu da unutmamak lâzım: Karadeniz, Türkiye siyâseti için çok mühim bir yer. Siz ikiniz de Karadenizlisiniz, belki kızacaksınız bana ama, ne yazık ki Karadeniz’in Türkiye siyâsetinde hak etmediği bir yeri var. Oradan böyle bir destek ve onay almak, tabii ki elini yükseltmesi anlamına geliyor. Göreceğiz bakalım. Ama dediğim gibi, ileride büyük bir ihtimalle İmamoğlu’nun adaylığını açıkladığı seyahat olarak anacağız bu bayram gezisini. 

Ruşen Çakır: Burak, sana da aynı soruyu soracağım. Adaylığım gündemde değil diyor ama, bunun politik bir lâf olduğunu düşünüyorum. Bir de ek olarak, yayına girmeden önce Murat Yetkin’in yazısını okudum. Murat şunu söylüyor: Kılıçdaroğlu Diyarbakır’a, Güneydoğu’ya gitmişti. İmamoğlu Karadeniz’e gitti. Bu bölgeler CHP’nin çok zayıf olduğu, uzun süredir etkili olamadığı yerler. Kılıçdaroğlu belli bir etki yarattı, ama İmamoğlu çok daha fazla bir etki yarattı. Trabzon’da, Rize’de, Fındıklı’da, Hopa’da gördüğü ilgiyi, oradaki fotoğrafları ve videoları görmüşsünüzdür. O bölgeyi de bilen birisi olarak, bu görüntüler gerçekten “bindirilmiş kıta” olamayacak kadar sâhici görüntüler. Ne diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Ekrem İmamoğlu’nun neyi temsil ettiğine bakmak lâzım ve buradan ilerlemek lâzım. Bunu daha önceki programlarımızda da konuştuk; muhâlefetin şu anda kendi bir aradalığını isim üzerinden değil de bir norm üzerinden inşâ etmeye çalıştığını görüyoruz. Altılı masa bunun bir anlamda göstergesi. Bu norm da, parlamenter sisteme geçiş şeklinde kendisini ortaya koyuyor. Bir demokrasi projesi ortaya koyuyorlar ve projenin kendisi, aslında adayın kim olacağını önemsizleştirmek üzerine kurulu. Öyle ki, cumhurbaşkanı adayı olacak kişi yetkilerini kullanmamalı ve bu sâyede bu norm hayâta geçebilmeli. O yüzden altılı masanın murat ettiği aday, aslında siyâset yapma yetenekleri sınırlı, olabildiğince yetkisini kullanmaktan imtinâ edecek ve bir anlamda, seçildikten sonra, adeta komaya girmiş gibi; yani seçtiğimiz aday seçildiğinin ertesi günü komaya girse sevinecekmişiz gibi bir tutum içerisinde. Onun sıkıntısı şu: Parlamenter sisteme geçiş kavramıyla ilgili hiçbirimizin sıkıntısı yok. Ya da daha demokratik normlar konusunda bir sıkıntı yok. Ama bu tutumun problemli noktası, böyle bir aday profiliyle seçimi kazanmanın zor olduğu. Çünkü Türkiye’de, seçimi kazanmak için yönetme irâdesi göstermek, bunun sinyalini vermek biraz daha önem kazanıyor.

Geçtiğimiz Eylül ayında herkeste, “Kesinlikle bu iş bitti ve ceketimizi assak bu seçimi kazanırız” gibi bir düşünce doğduğu için, insanlar seçimi kazanmanın çok kolay olduğunu zannederek aday profilinin önemsizleştiği bir projeyi tartışmaya başladılar. Halbuki bizim gibi rejimler, hem çok çabuk toparlar, hem çok çabuk öğrenir, hem de çok çabuk reaksiyon verir. Yani seçimlere bir buçuk sene kala bir projeye başlayıp, o projeyi bir buçuk seneye yayıp başarılı olmanız çok zordur. Çünkü yeni despotluklar çok canlı, dinamik yapılardır. 

Öte taraftan Ekrem İmamoğlu ise, bir normu temsil etmeyen, ancak siyâsetin kendi iç dinamikleriyle, bir anlamda siyâset yapma yeteneğiyle ön plana çıkan, kampanya performansı, sandıklara sâhip çıkma performansı, toplumun farklı kesimlerini cezbetme performansı yüksek bir aday. Bir benzetme yapmam gerekirse, Ekrem İmamoğlu aslında Instagram gibi. Yani çok organik bir hareket. Bugün Kürtlerin de, Türklerin de, Alevîlerin de, Sünnîlerin de, sağcıların da, solcuların da aslında yaşadıkları pratik bir hayat var ve bu hayat çok politik değil. Yani twitter gibi değil. Twitter’a girdiğimiz zaman bir politik mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Instagram’a girdiğimiz zaman, insanlar kendi küçük mütevâzı hayatlarını paylaşıyorlar ya? İmamoğlu da aslında bu kesimleri kendisine çekmekte daha başarılı bir insan. Toplumun farklı ve çok da politize olmayan kesimlerini cezbedebiliyor. Bunu çok fazla kendisinin politik mesajını gizleyerek de yapmıyor. Aslında çoğu noktada bir anlamda tutum sergilemeyi başardı. Fakat bu tutum, insanların ortalamasının, vasatının da tatmin olduğu bir tutum. Kayyum atandığı zaman Diyarbakır’a gidiyor, Atatürk portresi armağan ediyor. Kayyum uygulamalarına karşı çıkıyor. Geçmişine baktığımız zaman, Ergenekon dâvâlarında bir tutum sergilemiş, Gezi protestolarına katılmış. Yani aslında siyâsetin gerektiğini yapmış. Kendisini mahcup edebilecek bir tavrı yok. Ama toplumun farklı kesimlerini rahatsız edebilecek politik sivriliğe de sâhip değil. Bununla birlikte, kendi siyâsî karizması da, onu bir normdan bahsetmeden, yönetmek için, yönetmeyi arzulayan bir figür olarak öne çıkartıyor ve seçimi kazanma şansını ortaya koyuyor. 

