Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (51): Akşener’in Gezi davası çıkışı

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da bu hafta Gezi davası kararlarını İYİ Parti lideri Meral Akşener‘in Gezi çıkışını, muhalefetin duruşunu ve Batı’nın tepkisini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine bu hafta da Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konuyu enine boyuna konuşacağız. Konumuz Gezi Dâvâsı’nın sonuçları ve bundan sonra yaşanabilecekler. Arkadaşlar, merhaba. Yayını hep yaptığımız gibi yine ikiye bölelim istiyorum. Bu dâvânın hukukî bir dâvâ olmadığını zâten herkes biliyor. Siyâsetçiler de, ayıp olmasın diye, “bağımsız yargı’”diyorlar; ama onlar da biliyor. Siyâseten nasıl bir karar verileceğini bekledik. Beraat de çıkabilirdi. Mahkeme heyeti herhalde verilebilecek en ağır cezâyı verdi. Belli ki ülkeyi yönetenler böyle karar vermişler. İlk turda öncelikle bunu konuşalım. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere siyâsî iktidar niye böyle bir şey istedi? İkinci turda da bu karara yönelik verilen tepkileri, özellikle muhâlefet partilerinin duruşlarını konuşalım. Bugün İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, grup toplantısında çok açık ve net bir çıkış yaptı. Açıkçası ben biraz şaşırdım, bu kadarını beklemiyordum diyebilirim. İkinci turda da tepkileri ve muhâlefeti konuşalım.

Kemal, seninle başlayalım. Erdoğan niye böyle bir şey yaptı? Batı’nın taleplerine rağmen niye geri adım atmadı? Ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Aslında sorunun kendisinde şöyle bir şey var: Niye yapsındı ki? “Niye geri adım atmadı?” Niye atacaktı? “Bunu neden yapacaktı?” sorusunun cevâbı olmadığı için, yaptığını da anlayabiliyoruz. Yaptığı ilk şey değil. Bir aşamada bâzen hukukî meseleler, bazen bir dâvâ, bâzen bir olay, doğrudan veya dolaylı olarak siyâsî sonuçlar yaratır. Bu olay öyle bir olay değil. Bu olay, bir aşamasında siyâsî iktidarın dahline uğramış, onun manipülasyonuyla yön değiştirmiş bir hukukî süreç değil. Kuruluşu îtibâriyle, bir mahkemede cereyan ettiği için buna “dâvâ” diyoruz ama, bu iş ilk ânından îtibâren siyâsî bir meseleydi. Burada bu dâvâya konu olan ve daha sonra defâlarca farklı farklı dâvâların malzemesi olan dinlemeler, araştırmalar ve soruşturmanın başlama aşamasından îtibâren, bu tamâmen bir siyâsî operasyondu ve hep öyle yürüdü. Hiçbir aşamasında hukukî bir tarafı olmadı. Türkiye’de son zamanlarda çok tartıştığımız üzere –ekonomide de bunu tartışıyoruz, siyâsette de tartışıyoruz, yargıda ve hukuk alanında da tartışıyoruz– yaşanan hukuksuzluklar, bir yanlışlık, bir yoldan çıkma, bir liyâkat sorunu değil; karşımıza gelen şeyler, burada yaşanan skandallar, adlî hatâlar değil. Akıl almaz tuhaflıklar yaşandı, öyle böyle değil. Türkiye’nin yargı târihine, belki dünyanın hukuk târihine kayıt düşecek çok acayiplikler yaşandı. Şimdi bunları yeniden saymaya gerek yok. Ama ben şunu net biçimde görüyorum ki, bunların hiçbiri rastlantı veya yanlışlıkla olmuş şeyler değil. Kazâyla çıkmış şeyler ya da basîretsiz birilerinin beceriksizliğinden doğmuş meseleler değil ya da yürümekte olan bir hukukî sürece siyâsîlerin müdâhale etmesiyle yolundan çıkması değil. Her aşamasında bu, böyle kuruldu, böyle devam etti ve bugün de çıkan karar, bütün sonuçları îtibâriyle siyâsî bir mesaj içeriyor. 

Dediğim gibi, aslında bunu her alanda yaşıyoruz. Çok bağlantılı görülmese bile, ben ekonomi konusunda yaşananların da benzer olduğunu düşünüyorum. Sistemli, bile isteye yapılan bir şey var. Çok kuvvetli bir servet transferi operasyonu yürütülüyor. Üstelik de bunu “beceriksizlik”, “şapşallık” diye anlatarak konuştuğumuz ve kriz içerisinde bir ekonomide, büyük yığınların çok büyük bedel ödeyerek yaşadığı, belki de dünya târihinin ve Türkiye tarihinin çok önemli bir servet transferi yaşanıyor. Açın, bankaların kârlılık oranlarına bakın. Açın, millî gelirin kendi düşüşünün yanında, çalışanların millî gelirden aldığı paydaki düzenli düşüşe bakın.

Hukuk meselesinde de aynı. Artık ikili hukuk sistemi var. Bu dâvâda, çok bâriz biçimde, “Anlamadıysanız bir daha anlatalım”şeklinde, çok net bir ikili hukuk mantığının, ilk aşamadan îtibâren geçerli olduğunu biliyoruz. 17-25 Aralık soruşturmaları için kumpas malzemesi sayılarak imhâ edilen ve zehirli değersiz kanıt olarak kullanımı yasaklanan malzemeden, bir başka hâdise, başka insanlar, yeniden kıymetlendirilerek mahkûm edildi. Bu, yanlışlıkla olmuş bir şey değil. Bu, gösterile gösterile yapılan bir şey. Bu artık böyle bir şey. Yargının siyasallaşması, bunun yanı sıra, hukuksuzluğun ve ikili hukukun kurumsallaştırılmasının ilânı. Dolayısıyla iktidârın girdiği yol, “Niye böyle yaptı?” diyeceğimiz bir şaşkınlık değil, sâdece, bu girdiği yolda ölçünün ya da ölçüsüzlüğün ne kadar ilerleyebileceğiyle ve hangi evreye geldiğiyle ilgili bir şey. 

Dolayısıyla Gezi Dâvâsı’nın sonuçlarını, birilerinin uğradığı haksızlık olarak okumanın artık çok yetersiz olduğunu düşünüyorum. Burada çok ağır bir vicdansızlık, çok ağır bir haksızlık, ağır bir ihlâl var. Bu artık uluslararası yargı kararlarıyla da tescil edilmiş bir şey. Bunda hiç şüphe yok. Ama Türkiye’nin, buradan verilen siyâsî mesajla ilgili düşüneceği şey, birilerinin uğradığı haksızlığa karşı reaksiyon vermek değil. Bütün aktörlerin bu meseleye, kendisine artık nasıl bir düzen içerisinde yaşadığını anlatan hüküm olması açısından bakması gerekiyor. Dolayısıyla orada yargılanan ve mahkûm edilenler değil, orada olan bitenle hiç ilgisi olmadığını düşünen herkes açısından çok önemli bir sonucu var. Pek çok dâvâda benzer sonuçlar var. Önümüzdeki günlerde bunları göreceğiz. Demin ekonomiyle ilgili anlattığım, bile isteye yapılan çok sistematik bir şey. Aynı şekilde bunun devlet yapılanması var. Neredeyse her gün dehşet verici sayıda atamalar ve yerleştirmeler yapılıyor. Devletin bütün kurumsal kapasitesiyle ilgili aynı tür bir tabloyla karşı karşıyayız. Yargıyla ve hukuk alanıyla ilgili böyle bir tabloyla karşı karşıyayız. Ekonomiyle ilgili böyle bir tabloyla karşı karşıyayız. Uluslararası ilişkilerde alınan pozisyonla ilgili böyle bir tabloyla karşı karşıyayız. Aslında o siyâsî iradenin, keyfî ve denetimsiz biçimde kendisi için her türlü şeyi yapmaya hak gören tarzının engelsiz biçimde ilerlediği ve evre evre bunun yükseltildiği bir tabloyla karşı karşıyayız. 

