Rusya’nın Ukrayna’ya saldırıları devam ediyor. ABD Başkanı Joe Biden, The New York Times gazetesine yazdığı makalede, Ukrayna’ya gelişmiş füze sistemlerinin gönderileceğini duyurdu. 700 milyon dolarlık silah yardımının bir parçası olarak gönderilecek füze sistemleri, Ukrayna savaşına nasıl etki edebilir? Füze sistemleri, Kiev yönetiminin beklentilerini karşılayabilir mi?
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’ye bir askeri operasyon düzenlenebileceğinin sinyalini vermesinin ardından Arap basını, bu operasyonun belirsiz bir tarihe ertelendiğini iddia etti. Operasyonun ertelenmesinin altında yatan sebepler neler olabilir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, The Economist dergisi için bir makale kaleme aldı. Erdoğan makalesinde, Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmasını neden engellediğini açıkladı. Peki Erdoğan neden The Economist’e yazdı? Ankara’nın bu tavrı değişebilir mi? Vaşington bunu nasıl karşılıyor?
Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar, Transatlantik‘te değerlendirdi.
Spotify’dan dinleyebilirsiniz:
Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok, bir seyahatte. Ömer Taşpınar Washington’da. Ömer ile konuşacağız. Ömer, merhaba.
Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Seninle neler konuşacağız diye aldığımız notların hepsinin üstüne, bir de Yunanistan meselesini bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan çok ciddî bir şekilde gündeme getirdi, grup toplantısında sert çıkışlar yaptı. Tabii her zaman olduğu gibi, dış politikayı iç politika açısından kullanıyor. Bunu biliyoruz; ama yine de Yunanistan konusunda çok sert, Suriye’ye harekât konusunda çok kararlı gözüküyor. İsveç ve Finlandiya meselesini daha da NATO içerisinde genelleştirerek, orada da çok sert pozisyonunu koruyor. Bunlara ek olarak tabii bir de Ukrayna Savaşı var; dünya unutmak istiyor, ama savaş devam ediyor. Onun özellikle Washington’daki boyutunu konuşalım. İstersen onunla başlayalım. ABD desteğini artırıyor değil mi Ukrayna’ya? Bayağı ciddî anlamda bir destek veriyor. Dünya çok fazla ilgili gözükmese de, Batı’nın gündeminde özellikle yaptırımlar meselesi, enerji meselesi var. Bütün bunların hepsi, savaşın kendisi kadar savaşla ilgili yaşananlar da bayağı bir dünyanın gündeminde. Ne yaptı Biden? Ne yapacak önümüzdeki günlerde? Yine kesenin ağzını bayağı açmış gözüküyor, ne diyorsun?
Ömer Taşpınar: Evet Ruşen. Bu sabah ben de uyandığımda Biden’ın kendisinin kaleme aldığı… yani bir bakıma, Erdoğan’ın Economist için yazdığı yazıyı ne kadar Erdoğan yazmışsa, Biden da herhalde New York Times’taki yazıyı o kadar kendisi yazmıştır diye düşünmek lâzım. Bunlar genelde ulusal güvenlik ekibinin kaleme aldığı yazılar. Öyle bir yazı kaleme alınmış, Biden imzasıyla çıktı. Ve Amerika’nın Ukrayna stratejisini ve Rusya stratejisini anlatıyor Biden. Temelde şunu söylüyor: Putin açısından bu Ukrayna mâcerâsı, Ukrayna savaşı aslında bir başarısızlıkla sona eriyor diyor. Kiev’in alınması ve Ukrayna’nın bu şekilde işgal edilmesini, bütün Ukrayna’nın işgal edilmesini planlayan Putin, bu konuda başarısız oldu diyor. Ukrayna’nın askerî performansını övüyor Biden. Ve Batı ittifakının özellikle NATO ittifakının Putin sayesinde ne kadar güçlendiğini ve İsveç ile Finlandiya’nın da Transatlantik İttifakı’na, Batı ittifakına gireceğini söylüyor. Aynı zamanda finansal ve ekonomik desteğin de devam edeceğini söylüyor Ukrayna’ya. Bu arada bir konuya açıklık getiriyor Biden — ki bu özellikle önemli: “Bizim Moskova’da Putin’e karşı bir rejim değişikliği