Dolayısıyla altılı masanın murat ettiği norm üzerinden ittifak kurmakla, Ekrem İmamoğlu’nun aslında başarmaya çalıştığı, bir lider, bir başkan adayı ve onun geçiş programı üzerinde ittifak kurma anlayışları, birbirinden farklı şeyler. O yüzden Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı, aslında altılı masanın ve muhâlefetin geleceğiyle de alâkalı bir şey. Bu yüzden, biz altılı masanın daha zayıf ve AKP’den kopan aktörlerinin, Ekrem İmamoğlu’nu “ikinci Tayyip Erdoğan” olarak yaftalama eğilimlerine şâhit oluyoruz. Yani sanki Ekrem İmamoğlu ya da bir lider, bir isim üzerinden ilerlediğimiz zaman, ikinci bir Tayyip Erdoğan’ı seçiyormuşuz gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Bu doğru değil. 

Geçtiğimiz programlarda da söylemiştik: Tayyip Erdoğan’ın toplumu bölen, birbirine kışkırtan, halkı kin ve düşmanlığa sevk eden tavrının yerine, Ekrem İmamoğlu’nun kucaklayıcı bir tavrı var. Ya da belediye kadrolarını partizanlaştıran Erdoğan yerine, daha profesyonellere emânet eden bir Ekrem İmamoğlu var. Yani söylemi insanları kutuplaştırmak ve birbirine kışkırtmak üzerine kuran bir Erdoğan ile, söylemi bütün toplumu kucaklayan, siyâsî sivriliğini törpülemiş ve genel îtibârıyla toplumun bütün kesimleriyle iletişim kurmaya çalışma üzerine kuran İmamoğlu’nu aynı kefeye koyma eğilimini, altılı masa sâyesinde siyâsete angaje olan küçük partilerde görüyoruz. Bunu birbirine eşitleme eğilimini onlar ortaya koyuyorlar. Ekrem İmamoğlu bu değil. Yani seçimi kazanabiliyor olmanız, yeteri kadar siyâset biliyor olmanız, sizi korkutucu bir figür hâline getirmez; yeni bir Erdoğan’la karşılaşıyor olduğunuz anlamına gelmez. Seçimi kazandığı anlamına gelir. 

Fakat bu düşünce şuradan neşet ediyor: Zamânında Tayyip Erdoğan’a biriciklik atfetmek ve bütün siyâsî sistemi Tayyip Erdoğan’ın ve onun biricik bilgeliğine havâle etmek, aynı zamanda, onun karşısındaki adayı veya siyâsetteki genel durumu da adaylar ve kişiler üzerinden analiz yapmak üzerinden okumanızı berâberinde getiriyor. Halbuki önümüzdeki dönemde Türkiye’nin demokratikleşme meselesi, aslında kişilerden daha çok, ortaya çıkacak yapının, aktörlerin ve aktörlerin birbirleriyle olan ilişkisinin sonucunda ortaya çıkabilecek bir şey. Yani Ekrem İmamoğlu’nun seçimi kazandıktan sonra Tayyip Erdoğan’a dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyen şey, Ekrem Bey’in kişiliği, karakteri değil; ortaya çıkacak siyâsî yapı ve siyâsî atmosfer.

O yüzden muhâlefet bir seçim yapmak zorunda. Yani kendisini, siyâset yapma yeteneğine sâhip olan bir adayın, hızlı bir şekilde Tayyip Erdoğan’a dönüşeceğine iknâ edip norm üzerinden ittifak kurabilir ve bu norm üzerinden kurulan ittifak, seçimi kazanamadığı takdirde hiçbir işe yaramaz. Ya da kendisini, seçimleri kazanabilecek bir aday üzerinde uzlaşmaya götürebilir ve bu adaydan daha sonra, adayı denetleyebilecek mekanizmaları ve adayı denetleyebilecek güç ilişkilerini düşünebilir. Ekrem İmamoğlu, bence bu yüzden şu anda Türkiye’de seçimi kazanabilecek aday profiline, aday kimliğine, o role oynuyor. Son ziyâret bize gösterdi ki bunu da hakkıyla yapıyor. 

Bu ikisinin arasında, yani norm üzerinden uzlaşılan ve daha dünyevî arzularını aşmış, nefsini yenmiş, daha bilge profilin karşısına –meselâ Abdullah Gül ve Kemal Kılıçdaroğlu burada öne çıkan isimler–, siyâset yapan, yönetmek isteyen Ekrem İmamoğlu profili, bir de bunun arasında bir Mansur Yavaş profili var. Yavaş ikisi de değil. Yani ne o ne o. Bilmiyoruz. Peygamber mi olduğunu yoksa tüccar mı olduğunu henüz tespit edemedik. Hiçbir konuda kanaatini bilmiyoruz, bir duruş sergilemiyor. Dolayısıyla bu üç profil arasında bir seçim yapılacak. Ekrem İmamoğlu, son Karadeniz ziyâretiyle kendi rolünün hakkını verdi bence. Bunu söylemek lâzım.

Ruşen Çakır: O zaman ikinci turda Mansur Yavaş konusuna tekrar geleceğiz. Yarım bıraktığın cümlelere orada devam edersin. Kemal, ne diyorsun? İmamoğlu’nun Doğu Karadeniz çıkarması aslında riskliydi sanki. Yani gidip orada etkili olmayan bir şey yapsaydı… Çünkü bir gazeteci ordusuyla gitmiş. Birtakım ünlü isimleri de yanında götürmüş. 

Kemal Can: Orduya benzer mi bilmiyorum, ama orada pek ordu tanımlamasına girmeyecek isimleri de gördüm. Neyse… 

Ruşen Çakır: Ama sonuçta belli ki bayağı bir iddia vardı. Bana sanki o iddianın karşılığını fazlasıyla aldı gibi geliyor. Ne dersin? Bu arada şunu söyleyeyim: Dün ben bir cümle kullandım, senin de gönderme yaptığın o kişiler o geziye gittilerse, Ekrem İmamoğlu’nun geleceği hakîkaten parlak olabilir. Çünkü o kişiler genellikle yaş tahtaya basmayan isimler oldukları için…

Kemal Can: “Kazananı tâkip et”insanları olduğu için… Tamam, onun için, “Ordu mu?” tartışma götürür.

Ayşe Çavdar: Seyirci grubu diyelim. 