Bunun karşısında anlamak zorunda olduğumuz şey, tek tek bu durumu neden yaptığıyla ilgili değil, bu bütünle ilgili olmak zorunda artık. Bu kaçınılmaz bir şey. Bunun çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Artık, böyle vakalar bazında “Bunu niye yaptı?” diyeceğimiz bir şey yok; hepsi bir bütünün parçası. Yani buna “siyâsî operasyon” olarak baktığımızda, “Nasıl bir atmosferde seçime gidiyoruz?” konusunda bir şey söylüyor ve iktidârın neleri yapacağı, nasıl bir stratejiyle yürüyeceği hakkında bir fikir veriyor. Ama bundan daha fazla bir şeyi daha söylüyor: Artık kurumsallaşan ve yerleşen şeyin ne olduğunu bize anlatıyor. Bence bu perspektiften bakmak gerekiyor. O yüzden de dediğim gibi, iktidârın yaptığında bir rota değişikliği ya da seviyeatlamadan çok, doz değişimiyle ilgili bir durum görüyorum ve açıkçası bunu algılayarak buna reaksiyon vermenin ve bunun son derece siyâsî bir mesele olduğunun idrâki gerekiyor. Bu hep söylenen bir şey. Meselâ altılı masanın temel esprisi de bu: “Bu hukuksuzluk zemini, hepimizi ilgilendiren bir şey”. Ama bunun lâf olmaktan çıkıp, sâhiden herkesle ilgili, herkesin üstüne alınması gereken bir hüküm olduğunu fark ederek davranmak gerekiyor. 

Bâzı aktörlerin bu konuda oldukça yüksek çıkışlarını gördük. Ama buna karşılık, çok bildiğimiz ezberlerle, başka şeylerin tekrar ifâde edildiğini de gördük. Klasik, “İktidar bunu niye yaptı? Kutuplaştırmayı derinleştirmek istiyor, kışkırtıyor” yorumlarının da aynı ölçüde, üstelik de bu sefer, daha çok belirli bir çevreden, masanın “endîşeli mahçup”tarafından geldiğini gördük. Bu konuda o cenahtan pek çok yorumcunun yine, on senedir tekrar edilen dosyalarını çıkardıklarını, bunun bir kışkırtma olduğunu söylediklerini görüyoruz. Bence, artık ekonomi dâhil olmak üzere bunu başka türlü konuşmanın zamânı geldi. Konuşmaya başlama niyetindeki bazı çıkışlar var, onları da ikinci turda konuşuruz.

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim. Soru aynı: Sence burada iktidârın murâdı neydi?

Burak Bilgehan Özpek: Herhalde bunun bir yargılama olmadığı konusunda hemfikiriz. Bu, aslında karârı önceden verilen bir infâzın tebliğ edilmesinden başka bir şey değil. Bunun da birkaç siyâsî sonucu olacak. Öncelikle bu, muhâlifleri çok tedirgin eden bir şey. Çünkü seçimlere bir sene kala, “Ceketimizi assak kazanırız”rahatlığı içerisinde bir muhâlefet varken, hâkimlerin böyle kararlar alması hakîkaten tedirgin edici. Çünkü bu hâkimler, aynı zamanda Yüksek Seçim Kurulu hâkimleri de olacaklar. Çünkü son yasayla berâber onlara böyle bir imkân tanındı. Dolayısıyla bu, hakîkaten tedirgin edici. Bugün demokratikleşme literatüründe bile, dünyanın en demokratik, yargı bağımsızlığı en yüksek seviyede olan ülkelerinde dahi, hâkimlerin siyâsî sezgileriyle hareket ettiği ve yargı bağımsızlığını buna göre hayâta geçirdiği söylenir. Eğer bir sene sonra iktidar değişimi muhâliflerin murat ettiği gibi olacaksa, bu hâkimlerin bu karârı vermesi gerçekten düşündürücü. Bunu söylemek gerekiyor. Ben çok tedirgin oldum. Bu, sonucu. Ama amacı bu muydu? Onu bilmiyorum.

İkincisi, Osman Kavala aslında çok sembol bir isim oldu. Özellikle hükûmet içerisindeki klikler arası mücâdelede ve hükûmetin dış politika ekseni açısından, Osman Kavala’nın âkıbeti bir endikatör/gösterge olarak kabul edildi. Eğer Kavala serbest kalırsa, özellikle Ukrayna krizinden sonra hükûmetin biraz daha Batı’ya yaklaşma imkânının artmasıyla berâber, böyle bir aks değişimi konuşulmaya başlandı. Dolayısıyla, özellikle hükûmet içerisindeki Turkuvaz Medya Grubu, Milliyetçi Hareket Partisi gibi, Türkiye’nin bir beka sorunu yaşadığı, dolayısıyla daha keyfî bir idâreyle yönetilmesi gerektiği ve bundan dolayı da Batı normlarından uzaklaşmasının gerekli olduğu görüşünü savunan kesimler, Osman Kavala’nın içeride tutulmasını bir temînat olarak gördüler. Geçmişte bunu da yaşadık. Durduk yere Sabah gazetesinde çıkan Kavala haberlerini hepimiz hatırlıyoruz. Tabii hükûmet, yargı karârı olmadan kişileri suçlu ilân etme hürriyetini kendinde bulduğu için, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ya da herhangi bir kişi, yargı karârı beklenmeden zâten gazetelerde suçlu ilân ediliyor. Yani yargı kararı, o ilânın estetize edilmiş bir hâli oluyor ya da o ilânın bir tiyatrosu şeklinde gerçekleşiyor. O yüzden, Kavala’nın içeride tutulmasının hükûmet ve ittifak içi ilişkiler açısından da bir anlamı olabilir. 

Bu “kışkırtma”teziyle ilgili ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Kışkırtma tezi, aslında bizim muhâfazakârlara yönelik okumamız ve AK Parti’nin yirmi yıllık hikâyesine dâir, oy veren vatandaşların hangi motivasyonlarla seçim yaptığına dâir analizimizle de alâkalı bir şey. Yani sürekli olarak kimlik temelli bir okuma yapılıyor ve muhâfazakârların hayâtında kendi kimliksel endîşelerinden başka bir konu yokmuş gibi davranılıyor. Ama 2013 senesine gittiğimiz zaman, aslında 1,8 lira olan dolardan bahsedebiliriz. İnanılmaz bir büyüme rakamından bahsedebiliriz. İnsanların Adalet ve Kalkınma Partisi’nin etrâfında kümelenmesinin sebebi, biraz da, kimliksel endîşelerinden ziyâde, mevcut ekonomik istikrârın bozulmasına dâir duydukları korku. 

Dün bir arkadaşımla sohbet ederken çok ilginç bir şey söyledi: “Hayat pahalılığı öyle bir noktaya geldi ki, zamânında insanların niçin AK Parti’ye oy verdiğini şimdi daha iyi anlıyorum.” Çünkü zamânında çok ucuz bir ülkede yaşamışız. O yüzden 2013 senesinde kurulan seküler-muhafazakâr karşıtlığı, aslında o dönem ekonomiden memnun olan ya da mevcut hükûmetin kurduğu ekonomik paradigmadan memnun olan insanların kendi ekmeklerini korumak için Gezi Parkı protestocularına verdiği tepki de olabilir. Her an, her istediğiniz zaman kışkırtabileceğiniz koşullar artık şu anda mümkün değil. Gezi’yi protesto edenleri meydana çağırdığınız zaman, hükûmetin arkasında 2013’te olduğu gibi hizâlanacak, onu destekleyecek, cânı gönülden bir millî irâde söylemiyle savunu yapabilecek bir kalabalık bulamayabilirsiniz. Çünkü o kalabalığın temel derdi, sekülerlere karşı muhâfazakârları savunmaktan ziyâde, aslında 2013’teki refahlarını korumak da olabilir. 