stratejimiz yok” diyor. Biliyorsun Biden sık sık gaflar yapıyor ve Ukrayna’yı ziyâretinde Polonya’ya da gitmişti. Polonya’da Varşova’da yaptığı o önemli konuşmada, “Bu adam artık gitmeli! Allah aşkına Putin gitmeli!” diye bitirmişti konuşmasını ve ondan sonra bir sürü spekülasyon çıkmıştı: “Acaba Amerika politika mı değiştiriyor? Moskova’da Putin’e karşı bir darbe mi olacak, rejim değişikliğine mi hazırlanıyor?” diye. Bu konuya da açıklık getiriyor Biden makalesinde. Diyor ki: “Bizim Rusya politikamızda bir değişiklik yok. Putin ile olan ilişkiler tabii ki sarsıldı; fakat bizim Rusya’ya savaş açma gibi bir derdimiz yok, rejim ile de bir derdimiz yok. Tabii ki bu rejim insan hakları ihlâlinden, uluslararası hukukun ihlâlinden sorumlu; fakat dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na götürme gibi bir niyetimiz yok, Ukrayna’ya yaptığımız yardım da Ukrayna’nın Rusya topraklarında askerî operasyonlara girmesi için bir yardım değil” diyor. Şimdi bu oldukça önemli; çünkü son bir ay içinde Rusya topraklarında bâzı silâh depolarında ve petrol depolarında patlamalar olmuştu— ki bundan da Ukrayna bütünüyle ilgisiz gözükmedi, yani bir bakıma konfirme etmedi Ukrayna Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı. Dolayısıyla “Ukrayna acaba savaşı Rusya’ya mı taşıyor?” spekülasyonları vardı. Bu arada Rusya, biliyorsun yani, yüzlerce tank kaybetti, on on beş arası general hayâtını kaybetti ve bir Rus savaş gemisi batırıldı. Bütün bunlarda Amerikan istihbârâtı büyük rol oynadı deniyordu. Dolayısıyla Amerika’nın Rusya’ya karşı direkt olarak cephede olduğu, Amerikan istihbârâtının direkt olarak cephede olduğu da söyleniyordu. Bunlara da biraz açıklık getiriyor: “Biz Rusya’ya herhangi bir şekilde direkt bir muhârip savaş konumunda değiliz, Ukrayna’ya yardım ediyoruz sâdece, Ukrayna’nın da Rusya’yı hedef almasını istemiyoruz” diyor. Yani bu bir bakıma… İşte, ekonomik paketi açıklıyor, “Yaptırımlar devam edecek” diyor, “Finansal yardım devam edecek” diyor. Şimdi sâhaya baktığımızda, Ukrayna’da ne oluyor diye şöyle bir göz atarsak: Şu an bir tıkanıklık var cephede; yani güney cephesi ve doğu cephesinde, bu Donbass bölgesi artık Kırım ile Mariupol’ü alması sonucuyla birleştirildi. Yani karadan bir köprü oluşturuldu Kırım ile Donbass arasında. Fakat aynı zamanda bu Ukrayna ordusu, Doğu Ukrayna’da, Donbass bölgesinde savaşmaya devam ediyor. Rus ordusunun performansının batı ve kuzeydeki performansına oranla Rusya topraklarına daha yakın olan Doğu Ukrayna’da daha başarılı olduğu söylenebilir. Yani Rusya bir bakıma hep yumuşak karnı olan lojistik meselede biraz daha başarılı şu aşamada ve Ukrayna ordusu zorlanıyor. Oldukça zor bir döneme girdi. Bir tıkanıklık var cephede ve Avrupa’da da “Ukrayna’ya ne kadar yardım edelim?” konusunda yavaş yavaş çatlaklar oluşuyor. Fransa ve Almanya ağır silâh yardımı yapmaktan yana değiller Ukrayna’ya. Frene basmak istiyor Fransa ve Almanya, silah yardımı konusunda. Her ne kadar Rusya’ya karşı yaptırımlarda hâlâ yekpâre cephe devam etse de, Avrupa’daki kırılma daha çok Fransa ve Almanya’ya karşı, Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinin daha şâhin pozisyonunu karşı karşıya getiriyor. Polonya, Çek Cumhuriyeti… bunlar Ukrayna’ya çok daha ciddî yardım yapılmasını istiyorlar. İngiltere ve Amerika tabii ki Ukrayna’ya daha ağır silâh yardımlarının yapılmasını istiyorlar. Mesela Biden bugünkü makalesinde, benim gördüğüm ilk kez tank yardımlarından bahsediyor. Yani bildiğimiz tanksavar dışında, helikopter ve tank yardımı da yapacaklarını söylüyor. Zaten