Kemal Can: Ayşe’nin ve Burak’ın söylediği gibi, bizim programın mottosu olmasına rağmen, katılıyorum. İkisinin de söylediklerine katılıyorum. Bu açıkça bir aday adaylığı gezisi. Artık bunun hiç tevil götürür tarafı yok. Her yanıyla öyle. Programlanışıyla öyle, yanında getirdiği ve bana hiç de iyi gelmeyen yancılarla da öyle, verdiği mesajlarla da öyle. Ama sonuçta o başka bir şey. Hatırlayalım: Kılıçdaroğlu da Ahmet Hakan’a çıkmayı önemli görüyordu. Neyse… Bunlar ayrı kalemler, bunları şimdi bir kenara bırakıyorum. 

Ama şöyle birkaç nokta var: Burak’ın söylediği, İmamoğlu’nun temsil ettiği ya da İmamoğlu’na negatif bir özellik olarak atfedilen şeyler konusunda, eskiden gelen şöyle bir hikâye var: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiği andan îtibâren, yakın ekibi ve biraz da kendisi, aslında biraz Tayyip Erdoğan’ın hikâyesine benzeştirerek, “İstanbul’u alan, daha sonra Türkiye’yi yönetecek insan olur” iddiasının arkasını doldurmaya çalıştılar. Hattâ bu konuda bir kitap da hazırlandı. Daha sonra Canan Kaftancıoğlu’yla da sıkıntı oldu. CHP içerisinde de tartışıldı. Birdenbire o seçimle birlikte başlayan, “Kaçınılmaz bir yolculuk” târifi, İmamoğlu’nu bu süreçte bu etiketlere hazır hâle getirdi. İmamoğlu, daha sonraki performansıyla bunu hafif nötralize etmeye, silmeye, öne çok çıkartılmamasına çaba göstermeye, icrâcı yönünü daha fazla öne çıkartmaya çalıştı. Aslında ilk anda verilen hava, tam aleyhine işleyecek bir yöne doğru giderken, belki siyâsî refleksle, belki danışmanları aracılığıyla, belki de bunun yaratacağı sakıncaları görerek, biraz daha frene basılan bir şey oldu. Dolayısıyla otomatik olarak biraz daha karizmayla öne çıkan adayın riskleri meselesiyle, bu havanın erken oluşmasıyla ilgili küçük bir türbülans yaşadı. 

Bu gezisinde de sürekli bir nefer vurgusu vardı. “Ben adayım, kuvvetli bir adayım. Bunu da işâret ediyorum. Ama bunun altını çizen ve bu iddianın kaçınılmazlığını zorlayan biri görüntüsü de vermekten imtinâ ediyorum” meselesine büyük hassâsiyet gösterdi. Yani o nefer lâflarının arkasında bu var. İkincisi de, memleketine giderek bunu yapması, bu geziyi oradan başlatması. Çünkü bizim siyâsî geleneğimizde çok yaygın bir şeydir: Liderler, zorlandıkları ya da atağa kalkacakları anlarda memleketlerine giderler. Oradan başlarlar. Davutoğlu Konya’ya gider başlar, Erdoğan sıkıştığında Rize’ye gider. Bu çok yaygın bir şeydir. Çünkü ayağını bastığın yer ve temsil ettiğin şeyle ilgili, kendi bulunduğun noktadan, kökünden yola çıkmanın bir pozitif göndermesi vardır. Dolayısıyla bayramda memleketine giderek bu adaylık görüntüsünü vermesinin böyle bir sembolik tarafı olduğunu düşünüyorum.

Ama bir başka tarafı daha var: Çok yakın bir süre önce, şu anda cirminin üstünde bir etki yaratmış olan Ümit Özdağ, bildiğiniz gibi Mansur Yavaş’ı aday gösterdi; yetmedi, katıldığı bir televizyon programında, İmamoğlu’nu Selahattin Demirtaş’ın adayı olarak işâret etti. Dolayısıyla gidip Doğu Karadeniz’de, milliyetçiliğin ve asıl olarak mevcut iktidârın da son derece kuvvetli olduğu ve Tayyip Erdoğan’ın da memleketi olan bir bölgeden bir destek görüntüsüyle çıkmak, aslında bu iddiaya da bir cevap vermekti. Kabinenin ve yüksek bürokrasinin neredeyse çok önemli bir kısmının da Trabzonlu olduğunu biliyoruz. Yani Burak’ın söylediği, kendisine yapıştırılan “Yeni bir Erdoğan olacak. Bu bir görev adamı değil, çok kişisel hareket ediyor” imajının, üstelik de böyle bir çıkışta dengeli bir biçimde yapma ihtiyâcı yanında, bir de, “O Kürtlerin desteğini alıyor. O, o tarafa daha yakın” etiketine de cevap verme ihtiyâcı doğdu. Hattâ galiba Ümit Özdağ, “güvenilmez”gibi bir şey de söyledi, tam sıfatı şimdi hatırlamıyorum. Öyle bir iddiada bulundu. Buna bir karşılık verme ihtiyâcı da var. Bu adaylık çıkışı için seçilen yerin böyle bir tarafının da olduğunu düşünüyorum. 

Ama çıkan resimde, hakîkaten tartışma götürmez bir biçimde “Ben varım” çıkışı çok açık. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun yakın bir zamanda yaptığı belediye ziyâreti sırasında yan yanayken yaptığı konuşma, CHP içerisindeki bazı tartışmalar, “İmamoğlu’nun önü mü kesiliyor?” meselesini çok canlı hâle getirmişti. Sonra da Mansur Yavaş üzerinden geliştirilen hamle, bir anda İmamoğlu’nun ana adaylardan biri olması tartışmasını yenileme ihtiyâcı ortaya çıkartmıştı. İmamoğlu, bu gezisiyle hem varlığını söylüyor hem de, Ayşe’nin söylediği gibi, adaylığını gayet net biçimde açıklıyor bence. 

İkinci turda da konuşuruz ama, Mansur Yavaş’ın ortaya çıkmayıp, birilerinin kendisini ittirmesini bekleyen tutumunun tam zıttı bir davranışla hareket ediyor. Ama bunu da kendi tarafına bir başkaldırı olarak değil, Ayşe’nin söylediği gibi, Erdoğan’ın posterinin önünde konuşma yapmasıyla da bu meydan okumanın ne tarafa yapıldığını gösterdi. Çünkü bir süredir çok yoğun biçimde şunu görüyoruz: Kılıçdaroğlu’nun son çıkışı da dâhil olmak üzere, muhâlefet içindeki meydan okumalar içeriye doğru yapılmaya başlandı. Ama meydan okumayı yeniden iktidâra çeviren ve iktidârın en güçlü aktörünü karşısına alan iki tutum görüyoruz: Biri, Kılıçdaroğlu’nun bugün yaptığı sosyal medya paylaşımında “kavga”temasını tekrar işleyip, “Mücâdele sert olacak. Onlarla kavga sert olacak” şeklinde ifâdesi. Ama İmamoğlu bunu bir kavga formuna getirmeden, bir meydan okuma formülü olarak kullanmış görünüyor. Ben bunun da sembolik olarak önemsiz olmadığını düşünüyorum. 

