Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır ve Hatem Ete tartışıyor: Hangi adaylar Erdoğan’ı geçiyor?

Ruşen Çakır ve Hatem Ete, Panorama TR’nin araştırmasından yola çıkarak, “Hangi adaylar Erdoğan’ı geçiyor?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Hatem Ete ile birlikteyiz. Hatem Ete’nin başında bulunduğu bir ekip düzenli olarak raporlar hazırlıyor kamuoyu araştırmaları yapıyor. Hatem merhaba, PANORAMATR olarak en son raporlarınızı yayınladınız, ama bu rapordaki rakamları kullanmıyorsunuz. Ben baktım: Çok çarpıcı sonuçlar var. Biz daha çok olayın analitik yönüyle gidelim: Bu ayki rapora göre, gerçekten çok çarpıcı birtakım hususlar var. Partilerin durumu vs., ama her şeyden önemlisi, şöyle bir durum var: “Türkiye’de ekonomi bu haldeyken, bu kadar önemli bir 20 yıllık iktidârın devri kapanıyor mu kapanmıyor mu?” tartışmasının tam ortasındayken, siyâsette sanki buna denk gelmeyen bir hareketsizlik var. Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki çıkışlarını saymazsak, normalde başka ülkelerde biliyorsun en ufak bir şeyde… yani en ufak dedim ama, tabii ki krizlerde çok ciddî bir siyâsî atmosfer yükselmesi olur. Bunu birçok kişi seçimin belli olmamasıyla açıklıyor; ama seçim en geç 1 yıl sonra olacak, yani 13 ay sonra olacak. İstersen şöyle başlayalım. Son günlerde, Kasım ayında bir baskın seçim –erken de değil, baskın seçim– beklentisi var. Hattâ son Altılı Masa’da da bunun bayağı bir değerlendirdiği söyleniyor. İki şeyi birden soracağım. Sen bir baskın seçim bekliyor musun? İkincisi de, hakîkaten bir seçim belli olursa, Türkiye birden siyâsî olarak çok yoğun bir atmosfere girecek mi?    

Hatem Ete: Erken seçim beklemiyorum ben. Yani bu Kasım ayında seçim olabilir diyen iki kesim var. Bir kesim, iktidarın bu yaz ekonomi verilerinin iyi geleceği, turizmden bir para kaynağı elde edeceği, bu Suriye harekâtı ve benzeriyle de seçmenin nabzını tutacağını, onun üzerine Kasım ayında erken bir seçimle muhâlefetin büyümesini durdurup kazanacağı üzerinden plan yapıyor. İkinci kesime göreyse, ekonomi o kadar kötüye gidecek ki, işte gıda enflasyonu beklenenin çok daha fazla üzerinde gözükecek. Doları bu sâbit tutma politikası işlememeye başlayacak artık ve hükûmetin ülkeyi yönetebilmek için Kasım ayında seçime gitmek zorunda kalacağı; aksi takdirde bir iflâs durumu oluşacağı üzerinden yatırım yapıyor. Yani bir görüş iktidârın tamâmen kendi isteği ve iradesiyle, muhâlefeti gafil avlamak için Kasım ayında seçime gideceğini düşünüyor. Buna hiç ihtimal vermiyorum. Yani bence hiçbir zaman Türkiye’deki ekonomik ve siyâsî veriler hükûmetin Kasım ayındaki bir seçimi garanti görmesini sağlayacak koşullara gelmeyecek. O nedenle bu seçeneği eliyorum. İkincisi, yani ekonomi gerçekten iktidârı seçime sürükleyecek kadar kötüleşebilir. Ama bu kötüleşmeye rağmen Cumhurbaşkanı için seçimin normal süresini beklemek, erken seçime gitmekten daha anlamlı bir tercih olacaktır. O durumda da ben hükûmetin hiç bu kadar zorunlu bir şekilde gideceğine ihtimal vermiyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, şunu soracağım: Şimdi, tüm dünyada da Türkiye’de de, seçmen tercihlerinde esas belirleyici olanın ekonomik durum olduğu söylenir –ki doğru bu–; ama sizin yaptığınız araştırmada, başka araştırmalarda da, her ne kadar iktidar partilerinden –yani iktidar partileri derken, MHP’yi de ekleyerek söylüyorum– bir oy kaybı olsa da, hâlâ çok net bir şey yaşanmıyor, büyük kopuşlar yaşanmıyor. Buradaki meseleyi nasıl yorumluyorsunuz? Galiba Türkiye’deki seçmen davranışını anlamakta en azından günümüzde anahtar soru bu; yani normal şartlarda bu kadar yoksullaşan, imkânları azalan, eski kazandığı parayla eskiden aldığının neredeyse yarısını alabilen insanlar hâlâ neden iktidâra oy vermeyi düşünebiliyor? Hepsi değilse bile… 

Hatem Ete: Ya, bunun birkaç katmanı var diye düşünüyorum.  Birincisi şu: Yani AParti bir iktidar partisi ya da bir merkez sağ parti konseptine giren, yani kalkınma-iyi yönetme-dünyaya açıklık vs. üzerinden kazandığı seçmeninin yaklaşık %10’unu, 15’ini kaybetti zâten; yani işte beş yıl önce, altı yıl önce %50 civarında oy alan bir parti, şu anda ölçümlerde %30’lara düşmüş vaziyette; yani burada bir kere bu ekonomik ya da idârî performans dolayısıyla iktidâra yönelen –tırnak içerisinde diyelim– “rasyonel seçmen”in bir kısmı, yani partizanlık duygusu zayıf olan seçmenin bir kısmı zâten iktidardan uzaklaştı. İkincisi, Türkiye’de biraz bu siyasetbilimi literatürüne katkı oluşturacak düzeyde ciddî kültürel fay hatları var ve bu kültürel fay hatları, kültürel kimliklenmeler, öbeklenmeler, seçmenin davranışında çok belirleyici bir rol oynuyor. Yani diyelim ki bugün Meclis’te temsil edilen siyâsî partilerin neredeyse tamâmının çekirdek bir oy tabanı var. Ve bu çekirdek oy tabanının içinde biraz, bu partilerin ülke yönetme performansını, ekonomiyi yönetebilme performansını, dış politikadaki perspektifini çok fazla göz önünde bulundurmadan, tamâmen kendi kimlik temsili dolayısıyla bu partilere yönelen bir seçmen grubu var — buna “çekirdek seçmen” diyebiliriz. Yani CHP’de de var bu kesim, AK Parti’de de var bu kesim; ben iktidar seçmeninin büyük oranda, artık şu anda elinde bulundurduğu, şu anda sâhip olduğu seçmenlerin yaklaşık %70’inin bu tür bir seçmene indirgendiğini düşünüyorum. Yani rasyonel gerekçelerle, ülkeyi idâre etme öngörüsü dolayısıyla iktidâra yönelen seçmenin epeyce bir kısmı ayrıldı ya da kararsız blokta yer alıyor. İktidâra hâlâ tutunmaya devam eden seçmenin önemli bir kısmı, kültürel âidiyetler, siyasal âidiyetler dolayısıyla orada duruyor. Bir dinamik daha eklememiz lâzım buraya; o da bizim bu ülkenin gidişâtına yönelik seçmenin perspektifiyle, seçmenin iktidar ve muhâlefetin bu gidişâtı değiştirme potansiyeline verdiği refleksle ciddî bir makas oluşmuş durumda. Yani bir kısmı da ülkenin iyiye gitmediğine inanıyor, iktidarın da ülkeyi iyi yönettiğini düşünmüyor. Fakat iktidârı bundan sorumlu tutmakla berâber, muhâlefetin de bunu düzeltebileceğine iknâ olmuş değil henüz; yani dolayısıyla da bu iktidârın seçim sonuçlarındaki sonucunu kesinleştirebilecek %10’luk bir kesim de aslında iktidar tabanından ayrılmaya her an hazır; bir kısmı kararsıza gitmiş, kararsızda bekliyor. Bir kısmı şu anda iktidarda yer almasına rağmen, her an kararsız blokuna ya da diğer partilere geçebilir — bu partiler de muhâlefetten umduğunu bulamıyor. Yani bunu seçmene sorduğunuz zaman net olarak ortaya çıkıyor. 