ağır silâh, meselâ Howitzer’ler, roketatarlar konusunda Amerika zâten yardım yapıyordu. Bunlara devam etmek istiyor. İngiltere, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Amerika, Baltık ülkeleri, bunlar daha şâhin bir pozisyonda. Fransa ve Almanya ise bir an evvel –cephede tıkanıklık var–, “Bir an evvel buna bir diplomatik çözüm bulalım, bu mesele sâhada savaş ile hallolmayacak; sonuçta gene diplomasiyle hallolmalı” bâbında açıklamalar geliyor Makron ve Olaf Scholz tarafından. Zaten Makron ve Almanya Şansölyesi de Ukrayna’yı ziyâret etmeyen ender liderler konumundalar. Onun dışında, Doğu Avrupa’daki bir sürü lider Kiev’e gitti, Biden gitti, Boris Johnson gitti. Tabii ki bütün bu destek veren ülkelerin çoğu gitti; ama Macron, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz henüz Kiev’i ziyâret etmediler — ki Kiev şu anda artık normale dönmek üzere. Amerika büyükelçiliğini açtı Ukrayna’da, Kiev’de. Ama buna rağmen Almanya ve Fransa’nın frene bastığını görüyoruz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Ömer, şimdi Biden’ın yazısında, söyledin, İsveç Finlandiya’nın katılacak olmasını bir başarı olarak söyledi; ama hâlâ Türkiye bu konuda net pozisyon almıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan The Economist’e bir yazı yazdı. Bugünkü grup konuşmasında da çok net bir şekilde dedi ki: “NATO bir güvenlik kuruluşudur, NATO terör örgütlerine destek kuruluşu değildir” dedi. Ve sâdece İsveç ve Finlandiya’yı demedi; Almanya, Fransa, Hollanda’yı da kattı. “Terör örgütüne destek veriyorlar, orada örgüt lideri posteriyle sokaklarda yürüyorlar” vs. falan. Bu olayı Türkiye, Ankara bayağı kilitliyor gözüküyor. Ama Biden da işte bunu bir başarı olarak gösteriyor. Hep şey diyorduk: “Pazarlık oluyor ve buradan bir sonuç çıkar herhalde” diye düşünüyorduk; ama şu hâliyle bakıldığında, Ankara, pazarlık varsa –ki var biliyoruz– ondan pek memnun değil. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Evet, yani böyle her gün, her hafta tabii yeni gelişmeler oluyor gibi. Fakat meseleye yapısal olarak, daha geniş bir çerçeveden baktığımızda, tabii ki bir pazarlık var ve bu pazarlığın sonucunda Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’ya veto koyması ve bunu bir şekilde bütün NATO’nun genişlemesini… şu kadar, bugünkü gibi kritik bir ortamda engellemesi çok mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla perde arkasında devam eden bir pazarlık var. Türkiye’nin Suriye harekâtını geciktiriyor olması da bu pazarlığın bence içinde. Hafta sonu İsveç basınından bir haber geldi; o da İsveç’te yarı-resmî bir kurumun –Savunma ve Strateji Denetleme Kurumu deniyor– bu SVSDK’nın yüksek derecede bir yetkilisi, “Türkiye’ye yaptığımız ambargoyu gözden geçiriyoruz” dedi. 2019’da tam da Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı askerî operasyonlar nedeniyle gelmişti İsveç’ten bu yaptırımlar. Avrupa Birliği çerçevesinde de tabii ki yaptırımları var belirli açılardan. Dolayısıyla Türkiye’nin böyle bir aşamada, yani şu anda bu yaptırımların kaldırılmasının söz konusu olduğu, bunun pazarlığının yapıldığı bir ortamda, Amerika’nın da Türkiye’ye çok kritik bir şekilde şu anda F-16 satımının söz konusu olduğu bir ortamda. F-16, tekrar ediyorum; F35’ler değil. F35’ler S-400’ler nedeniyle artık imkânsız hâle geldi; ama Türkiye hem modernizasyona muhtaç F-16 filosunu modernleştirmek, hem de yeni F-16’lar almak istiyor. Bununla ilgili Amerikan hükûmeti de istekli ve hevesli, ama Kongre’de çok ciddî bir direnç var. Geçen hafta da konuştuk bunu. Kongre’de bu direncin