Bu gezinin sonrasında oluşacak tartışmalar, ikinci turda konuşacağımız diğer adayların pozisyonlarıyla çok bağlantılı. Burak, İmamoğlu’nu Instagram’a benzetti. Bu hesaba göre Mansur Yavaş’a da Facebook kaldı. Kılıçdaroğlu Twitter olunca, ona da Facebook kalıyor. Biraz yaşlı ve daha kimlik eksenli. Çünkü Mansur Yavaş, kendisi bir tavır ifâde etmiyor ama ilginç biçimde, herkesin onun temsil ettiğiyle ilgili bir fikri var. Meselâ İmamoğlu’yla ilgili, “Bu tam neyi temsil ediyor?” konusunda bir muğlaklık var, bu işine yarıyor. Çünkü onu daha geniş bir temsile açık hâle getiriyor.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ikinci tura girdin bile. İstersen seninle ikinci tura devam edelim. Bıraktığın yerden devam et. Bir de, MetroPOLL’ün araştırmasını incelediğini biliyorum. Oradaki rakamlar ilginç. İmamoğlu’nu konuştuk. Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu ve her ne kadar “Ben Başbakan olacağım” dese de, belki yeniden gündeme gelebilecek olan Meral Akşener ve sanmıyorum ama şu âna kadar hiç telaffuz edilmemiş bir isim… Ne diyorsun? Bugün îtibâriyle ne durumdayız?

Kemal Can: O zaman şimdi aslımıza dönelim, katılmadığım taraflara döneyim. Çünkü bu gezi sonrasında, Ayşe’nin söylediği “İmamoğlu tek ve rakipsiz aday, diğerleri de gözden düştü” meselesi var. Tabii Ayşe bunu böyle bir kesinlik olarak söylemedi ama, “İş buna doğru gidiyor” kısmında biraz tereddütlerim var. İki nedenle: Birincisi, biraz önce söylediğim gibi, Kılıçdaroğlu’nun hemen bugün, daha İmamoğlu’nun gezisi sürerken, “Bu mücâdele ve bu kavga sert olacak ve ben böyle bir yola çıktım” diye bir sosyal medya mesajı var, üstüne de bir video paylaşımı var. Yedi günlük çıkışını sembolize eden “karanlık günler”de, yani elektriksiz günlerde yaşananlara dâir bir video eşliğinde ve daha önceki manifestosunu tamamlayan, “Bu sert bir kavga olacak” ifâdesini kullandığı bir çıkış yapıyor. Yani İmamoğlu’nun gezisi sırasında bu paylaşımı yapıyor. Ben, bunun önemsiz ve rastlantısal olmadığını düşünüyorum. Açıkçası, İmamoğlu’nun izinsiz ve onlara rağmen yapmış olduğunu düşünmüyorum. Elbette “Git”denmiştir. İmamoğlu böyle bir öneriyle ortaya çıktığında, Kılıçdaroğlu dâhil kimse, “Yok, gitme” demez. Ya da bu gezi olduğunda, “Bizim böyle bir geziden haberimiz yoktu” diye resmî bir açıklama beklememizin bir anlamı yok. Ama bu, “Tamam, artık İmamoğlu konusunda mutâbakat oluştu” anlamına da gelmiyor bence. Kılıçdaroğlu’nun bugünkü paylaşımı, bana hâlâ meselenin ortada olduğunu düşündürüyor.

Bir başka taraf, Mansur Yavaş tarafı. Senin de işâret ettiğin MetroPOLL’ün araştırması ilginç. İlk İsmail (Saymaz) yazdı. Bilgi olarak ilk onda gördüğüm için söylüyorum. Çünkü bildiğim kadarıyla, Özer Sencar henüz araştırmasını paylaşmadı, şu son saatlerde attıysa bilmiyorum, ama herkes İsmail Saymaz’ın haberinden öğrendi. Sunumu da, ilk turda geçebilen tek aday olarak Mansur Yavaş’ın işâret edilmesi. Dolayısıyla burada da, kesin kazanacak aday parametresi üzerinden aday tespiti meselesinde, Mansur Yavaş’ın hâlâ topta olduğunu gösteriyor. Program başlığımız “Aday adayları alana indi” ya? Bir de bu işin, “alana atılanlar” kısmı da var. Dolayısıyla sistemli biçimde, önce Ümit Özdağ’ın manipülatif çıkışıyla, ardından bu anket sonuçları îtibâriyle Mansur Yavaş’ın hâlâ denklemde olduğunu, birtakım riskler içermekle birlikte, bu tazyikin özellikle son günlerde köpüren ve köpürmeye devam edeceği anlaşılan, milliyetçi temaları çok yükselten yeni gerilimler oluşturduğunu, Türkiye’nin sorunları meselesinde, özellikle göçmen-mülteci meselesi ve çevresinde oluşan gündemin, burada önemli etkisinin olacağını düşünüyorum. İktidar stratejisi açısından da şöyle bir hikâyenin oluşacağı kanaatindeyim: Erken seçim meseleleri çok konuşuluyor ya? Yaz aylarında gelişebilecek ve sonbaharda kısmî bir rahatlamayı sağlayabilecek birtakım ekonomik avantajlar, büyük ihtimalle Kürt meselesi, Suriye-Irak denklemi üzerinden oluşacak bir hamâsî atak ve şaşırtıcı biçimde bu göçmen meselesini muhâlefetin üzerine bırakıp, sanki iktidârın tekrar çözüm adresi olabileceği birtakım atakların da gelebileceği bir konjonktüre doğru sürüklenebilir. Bu konjonktürde, muhâlefetin stratejisi de, aday tartışmaları da başka bir muhtevâya doğru oturabilir. Bunları dikkate almamız lâzım.