Ruşen Çakır: Muhâlefet meselesi gerçekten çok önemli, ona geleceğiz; ama öncesinde bir şey sormak istiyorum, çok spekülatif bir husus: Erdoğan henüz adaylığını açıklamadı; normal olarak aday olmasını bekliyoruz. Bahçeli, “Adayımız Erdoğan” dedi. Ama Erdoğan’ın ve üst düzey parti yöneticilerinin alenen bunu söylememesi nedeniyle bir spekülasyon yapılıyor. “Erdoğan kazanamayacağını görürse cumhurbaşkanı adayı olmayabilir; yerine birisini gösterebilir” diye. Ben açıkçası sanmıyorum; ama sen Erdoğan’ı da benden daha yakından tanıyan birisi olarak, sen böyle bir ihtimâle herhangi bir şekilde önem veriyor musun? 

Hatem Ete: Yok, ben de bunu anlamlı görmüyorum. Yani bence Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimi kazanamayabileceğini gündemine almış değil; yani gerçekten seçimi kazanmama ihtimâlini çok ciddî bir şekilde masaya yatırıp, kazanmayacağına iknâ olduğunda gündeme gelebilecek spekülasyonlar çok erkenden gündeme geldi. Ben henüz Erdoğan’ın o düşüncede de olduğunu zannetmiyorum. Muhâlefetle arasındaki farkın minimal düzeyde farklar olduğunu düşünüyordur diye tahmin ediyorum. Ve bunların da önümüzdeki dönemde yapılabilecek bu siyâsî hamlelerle kolaylıkla üstesinden gelinebilir bir durumda olduğunu düşündüğünü varsayıyorum. Yani o anlamda Erdoğan’ın, “Seçimlere girmeyeyim; ciddî bir hezîmetle siyâsî kariyerimi sonlandırmayayım” gibi bir düşüncede olduğuna ihtimal vermiyorum. Bence Erdoğan seçimi bırakmış değil, yani seçimi kazanacağına inanıyor.  

Ruşen Çakır: Peki, muhâlefetin adayları meselesine geçelim. Buradan istersen doğrudan Erdoğan üzerinden ilk soruyu sorayım. Genellikle iktidar çevreleri ve muhâlefetin içerisinde de bayağı yüksek bir kesim, şu anda muhâlefetin adayı olması söz konusu olan üç buçuk diyelim — yani Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve “Ben olmayacağım” demesine rağmen hâlâ belki diye: Meral Akşener, onu buçuk olarak onu söylüyorum. Genellikle şöyle bir eğilim var — iktidar da bunu söylüyor, muhâlefetin içerisinde de bunu çok söyleyen var: “Kılıçdaroğlu’nun aday olması Erdoğan’a sandığı hediye etmektir” diye böyle çok net bir duruş var. Hattâ iktidar da, “Keşke Kılıçdaroğlu olsa” vs. diyor. Sizin araştırmalarınızda ve senin kişisel olarak gözlemlerinde bu yaklaşım gerçekten… nasıl söyleyeyim? Hani “Doğru mu?” lâfı doğru değil belki, ama ne demek istediğimi anladın. Yani bu hakîkaten böyle mi yani? 

Hatem Ete: Şimdi, uzunca bir süre Kemal Bey’in oyları yükseldi. Ama son 4-5 aydır Kemal Bey’in oylarında bir duraksama var. Ve bugünkü tabloyu veri alırsak, Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’ndan daha yüksek oy alıyor. Hattâ bu saydığımız seçenekler içerisinde bu dört aday içerisinde en düşük oyu bugün bile Kılıçdaroğlu alıyor. Yani son 4-5 aydır Mansur Yavaş’ın, Ekrem İmamoğlu’nun adaylığının söz konusu olmayabileceğine yönelik gelen açıklamalara rağmen, Meral Hanım’ın kendisinin “Ben aday değilim, başbakanlığa tâlibim” demesine rağmen, üçünün de seçmen desteği Kemal Bey’inkinden daha yüksek gözüküyor. Fakat bugünkü tabloda bu böyle; önümüzde seçimlere 1 yıl var. Bu 1 yıl içerisinde ne değişeceğine bakmak lâzım; yani bir öngörüm var benim: Bu yükselişin sınırlı olabileceğini düşünüyorum ben; çünkü son 4-5 aydır bir duraksama var — muhtemelen biraz sonra konuşuruz. Kemal Bey’in Mayıs ayı içerisindeki bu siyasal hareketliliğinin bir nedeni de bu duraksamayı aşma motivasyonu diye düşünüyorum. Fakat bu pencereden bakıldığı zaman, ben Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’yla yarışmayı tercih edebileceğini söyleyebilirim, doğru; yani bu gözlemler, eğer bugüne kadarki veriler çerçevesinde yer alacaksa. Burada bir makas var. O makas şu: Muhtemelen Türkiye’de bu seçimlerden sonra geçiş süreci gibi bir ajanda gündeme geleceği için, yani seçilecek cumhurbaşkanının bugünkü yetkilerle cumhurbaşkanlığı makamında oturması muhâlefet tarafından istenmediği için, neredeyse yasal değişiklikler yapılmadan Cumhurbaşkanı muhâlefet bileşenleriyle ortaklaşa ülke yönetimini gerçekleştirmek gibi bir misyon yüklendiği için, neredeyse bütün siyasal elitler, Kemal Bey’in bu işi ismi gündeme gelen diğer adaylardan daha iyi yapabileceğini düşünüyor. Çünkü Kemal Bey son bir, bir buçuk yıllık süreçte bu muhâlefet uzlaşması için ciddî bir mesâi harcadı. Bütün partileri oy oranlarından bağımsız olarak eşit bir şekilde masada tutmayı başarıyor. Onların sağladığı meşrûiyet üzerinden bu sürece katkıda bulunmalarını sağlıyor ve aralarında da iyi bir mesâi oluşmuş durumda. Bu nedenle biraz Ankara’daki siyasal elitlerin tercihi büyük bir ihtimalle Kemal Bey oluyor. Daha doğrusu gönüllerinden geçirdikleri tercih Kemal Bey’in profilinde bir aday oluyor. Fakat nihâyetinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk kriter, “seçilebilirlik kriteri” olmak zorunda. Çünkü seçilebilirlik konusunda bir sıkıntı ortaya çıktığında, Tayyip Bey’in bu 20 yıllık siyasal tecrübeyle bunu alt edebilme ihtimâli muhâlefetin bütün bileşenlerini ürkütüyor. Ben o nedenle…  