olduğu bir ortamda, Pentagon’un da endişelerini belirttiği, “Türkiye’nin Suriye’ye girmesini istemiyoruz, bu zamanda çok yanlış olur, aynı zamanda IŞID ile mücadele konusunda da hatâlı bir adım olur” dediği bir ortamda, bana göre tabii ki bu pazarlık devam ediyor ve Erdoğan da bu pazarlığı konuşurken bir yandan iç politikaya da bakıyor. İç politikada Suriye’ye atacağı adım, Suriye’ye yapacağı operasyonun içeride getireceği bazı ivmeler olabilir, milliyetçi bir dalga olabilir, HDP’yi zor durumda bırakma gibi iç politika hamleleri olabilir. Bunlar seçim ortamına girecek bir Türkiye’de belki şu anda beklemede tutmak istediği konular olabilir. The Economist’teki yazısına bakınca, yeni bir şey yoktu. Sert bir tutumla uyarıyor, NATO’yu uyarıyor: “Bizi çantada keklik sandınız” diyor, “NATO aslında yıllarca kendi kimliğini bulamadı” diyor ve “terörü ciddiye alamamanın bugün bazı sancılarını yaşıyor” diyor. İsveç ve Finlandiya’ya ve özellikle İsveç’e hep bildiğimiz o şartları tekrar ediyor. Yani “PKK’ya olan desteğinizi, diğer terör örgütlerine olan…” –bunların içinde tabii solcu gruplar var, komünist gruplar var, Fethullah Gülen grubu var– “Bunları kaldırın diyor, silâh ambargosu var, bunu kaldırın” diyor. Dolayısıyla orada yeni bir şey yok; fakat bildiğimiz şey şu: Bir pazarlık devam ediyor perde arkasında. Biden ciddîye almadı Erdoğan’ı. Asıl Erdoğan’ın istediği şey Biden ile bu pazarlığı yürütmekti. Beyaz Saray’a gelmesi, Beyaz Saray’da konuşması, ağırlanması… Ve bu Amerika ile gerek F-35’ler, F-16’lar, S-400 meselesi, gerekse bölgedeki konuların Biden ile masaya yatırılmasıydı. Biden, tâbir-i câizse, ciddîye almadı Erdoğan’ın vetosunu. O nedenle de bence Erdoğan biraz da o kızgınlık içinde, “Gerekirse Suriye’ye de gireriz” dedi. Çünkü Suriye’ye girmesi Amerika ile ilişkileri zorlayacak bir mesele tekrar. Onu da göze aldı; fakat şu anda frene basmış gözüküyor Erdoğan.
Ruşen Çakır: Şimdi bu noktada, Biden ile görüşme dedin; Miçotakis’in ABD’deki ağırlanmasından Erdoğan’ın rahatsızlık duyduğunu görüyoruz. Bugün yine Yunanistan konusunda sürekli doz yükseliyor. “Yüksek düzeyde bir Strateji Konsey Anlaşması var; dün dışişleri bakanıma da söyledim, anlaşmayı bozduk” dedi. “Ve ikide bir uçaklarınla kalk bize gösteri yap, ne yapıyorsun sen kendine gel, tarihten hiç ders almıyor musun? Sonra başlıyorsun ağlayıp sızlamaya” dedi ve 5+4, Amerika’nın dokuz tane üssünün Yunanistan’da, adalarda vs. imkân hazırladığını, 5+4’ü ne dediği tam… Bir ihtimal, beşi eskidendi dördü yeni kuruluyor; ama konuşmasından olduğu gibi alıyorum, Yunanistan ile dozu yükseltiyor. İkili görüşmeleri tamamen iptal ediyor. Ve meydan okuyor yani Yunanistan’a: “Haddini bil!” diyor; ama burada Yunanistan’a derken, ABD’ye de bir şey söylüyor. Şimdi bunun iç politikada belli bir karşılığı olabilir belki; yani bir gerginlik, işte milliyetçilik, hamâset falan olabilir; ama Türkiye’nin bir zamanlar yaşadığı gibi, Yunanistan ile çok çıplak gözle görülen, kamuoyunu rahatsız eden sorunları yok benim bildiğim. Yani böyle, “Bu Yunanlılar da çok oldu kardeşim!” gibi bir kamuoyuna anket yapsalar Türkiye’de, herhalde çoğu kişinin aklına böyle bir şey gelmez; ama bunu bir şekilde iktidar sürekli olarak adım adım, adım adım taşıdı. Ne olacak bu? “Nasıl Rum lobisi, Amerika’daki Rum lobisi, hepsine bunları söylüyor, maalesef Yunanistan yola gelmeyecek, ne zaman ki bütün bu yanlışlarından sarf-ı nazar eder, yanlış yaptık der” deyip Yunanistan’ın Amerika’daki lobisine güvendiğini falan söylüyor. Yeni bir Türk-Yunan anlaşmazlığı dönemine mi giriyoruz?