Muhâlefet cephesindeki adayların, muhâlefet cephesinin içerisindeki temsilleriyle, siyâsetin bütünü içerisinde ve iktidârın stratejisiyle nasıl ilişkilenecekleri de önümüzdeki günlerde belirleyici olacak. Şu anda, iktidârın bu yeteneğini test ettiğini görüyorum. İktidârın, açıklanmamış adaylar üzerine muhtemel stratejisine ilişkin birtakım işâretleri görüyoruz. Ama henüz hamlelerin başlamadığını görüyoruz. İmamoğlu için soruşturma seçeneği kenarda duruyor, HDP’yi kapatma davası kenarda duruyor, göçmen meselesiyle ilgili adımlar kenarda duruyor. Bütün bunların, muhâlefetin kazanma stratejisine ilişkin, iktidârın geliştirebileceği şeyler konusunda bazı belirsizlikleri içerdiğini görüyoruz. 

Sertleşme ve baskı politikalarını yumuşatarak genel bir rota değişikliğinin olmayacağını biliyoruz. “İktidar bir şeyler yapıyor, muhâlefet buna nasıl strateji geliştirecek?” diye konuşuyoruz ama, iktidârın bu “Adayınızı açıklayın”baskısının arkasında olan her aday için, aynı anda denkleme girecek adımları da şu anda beklemede. Bunlar, muhâlefetin eğilimlerini, muhâlefet içerisinde adaylar hakkındaki eğilimleri etkilemeye müsâit şeyler. Dolayısıyla şu andaki tabloyu çok statik ve bir yıl boyunca böyle devam edecek bir tablo olarak okumak, bana çok isâbetli gelmiyor. Yani şu andaki anket sonuçları için de böyle, bu adayların temsil ettikleri hakkındaki fikirlerimiz açısından da böyle. Bu, kısa olmayan bir yıl içerisinde çok değişik etkenlerle değişebilir, etkilenebilir. Çünkü muhâlefetin, adayı saklamak ya da bu adayları henüz potansiyel aday olarak tutma tercihi, belki iddia ettikleri gibi iktidârın bu stratejilerden hangisine yöneleceğiyle ilgili bir belirsizlik yaratıp onu geciktiriyor olabilir. Ama aynı şekilde, kendilerinin buna geliştirebileceği cevap konusunda da bir gecikmesine yol açıyor — bunu unutmamak lâzım. Bu denge ne zaman bozulacak ve bunun zamanlamasını kim belirleyecek? Bu da önemli faktörlerden biri olacak. Çünkü “Seçim görünsün, o zaman karar vereceğiz” demek, çok gerçekçi bir şey değil. Çünkü seçim aslında görünmüş durumda. Ne olacak? On üç ay sonra seçim var. Dolayısıyla bu, çok kuvvetli bir argüman olmaktan çıkmış durumda. Ben bu açıdan diğer adaylar meselesinin, hem muhâlefet içindeki durumları, hem kendi tercih ve pozisyonları, hem de iktidârın muhâlefete karşı geliştireceği hamleler açısından hâlâ denklemde olduklarını ve belirsizliğin devam ettiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ayşe, programı sen açtın, sen kapat. Ama önce Burak’la devam edelim. İmamoğlu’nun bu son çıkışıyla bağlantılı bir şekilde, diğer adayların pozisyonlarıyla ilgili sen ne düşünüyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Türkiye’de ciddî bir yönetim ve ekonomik kriz olduğu için, bu sorunların çözülmesi gerekiyor. Hükûmetin başını en çok ağrıtan mesele de bu. Dolayısıyla, ben yönetme irâdesi ve arzusu gösteren siyâsetçilerin, halk nezdinde her zaman daha mûteber ve popüler olacağını düşünüyorum. O yüzden Ekrem İmamoğlu bu tempoda devam ederse, bence muhalif tabandan ciddî bir desteğe sâhip olacak ve bununla devam edecek. 

Biz Mansur Yavaş’ı daha önce de konuştuk burada. 2009 ve 2014 senesinde, tâne tâne anlatarak, argüman geliştirerek, belli konularda pozisyon alarak seçim kampanyası yürüten bir Mansur Yavaş görmüştük. Meselâ Gezi Parkı olaylarından hemen sonra belediye seçimleri olmuştu. Mansur Bey çıkıp, Avrupa’nın medenî şehirlerinde belediye bütçelerinde “vandallık kalemi” olduğunu, sosyal protestolarda etrâfın ufak tefek zararlar görebileceğini, bunların idâreciler tarafından hoş karşılanıp, toplumsal huzuru muhâfaza etme adına devam edilmesi gerektiğini söylemiş, protestonun bir hak olduğunun altını çizmişti. 2014 senesi düşünüldüğü zaman bu çok ciddî bir siyâsî tutum aslında. Ama 2022 senesinde Mansur Bey bu tavrı göstermiyor. Gezi Dâvâsı ile ilgili bir tavır almadı. Tavır almadığınız zaman eliniz çok temiz oluyor. Mansur Bey bu yetenekten yoksun olduğu için değil, bilinçli bir politika sonucu böyle ilerliyor. Fakat bu bilinçli politika seçim sürecinde gerçekten kendisini muhâfaza edebilir mi bundan çok emin değilim. Dış politika konusunda, Kürt meselesi konusunda, ekonominin yönetimi konusunda Mansur Bey’e sorular gelecek. İşte bakın, siyâsî partiler hazırlık yapıyor; dünyaca ünlü ekonomistler getiriyorlar, ekonomik programlar açıklıyorlar. Mansur Bey’in adaylığı konusunda hangi ekiple çalışacağı, o ekibin kimlerden oluşacağı, kimlerle temas ettiği, nasıl bir ekonomik paradigma benimseyeceği daha belli değil. Bu konuda sorular gelecek. Meselâ Mansur Bey dış politikada Mavi Vatan konusunda ne düşünüyor? Bunların önemi var. Siz bunlara hiç dokunmadan sâdece işini yapan teknokrat, bürokrat bir belediye başkanı profiliyle seçime girdiğiniz zaman, bu popülariteniz hızlı bir şekilde düşebilir. Meselâ Ümit Özdağ’ın bir şekilde onaylaması, Mansur Bey’in dün “Türkçüler Günü” mesajı yayınlaması ve HDP’den şu âna kadar Mansur Bey aleyhine hiçbir açıklama gelmemesi… Mansur Yavaş anketlerde popüler bir aday olarak öne çıkıyor, ama bu tablo böyle devam etmeyebilir. Hattâ Mansur Bey’i destekleyenlerin profiline göre, CHP tabanı da bu adaydan vazgeçebilir. Yani bu şöyle bir şey: Bir araba çok az yakabilir, kullanımı rasyonel olabilir, yedek parçası çok ucuz olabilir; ama sâdece belli profildeki insanlar kullandığı için, geri kalan profil onu kullanmaz. Bu işler böyledir. 