Ruşen Çakır: Şuradan şunu söyleyeyim: Bu söylediğin çok önemli, kestim sözünü ama, buradan diğer adaylara geçelim. Belli ki önce Mansur Yavaş, sonra Ekrem İmamoğlu geliyor anlaşılan. Onlar Erdoğan’ı geçebiliyorlar herhalde; ilk turda en azından geçebiliyorlar. Tabii ki ikinci tur meselesini de ayrıca konuşuruz, HDP faktörünü; ama o zaman da şöyle bir şey yok mu? Bunların her ikisi de tabii siyâsetçi, ama belediye başkanlığı yapıyorlar ve siyâsî bir olaya girecekler ve tek başına bulundukları partinin değil bir blokun adayı olacaklar. Dolayısıyla siyâsî anlamı çok yüklü bir adaylık olacak. Bu iki belediye başkanının bu konuda hangisi daha avantajlı gözüküyor sence? 

Hatem Ete: Evet, iki adayın diyelim. Muhâlefetin ve muhâlefet tabanının bence en büyük gerilimi bu, paradoksu bu; yani seçimi kazanacak aday kriterinden bakacaklarsa, seçimi bugünden itibâren kazanabileceği daha yüksek bir ihtimal olarak beliren adaylar Mansur Bey’le Ekrem Bey; fakat “Ülke nasıl yönetilecek?” meselesi gündeme geldiği zaman, devlet tecrübesi, siyâsî perspektif, bu adayları destekleyecek bütün toplumsal bileşenlerin dikkate alınacağı bir yönetim performansı, Meclis’teki siyasal partilerin parlamenter sisteme geçiş vaadini destekleyip desteklemeyeceği, bu liderlerle iyi çalışıp çalışılmayacağı gibi sorular gündeme geldiği zaman, adaylarla ilgili soru işâreti artıyor. Benim görebildiğim, Ekrem Bey’le Mansur Bey birbirinden farklı bir strateji çiziyorlar bugüne kadar. Ekrem Bey daha siyâsî bir hat üzerinden alıyor. Mansur Bey ise siyâseten kendisini paranteze alıp, muhâlefetin ortak, üzerinde uzlaşılan adayı olabileceğine yönelik biraz daha, politikanın bu kadar yüksek gerilimli olmasına karşın bir politika dışı aktör olarak kendisini konumlayan bir strateji belirliyor. Yani “Ben kamu görevlisiyim” gibi cümleler de hep bunun yansıması. Ekrem Bey siyâsî hamleler yapmaktan, siyâsî polemiklere girmekten hiç geri durmuyor. Ve bu siyâsî polemikler üzerinden bütün muhâlefetin bir sözcüsü olma misyonu ve motivasyonuyla hareket ediyor. Mansur Bey ise biraz sessizliğini muhâfaza ederek Tayyip Bey’in alternatifi, yani Tayyip Bey’in karşıtı değil alternatifi olarak var olmaya çalışıyor. Şu âna kadarki kamuoyu araştırmaları, Mansur Bey’in stratejilerinin toplum nezdinde daha iyi sonuç verdiğini gösteriyor. Yani Mansur Bey’in meselâ oy desteğinde gelgitler çok yok; yukarı doğru bir ivme var, yani o da aslında geldi bir doyuma ulaştı birkaç aydır, ama bu gelip doyuma ulaştığı nokta, Tayyip Bey’e karşı seçimi kazanabileceğine yönelik ihtimâli artıran bir yer. Ekrem Bey’inki, bu sert siyâsî polemiklere katıldığı için, güçlü siyasal hamlelerle kendinden söz ettirdiği için, sevenleri kadar sevmeyenlerini de artıran bir strateji bu. O nedenlerle de gelgitler var Ekrem Bey’in toplumsal desteğinde. Meselâ son Karadeniz gezisi sonrasında yaşanan tartışmalar, biraz Ekrem Bey’in desteğini aşağı çekti. Yani Tayyip Bey’e karşı yine ön planda, oy desteği îtibâriyle daha önde olmasına rağmen, biraz gerileme yaşandı. Yani bu biraz farklı stratejilerle, kimin hangi stratejileri tercih edeceğiyle ilgili bir şey. Benim görebildiğim, liderler eğer en sonunda bu kararı vereceklerse, hem seçilebilirlik kriteri hem uyumla çalışma ve bu parlamenter sisteme dönüş meselesi gündeme geldiği için, bu ikisini meczedebilecek farklı adaylar artık oluştuğu için, birinci kriter olarak seçilebilirlik kriterini benimsemek zorundalar. Eğer Kemal Bey seçimlere kadar bu seçilebilirlik kriterini de taşımaya başlarsa, kamuoyu araştırmalarında seçilebilirliğiyle ilgili soru işâretlerini giderirse, en güçlü adayın Kemal Bey olabileceği söylenebilir. Yani o gün, Kemal Bey, “Seçilebilirlik kriterini karşılıyorum, dolayısıyla neye îtiraz ediyorsunuz?” diyebilir. Fakat seçilebilirlik kriterinde diğer adaylar önde olmaya devam ettiği müddetçe, Kemal Bey’in kendi adaylığıyla ilgili ısrârının sınırlı olacağını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Şimdi, seçimde normal senaryo şöyle biliyorsun: Cumhur İttifakı’nın adayı Erdoğan, Millet İttifakı’nın adayı bu üçünden herhangi bir isim diyelim, HDP bir aday çıkaracak, bir de 100 bin imza toplayabilirse birtakım kişiler de daha önce olduğu gibi aday olacaklar. Ve hiç kimse %50+1 oy alamayacak, ikinci tura kalacak. Normal olarak HDP’nin aday çıkartması durumunda senaryo bu ve dolayısıyla ikinci turun kaderini o ilk iki büyük adayın dışındaki seçmenin tavrı belirleyecek. Sandığa gidecekler mi? Gideceklerse kime verecekler? Ve tabii ki de en önemli husus: HDP seçmeni olacak bu. Şimdi, senin çok yakından tanıdığın bir kesim; kendin de zaten o bölgedensin, Kürt’sün, sen ne diyorsun? Bu hakîkaten, özellikle Mansur Yavaş söz konusu olduğunda, en son Van’da yaşadığı “İnşallah” olayını biliyorsun, malûm, Selahattin Demirtaş meselesi; gerçekten bu Mansur Yavaş’ın çok aleyhine bir durum mu? Yoksa HDP’liler, ne olursa olsun, Erdoğan bir daha seçilmesin diye muhâlefetin adayı kim ise ona verir mi? Üzerinde çok konuşulan, daha da konuşulacak olan bir husus bu; ama şu aşamada nasıl görüyorsun?