Hatırlayalım: Muhâfazakârların gözünde “Geziciler”i kriminalleştiren hâdiseler neydi? Bankamatik tekmeleme parayla alâkalı bir şey. Doların 1,8 liradan 1,9 liraya çıkması fâciaymış gibi anlatıldı. “Türk ekonomisi şu kadar para kaybetti” gibi şeyler söylendi. Daha sonra fâiz lobisi söylemi devreye girdi. Sanki Türkiye’deki refâhı kurutmak isteyen bir fâiz lobisi varmış ve bunlar göstericileri tetiklemiş gibi bir durum ortaya çıktı. Ben asıl, öncelikli tepkinin, yani AK Parti seçmeninin “Geziciler”e karşı koyduğu tepkinin sebebinin ekonomik olduğunu düşünenlerdenim. Elbette ki bunu bir şekilde millî güvenlikle de, kimlikle de bir şekilde süsleyip maskelemeyi başardılar. Siyâset zaten biraz da bu demek. Ama iktisâdî olarak 2013’te hassas olan seçmen, 2022 senesinde yok. O yüzden, kışkırtılma meselesi, aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hiç ummadığı sonuçlar da verebilir. Bu çok tehlikeli bir oyun ve eminim ki bunu da görüyorlardır.

Burada anayasal haklardan vazgeçmemek gerekiyor. Yani kışkırtılma söyleminin de anayasal hakların arkasına atılmaması gerekiyor. Öncelikli olarak, esas olarak, norm olarak bu barışçıl protestoların anayasal bir hak olduğu savunulmalı ve bu kışkırtılma konusundan da o kadar çok korkulmamalı. Kitlesel protestolarla bir sonuç elde edilir mi edilemez mi? Bu protestolara çıkan insanların can güvenliği, sağlıkları, polisin olası tepkisi ne olur? Bunların hepsi ayrı konular. Bunlar oturup düşünülmesi gereken konular. Ama ben, “Hükûmet kışkırtma yaratmak istiyor, polarizasyonu derinleştirmek istiyor” argümanının 2022’de geçerli olmayacağı kanaatindeyim.

Ruşen Çakır: Ayşe, bu turu seninle noktalayalım. Sen ne diyorsun? Erdoğan’ın bir hesâbı var mıdır, varsa nedir? 

Ayşe Çavdar: Ben bugün biraz büyük resimden bahsedeceğim. Hem de çok büyük resimden bahsedeceğim. Gezi’yi neden mahkûm ettiğini anlayabilmek için, Gezi’nin hem o dönemde hem de şimdi ne anlama geldiğini ve Gezi’nin nasıl bir sürecin sonunda olduğunu konuşmamız lâzım. Ben Gezi’nin yalnızca AKP’ye karşı bir direniş olmadığını iddia ediyorum. Ne zamandır neoliberal politikalarla kamunun alanını, Kemal’in söylediği o servet transferi yoluyla daraltan bir genel siyâsete, bir devletlû oluşa bir îtirazdı. 

Gezi’nin, Gezi Parkı gibi aslında çevre bile sayılamayacak küçücük bir parktaki ağaçları korumak üzere gelen insanların canlarını, bu defâ polis şiddetinden korumak üzere bütün Türkiye’ye bu kadar yayılmış, bütün Türkiye’yi kapsamış bir hareket oluşunun sebebi, herkesin ortak bir derdiyle ilgili çok temel bir şey söylemesiydi: Devlete, “Ya, bi dur! Beni çok daralttın. Nefes aldığım tüm alanları alıp başka insanlara veriyorsun; kendi yandaşlarına, destekçilerine veriyorsun. Bunun karşılığında, siz devlette olan insanlar, güya hepimiz adına devleti yönetmekte olan insanlar, çeşitli çıkarlar elde ediyorsunuz. Ben buna karşılık işimi kaybediyorum, geleceğimi kaybediyorum, emeklerimi kaybediyorum, şehrimi kaybediyorum, mahallemi, sokağımı, ağacımı, her bir şeyimi kaybediyorum. Benden aldığınız yeter.” Gezi’nin olayı buydu. 

Gezi, kamusal alanı, kamusal olanı, kamuya ait olanı, hepimize, hem geçmişimize hem geleceğimize âit olanı, devletin, tek taraflı ve “Çok oy aldım da buraya seçildim” diyen birkaç adamın gönüllerince sarf etmesine karşı, “Yeter artık!” dedikleri bir yerdi. O yüzden son derece sivil bir hareketti. Gezi, 2000’ler boyunca, o hareketli, canlı sivil toplumun, ki bugün hapsedilen aktörlerine baktığımız zaman, o hareketliliğin, sivil toplumun –sivil toplumdan kastım da STK’lar değil–, siyâsetin, siyâsî aktörlerin, kurumsal siyâsetin, siyâsî partilerin içermeyi beceremedikleri –onun da çeşitli sebepleri var, onu çok uzun konuşmak gerekir– gerçek, hakîkat ve yaygın taleplerin temsil edildiği ve savunulduğu bir yerdi. Tayyip Erdoğan ya da onun mahkemesi, bu savunuyu, bu bakışı, yani devlete “Bizim ortak, müşterek varlıklarımız senin yalağın değildir” diyen bir sivil sahip çıkıcıyı; gayet medenî, gayet sivil bir savunuyu mahkûm etti. 

Niye böyle bir şey yaptı? Çünkü eğer böyle bir savunu varsa, onun izlediği “devletlû” hikâye yok. Bugün muhâlefetteki siyâsî partilere baktığımızda, ekonomik anlayış olarak farklı bir anlayış söylemiyorlar. O yüzden “liyâkat” diyorlar. Niye liyâkat? “Bunları daha akıllıca usturupluca yapacağız” demek aslında liyâkat. Ama bunun dışında, yani Tayyip Erdoğan’ın önerdiği, piyasayı devletin dağıttığı bir “ayrıcalıklar manzûmesi” olarak tanımlayan neoliberalizm de böyle bir şey zâten. Böyle bir şey olarak tanımlanan bir ekonomi ve bir devlet mekanizması olarak görmekten hiçbiri memnun değiller. O yüzden o konuda anlaşıyorlar. Bunu kimin hangi üslûpla yapacağı konusunda pek anlaşamıyorlar. Fakat toplumun Gezi’de söylediği şey buydu. “Bana âit olanı, hepimize âit olanı bu kadar savruk bir şekilde ona buna dağıtamazsın.” Birazdan, siyâsî partilerin buna nasıl sâhip çıktıklarına ilişkin bir şeyler de konuşacağız. Egemenlik söz konusuysa, Gezi’de toplumun otonomisiyle ilgili olan anlamda bir egemenlik söz konusuydu. Bu bağlamda Gezi’yi iyi okumak lâzım. 

Kimin yargılandığına ve kimin hapsedildiğine baktığınızda da aynı şeyi görüyorsunuz. Osman Kavala ile daha sonra tanıştım, birlikte çalıştık. Hatırlarsanız, KCK Dâvâları esnâsında taş atan çocuklar meselesi vardı. Benim için Osman Kavala, ben onunla henüz tanışmazken, o mesele esnâsında bir çocuğu biber gazından korumaya çalışan bir adamdı. Ben Osman Kavala’nın farkına ilk defa öyle vardım. Bir gazetenin ilk sayfasında, bir çocuğu gazdan korumaya çalışırken fark ettim. Biri bu meselâ. 

Can Atalay kim? Can Atalay’la ilgili dün mahkeme kararı verildiğinden beri atılan tweet’lerebakarsanız: Hiç birbirine benzemeyen insanlar, çeşitli yerlerde, Soma’da, Çorlu’da, şurada, burada Can Atalay’ın mahkemelerde onları nasıl savunduğunu anlatıyorlar. “Biz de onunla berâberiz” diyorlar. Soma dedim, bundan dolayı değil ama başka bir nedenle içeride olan ve rehin tutulan Selçuk Kozağaçlı da aynı şekilde. Başka kim var? Tayfun Kahraman çok yakın arkadaşımdır, canım arkadaşımdır. Uzun bir süre komşuluk da ettik. Tayfun Kahraman, Şehir Plancıları Odası Başkanı olarak, yıllarca önce İstanbul’da, sonra Türkiye’nin her yerinde, Gezi dolayısıyla bahsettiğim, devletin kamusal rızâyı almadan tek yönlü olarak özelleştirme pratiklerine karşı korumak için yüzlerce dâvâ açmış, o dâvâlara müdâhil olmuş bir insan. Dolayısıyla biz o mahkemeye baktığımız zaman, neyin mahkûm edildiğini, daha doğrusu neyin susturulmaya, kıstırılmaya, korkutulmaya çalışıldığını çok net görüyoruz. Diyor ki: “Bu toplumu ve bu toplumun varlıklarını bana karşı savunamazsınız kardeşim. Bunu yapamazsınız.” Söylediği şey bundan ibâret. Uzatmamak için diğerlerini saymıyorum, hepsi için benzer şeyleri söyleyebilirim. 