O yüzden, Mansur Bey’in tavır almadan ilerlemesi onu anketlerde yüksek gösteriyor, ama seçimlerde yüksek çıkacağı anlamına gelmez. Ben 2009 ve 2014 seçimlerindeki Mansur Yavaş profilini özlüyorum. Çünkü o bir değişimi ifâde ediyordu. Özellikle 2014 kampanyasında, eski siyâsî husûmetlerin yeni dünyada yeri olmadığını, herkesin değiştiğini, yeni dünyaya adapte olmamız gerektiğini söylüyordu. Bunlar umut vericiydi açıkçası. Ama şimdi benzer bir durum yok. Benzer bir tavır ortaya koyabilirse, gerçek oyunu öğrenebiliriz. 

Bizim gibi rekabetçi otoriter rejimlerde, iktidar sâdece kendi partisini değil, diğer partileri de yönetir. Sâdece kendi söylemini değil, diğer partilerin gündemini ve söylemini de belirler. Dolayısıyla, iktidar tartışma eksenini belirler. İktidâra rağmen gündeme bir konu sokabilmeniz büyük başarıdır. Medya, ağırlıklı olarak iktidârın kontrolü altındadır. Sosyal medya, iktidar trollerinin saldırısı altındadır. Sizin çok güvendiğiniz, “sâdık muhâlif” diye kabul ettiğiniz insanlar, aslında perde arkasından iktidârın gündemini, iktidârın tartışma eksenini beslemek için seferber olabilirler. Biz, ekonominin ana gündem maddesi olduğu durumlarda AKP’nin kaybettiğini, millî güvenlik konularının ana gündem maddesi olduğu durumlarda da AKP’nin kazandığını unutmamalıyız. 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yapılan anketlerde, halkın öncelikli sorunu ekonomi ve işsizlikti. Fakat 1 Kasım’dan önce yapılan anketlerde öncelikli sorun millî güvenlik hâline geldi. Millî güvenlik meselesi sâdece oy verme davranışını değil, muhâlefetteki partilerin siyâset yapma alışkanlığını da etkiler. Kemal Abi üstü kapalı söyledi, ben biraz kitabın ortasından konuşayım: Meselâ, son 1 ayda köpürtülen bu göçmen ve sığınmacı meselesi, AKP’nin bu sorunu çözme irâdesinin bir ön kampanyası olabilir mi?

Ayşe Çavdar: Tabii ki öyle. Geçen haftaki “Adını Koyalım”da bunu söyledik. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet.

Kemal Can: Madem öyle, ben de üstünü açayım, kesinlikle öyle. 

Burak Bilgehan Özpek: 2020 senesine ait BBC Türkçe’nin bir haberini https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53582146.amp gördüm, bugün de paylaştım. Kuzey Suriye Bölgesi’nde 1 milyon kişinin yerleştirilmesi için, 2002 senesinde başlayan “briket ev” projesi var. Ben bunu ara ara İslâmî vakıfların sitelerinde görüyordum. Bazı araştırmalar yapmak için sitelerini sıkça ziyâret ediyorum. İslâmî vakıflar para topluyor. 2500 dolar mâliyetle briket ev yapıyorlar. 13 ayrı bölgede, toplam 1 milyon kişinin yaşayacağı şehirler oluşturuluyor. Câmilerden, cemaatlerden para toplanıyor. Süleyman Soylu galiba şu anda Suriye’de. Bu evlerin açılışı için oraya gitti. Şimdi 1 milyon kişiyi geri gönderme meselesi, bize AK Parti’nin karakterine dâir de bir şey söylüyor. AK Parti şu âna kadar kendi yarattığı sorunları çözmek için daha fazla güç istedi. Çözüm süreçlerini de bir millî birlik ve berâberlik havasında geçirdi. 

Bugün twitter’da insanlara bağıran, göçmenler konusunda “Akılla hareket edelim” diyen insanlar, birkaç ay sonra, Tayyip Erdoğan bu millî güvenlik sorununu çözdüğü için hep berâber bir halka oluşturabilirler. Bir “Yenikapı rûhu” oluşabilir. Biz yeniden ekonomi yerine bir millî güvenlik sorununu çözen bir liderden bahsedebiliriz. 1 milyon insanı büyük bir halkla ilişkiler kampanyası ile, otobüslerle, davul zurnayla Suriye’ye yerleştirmek, Tayyip Bey’e, bugün twitter’da öfkesinden yüzü kızaran insanların desteğini çekmesine sebep olabilir. Dolayısıyla gündem değişir. Biz şu anda İmamoğlu’nu ivedi sorunları çözebilecek enerjik, dinamik bir lider olarak görüyoruz. O yüzden popüler olduğunu düşünüyoruz. Ama ana eksen millî güvenliğe oturduğu zaman, acaba ihtiyâcımız olan lider İmamoğlu mu olacak?

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitirelim. Sen her ne kadar “İmamoğlu aday oldu, hattâ kazandı” havasını yarattın, ama tekrar bir üstünden geçelim.

Ayşe Çavdar: O kadar da değil, abartma Ruşen. Önce, Burak’ın son söylediklerine katılıyorum. O iş danışıklı dövüş, çok belli. Orada bir kurgu var. En sonunda, “Bu işi de ancak Erdoğan ve AKP çözer” deyip işin içerisinden çıkacaklar. Zâten Ümit Özdağ’a baktığımızda, AKP’den asla oy istemediğini, istediği bütün oyların kaynağının yine muhâlefet olduğunu görüyorsunuz. Bazı konularda muhâlefeti radikalleştiriyor ve izlediği siyâsetle AKP’yi mâkul hâle getiriyor. Ben bunun danışıklı dövüş olduğunu düşünüyorum. 