Hatem Ete: Ya, o biraz Mansur Yavaş’ın performansına bağlı bence. Yani bugünün fotoğrafını göz önünde bulundurursak, kamuoyu araştırmaları Mansur Yavaş’ın Kürt seçmenden de yeterince destek aldığını gösteriyor. Yani bu aldığı destek de ismini sorduğunuz diğer adayların çok fazla altında kalan bir destek değil. Yani Kürt seçmen Kemal Bey’e, Ekrem Bey’e ne kadar oy veriyorsa, üç aşağı beş yukarı Mansur Yavaş’a da bu kadar destek veriyor gözüküyor bugünkü fotoğrafta. Fakat önümüzdeki bir yıllık süreçte Mansur Yavaş’la ilgili deşilebilecek en büyük mesele bu. Mansur Yavaş’la Kürt seçmeni arasındaki gerilimi artırmaya, bu açığı büyütmeye yönelik hamleler. Burada da ben Mansur Yavaş’ın önümüzdeki dönem en fazla hassasiyet göstermesi gereken adres neresi dersek, burası olduğunu düşünüyorum. Yani önümüzdeki dönemde eğer bu siyasal iletişimi, siyasal stratejiyi, siyasal söylem ve politikalarını bu seçmeni ürkütmemeye yönelik kuracak; çünkü sürekli bir sert makasa sürüklenecek Mansur Yavaş önümüzdeki dönemlerde. Bunu yönetebilirse, bunun ciddî bir risk olduğunu düşünmüyorum. Bugünden belli başlı Kürt siyâsî aktörlerinden adaylarla ilgili yapılan açıklamaların, ben, ismi dolaşımda olan belli aktörlerin bu adaylık stratejisinde şansını artırmaya yönelik siyâsî müdâhaleler olduğunu düşünüyorum. Yani geçtiğimiz aylarda Kürt siyâsî aktörlerinden bir kısmı, isim telaffuz ederek, “Kürtler şuna oy verir, şuna oy vermez” gibi söylemlerde bulundular. Bunların bugün ismi dolaşımda olan dört adaydan biri lehine ya da diğeri aleyhine bu arayışlara müdâhale etmeye yönelik taktikler olduğunu düşünüyorum. Ama en nihâyetinde, eğer muhâlefet bir adaya karar verecekse, bu aday Mansur Yavaş olsa bile, bugünkü fotoğrafta Kürt seçmen Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanlığını engelleyecek bir direnç göstermiyor. Diğer adaylara gösterdiği kadar bir destek veriyor; onlara verdiği kadar bir destek veriyor. Fakat önümüzde 1 yıl var ve bu 1 yıl Mansur Yavaş’la ilgili neredeyse bütün siyasal tartışmalar bu eksende yaşanacak. Dolayısıyla burada Mansur Yavaş’ın nasıl bir söylem belirlediği, nasıl bir strateji belirlediği ciddî bir işlev yüklenecek. Ben bu Van’daki meseleyi iyi yönetmediklerini düşünüyorum. Çok güçlü bir şekilde bir refleks gösterdiler, geri adım attılar, çözüm sürecinden başka bir sürü şeye, aslında Mansur Yavaş’ın meselelerin hiçbir yerinde yer almadığı, asıl Kürtlere sempatik davrananların AK Parti ve şimdiki Cumhur İttifakı bileşenlerinin olduğuna yönelik gereksiz bir söyleme savruldular. Önümüzdeki dönem belirleyici olan bu olacak. Bu dediğin, birinci turda aday ikinci turda aday meselesinde ise, orada da belirleyici olan HDP’nin tavrı olacak. Yani HDP eğer birinci turda güçlü bir aday gösterirse, seçimler ikinci tura kalır. Şu anda muhâlefetin bir kanadının, özellikle İYİ Parti’nin başını çektiği bir kanadın muhâlefet içerisinde önerdiği formülle, HDP ittifak bünyesinde yer almıyor. Ona o zaman cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda en azından kendi adayını koysun, biz bu iki aylık seçim kampanyasında iktidarın, “Bunlar HDP ile işbirliği yapıyor” söylemini boşa çıkaralım”. Bu anlaşılabilir bir öneri; o nedenle de, “HDP adayını çıkartsın, biz en azından seçim kampanyasında o iki yılını iktidarın ‘HDP ile işbirliği yapıyorlar’ suçlamasına muhâtap olmadan geçirelim” diyorlar. Bu o seçimleri ikinci tura bıraktırır; yani eğer HDP bu meseleyi ciddîye alıp birinci turda güçlü bir aday gösterirse, diyelim ki Selahattin Demirtaş’ın potansiyelini taşıyacak güçlü bir aday bulup gerçekten seçimlerde de yoğun çalışıp bu kurdukları üçüncü ittifak üzerinden, sol ittifak üzerinden bu işe asılırsalar, seçim ikinci tura kalır. Seçimin ikinci tura kalması muhâlefet açısından sonucu değiştirebilir gibi gözükmüyor bugünden baktığınız zaman; ama yine de birinci turda seçimi kazanmaya göre daha riskli, yani çünkü Parlamento’nun kompozisyonu belirlenmiş olacak. Parlamento’nun kompozisyonuna göre bir kısım ortada kalan seçmenin ikinci turda tercihini değiştirme ihtimâlini hesaba katmamız lâzım. Yani birinci turla ikinci tur arasındaki en önemli dinamik bu; şimdi eğer bütün partiler kendi adaylarıyla seçime girecekseler, Fransa’da yaşandığı gibi, “O zaman ikinci tur muhâlefetin adayının lehine sonuçlanabilir” diyebilirdik. Çünkü bir kısım adaylar muhâlefet lehine sahneden çekileceklerdi. Ama şimdi zâten herkes kamplaşmış vaziyette; iktidara destek verenler ortada, muhâlefete destek verenler ortada. Benim görebildiğim, seçimin birinci turda kazanılmasına yönelik bir strateji muhâlefet açısından daha anlamlı olur. Yani bu ikinci turda seçim sonucunu değiştiremeyebilir ama sonucunu etkileyebilir. Yani Parlamento’da çıkacak sonuçlar, iktidar lehine bir kompozisyon, muhâlefet açısından bir risk doğurabilir diye düşünüyorum. Orada belirleyici olacak olan HDP’nin adayının nasıl bir niteliğe sâhip olacağı olacak. Yani HDP çok güçlü bir adayla mı birinci turda seçimlere gidecek? Yoksa göstermelik bir adayla, muhâlefeti iktidârın bu eleştirilerinden kurtaran, ama nihâyetinde seçmenin en az yarısının muhâlefet adaylarına destek vereceği bir aday tercihinde bulunacak mı? Bu belirleyici olacak biraz