Daha evvelki programlarda söylemiştim, Türkiye, 99 Depremi’nden ve 2001 Krizi’nden çıkarken iki şey üretti: Biri bir hastalık, biri gayet sağlık belirtisiydi. Hastalık belirtisi olan şey AKP. Sağlık belirtisi olan, gelişkin bir toplumun bütün krizlere rağmen oluşmakta olan şeye dâir belirtisi, canlı bir sivil toplumdu. AKP’nin onca zaman boyunca –ve bence hâlâ bugün bile– en önemli ve en güçlü siyâsî rakibi sivil toplumdu — partili muhâlefet değil. Partili muhâlefet, bu gerçeği fark ettiği zaman, belki gerçekten kavrayıcı, kapsayıcı, “ittifak” lâfının hakkını veren bir şeyler yapabilmeye başlar. Türkiye’nin sağlık belirtisi, ürettiği sivil toplumdu. 2013’ten sonra, özellikle Gezi’de, AKP’nin Gezi’ye bakıp, neyle baş edemediğini ve neyle baş edemeyeceğini gördüğü bir dönüm noktası oldu. Ve o andan îtibâren de, 2000’lere güya AKP’ninmiş gibi görünen o demokratik, neşeli, canlı, coşkulu havayı veren sivil toplumu söndürmeye çalıştı. Bu da o aşamalardan bir tânesi. Ne yazık ki sert bir aşama. Geçecektir diye düşünüyorum, çok yükseğe çıkanın düşüşü yüksekten olur çünkü. Ben böyle olduğunu düşünüyorum. 

Bir de özgüven hikâyesi var. Bu mahkemenin kendisi ve Gezi ile kurulan dâvânın kendisi, Türkiye’nin, imzâ attığı anlaşmalarla taraf olduğu uluslararası hukuk mercilerinde, “hukuksuz ve âdil olmayan bir dâvâ” olarak görülmüş vaziyette zâten. Nitekim dâvânın üç hâkiminden birinin yazdığı şerh de çok dikkat çekici: Yasak delillerle hüküm kurulduğuna dâir, gayet usûlden, kendi üyesi olduğu mahkemeyi mahkûm eden, bu yolla şerh koyan bir hâkimin varlığı söz konusu olduğunda, biraz aşırı bir özgüven görülüyor. Bu özgüveni de, yine muhâlefetin dinamikleriyle yan yana koyarak konuşmak lâzım. Tamam, kürsülerinde en üst perdeden sahip çıktılar filan, ama AKP’de hukuksuzluk konusunda bu türden bir özgüvenin oluşmasında da muhâlefetin önemli bir payı var. Özellikle son bir yıldır, “Nasıl olsa kazanacağız” diye bir türlü içinden çıkamadığımız rehâvetin ve umut vermeme direnişinin yarattığı bir özgüven olduğunu düşünüyorum. Muhâlefetin de böyle bir sorunu var. Neredeyse, “Biz topluma umut vermeyelim de ne olursa olsun” vaziyetindeler. Dolayısıyla, şu anda yaşadığımız hakîkaten büyük bir şey. Çünkü az önce söylediğim gibi, Gezi’de mahkûm edilen, toplumu, topluma âit olanı savunan insanlar — dolayısıyla o savununun kendisi. O savununun önde gelen, en çok fedâkârlık yaparak o savunuyu yapan insanları mahkûm ederken topluma, “Sen kimsesizsin. Benim karşımda seni savunabilecek kimse yok. Hepsini mahkûm edeceğim. Sen benim karşımda yalnız ve savunmasız kalacaksın” mesajını vermiş oldu AKP. Bu, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arası verdiği mesajın aynısı. 15 Temmuz 2016’dan sonra Olağanüstü Hal döneminde verdiği mesajın aynısı. Dolayısıyla, bu mesajı doğru okuyup oradan devam etmek gerekir. Evet, sindirmek istiyor, ama sindirilmenin de bir sınırı var.

Ruşen Çakır: İkinci turda daha çok muhâlefeti ve toplumsal tepkileri konuşacağız. Bir, dâvânın kendisini sorgulamak var, bir de Gezi’yi sorgulamak, Gezi’ye sâhip çıkmak var. Bunun dışında, Gezi’den bahsetmeden, sadece yargının tarafsız ve bağımsız olmadığı üzerinden eleştiriler yapanlar da oldu. Ama dün, Kemal Kılıçdaroğlu hem Gezi’ye sâhip çıktı hem dâvâyı eleştirdi. Başta da söylediğim gibi, bugün de Meral Akşener çok net bir şekilde Gezi’ye sâhip çıkıp, dâvâyı eleştiren açıklamalar yaptı. Bu arada birtakım bireysel çıkışlar da var. Meselâ, eski AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık, yargılamayı çok sert bir şekilde eleştirdi. Hattâ bu arada, 2019 yerel seçimlerinde oyların çalındığını da söyledi. Kemal, sen Kocabıyık’ı iyi bilirsin, eskiden Tansu Çiller’in danışman ekibinin başıydı, ilginç bir kişiliktir. Abdullah Gül’ün söyledikleri var. Ama bence bunların en önemlisi Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısındaki çıkışı ve ardından Meral Akşener’in, bir anlamda onun bıraktığı yerden, çok daha anlamlı çıkışı. Katılır mısın Kemal? Yani, sağın ve milliyetçi sağın içerisinden gelen birisinin bu çıkışı beni biraz şaşırttı açıkçası. Akşener bu konuda bir şeyler söyler, ama ayağı frende söyler diye düşünmüştüm; ama ayağı gazdaydı. Ne düşünürsün?

Kemal Can: Akşener’in ve Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına döneceğim, ama genel bir şey söyleyeceğim. İlk turda da konuştuğumuz gibi, bu dâvâ, Gezi olayının kendisi, bugün verilen karar ve bu kararı oluşturan siyâsî irâdenin niyet ve stratejisi berâber düşünüldüğünde, hattâ uluslararası bağlama oturtulduğunda, gördüğümüz şöyle bir şey var: Aslında Gezi neyi temsil ediyorsa, bu karar da onun tam zıddını temsil ediyor. Meselâ Osman Kavala’yı Gezi ile bağlayarak yargılamalarının arkasında, onun temsil ettiği şeyler var. Sivil toplumuyla, siyâsî aktörleriyle, iş insanı ya da sanatçı gibi birtakım bağımsız insanların, bu toplumun bütünüyle ilgili dertlerini açıkça politik alanda göstermeleriyle ilgili bir potansiyel. Bugün verilen reaksiyonlarda da bunu görüyoruz; herkes kendi meşrebince bir tarafından algılıyor bunu. Zâten Gezi olayları ortaya çıktığında da herkes böyle davrandı: Katılanlar ve izleyenler için, orada yer alan büyük çeşitliliğin herkes için farklı anlamı vardı. Bütün siyâsî aktörlerin ve bu toplumun kendi rüştünü ispat edebileceği bir kimlik kazanmasının potansiyel zemini anlamında bir karşılığı vardı. Bugün verilen karar, aslında bu potansiyele ilişkin bir cevap. Çok basitçe söylersek, “Boynuzunu kırmak, burnunu sürtmek” diye târif edilebilecek bir müdâhale şekli. Dolayısıyla, şimdi verilen reaksiyonların seviyesi ve birbirinden farklı dozlarda olması da yine bu potansiyeli bir bütün olarak algılamaktan çok, onun bir parçası ile ilgili reaksiyonlar hâlinde kalmasında. 