Öbür tarafa gelince: Kemal’in bana katılmadığı noktada söylemeye çalıştığım şey, oyunun bittiği değil. Bundan sonra İmamoğlu dışındaki bir adayı açıklamanın Millet İttifakı için zorlaştığı. Çünkü orada öyle bir kutlama, bir siyâsî elektrik gördük ki, geriye kalan adaylara, Kılıçdaroğlu ve Mansur Yavaş’a baktığımızda, “İmamoğlu’nunki gibi bir temasta, bu elektriği, bu enerjiyi yakalayabilecekler mi? Oraya çıkabilmek için ne getirecekler, ne söyleyecekler, ne yapacaklar?” kısmı kayıp. “Zor… bitti…” dediğim kısım buydu. Yoksa hikâye devam ediyor. 

Hikâyenin devam etmesinde de şöyle bir şey var. Bunu hep Cumhur İttifakı için söylüyoruz. Orası bir “Meksika Açmazı” gibi. Herkesin namlusu birbirinin şakağında vaziyetinde. Aslında Millet İttifakı’nın durumu da bunda farklı değil. Çünkü unuttuğumuz bir şey var: Mansur Yavaş’ı bir kenara koyuyorum, onun başka bir konumu var, aslında bir partisi bile pek yok; ama Kılıçdaroğlu olmadan İmamoğlu, İmamoğlu olmadan Kılıçdaroğlu kazanamaz, aday olsa bile. Değil birinci turu, ikinciyi bile kazanamayabilirler. Muharrem İnce vakasını hatırlayın: Partisiyle arasında mesâfe olan, partisiyle bir derdi olan adayın başına neler gelebileceğini zâten yaşadık ve gördük o seçeneği. Dolayısıyla, İmamoğlu olacaksa bile, Kılıçdaroğlu’nun gönlünü, desteğini alarak ve stratejik olarak da bütün teşkilâtları arkasına alarak olmak zorunda. Öbür taraftan, Kılıçdaroğlu aday olduğunda, arkasında yalnızca altılı masayı değil, Ekrem İmamoğlu’nu da görmek zorunda. Aksi halde hiçbirinin hiçbir şansı yok. Çünkü orada bir hikâye yazılacak. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun kendisi için koyduğu öykü de biraz öyle bir öykü. “Ben geçiş döneminde başkanlık yapacağım. O yetkilerin çok büyük bir kısmını kullanmayacağım.”  Sonrası artık emânet gibi bir masa anlatıyor. O kısmını söylemese bile anlattığı hikâye böyle bir hikâye. Şu anda görünen o ki, öyle bir durumda, Ekrem İmamoğlu, o gelecek olacak. Arada bir aklıma şu senaryo da geliyor: İYİ Parti tabii ki İmamoğlu’nun adaylığını destekler, çünkü Meral Akşener başbakan olmak istiyor. Geçiş süreci bittiğinde, Parlamenter Sistem’e geçildiğinde, neden karşısında Ekrem İmamoğlu gibi bir rakip görmek istesin? Öyle bir durumda rakip olacaklar. Eğer geçiş süreci gibi son derece zor bir süreçte kendini yıpratmazsa, İmamoğlu’nun da şansı bir hayli yüksek olacak. Çünkü oradan yıpranmadan, sağ salim çıkabilmek, öyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönetmeye pek benzemeyecek. Çünkü Türkiye bildiğimiz Türkiye değil. Karşısına nasıl bir şey geleceğini bilmiyor. Biz devletten geriye ne kaldığını ve ne halde olduğunu bile bilmiyoruz. Ekrem İmamoğlu daha iki üç sene önce bir ilçe belediyesinin başkanıydı. Dolayısıyla böyle birisi, ne halde olduğunu bilmediğimiz devletin içinden çıkacak, üstelik birbirleriyle rakip olmak için kulvarın başında bekleyen altı partiyle birlikte. O yüzden ben, şu gördüklerime rağmen, hâlâ Kılıçdaroğlu’nun daha doğru bir aday olduğunu söylüyorum. Seçim kazanmak için değil, geçiş sürecini yönetebilmek açısından. 

Şimdi, muhâlefete muhâlefet yaptığım bölüme geliyorum: Muhâlefet başından îtibâren bir strateji belirleyip bunu halkla seçmenle paylaşmadı. Bence en büyük problemi burada yaşıyoruz. En büyük kafa karışıklığının, bütün bu zorlukların sebebi o. Türkiye’nin mevcut koşullarını nasılsa görmedikleri, bir şekilde görmezden geldikleri için şunu unutuyorlar: Önümüzdeki seçimi partiler kazanmayacak. Bu partilerin hiçbiri seçim kazanacak durumda olmadıkları için ittifak hâlindeler zâten. Dolayısıyla önümüzdeki seçimi muhâlif seçmen kazanacak. Onlar birebir markaj yapacaklar sâhada. Onlar bir araya gelecekler ve onlar örgütlenecekler. Çünkü muhâlif seçmen çok uzun yıllardır önümüzdeki seçimi bir hayat memat meselesi olarak görüyor.  Dolayısıyla Millet İttifakı’nın yaptığı birinci stratejik hatâ, bir strateji oluşturdularsa bile bunu toplumla, seçmenle paylaşmamaları. O yüzden, seçmen sürekli olarak belirsiz, dengesiz, pek güvenilmez, ne olacağı bilinmez bir halle karşı karşıya. O zaman da aday çok önemli oluyor. O zaman biz, “İmamoğlu olsun, kesin kazanır” ya da “Kılıçdaroğlu olsun” diye taraf tutuyoruz. İmamoğlu o geçiş sürecinden nasıl çıkacak? Biraz zor. Çünkü orada birinin geleceğini yakması gerekecek. Kılıçdaroğlu emekliliğini yakabilir, çünkü anladığım kadarıyla emeklilik planları yapıyor zâten. Dolayısıyla bizim meselemiz bu. 

Buradan tekrar adaylara bakarsak, Burak’ın söylediği doğru: Ekrem İmamoğlu, yetkileri kullanacak bir cumhurbaşkanı. O dönemin altından kalkabileceği ve partisini iknâ edeceği konusunda kendine çok güveniyor olması lâzım. Çünkü CHP de az bir şey değil. Bir altılı ittifak var, bir de CHP’nin içerisi de sürekli hizipler, gruplar, ayrılıklarla dolu. Bence sağlıklı bir şey bu. Partilerde böyle şeyler olması gayet doğal ve iyi bir şey. Bu gezi İmamoğlu’nun kendisine inandığını gösteriyor. 