Ruşen Çakır: Şimdi, biraz muhâlefetten gidelim. Kılıçdaroğlu’nun son dönemde çıkışları oldu — aslında daha önce de yapıyordu, ama son dönemde üst üste oldu. Canan Kaftancıoğlu olayına çok hızlı ve sert tepki verdi. SADAT baskını oldu; ardından o kaçış planı anatomisi meselesi vs.. Şimdi, bunun üzerine çok lâf edildi. Ben şahsen yaptığım yorumlarda da söyledim: Ana hatlarıyla başarılı olduğunu ve başarıyı da ölçerken daha çok iktidârın verdiği tepkiye bakarak ya da Kılıçdaroğlu’nun hedef aldığı kesimlerin verdiği tepkilerin bana can havliyle tepkiler olduğunu düşündürdü. Ve buradan hareketle, bunların gerçekten etkili olduğunu düşündüm. Sen nasıl düşünüyorsun?

Hatem Ete: Ben biraz farklı düşünüyorum. Etkili siyasal hamleler olduğu açık, yani siyâsî gündem oluşturuyor, iktidarın psikolojini bozabiliyor, siyasal ortamı gerginleştiriyor ve sürekli bu meseleler konuşuluyor. Eğer siyâsî gündem oluşturmak kriteri üzerinden bakarsak, evet, bunlar siyâsî gündem oluşturuyor. Fakat burada asıl odağın kaçırıldığını düşünüyorum. Yani asıl odak şu: Kıluçdaroğlu’nun son iki yıldır mesâi harcadığı en önemli mesele, iktidâra karşı, iktidardan rahatsız olan bütün seçmenin güvenle oy verebileceği bir muhâlefet bloku oluşturmak, bir muhâlefet zemini inşâ etmek ve bunun da önceliklerinden birisi aslında iktidârın kimlik siyâsetini keskinleştirmeye yönelik stratejisine malzeme bırakmamak. Yani hatırlayalım: 2021 yılı boyunca Erdoğan’ın siyasal iklimi, siyasal tartışmaları bir laik-dindar ikilemine sokmaya yönelik bütün hamlelerine karşılık, Kılıçdaroğlu bu muhâtaplığı vermedi Cumhurbaşkanı’na — o alanı boş bıraktı. O alanı boş bıraktığı için iktidar bu polemikleri uzunca bir süre sürdüremedi. Sürdüremediği için de bir siyasal gündem de oluşmadı. Yani 2021 yılı, muhâlefetin bugüne kadar çok açık bir şekilde iktidar aleyhine büyüdüğü bir yıldı. Biz 2021 yılının sonuna geldiğimizde, Millet İttifakı’nın oy toplamı Cumhur İttifakı’nın önüne geçmişti. Şimdi Ocak ayından bu yana bir dört aylık sessizlikten sonra, özellikle Nisan ve Mayıs aylarında ben Kılıçdaroğlu şahsında bu stratejinin terk edildiğini görüyorum. Bu strateji birkaç gerekçeyle terk edildi diye düşünüyorum. Birincisi, bir kere iktidar muhâlefetin bu stratejisini sürdürmesini sıkıntıya sokuyor, çok sert karşılıklar veriyor; çünkü iktidar çok sert hamleler yapıyor. Yani Gezi Dâvâsı’nda verilen cezâ oranları, Kaftancıoğlu’na 10 yıl, önceki tweet’lerden ötürü bir siyâsî cezâ vermek, bir mahkûmiyet vermek… İşte, ne bileyim? Atatürk Havalimanı’na hemen iş makinalarını sokmak… Bir sürü başka şeyleri sayılabilir. Muhâlefet bir şekilde bunlara cevap verme ihtiyâcı hissediyor. Birincisi bu; yani iktidar muhâlefeti kendi minderine çekmek istiyor ve buna zorluyor. İkincisi, bence burada en önemli dinamik, Kılıçdaroğlu’na adaylık meselesini çok fazla önemsemesinin; yani son dönemlerde Kılıçdaroğlu’nun bu siyâsî gündem motivasyonunu besleyen en önemli dinamiğin, muhâlefetin seçimleri kazanmasından öte, kendisinin cumhurbaşkanı adayı olma ihtimâlini güçlendirmek olduğunu düşünüyorum. Bu, muhâlefetle beraber kurulan stratejiyi zora sokabilecek bir strateji; çünkü eğer Altılı Masa’da bir araya gelen aktörlerin öncelikleri değişirse, yani öncelikler kendi siyâsî partilerinin oy oranını artırma ya da kendi cumhurbaşkanı adaylık imkânlarını çoğaltmaya dönüşürse, toplu bir araya gelerek seçmene güven verip Erdoğan’ı yenme stratejisi önceliği için ikinci plana düşürülürse, bu hamlelerle ben topyekûn muhâlefetin kaybedeceğini düşünüyorum. Yani dikkat edin: Hâlâ bugün muhâlefetle iktidar arasında, muhâlefetin mutlaka kazanacağına yönelik bir garanti kimsenin elinde yok. Önümüzde bir yıllık bir süre var ve bu bir yıllık sürede siyâsetin performansı seçim sonuçlarını belirleyecek. Öyleyse eğer, muhâlefet partilerinin kendi seçmen konsolidasyonlarını, kendi seçmen mobilizasyonlarını artırmaya yönelik hamleler yerine, bütün bu bileşenleri bir arada tutacak, üstüne de iktidardaki muhtemel kararsız seçmene de güven verecek daha kuşatıcı bir söylem kullanmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Kılıçdaroğlu’nun son iki aylık söylemi bence bu stratejiye zarar veriyor ve önümüzdeki dönem eğer her siyâsî parti kendi öncelikleriyle siyâset yapmaya devam ederse, Altılı Masa’da zâten çok uyumlu gözükmeyen fotoğraf, zâten çok uyumlu bir tüzel kişilik kurmakta başarısız olan aktörler, önümüzdeki dönemde çok daha fazla ayrışan bir görüntü çizebilirler ve bu seçmenin güvensizliğini daha da artırabilir diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Şimdi İYİ Parti’yi soracaktım, ama bu söylediklerinden hareketle yeni partileri sorayım: Şimdi ilk çıktıklarında, Gelecek ve DEVA, özellikle de DEVA, çok büyük bir beklenti yarattılar ve daha kurulmadan önce –ve sonra da– çok büyük bir beklenti oldu. Sonra, kamuoyu araştırmalarında belli bir yere vardıktan sonra bir tıkanıklık olduğunu gördük. Şimdi sizin araştırmanıza baktım, sizde de öyle gözüküyor. Ve sen, Ahmet Davutoğlu başbakanken onun danışmanlığını yapmış, onları yakından tanıyan birisin. Hani başkaları yapınca kızıyorlar da, sizde görünce daha da kızıyorlar diyeceğim herhalde; ama sonuçta rakamlar böyle, tam da senin söylediğin, yani yeni seçmenden oy almada ilk akla gelen, yani AKP tabanından, Erdoğan tabanından seçmen almaları beklenen partiler bunlardı. Öyle değil mi? Yani öncelikle Gelecek ve DEVA’ydı. Ne oluyor, ya da olmuyor? Nerede bir tıkanıklık var? Yoksa sizinki de dâhil bu araştırmalar gerçeği bulamıyor mu? Ya da konuştuğunuz denekler gerçek fikirlerini mi beyan etmiyorlar? Yoksa burada bir eşik aşılamadı mı bu parti tarafından?