Ömer Taşpınar: Gene, Ruşen, geniş çerçevede düşünmek gerekirse; bunu şu son bir yıldaki Türk dış politikasının genel gidişâtına oturtalım. Aslında Erdoğan, Batı ile ilişkilerde olsun, Ortadoğu ve Ermenistan ile ilişkilerde olsun, oldukça pozitif adımlar atıyordu. Yani neredeyse bir ara sırf, “Komşularla yine sıfır sorun dönemine mi dönüyoruz?” dediğimiz bir dönemden geçtik: Ermenistan ile normalizasyon, işte İsrail ile normalizasyon çabaları, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ziyâretleri… Yani burada Mısır ile karşılıklı atılan bazı adımlar var. Bütün bunlara da baktığımızda ortaya bir Yunanistan istisnâsı çıkıyor. Yani Yunanistan ile düzelmeyen bir mesele var ve burada aslında tam katılmıyorum sana; belki Türk halkının gözünde, kamuoyu yoklaması yapsan bir tehdit algılaması yok Yunanistan’dan gelen, Yunanistan çok ön planda değil; fakat yapısal sorunlar açısından baktığımızda, Türkiye’nin dış politikadaki en yapısal meselesi Kıbrıs konusunda geldiği yer, Kıbrıs tıkanıklığı, kıta sahanlığı meselesi, Adalar meselesi, Doğu Akdeniz’deki enerji meselesi diye baktığımızda, bu konularda yapısal bir tıkanıklık var. Yani Yunanistan ile ilişkilerin düzelmesi için aslında çok daha derinde yatan Kıbrıs meselesi gibi, Adalar gibi sorunlar var — özellikle Kıbrıs diyelim buna. Yani Kıbrıs’ın varlığı zâten Doğu Akdeniz’deki meseleyi belirliyor. Türkiye’nin Kıbrıs politikası, Avrupa Birliği’ne girmiş bir Kıbrıs yönetimi. Türkiye’nin politikalarının Doğu Akdeniz’de Kıbrıs nedeniyle tıkanıklığa girmesi… Bütün bunlar yapısal meseleler. Dolayısıyla aslında Türkiye’nin Yunanistan ile normalizasyon açısından adım atması çok zor gözüküyor. Yani ortam yumuşayabilir, Miçotakis Ankara’ya gelebilir, konuşulabilir; fakat meselenin özünde yatan sorunları halletmek, bir Ermenistan ile sorunları halletmek kadar kolay değil. Ermenistan’da ne oldu? Karabağ’da bir şekilde Azerbaycan zafer kazandı, önü açıldı sürecin. Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İsrail meselelerinde bile, Türkiye’de birebir “millî dâvâ” gibi bildiğimiz Kıbrıs Meselesi gibi bir engel yok ilişkilerin düzelmesinde. Oysa Kıbrıs’ta bu sorun devam ediyor. Yunanistan ile ilişkilerde bu sorun devam ediyor. Peki yeni olan nedir? Yani yapısal olan belli. Yeni olan nedir? “Yeni olan ve Erdoğan’ın bu çok sert tonda yaptığı açıklamaları tetikleyen nedir?” diye sorduğumuzda, ortaya Amerika çıkıyor işte. Yani Miçotakis’in Kongre’de yaptığı konuşma, Beyaz Saray’da ağırlanması ve NATO çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların Amerikan Kongresi’nde Yunanistan lehine tartışılması. Şimdi Türk basını, Türkiye’deki yazarlar çizerler çok şaşırıyorlar: “Miçotakis nasıl böyle konuşabilir” Kongre’de diye. “F-16 vermeyin” diyor “Türkiye’ye. Kıbrıs’ta iki devletli çözüm, Türkiye orada asker bulundurdukça olmaz” diyor. Bütün bunlar bildiğimiz, hem