Burada bir sıkıntı var; çünkü şu önemli bir şey: Bu olayın nasıl algılandığı, yani neyi temsil ettiği, tek tek oraya katılanların talepleri üzerinden mesajının ne olduğu, Gezi açısından bir durum; ama Gezi gibi bir şeyin var olabilmesi, böyle bir potansiyelin kendini ifâde etmesi tamâmen ayrı bir şey. Dolayısıyla bugün politik aktörlerin ve toplumun verdiği reaksiyonlarda bu ayrımın önemli olduğunu düşünüyorum. Meselâ, altılı masa üzerinden baktığımızda, her biri farklı farklı reaksiyonlar verdi: Kimi Gezi’den hiç bahsetmeden, kimi Gezi’ye kendi yüklediği anlamın altını fazlaca çizerek… Meselâ biraz önce örneğini verdiğim benzetmeler gibi, Meral Akşener’in onu koyduğu yer ve Kılıçdaroğlu’nun onu koyduğu yer, ya da bundan hiç bahsetmeyen, meseleyi teknik ve hukukî mesele olarak koymaya çalışan diğer aktörler. Bunların bütününe baktığımızda, bu ülkede karşı karşıya kalınan sorunu birlikte çözme kararlığındaki bir masa ortaklığının, bu konuda ortak bir perspektif koyması beklenirdi. Bu aktörlerin tek tek daha önceki reaksiyonlarından daha yüksek perdeden cevap vermeleri yanında, o bahsettiğim genel potansiyel ve iktidârın tam da burnunu sürtmek, boynuzunu kırmak istediği potansiyele ilişkin, iktidarın netliğinde bir cevap çıkması gerekirdi. Özellikle Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener için bunu söyleyebiliriz. Açıkçası bu konuda bir eksiklik var. Birinci turda konuştuğumuz, daha çok muhâfazakârlarla temâsı olan ve meseleyi “kışkırtmacılık” tezi üzerinden okumaya yatkın olan çevreler açısından, çok sorunlu bir ihtiyat hamlesini ve şimdi de yapılan tartışmalarda bunun sürdürüldüğünü görüyoruz. Bu bence, meselenin algılanmasıyla ilgili hâlâ bir sorun olduğunu düşündürüyor.  

En temel mesele şu: İktidar bu konuda son derece net; muhâlefet bâzı aktörleriyle son derece sert. Meselâ, Kılıçdaroğlu kavgayı kabul edeceğini söylüyor. “Tamam, madem bu bir kavga çağrısı, ben de bu kavgaya giriyorum. Benimle berâber yürüyenler de ya benimle bu kavgaya girsinler, ya da önden çekilsinler” ölçeğinde bir karşılık veriyor. Yine Meral Akşener, “Ya istibdat ya hürriyet!” göndermesiyle, yüzyılın başına gidip, aslında sekülarize olmuş muhâlefet birlikteliğinin çok önemli bir sembolünü kullanıyor. Yani 31 Mart Vakası’ndan, Halide Edip Adıvar’ın konuşmasına kadar geçen geniş bir pencereden başka bir tarihsel birlikteliğe gönderme yapıyor. Bütün bunlar, herkesin meşrebince yüksek reaksiyonlar vermesi sonucunu doğuruyor. Senin de söylediğin gibi, bâzısı şaşırtıcı, belki iktidârın da beklemediği reaksiyonlar olarak algılanabilir. Ama bu, sorunu bir bütün ve herkesin ortak sorunu olarak ele alan bir altılı masa reaksiyonu değil. Hattâ meselâ Meral Akşener’in yaptığı konuşmayla, İYİ Parti Genel Sekreteri’nin bir gün önce yaptığı yazılı açıklama arasında fark var. Kılıçdaroğlu’nun, bir tür îmâyla, bâzılarınca kendi parti çevresine, bâzılarınca da daha geniş bir çevreye teşmil edilebilecek, hafif kırıklık ifâde eden ya da yeterince kendisiyle birlikte davranılmadığını îmâ eden tutumunda da bunu görüyoruz. Bunlar bence önemli meseleler. Ben tek tek aktörlerin nasıl reaksiyon verdiğiyle ilgili olmaktan çok, bugün varılan noktada, Ayşe’nin söylediği “büyük resim” üzerinden oluşturulacak siyâsî cevâbın, aynı netlikte ve aynı büyüklükte olmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu büyüklük, şiddet ya da dozla ilgili bir şey değil, bunu kavramakla ilgili bir şey. Bunu çok daha suhuletle, çok daha iyi tasarlanmış akılcı yöntemlerle yapabilirsiniz. Ama burada yapılması gereken şey, bunu bu bütünlükle algılamak. Yani şu anda karşımızda, sonunu bekleyen, beceriksizlik ve çâresizlikle ne yaptığını bilmez bir iktidar yok. Ne yaptığının gayet farkında olan ve bundan belki bâzı kayıplara uğradığının da gayet farkında olan, ama uğradığı bu kayıplarla ilgili kendi baş etme yöntemlerini en ölçüsüz biçimde devam ettirme kararlılığını gösteren, bu konuda gayet net tutum alan bir tavır karşısında, aynı netlikte ve aynı kuvvette bir cevap üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun, elektrik faturası meselesinden başlayarak bir silsile hâlinde yürüttüğü bir yüksek reaksiyon meselesi var. Bunun taktik olarak ne getirip ne götüreceğiyle ilgili geniş bir tartışmaya girmek istemiyorum. Ben bunun pozitif bir etki yaratacağını düşünüyorum. Tersini iddia edenler de olabilir. Ama senin işâret ettiğin Akşener’in grup konuşmasında koyduğu çerçevenin, kendi partisinin bâzı isimlerini de aşan ve onları bir yere doğru zorlayan bir tutum olduğunu görüyorum. Ama bunların hepsi, şu anda Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu ortak çözüm ve ortak tavır konusunda yeterli olacak mı ondan emin değilim. Buna imkân açacak bâzı girişimler olduğunu düşünüyorum. Yani Burak’ın ilk turda söylediği gibi, “Ne olursa olsun kazanırız, zâten bunlar gidici” rahatlığının, siyâsî aktörler arasında tekrar edilebilir bir şey olmaktan yavaş yavaş çıktığını ya da bunun çıktığının fark edildiğini görüyorum. Bu iyi bir şey. Ama bu karar değişikliğinin devâmında, bir strateji kurma aşamasında hâlâ biraz yavaş davranıldığını, çok fazla ilerleme kaydedilmediğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burak, dün Kılıçdaroğlu, bugün de Meral Akşener’in açıklamalarıyla ilgili sen ne dersin? Diğerlerinin büyük bir kısmı, olayı, olmayan hukuk üzerinden okurken, burada aynı zamanda Gezi’ye de sâhip çıktılar. Ben dün ve bugünkü açıklamalara birlikte bakınca, belki biraz zorlama gibi olacak ama, Kılıçdaroğlu’nun “Kavgaya benimle var mısınız?” açıklamasına, Meral Akşener’in “Evet, birlikteyiz” yaklaşımını gösterdiğini düşünüyorum. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Muhâlefet ittifâkının zâten iki ana ekseni var ve bunlar birbirine çok benzeyen bir sosyolojiden besleniyorlar. Hayat, İYİ Parti’yi vücûda getiren bir sosyoloji üretti. Artık kaçınılmaz bir şekilde, sosyolojik olarak kasabalı olmayan, daha şehirli, daha seküler bir toplum kesimi oluştu. Bununla birlikte, geçmişte merkez sağa oy veren, merkez sağ kadrolarında yer alan veya devlet bürokrasisi içinde bulunmuş, kendisini merkez sağ partilere yakın hisseden yaşı biraz daha geçkin kişiler de oy verecek parti bulamadıkları için, onlar da İYİ Parti’ye meylettiler. Öte taraftan, CHP’nin seçmen kitlesi aslında kendisini hiçbir zaman “ılımlı” noktaya konumlandırıp, CHP’lilere hemen “beton Kemalist” damgasını yapıştıran kişilerden oluşmadı. Çok daha apolitik, Cumhuriyet’in değerleriyle sorunu olmayan, kendi emeğiyle var olmuş, birkaç kuşaktır şehirde yaşayan insanlar CHP’ye oy veriyor. Böyle bir kesim de var. Dolayısıyla, onlarla İYİ Parti tabanı birbirine çok yakın bir sosyolojiye işâret ediyor. O yüzden, liderlerin tepkilerinin birbirine benzemesi son derece doğal.