Hatem Ete: Şimdi, yani araştırmayı kendi kanaatlerimize göre sonuçlandırmıyoruz Ruşen Abi. Sâhada veriler ne diyorsa onu yansıtıyoruz. Dolayısıyla ben bu rakamların aslında çok güçlü mesajlar verdiğini de düşünüyorum. Yani siyâsî partiler eğer bu rakamlar üzerine soğukkanlılıkla kafayı yorarlarsa, niye bunun gerçekleşmediğine dâir ciddî bir yol işâreti çıktığını düşünüyorum. Bunu en son Ümit Özdağ olayı gösterdi; birazdan konuşuruz belki. Yani seçmen, toplum, bir konuda net bir perspektif ortaya sunan siyâsetçiye kayıtsız kalmıyor. Yani biraz seçmenin beklediği, siyâsetçinin mevcut diğer siyâsetçilerden farklı olması, onun sorun gördüğü bir meselenin sözcülüğünün yapılıyor olduğunu fark etmesi; eğer seçmen bir şeyi kendisi için sorun görüyor ve bir siyâsetçinin bunun ciddî bir şekilde sözcülüğünü üstlendiğini hissederse oraya yönelmekte tereddüt etmiyor. Ben biraz Gelecek’te de DEVA’da da ilk yaşanan yanlışın, belli bir, net bir toplumsal kesim yerine, %100’ü muhâtap alan bir siyâset kurgulamaları olduğunu düşünüyorum. Yani yeni kurulan partilerin %100’ün siyâsetini yapma lüksleri yok; önce kendi seçmenlerini îcat etmeleri lâzım, keşfetmeleri lâzım, bulmaları lâzım; sonra o buldukları kendi seçmenlerini büyütmeye yönelik %40’ı, %50’yi, %70’i iknâ edecek kuşatıcı söylemlerde bulunmaları lâzım. Ama biraz bu iki siyâsî parti de, kendi doğal seçmenlerini netleştirmeden, Türkiye’nin tamâmına hitap eden, hemen hemen her konuda bu meselenin “en doğru, en mâkul, en doğru, sağduyulu” çözümünü dillendiren bir siyâset ve söylem geliştirdiler. Ben böyle olduğu için bütün seçmende –ortalama bir sempati duyan seçmen ya da kendisine oy vermeyenlerin dışındakileri kastediyorum tabii–, diğer seçmenlerde, “Evet, bu bizim partimiz” duygusunu güçlendiremediler — birinci eksikliklerin bu olduğunu düşünüyorum. Yani orada, %100’e hitap eden, toplumun tamâmına hitap eden doğruları söyleme siyâseti üstlendiler biraz. Siyâset öyle değil; yani zamansal taktiklerle ilerleyen, öncelikle kendi seçmenini tasavvur edip, tahayyül edip bu kendi seçmenini bulmaya ve bulduğu seçmen üzerinden daha ileriye gitmeye yönelik bir strateji geliştirmeleri gerekir bence. İkincisi, iktidar ve iktidar tabanı biraz öngörülenden daha dirençli çıktı. Yani Tayyip Erdoğan kendi tabanını bu yeni iki aktöre karşı muhâfaza etmeye yönelik güçlü bir söylem kullandı; güçlü politikalarla kendi seçmeninin kaybolmasını engelledi. O çerçevede AK Parti seçmeni açısından, DEVA ve Gelecek’in muhâlefetle bu kadar yakın işbirliğine girmiş olmaları, Altılı Masa bünyesinde yer almaları da biraz geçişi zorlaştıran bir işlev gördü. Ama ben önümüzdeki bu bir yıllık süreçte bir söylem netliği sağladıkları müddetçe –yani sağlarlarsa eğer–, bu şansın devam ettiğini düşünüyorum. Çünkü Ümit Özdağ olayı bize bir ay içerisinde bir siyâsî partinin aslında kendi seçmenini el yordamıyla oluşturabileceğini gösterdi. Ben o yüzden önümüzdeki dönemde, yani sâdece bu iki yeni parti açısından değil, İYİ Parti’de de meselâ, çok net bir kimlik değişimi çabası görüyoruz. Bu son bir yıllık sürede, siyâsî partiler biraz kendi önceliklerini masaya koyan bir siyâsî performans gösterecekler diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Şimdi, demin sözünü de ettin, istersen İYİ Parti’yi en sona bırakalım. Ümit Özdağ ve Zafer Partisi’nden konuşalım. Şimdi baktım; başka bir araştırmacıdan da duymuştum, Zafer Partisi’nin, yeni ortaya çıkmış olmasına rağmen bayağı bir oyu var; hattâ rakam vermiyoruz ama, Gelecek ve DEVA kadar gözüküyor sizin araştırmanızda. Bunun tabii birçok nedeni var; ama benim şu tablolarda, Zafer Partisi’ne oy vereceğini söyleyen ezici bir çoğunluğun erkek olması dikkatimi çekti en çok. Yani, bu herhalde rastlantı değildir.