Kıbrıs hem de Yunan tezleri. Yani bir Yunan başbakanının çok güçlü bir Yunan lobisinin ve Yunanistan’ı destekleyen Kongre üyelerinin bulunduğu Amerikan Kongresi’ne gidip orada Yunanistan’ın tezlerini savunması kadar normal bir şey olamaz. Ve Türkiye’deki politikaların bölgede sorun yarattığı, Doğu Akdeniz’de sorun yarattığını da söylemesi… Türkiye’nin F-16 alımının bir bakıma engellenmesi gerektiğini söylemesi; Yunanistan ulusal çıkarları açısından baktığımızda son derece normal, ama Erdoğan’ın kendisi Biden tarafından ciddîye alınmazken, kendisi Biden tarafından dâvet edilmezken, Biden Beyaz Saray’da İsveç ve Finlandiya liderlerini ağırladı ve onlar Türkiye’den bahsederken Biden’ın hiçbir şekilde Türkiye’den bahsetmemesi bence Erdoğan’ı çok kızdırıyor. Yani ciddîye alınmamak, Beyaz Saray tarafından ciddîye alınmamak. “Ben NATO’ya alınmalarını veto ediyorum” demesine rağmen ciddîye alınmaması çok rahatsız ediyor Erdoğan’ı ve bu konuşma sonrasında zâten “Benim için bitmiştir” gibi sert bir ifâde kullandı. Bu Batı basınında çok konuşuldu. Eh “Benim için bitmiştir” dediği bir lidere, “Yunanistan ile ilişkilerimizi bir şekilde rafa kaldırıyoruz” demesi de çok şaşırtıcı değil. Bunun bir adım ötesi, bir bakıma nota vermek, Yunanistan’daki Türk büyükelçisini çağırmak. O tarafa da gidebiliriz. Bu konuyla ilgili bir de şunu da söylemek lâzım Ruşen: Türkiye’ye aslında içeriye baktığımızda, MHP ile bir koalisyon var — ki MHP’nin Yunanistan konusunda sözleri, pozisyonu gayet açık. Devlet Bahçeli’nin son derece sert, zâten MHP’nin “Gerekirse NATO’dan çıkarız” gibi bir anti-Amerikan konumu var. Ama bir de daha küçük koalisyon ortağı diyeceğimiz ulusalcı ekibe baktığımızda ve bunların içinde bir ekip var ki bu Mavi Vatan Projesi, yani Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve Ege’de daha kendi savunmasını ileri savunma olarak kabul edip ve daha bu bölgede gerek donanmasını gerek hava kuvvetlerini güçlendirmesini isteyen ve Yunanistan’ı ana tehdit olarak gören o Mavi Vatan ve Ulusalcı koalisyon var — ki bu da son derece anti Amerikan bir koalisyon. Hattâ Erdoğan’ın Yunanistan ile ilişkileri düzeltmesini istemiyordu. O ulusalcı koalisyon aynı zamanda sert laik bir koalisyon. Erdoğan ile ilişkisinde bir laiklik sorunu olabilecek bir koalisyon, Erdoğan’ı İslâmcı olarak niteleyen bir dünya varken, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler, İhvan konusunda, Birleşik Arap Emirlikleri konusunda, Mısır konusunda, İsrail konusunda en önemlisi geri adım atmasında ve onlarla normalizasyonunu desteklerken, bu Mavi Vatancı, Ulusalcı koalisyon Yunanistan ile ilişkilerin düzelmesini istemez. Dolayısıyla iç politikaya bakarsak, içeride de Yunanistan’a karşı bu tür bir söylem içeride kurmuş olduğu koalisyonun küçük ayağı olan Ulusalcı, Avrasyacı, Mavi Vatancı ekibi de yanına çekme hamlesi olarak görülebilir bence.