DEVA ve Gelecek partilerinin, bu meseledeki hukukî garâbete dikkat çekmeleri önemli. Ancak onların Gezi olaylarıyla ilgili okumalarını şekillendiren şey, zihinlerinde hâlâ, ilk turda bahsettiğim muhâfazakârlara dâir kimliksel okuma. Muhâfazakârların güçlü bir kimliksel reaksiyon verdiklerini ve Gezi’ye duydukları alerjinin, ciddî anlamda kimliksel takıntıdan kaynaklandığını düşünüyorlar. Henüz oylarına yansımasa da, AK Parti’den kopan kararsız kitlenin temsilcisi olarak bu masaya oturdukları için, kendilerini biraz daha ihtiyatlı davranmak zorunda hissediyorlar. Bu taban var mı yok mu göreceğiz. Benim tezime göre, bu partilerden ziyâde, daha kazanabilecek partilere meyledecekler. Ama genel olarak bu işin tepkisini CHP ve İYİ Parti seçmeni ve bu partilerin liderleri veriyor. Bununla berâber, siyâsetin dışında bir de sivil toplum aktörleri var. Onlar, muhâlefeti siyâsî partilerin ötesine taşıyan aktörler aslında. Bu, bizim Gezi olaylarının sâdece hukukî meselesinin değil, protestonun ve protestocuların normalleşmesi açısından da önemli bir gelişme. 

Ahmet Akgündüz’ün Gezi olaylarıyla ilgili bir yazısı vardı, ben daha önce onu bir yazımda kullanmıştım. O yazıdan küçük bir paragraf paylaşmak istiyorum. Ahmet Akgündüz o yazısında, 31 Mart Vakası ile Gezi olayları arasında bir benzerlik kuruyor. Bugün Meral Akşener’in yaptığı benzetmenin aynısını yapıyor. Ancak, “31 Mart günü, Yahudilerin, Hıristiyanların, Türk olmayan Arnavut ailelerin çocukları ile Galatasaray Mektebi gibi batılı tarzda eğitim veren kurumlarda okumuş genç aydın ve genç askerler, Sultan Abdülhamid’e karşı bir hınç içerisinde sokaklara çıkmıştır. Dolayısıyla, Erdoğan Abdülhamid’den, Gezi protestocuları da bahsi geçen vatan hâinlerinden farksız şeklinde bir eşleştirme yapıyor. Aynı yazıda, “Gezi’de, Yahudi ve Hıristiyanların yerine, komünist sendika liderleri, câmi düşmanı mimarlar, Esedciler ve Aleviîlik kisvesi altında dinsizlik yapanlar birlikte saf tutuyorlar”diye yazmış. Yani temel olarak, Gezi protestolarının kendisini gayri millî, gayri meşrû görmek gibi bir durum söz konusu. Tanıl Bora’ya referans verirsek, milliyetçilik, muhâfazakârlık ve İslâmcılığın sola yönelik en temel eleştirisi millî olmamaksa, Ahmet Akgündüz bunu yapıyor ve olayların, protestoların, protestocuların kendisini bir anlamda gayri meşrû ilân etmeye çalışıyor. Dolayısıyla muhâlefetin bu öfkesi, kızgınlığı ya da protestoları normalleştirmeye yönelik çabaları bu açıdan çok kıymetli bence. Bundan vazgeçmemek gerekiyor. Protesto anayasal bir haktır, bu hukukî bir duruma işâret eder. Kavala yargılaması ya da Gezi yargılaması bir hukuk cinâyetidir, kuşkusuz öyledir. Ama öte taraftan, bu işin bir de Gezi protestocularının normalleşmesi meselesi var. Yani “Dünyadaki en marjinal insanlar bu topraklarda bir şekilde anomali olarak zuhur ettiler ve bu ülkenin yerli, millî, has evlâtlarına karşı huzursuzluk çıkarttılar” gibi bir anlatı var. Bunun ortadan kalkması gerekiyor. Çünkü yargılanan şey Osman Kavala ve diğer sanıklar değil. Yargılanan şey, Gezi protestoları ve protestocuları; o kimlik, o talepler. Bunun normalleşmesi gerekiyor. O yüzden, muhâlefetin yekpâre bir şekilde tepki koyması gerekiyorsa, sadece hukukî garâbetlere değil, aynı zamanda Gezi protestocularının kimliğine, bu protestonun ruhuna dâir de bir şeyler söylemesi gerekiyor. Ben CHP ve İYİ Parti’den bunları duyduğum için mutluyum açıkçası. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitirelim yayını. Toplumsal muhâlefetin, muhâlefet partilerinin duruşları hakkında sen ne düşünüyorsun? Pazartesi gününden bu yana bayağı bir hareket oldu.

Ayşe Çavdar: Muhâlefet partileri, önce kendi aralarındaki anlaşmayı tamâma erdirip, sonra o anlaşmanın oluşturduğu sınırlar çerçevesinde, topluma dönüp birtakım sözler vermek istiyorlar. O anlaşmayı kendi aralarında tutmaya devam ederlerse, tatsız tutsuz, kimseye bir şey söylemeyecek bir anlaşmaya dönüşecektir. Hem zaman kaybettiren hem de anlaşmanın sınırlarını kendileri için de daraltan bir yöntem izliyorlar. Bunun da bir sürü sebebi var. O siyâsî partilerin bir kısmı parti bile sayılmaz, daha yeni kuruldular ve bir tür “fan kulüp” vaziyetindeler; siyâsî parti sayılabilecek olanların da kendi içlerinde bir dolu sorunları var: Kılıçdaroğlu’nun yaptığı konuşmaya inanamadım, üç dört kez izledim. Bir tür jest de ayarlanmış konuşma metninde; şifâhî konuşmak istiyor, ama konuşmuyor, sonra tekrar bir metne dönüyor ve neredeyse cümlesini yarıda kesip, partisine, “Ya benimle olursunuz ya da engel olmaktan vazgeçip önümden çekilirsiniz” diye bir tür “posta” koyuyor. Masayı böyle kurdukları için, dediğim gibi birbirleriyle halleşmeyi… Onu da nereden halleşecekler? Herkesin geçmişinde bir CV’si ve boynunda da çeşitli veballeri var. Dolayısıyla o ağırlıkla masaya oturmak zorundalar. Oysa onları tâzeleyecek, hikâyelerini yeniden başlatacak olan şey, birbirleriyle değil, toplumun çeşitli kesimleriyle, hak arayanlarla, hakkını kaybedenlerle ve geleceğe tutunmaya çalışanlarla nasıl rezonansa girdikleridir. Başından beri hiçbiri ama hiçbiri buna eyvallah diyemiyor. Topluma bakıp, “Burada böyle bir şeyler oluyor” diyemiyorlar. Esnaf ziyaretleri veya öğrenci evlerine gidip iftar açmayla olacak şeylerden bahsetmiyorum. 

Gezi ile ilgili durum da aynı minvalde gidiyor. Programa girmeden önce, Akşener’in konuşmasına işâretle “Gezi’yi ittihatçılaştırıyor” demiştim. Aynı fikirdeyim. Ama bence burada bir “sakınca” var. Gezi öyle bir yer ki, tıpkı toplumu okuyamamaları gibi, birbirlerini okumaktan, birbirlerini deşifre etmeye ve sınırlamaya çalışmaktan bir türlü siyâset kuramıyorlar ya? Gezi ile ilişkileri de bundan farklı değil. Ama Gezi’nin karakterinden dolayı biraz daha serbestleşebilir elleri. Gezi’yi büyüleyici yapan şeylerden biri, kendiliğinden bir şey olmasıydı. Bir tür müşterek insiyak olarak, toplumun ortak gösterdiği bir refleks olarak ortaya çıktı. Herkes biliyor ki hiç kimse böyle bir şeyi örgütleyemez. İstediğiniz kadar paranız olsun, gücünüz olsun, böyle bir şey örgütlenemez. Yok Şehir Plancıları Odası, yok Mimarlar Odası Başkanı… Az önce söylemedim, Mücella Yapıcı da Tayfun Kahraman gibi sürekli olarak devlete karşı kamuyu savunan arkadaşlarımızdan biri. Böyle bir şeyi örgütlemek mümkün mü? Gezi kadar deli dîvâne bir yer yoktu herhalde. Çünkü birbirine hiç benzemeyen, sokakta karşılaşsa birbiriyle selâmlaşmayacak insanlar, orada o polis şiddetine, devletin saldırısına karşı, yalnızca Gezi Parkı’nda değil, genel olarak hayâta, toplumun özerkliğine saldırısına karşı o kadar güçlü bir refleks verdiler ki. Bundan alınacak çok ders var. Herkes kendi meşrebince oradan bir cümle çıkartabilir kendisine. Daha önce de söylemiştim, Gezi’nin dönüştürücü, devrimci işlevi, tek bir kelimeye, tek bir cümleye, tek bir söze indirgenemeyecek olmasından kaynaklanıyor zâten. Her parti kendince, Gezi’nin mâcerâsından, Gezi’nin ortaya koyduğu siyâsî gündemden kendince bir şeyler öğrenebilir. Demek ki Meral Akşener şunu öğrenmiş — gerçi biraz geç öğrenmiş, çünkü padişaha karşı parlamento savunusuysa eğer, o sloganın Gezi’den doğru değil, 2017’deki referandumda atılması gerekirdi belki; daha çok yakışırdı oraya. Çünkü Gezi’nin olayı tam olarak o değil. Belki parlamento da vardır içerisinde, ama onunla sınırlı değil. 