Hatem Ete: Değildir. Yani aslında biz Türkiye’de aşırı sağ parti tecrübesini yeni yaşıyoruz. Ama dünya, özellikle Avrupa bu aşırı sağ parti tecrübesini 20-30 yıldır yaşıyor. Orada çok ciddî birikmiş bir tecrübe var. Çok zengin bir literatür oluşmuş vaziyette; yani hem aşırı sağın büyümesi, durması, paranteze alınması süreçleriyle ilgili çok ciddî bir tecrübe var. Hem de siyâsî partilerin bu aşırı sağ partilerle nasıl bir diyalog kurmaları gerektiğine, nasıl bir ilişki sürdürmeleri gerektiğine yönelik ciddî bir tecrübe var. Türkiye’de biz bunu yeni yaşadık. Aslında bunun bir zemini var artık; yani Türkiye’de toplamında 5 milyona yakın, 5 milyonun biraz üzerinde bir göçmen, sığınmacı, mülteci nüfus var. Ve bu nüfusun epeyce bir kısmı birkaç yıl daha, bir süre daha, belki de ilelebet burada kalmaya devam edecekler. Dolayısıyla da ben burada aşırı sağ bir partiye uygun bir zemin olacağını düşünüyorum. Önümüzdeki dönemlerde de Zafer Partisi’nin ve Ümit Özdağ’ın bu toprağı taşıyacak, bu hamuru yoğuracak bir potansiyeli var. Ama bu hâliyle değil; yani tek kişi ve tek konu üzerinden bu varlığını sürdüremez. Hem Ümit Özdağ tek kişi, hem de ilgilendiği mesele tek mesele. Bu bir sürü handikap doğuruyor. Dolayısıyla bu ilk günün, ilk ayın heyecânıyla bir oy yükselmesi yaşadı; fakat bu oyunu koruyabilmesi için önümüzdeki dönemde, hem kendisinin bunun üstüne bir şey koyması lâzım; hem de diğer siyâsî partilerin bu ay Ümit Özdağ’ı çok fazla kaale alan, çok fazla ciddîye alan, siyâsi söylemi neredeyse tamâmen Ümit Özdağ’ın belirlediği konular üzerinden inşâ eden bir yoldan vazgeçmeleriyle değişebilir. Çünkü bu ay bence siyâsî partiler hatâ yaptılar o çerçevede; yani neredeyse iktidardan muhâlefete her parti, Ümit Özdağ’ın hazırladığı gündeme malzeme taşıdı. Dediğim gibi bununla ilgili bir literatür de var. Kimi ülkeler yok sayma, kimi ülkeler bir koordinasyon içerisinde hareket etme, kimi yerler onların kullandığı söylemin daha yumuşağını kullanıp seçmenin onlara gitmesini engellemek, kimine koalisyona yer verme gibi bir sürü taktik uyguluyorlar. Siyâsî partilerin bunlara çalışmalarında fayda var diye düşünüyorum. Seçmen profiline geldiğimizde ise, bir sürpriz yok aslında Ruşen Abi; yani aşırı sağ partiler, erkek yoğunluklu, genç yoğunluklu, yüksek eğitimli yoğunluklu, yüksek-orta gelir düzeyine sâhip seçmenlerden oy alan partiler oluyor. Çünkü biraz aşırıya kaydılar; bu tür seçmen profilinin savunduğu bir kaybı var. Yani ülkenin demografisine baktığınız zaman, genellikle Batı Marmara, Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşan bir oy oranı görüyoruz Ümit Özdağ’ın. Yani dolayısıyla ilk bir aylık bir seçmen profili üzerinden böyle kesin yorumlar yapmak zor; ama ilk yoklamalar, Ümit Özdağ’ın Batı’daki aşırı sağ partilerdekine kolaylıkla benzeyebilecek, o partilerle karşılaştırabilecek bir seçmen kompozisyonuna oturduğunu gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Şimdi İYİ Parti’yle bitirelim.Ben hep şunu düşündüm ve söyledim: Ümit Özdağ’ın İYİ Parti’den ayrılması –ayrılmasaydı herhalde yollayacaklardı– bir şekilde Meral Akşener’in elini rahatlattı diye düşündüm. Ümit Özdağ’ın şu anda belli bir potansiyeli yakalıyor olması herhalde Akşener’in hoşuna gitmiyordur; ama sonuç olarak onun partiyi merkeze konumlama niyetini –varsa tabii ki– niyeti kolaylaştırdığını düşünüyorum. Çünkü biliyorsun, Ümit Özdağ dışında da birtakım isimler tarafından arada sırada birtakım çıkışlar yapıldı; özellikle Kürt meselesi bahsinde falan bayağı zorluyorlardı İYİ Parti’yi. Bir de bu arada şunu söyleyeyim: Başka araştırmalarda İYİ Parti için söylenen oy oranının daha altında gözüküyor sizinki. Doğru diyorum değil mi? Başka araştırmalarda daha yüksek gözüküyor. Sizde de, son seçime, yani girdikleri seçime göre oyunu artırmış gözüküyor; ama diğerleri kadar çok yüksek bir artış gözükmüyor. Ne diyorsun İYİ Parti için?