Ama bir de dönüp partiye bakmak gerekiyor. Kılıçdaroğlu az önce söylediğim gibi; Mansur yavaş ise o kadar da temiz değil. Burak’ın az önce söylediğine şu nedenle katılmıyorum: Çünkü biz Mansur Yavaş’ın 3 Mayıs’ta Türkçülük Günü’nü kutlayan paylaşımını gördük. Kurtuluş Parkı benim üniversite hayatımın geçtiği parktır. Derslerden çok orada geçirdiğimi söyleyebilirim. Mansur Yavaş’ı Kurtuluş Parkı’nı özelleştirmeye çalışırken görüyoruz. Mansur Yavaş’ı, Melih Gökçek’in planladığı ODTÜ’nün orta yerinden asfaltı geçirirken görüyoruz. Mansur Yavaş, icrâcı ve kamuya hizmet eden birisi olarak kendisini böyle anlatmak istiyor. Ama icraatına baktığımızda, bir örüntü görüyoruz kaç senedir. Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmaların bir tarzı, bir havası var. Bu, insanların hoşuna gidiyor. Ama sâhada, uygulamada yaptığı örüntü bana çok karışık mesajlar veriyor. Öbür taraftan Mansur Yavaş, Ümit Özdağ’ın onu aday göstermesiyle, aday olarak onun adını telaffuz etmesiyle, bence şansını çoktan kaybetti. Arkasından, hem Kılıçdaroğlu’nu hem Akşener’i ziyâret etmesi… Orada Akşener’in mânîdar bir jesti vardı. Mansur Yavaş’a adaylığı sorusu sorulduğu zaman eline mikrofonu alıp, “Ben de onu söyleyecektim” dediğinde, Akşener de ona bir bakış attı. Yani çok belli orada bir gerilim yaşandığı. Mansur Yavaş aynı zamanda, “Biz Kürtlere muhtaç olmadan seçim kazanalım” diyenlerin de adayı. Aslında yeri çok belli. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız siyâsî buhranın problemleriyle nasıl ilişkileneceği çok belli. Anketlerde oyu yüksek çıkıyor olabilir; ama seçim kazanma stratejisi ve seçim sonrasını idâre etme açısından Mansur Yavaş’ın ne kadar toplu olduğundan emin değilim. Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu için de biraz önce söylediğim gibi, hangisi aday olursa olsun, bir diğerinin desteği, tam bir işbirliği olmadan hiçbirinin adaylığı şu anda anlamlı değil. Bir gelecek daha vaat etmiyor.

Şunu da tekrar edip bitireyim: Artık bir an önce masaya halkı almaları lâzım. Bu siyâsî partilerin hiçbiri tek başlarına ve üstelik ittifak olarak bile seçim kazanabilecek durumda değiller. Halkı oraya ortak etmeleri gerekiyor. Bunun yollarını bulmaları gerekiyor. İmamoğlu bunu yapabilmeye yakın gibi göründüğü için eli daha güçlü. Kılıçdaroğlu’nun bu hikâyede kendine biçtiği rol çok farklı. Eğer ikisinden birini seçiyorlarsa da, bunu deklare etmeleri lâzım. Bu da adayın açıklanmasıyla olacak gibi görünüyor. 

Kemal Can: Ben bir şey söylemek istiyorum: Yorumlarda ve analizlerde şöyle bir soyutlama yapılıyor: Sanki altılı masa siyâsî partilerden oluşuyor, oradan siyâsî bir karar çıkacak; ama bunun dışında, bununla hiç ilişkisi olmayan bir kamuoyu var, o tamâmen bağımsız, sâdece kazanmayı düşünen ve öyle akıl yürüten bir kitle, bunlarla hiçbir bağı yok. Dolayısıyla, bunlar arasındaki uyumsuzluk üzerine bazı yorumlar yapılıyor. Analizleri okurken de, o altılı masadan çıkacak karârı düşünürken de gerçekçi değil. Şimdi tek parametre seçimi kazanmak değil. Orada, siyâsî aktörler ve siyâsî partiler var ve karârı onlar verecek. Onlar, seçimi kazanmak yanında, seçimden kazançlı çıkmak gibi bir perspektifle hareket ediyorlar. Bu da ittifak masasının problemini oluşturuyor. Bunu da defâlarca konuştuk. Ama şu önemli: O kamuoyu dediğimiz şey de, nötr ve sâdece kazanma motivasyonu ya da “Memleketi en iyi kim yönetir?” motivasyonuyla davranmıyor. Onların da çok önemli bir kısmı, siyâsî parti mensubu veya taraftarı. Bunu akıldan çıkarmamak lâzım. O yüzden, meselâ anketlerde Mansur Yavaş’a çok oy çıkmasını, İmamoğlu’nun biraz daha geride Kılıçdaroğlu’nun daha farklı çıkmasını, o geçişkenliklerin, o tercihi ifâde eden kesimlerin siyâsî mensûbiyetiyle ilişkisini görmemiz lazım. Bu hiç yokmuş, sanki halk ayrı bir şey, siyâsetçiler ayrı bir şeymiş gibi davranılıyor. Bunu zaman zaman Burak da dile getirmişti. Türkiye’de pek çok insan siyâsî parti mensûbiyetiyle birtakım kararları veriyor; öyle düşünüyor. “Şu olsun” derken, sâdece o insanların vasıflarına bakıp, Türkiye’nin ihtiyaçlarıyla karşılaştırarak davranmıyor. Aynı zamanda, bir siyâsî kimlikle davranıyor. Bu bizim işimize daha çok yarar. Bunun olmasına tazyik etmeliyiz. Bunu akıldan çıkarmamamız lâzım. Bu önemli bir değişken, iktidârın oynadığı ve biçimlendirmeye çalıştığı şeylerin içerisinde bunun önemli bir payı var. Bunu görmemiz lâzım. Bunu görmeden yapılan analizler, hem adaylar üzerine yapılan değerlendirmeleri hem anket sonuçlarını farklı yorumlamamıza neden oluyor. 

Ruşen Çakır: Burak, senin ekleyeceğin bir şey var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır.

Ruşen Çakır: Peki, o zaman “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Tekrar iyi bayramlar dileyelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.