Ruşen Çakır: Ömer, son olarak Suriye’yi konuşalım. Operasyon ilân etti Erdoğan, duyurdu. “Bir gece ansızın gelebiliriz” dedi. Sonra olmadı, her an olabilir diye beklerken olmadı. Haberler çıktı. Erteledi. Özellikle sâhadaki unsurların talebiyle ertelendiğini söyledi. Ama Erdoğan bugün yine bu konuda çok net şekilde: “Mınbiç’i, Tel Rıfat’ı temizledik, teröristlerden temizliyoruz. Ardından da aşama aşama diğer bölgelerde de aynısını yapacağız. Türkiye’nin bu meşrû güvenlik adımlarına bakalım kimler destek verecek, kimler köstek olmaya çalışacak, göreceğiz” diye… Ama tarih vermiyor tabii. Daha önce her an olabilecekmiş gibiydi; şimdi herhalde biraz, bir müddet sonra olabilir diye düşünülüyor ve “30 km derinliğinde güvenli bölge oluşturma karârımızın yeni bir safhasına geçiyoruz” diye alenen söyledi. Ne oluyor? Ne olabilir? Bir beklenti var, operasyon olacağı kesin gibi gözüküyor, ama hemen olmayacak gibi gözüküyor. Bunun tabii ki içeriye yansımaları da olacak. Kürt seçmene yönelik muhâlefetin vereceği tavır, HDP ilişkisi falan. Bunlar apayrı bir iç politika boyutu; ama bunun esas stratejik anlamına baktığımız zaman, ne diyorsun? Olur mu, olacak mı çok geçmeden?
Ömer Taşpınar: Programın başında konuştuğumuz gibi Ruşen, bir pazarlık söz konusu bence. Yani NATO ile bir pazarlık söz konusu, temelde İsveç ile bir pazarlık söz konusu. İsveç neden Türkiye’ye silâh satışını ambargo altına almıştı? Neden kesilmişti İsveç’ten gelen silâhlar? Çünkü 2019’da Türkiye arka arkaya bir sürü operasyon yapmıştı — 2016’dan başlayarak. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye politikası, YPG/PYD’ye karşı attığı adımlar Avrupa Birliği’nde, NATO’da, Amerika’da ciddî bir endîşe uyandırıyor. Ve dünya aslında PKK’yı belirli açılardan bir terör örgütü olarak görse bile, PYD/YPG’yi tam olarak aynı kefeye oturtamıyor, en azından Amerika oturtamıyor. Yani tamam, kabul ediyor, PKK bir terör örgütü. Ve Türkiye’nin Kuzey Irak’taki operasyonlarına, Kandil’e karşı yaptığı operasyonlarına aynı derecede karşı çıkmıyor. Orada meselâ sâdece… orada istihbârat paylaşımı da yapıyor. Fakat Suriye’ye Türkiye askerî operasyon yaptığında, Suriye’de cephede zâten Amerikan askerleri olduğu için ve Suriye’deki PKK’nın bağlantılı olduğu örgüt, hatta PKK olarak nitelendirebileceğimiz örgüt direkt olarak Türkiye’yi hedef almadığı için… Yani şunu kabul edelim: PKK, Irak’taki PKK, Kandil, tabii ki Türkiye’yi direkt olarak hedef alıyor; ama YPG/PYD’nin Türkiye’den çok daha büyük bir derdi var orada. Türkiye’den çok daha büyük derdi de aslında orada, yani Amerika ile beraber asıl bölgedeki tehdit olarak algıladıkları IŞID ile mücâdele etmek. Dolayısıyla böyle bir ortamda Türkiye’nin Suriye’ye girmesi, tam İsveç’ten askerî yaptırımları kaldırmasını beklerken, tam Amerika’dan F-16 alımını beklerken, tam Kongre’yle ilişkilerde kritik bir dönemden geçerken Türkiye’nin Suriye’ye girmesi elini zayıflatır. Nasıl zayıflatır? Cephede zayıflatmaz. Türkiye cephede istediğini yapar. Ama cephede âciliyet teşkil eden bir durum yok. Yani “Oraya bir an evvel Türk ordusu girmeli ve 30 km’lik koridoru bir an evvel kapatmalı; yoksa orada önümüzde aylarda çok kritik gelişmeler olacak” diyebileceğimiz askerî operasyonel bir âciliyet, bir elzem durum yok. Ama diplomatik açıdan Türkiye’nin önünde çok âciliyet teşkil eden bir konjonktür var. Nedir o konjonktür? Tekrar