Hatem Ete: Ben de sizin gibi düşünüyorum. Yani Ümit Özdağ’ın muhtemel oy oranı üzerinden, başta İYİ Parti’yi, genelde diğer partileri tehdit edecek bir performans oluşturacağını öngörmüyorum. Ama siyâsetin üslûbunu etkileme, siyâsî söylemin kendini etkileme îtibâriyle önümüzdeki dönemde muhâlefeti zorlayabilir. Onun da yolu, bugünden muhâlefetin Ümit Özdağ’la bu kadar rahat, kolaylıkla diyalog, polemik geliştiren bir söylemden vazgeçmeleri olur bence; bunu söyleyip bu faslı kapatayım. İYİ Parti’ye geldiğimizde de, İYİ Parti’nin bu merkeze oturma stratejisi son bir yılın stratejisi aslında; AK Parti gerilemeye başlayınca, bir oy kaybı görünür oldukça, bir merkez sağ parti alternatifi boşluğu doğdu. İYİ Parti bu boşluğu görüp bu boşluğa oynamaya çalıştı; yani neredeyse 2021 yılı başından îtibâren İYİ Parti’nin konsantrasyonu buna yönelik. Ümit Özdağ’ın partiden ayrılması, parti içinde son dönemde kongre sonrasında yapılan görev değişiklikleri de bu şeyi besledi. Ama burada, bu merkez sağ partiye oturma stratejisinin kısa sürede bu kadar bir uçtan diğer uca geçişle sonuçlanması, İYİ Parti’nin potansiyelini gerçekleştirmesini engelledi diye düşünüyorum. Yani başta çok net bir şekilde, neredeyse Cumhur İttifakı’nın söylemini kopyalama üzerinden çok net bir dindarlık vurgusuyla, çok net bir ülkücü milliyetçilik söylemi geliştirme üzerinden bir merkez sağa yönelme teşebbüsünde bulundu. Bu “Ömer’in Yolu” kampanyası üzerinden, şimdi şu son bir aydır Gezi Dâvâsı’nın sonuçlanmasından başlayarak diyelim, Meral Akşener’in söyleminde biraz daha fazla CHP tabanına hitap eden, CHP tabanına seslenen, dolayısıyla da seküler milliyetçilik üzerinden bir merkezi yeniden oluşturmaya çalışan bir teşebbüs görüyorum. Dolayısıyla bir uçtan başka bir uca yöneldi İYİ Parti ve şimdi oraya yönelik güçlü söylemlerle, genellikle tartışmalar yaratan söylemlerle, İYİ Parti bu rota değişikliğinin kamuoyu tarafından da fark edilmesi istiyor. Yani bunu alttan, yavaş yavaş yapmak yerine, bütün söylemleri üzerinden gerçekleştiriyor. Abdülhamit tartışması yapmak üzerinden gerçekleştiriyor bunu; İttihat Terakki üzerinden, işte İstibdat-Hürriyet söylemleri üzerinden, yani bir şekilde Türkiye’deki toplumsal hâfızanın kolaylıkla bugüne çağırabileceği güçlü sembolik hamleler üzerinden bunu gerçekleştiriyor. Ben bunu doğru görmüyorum; yani merkez sağ potansiyelini riske sokan hamleler olarak değerlendiriyorum. Evet, İYİ Parti CHP’den bir kısım oy alabilir; ama İYİ Parti’nin CHP’den alabileceği oyları sınırlı, çünkü CHP de iktidara yürüme performansıyla seçmenini mobilize etmeyi başaran bir parti. Orada bir yorgunluk, bir şey eksikliği yok; dolayısıyla doğru adresin merkez sağ olduğunu düşünüyorum İYİ Parti için; fakat önümüzdeki dönem belki bu etki, yani “Ömer’in Yolu”ndan elde edilen yanlışı bununla düzelttikten sonra, orta yere gelme stratejisi belirlenecekse, önümüzdeki dönemde biraz daha merkeze yönelik olmalı; çünkü merkez partileri, farkları bu kadar net kimliksel metaforlarla siyâset yapmazlar. Yani daha muğlak yaparlar, flu yaparlar; bunun üzerinden bir tartışma gütmezler. Daha ekonomi, kalkınma, açıklık vs. üzerinden, kültürel hassâsiyetlere saygı üzerinden bir söylem yürütürler. Ben önümüzdeki dönemde İYİ Parti’nin büyüme marjının mevcut olduğu, ama henüz bunu gerçekleştirmediğini düşünüyorum o nedenle.

Ruşen Çakır: Evet Hatem, burada noktayı kolayım. Her şeyden bahsettik. MHP’den bahsetmedik; ama zâten Cumhur İttifakı’ndan bahsettiğimiz zaman MHP’den de bahsetmiş oluyoruz. Çok teşekkürler; bunu artık siz raporları yaptıkça aylık da yapabiliriz, üzerinden geçebiliriz; bâzı şeyleri tekrar tekrar konuşuruz, ama önemli olan tabii burada birtakım değişiklikler, bir önceki gündeme göre değişiklikler. Ben açıkçası durgunluğun çok kısa süre içerisinde geçeceğine, seçim tarihi belli olmasa da Türkiye’de siyâsî atmosferin iyice kızışacağına düşünüyorum. Neye istinâden düşünüyorum bilmiyorum, böyle bir hissiyat diye söyleyeyim. Çünkü bu kadar çok sorunun olduğu bir ülkede, siyâsetin bu kadar az olması eşyânın tabiatına aykırı, ne dersin?

Hatem Ete: Çok çok doğru; %100 katılıyorum. Yani siyâset bu mevcut siyasal sıkışmışlığı aşacak bir performans göstermiyor; göstermedikçe seçmene adres olmuyor. Seçmene adres olmadığını fark ettikçe, bir antrenman yapma ihtiyacı hissediyor. Yani şu anda siyâset aslında yol almıyor, pedal çeviriyor sâdece ve bu sürekli yol almadan pedal çevirme meselesi bence toplumu da çok rahatsız ediyor. Yani neredeyse muhâlefetin bütün tartışmasının, siyâsetin bütün tartışmasının, “Hangi parti nasıl seçime katılacak? Hangi parti kimi aday gösterecek? Hangi cumhurbaşkanı adayının ne tür artıları eksileri var?” üzerinden bu kadar fazla mesâi harcamasının siyâseti çok gerdiğini, toplumu gerdiğini düşünüyorum. Yani gündem ekonomi. Bu ekonomi gündemine yönelik bu kadar yakıcı meseleler varken, meselâ CHP’nin SADAT tartışmasına bu kadar vakit ayırması, vakıflar arası para transferlerine ve Erdoğan’ın kaçabileceği ihtimâline bugün güçlü yatırım yapması… bunların hepsi seçmende, yani “Muhâlefet benim dertlerime yönelik güçlü siyâsetler üretmiyor, üretmeyecek de” gibi bir umutsuzluğa, ümitsizliğe kapılmasına yol açıyor diye düşünüyorum. Bu önümüzdeki dönemde bütün partilerin el yükselterek, sürekli siyasal gerilim hatlarını böyle kazıtarak yola devam edeceklerini gösteriyor. Ben de önümüzdeki dönemin hareketli olacağını düşünüyorum o yüzden.

Ruşen Çakır: Evet Hatem, çok teşekkürler. Hatem Ete ile yaptıkları son panoramadan hareketle Türkiye’deki siyâseti konuştuk. Seçim durumunda kimlerin neyi nasıl yapabileceğini konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.