Az önce önüme düştü, ondan da bahsetmek istiyorum. 15 Temmuz’dan sonra MAZLUMDER’in başına gelenleri biliyorsunuz. Mümkün olduğu kadar terbiye etmeye çalışmak için, iktidar bir hayli operasyon yaptı orada. Onlar da Gezi Davası ile ilgili tepki göstermişler. “Dâvânın başından bu yana yaşananların, yargılamanın siyâsî bir nitelik taşıdığı yönündeki şüpheleri güçlendirdiğini ve mahkemenin bağımsızlığına gölge düşürdüğünü, sanıkların en temel hakkı olan âdil yargılanma haklarının çeşitli şekillerde ihlâl edildiği yönünde somut ve kuvvetli endîşeler doğurduğunu ifâde ederiz” açıklamasını yapmışlar. Bu, olacak. Gezi, bir şekilde farklı kesimleri, çeşitli sâhip çıkışlar ve farklı cümleler kursalar bile, yan yana durmaya, bence muhâlefetin kurduğu masadan daha fazla dâvet etmeye potansiyel olarak açık bir yer. İktidârın en istemediği şey bu.  Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, her ne kadar mahkûm edilse de –ve bu şekilde mahkûm edildiği için–, Gezi ve Gezi’nin içeriğinin, hem kurumsal siyâsette hem sivil toplumda daha fazla dillendirildiğini göreceğiz. Pazartesi günkü o üst perdeden, aşırı özgüvenle kurulmuş mahkûmiyet kararları, hem kurumsal siyâsette hem sivil toplumda bir yolun açılmasına zemin oluşturabilecek. 

Ruşen Çakır: Ayşe’yle bitirelim demiştim, ama normalden biraz kısa oldu bu yayın sanki. Hızlıca bir üçüncü tur ekleyelim derim. Geçtiğimiz Pazar günü altılı masa üçüncü kez toplandı. Üzerinde konuşacak fazla da bir şey var mı bilmiyorum. Hepinize aynı soruyu soracağım zâten. Bu toplantı dördüncü, ama partilerin düzenlediği üçüncü masa toplantısı. Bir de 28 Şubat’taki mutâbakat açıklaması olmuştu. Kemal, Pazar günkü toplantıdan aklında kalan bir şey var mı?

Kemal Can: Sen ısrarla bu masadan bize bir şey buldurmaya çalışıyorsun, ama bu Pazar da bir şey yoktu. Seçim güvenliğiyle ilgili bir şey konuşmuşlar. İlk turda Burak kısaca bahsetti bundan. Yargının siyasallaşması meselesi, Osman Kavala’ya müebbet hapis verilmesi, bu ibret, intikam ve intizam dâvâsı açısından değil, nelerle ilgisi olduğunu göstermesi açısından önemli. Burak’ın ilk turda dediği gibi, bu kararları veren yargıçlar, o sandıkların başında oturacak olan yargıçlar. O yargıçlar sandıklarla ilgili yapılan îtirazları karâra bağlayacaklar. Tıpkı İstanbul seçimlerinde bağladıkları gibi — bugün, bir eski AKP milletvekilinin üç yıl sonra, “Biz 1946 seçimi gibi bir şey yaptık İstanbul’da” demesi gibi. Sonuçta, o masada oturup bunu çözmeleri gereken bir sorun olarak önlerine koyduklarında, bu çözmek zorunda oldukları sorunu yaratan bütüne ilişkin… Hani “Bu masa heyecan yarattı yaratmadı” meselesini hep konuşuyoruz ya? Heyecan meselesinin ötesinde, bu bütünlüklü davranışı gösterip göstermemekle ilgili. Heyecânı köpürtecek sloganları bulmak, eylemleri düzenlemek, ikinci aşama. Ama bu heyecânı önce kendilerinin duyması gerekiyor. O masada galiba şöyle bir şey gerekiyor: “Bu masa heyecan yaratmıyor” meselesini edilgen bir ilişki olarak kuruyoruz. “Onlar bir şey yapacaklar, onu seyredenler de bundan heyecan duyacaklar.” Biz de yorumlarken, bir gösteri üzerine konuşuyoruz gibi düşünüyoruz. Yani, iyi bir performans gösteremediler, seyirci de büyük alkış vermedi gibi bir şey. Ama bu siyâsî bir süreç olarak düşünülürse, oradan bir heyecan çıkmasının gerçeği, orada bir heyecan olması ile ilgili olmak zorunda. Ayşe’nin biraz önce değindiği gibi, onlar, kendi aralarındaki uyum ve ilişki ya da pazarlık üzerinde kaldıkları sürece, kendileri bu heyecânın parçası hâline gelmiyorlar.

Kılıçdaroğlu’nun, sadece bu Gezi Dâvâsı’nda değil, daha önce elektrik faturası meselesinde de gösterdiği tavır, kendisinde bir heyecan, bir motivasyon olduğuna dâir işâretler vermesi önemli. Adalet Yürüyüşü’nde de böyle olmuştu. Meral Akşener’in de bu çıkışında, daha önceki bazı çıkışlarında da, kendisinin duyduğu heyecânı gösterdiğinde aldığı reaksiyonun çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, “Bu altılı masadan ne çıktı?” meselesinde, orada bir şey oluşursa, bu heyecan sâhicileşirse, insanlar bundan bir heyecan duyabilirler. Ama problem onların performansıyla ilgili değil, gösterebildikleri şeyle de ilgili değil. Kendilerinin bu heyecânı hissetmeleriyle ilgili. 

Ruşen Çakır: Açıkçası, ben altılı masanın cumhurbaşkanı adayı tarifini görünce heyecanlandım, “Tam beni târif etmişler” dedim; ama sonra üniversite mezunu olmadığımı düşününce… Üniversite mezunu olamayınca cumhurbaşkanı olunamıyor değil mi?

Kemal Can: Ya şimdi o da oluyormuş. Sen de bulursan bir yerlerden bir diploma filan…  

Ruşen Çakır: Burak, sen ne dersin Pazar gecesi biten bu buluşma için?

Burak Bilgehan Özpek: Bu heyecan meselesi ayrı. İnsanlar genel itibâriyle sosyal medyadan analiz yapıyorlar. Orası çok değişken bir yer. Çok heyecanlandıkları konular oya tahvil edilemeyebilir, heyecanlanmadığı adaylar seçilebilir. Bu ayrı bir mesele, onu ölçmek lâzım. Ama masa kalabalıklaştıkça, üzerinde ortaklaşılan gelecek de daha soyutlaşıyor. Yeni katılımcılar geldikçe, ittifak ekseni daha soyut, daha normatif bir eksene kayıyor. Zannediyorum insanlar bu parlamenter sisteme geçiş meselesine iknâ olmadılar. Çünkü yeni seçim kanunu var, Parlamenter Sistem’e geçiş, iktidârı hızlı bir şekilde yeniden AKP’ye verebilir. Seçim usulsüzlüklerinden bahsediyoruz, yeni seçim kanunuyla Cumhur İttifakı yüzde 35-40 oyla Meclis çoğunluğunu alabilir. Dolayısıyla, parlamenter sisteme geçişi inandırıcı kılmak için, çok net, kesinlikle anayasayı değiştirebilecek ve iktidârı Cumhur İttifakı’na vermeyecek bir çoğunluk yakalamak gerekiyor. Anketler de bunu göstermiyor maalesef. Bu çok normal bir şey. Bu kadar büyük bir kamu bütçesini elinde tutan, medyanın yüzde 90’nını kontrol eden, sürekli propaganda yapan hükûmeti çözmek çok zor. O yüzden, insanların parlamenter sisteme geçiş sürecine dâir kafalarında çok ciddî soru işaretleri var. Parlamenter sistemden daha somut bir şey söylediğiniz zaman da, galiba bu altılı masa dağılmak üzere. Bir aday profilini daha netleştirdiğiniz zaman, meselâ “müzâkereci bir aday, uzlaşmacı bir aday” dediğiniz zaman, bu benim dünyamda binlerce adayı ifâde ediyor. “Seçimi kazanabilecek bir aday” dediğiniz zaman, muhtemelen masa dağılacak. Çünkü araştırmalara göre, şu anda seçimi kazanabilecek üç aday var. “Seçimi kazanacak aday” somutluğunda bir şey söylemediğiniz zaman, masayı bir arada tutabilmek için “uzlaşmacı, müzâkereci, iyi kalpli” gibi bir şeyler söylüyorsunuz. Masanın bir arada durmasının, kendi başına bir amaç olmaması gerekiyor. Masanın kendisi bir amaç değil.

Pazartesi günkü yargılamalar, bizim bu seçimi kazanmamız gerektiğini gösterdi. Ortada siyâsî bir sorun var. Asıl amacımız seçimi kazanmak. Altılı masa da buna hizmet ettiği sürece önemli. Yoksa altı masanın benim dünyamda, bir vatandaş olarak, yıllardır muhâlif ve bedel ödemiş birisi olarak hiçbir anlamı yok. İdealleştirilmiş hiçbir tarafı da yok. O yüzden, daha somut, gerçekleştirilebilir hedeflerden bahsetmeye başladıkları anda, halkın muhâlif ittifâka ilgisi artacaktır. Ancak somutlaşma, berâberinde masadan kopmayı da getirebilir.

Ruşen Çakır: Ayşe, sizin oradan nasıl gözüktü Pazar günkü masa? Son âna kadar bekleyip “Bildiriyi okumadan yatmam” mı dedin? Çünkü ben o kadar bekleyemedim, sabah kalktığımda gördüm.

Ayşe Çavdar: Hayır, öyle bir şey yapmadım. Bu kelimeyi zor telaffuz edeceğim, ama bu masa “procrastination” masası. Yani hem herkes teker teker ödevlerini geciktiriyor ve son dakika verdiği ödevle sınıf geçmeye çalışıyor. Hem de bu küme aynı ödevi yapıyor. Uzun zamandır ders veren, öğrenci yetiştiren birisi olarak da söylüyorum bunu. Tek tek herkesin ödevlerini geciktirdiği bir kümenin ortak ödevinden ne olabilir ki? 

Bu masanın ilk konuştuğu konulardan birisinin siyâsî ahlâk yasası olması, “Birbirimizi sınırlayacağız. Birbirimizin bekçiliğini yapacağız” denmesi… Böyle bir şeyin onlarda da heyecan yaratması mümkün değil. Bunun kendiliğinden olması gerekir. Şimdiden çalışmaya başlanılacak ilk şey önemli, ama ilk şey o değil. O kadar somut problemlerle karşı karşıyayız ki… İnsanlar zamanlarını, hayatlarını kaybediyorlar. Ülke, gençlerini, kaynaklarını, egemenliğini kaybediyor. Bu kadar şey varken, “Önce biz birbirimizi sınırlamayı öğrenelim, hangi mekanizmalarla birbirimizi sınırlayacağımızı hayâl edip kurgulayalım. Ondan sonra yola devam ederiz” demek, bu kadar geç bir zamanda mümkün değil. Seçime 14 ay kalmış. Bu yavaşlıkta çalışan bir masanın, o seçimin altından kalkabilmesi mümkün değil. Bize somut olarak, iktidârın çıkardığı seçim yasasıyla “Ben bu seçimi manipüle edeceğim” diye yemin ederek çıktığı bir yolculuğu nasıl durduracaklarına dâir herhangi bir plan, proje ile gelmiş değiller. En ateşli konuşmalarında bile sürekli olarak “Ben yapacağım” diyerek kendini ortaya atan, ama bir taraftan da sürekli olarak ödevlerini yapmakta geciken, son dakikacı öğrenci görünümdeki insanlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla heyecan vermesi mümkün değil. O metinlerin de heyecan vermesi mümkün değil. Başkan adayını açıklamıyorlarsa, bari nasıl bir başkan adayı açıklayacaklarını söylesinler. Çıkardıkları metne baktık. Sen heyecanlanmakta haklısın Ruşen, sen de olabilirsin herkes de olabilir. Olmaz öyle bir şey. Bir iş tanımı yapın. Tamam, aday önemli değil, “Yıpranmasını istemiyoruz” demek de tuhaf hakîkaten. Adaylık sürecinde yıpranabilecek birisi, Parlamenter Sistem’e geçiş gibi bir dönemin altından nasıl kalkacak? Bu tür birbirini götüren ifâdelerle, sürekli bir şeyleri erteleyen, birtakım mâzeretler bulan, bahâneler üreten bir masadan bahsediyoruz. 28 Şubat’ta açıklanan mutâbakat metnini beğendiğimi biliyorsunuz. Hakîkaten güzel bir metin. Yani mûcize gibi, böyle bir metnin çıkması. Eğer 1 sene önce çıksaydı, “Vay vay! Bak neler oluyor, daha neler olacak” derdim. Ama ittire kaktıra, uzata uzata, toplumda heyecanlanacak hal bırakmıyorlar. 

Kemal’in söylediği şey doğru. Evet, bütün hikâyeyi bir gösteri izlermiş gibi konuşuyoruz. Yine başa döneceğim. Takıntılı bir şekilde hep oraya gideceğim: Çünkü bütün koreografilerini kendilerinin yaptığı, senaryoyu kendilerinin yazdığı, şarkılarını da kendilerinin söylediği bir gösteri olarak ayarlayan ve düşünen, böyle kurgulayan, onlar. Bize sâdece, “Mümkünse eleştirmeyin. Mümkünse bu konuda çok konuşmayın, sâdece destekleyin” diyenler onlar. Dolayısıyla, yıpratılmaktan, eleştirilmekten korkan, birbirinden çekinen insanların oluşturdukları siyâsî bağlamdan bir heyecan çıkması mümkün mü? Bütün o meydan okumaların da ne yazık ki hep gecikerek geldiği bir ortamda heyecanlanmak mümkün mü? Bu konuda da Burak’a çok katılıyorum. Bu ittifâkın kendisi bir amaç değil. O ittifâkın kendisi, ancak seçim kazandıracaksa… Seçim kazanmanın da yolu, toplumun farklı taleplerini… Kimliklerini demiyorum. Onlar kimlikleri yan yana tutmaya çalışıyorlar. Öyle bir masa, ancak kimliklere kör olursa bir masa olabilir. O masa, kimliklere kör olarak, ama toplumdan gelen farklı talepleri uzlaştırmanın bir yolunu bularak bir heyecan yaratabilir. Bu da, kapsamakla, içermekle, toplumu muhâtap almakla olur. Sürekli olarak, “Ben yapacağım. Bunu yapacağım, şunu yapacağım. Onu da ben yapacağım. Sizi de bunlardan kurtaracağım” söyleminin, şu anda, durum bu kadar ciddîyken bir karşılık bulması mümkün değil. Çünkü insanlar sorunların büyüklüğüne bakıyorlar. Sonra, “Ben yapacağım, ben çözeceğim” diyen aktörlere bakıyorlar ve aradaki mesâfeyi görüyorlar. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”a noktayı koyuyoruz. Bugün, Gezi Dâvâsı sonuçlarını ve Pazar günü yapılan altılı masa toplantısını konuştuk.Ayşe ÇavdarBurak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ederiz. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.