edelim… Programın başından beri konuştuğumuz: NATO ile ilgili, İsveç ile ilgili pazarlıklar. Amerika ile F-16 alımı pazarlığı… Bütün bunlar varken, Türkiye’nin şu anda Suriye operasyonunu, potansiyel bir operasyon olarak çantada tutması ve eğer İsveç beklediği adımları atmazsa, Amerika da F-16 satımını Kongre nedeniyle gerçekleştiremezse o zaman yapması daha mantıklı olur. Yani bunlara misilleme olarak. Ama “Bana F-16 vermezseniz, silah ambargosunu da kaldırmazsanız ben buraya girerim” demesi daha mantıklı. Yani bunu bir pazarlık unsuru olarak tutması daha mantıklı Türkiye’nin şu aşamada. Bana göre devam eden bir diplomatik süreç var. Bu çok kritik bir süreç. Askerî olarak gereklilik teşkil eden şu anda âcil bir durum ortada yok. O nedenle de akıllıca davranması gerekiyor bence Türkiye’nin; rasyonel davranması ve sabırlı olması gerekiyor. Diplomatik süreçte istediklerini elde ederse böyle bir tehdidi her an Türkiye gerçekleştirebilir, her an Suriye’ye girebilir; ama şu konjonktürde girmesi işine yaramaz. Aynı zamanda iç politika nedenleriyle de bunu daha uzun zamana yayması, seçime gireceği dönemden biraz önce yapması da iç politikada senin biraz önce anlattığın, benim de programın başında söylediğim: HDP’yi daha marjinalize etme, Türkiye’deki Kürt meselesini bir bakıma kriminalize etme açısından da mantıklı olabilir. Son olarak şunu söyleyeyim Ruşen: Meseleye Kürt Meselesi olarak bakarsak, Türkiye’deki Kürt Sorunu olarak bakarsak, dünya ayrı bir yerde Türkiye ayrı bir yerde. Ayrı evrenlerde yaşıyoruz. Dünyanın Türkiye’deki Kürt Meselesi ve buna HDP de dâhil –hattâ bir sürü ülke açısından PKK/YPG de dâhil– Türkiye’nin Kürt Meselesi’ni demokratik yollarla halledememesinin bir ürünü bu. Yani dünya, İsveç, Amerika şöyle düşünüyor bence: Türkiye eğer bir barış süreciyle… ki Erdoğan bu barış sürecini kendisi 2010’lu yıllarda başlatmıştı. Hatırlayalım: Hakan Fidan Abdullah Öcalan ile görüşüyordu. Türkiye’de âkil adamlar süreci vardı. PKK bir bakıma silâh bırakıyordu. Bu süreç, bu diplomatik ve siyâsî süreç, bu demokratik süreç eğer tıkanırsa, Türkiye’de terör meselesi daha fazla artıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yaşadığı Kürt Meselesi’nin çözümü daha fazla askerî operasyonlarla PKK’nın, YPG’nin üzerine giderek, “Biz bunları yok edeceğiz” diyerek Türkiye’de Kürt Meselesi hallolmuyor. Kürt Meselesi dünyanın gözünde siyâsî bir mesele. Evet, jeostratejik boyutu da var. Ama Türkiye’nin siyâsî ve diplomatik yollarla halledebileceği bir mesele. Türkiye ise başka bir gezegende yaşıyor. Çünkü Türkiye’nin gözünde, kimilerinin gözünde Kürt Meselesi diye bir sorun yok ve Türkiye’deki siyâsî ve askerî yapının gözünde de Kürt Meselesi bir bakıma zâten PKK ile özdeşleştiriliyor, “Bir terör meselemiz var bizim, Kürt Meselemiz yok” deniyor. O nedenle ayrı gezegenlerde yaşıyoruz ve bu Türkiye ve Amerika arasında, Türkiye ve Avrupa arasında sık sık ciddî sorunlar yaratıyor. Bu gezegenler paralel bir noktada buluşmadıkça, Türkiye ve Batı ortak bir tanımda Kürt Meselesi’nin neden ortaya çıktığı konusunda ortak bir tanımda anlaşmadıkça, biz bu yaşadığımız, “PKK’yı terör örgütü ilân edin, Suriye’ye girmemize karışmayın veya insan hakları konusunda bize dersler vermeyin, bir terör meselemiz var” gibi çıkmazlardan kurtulamayız.
Ruşen Çakır: Ömer, çok sağol. Noktayı koyalım. “Transatlantik”te bu hafta bayağı yoğun bir gündem vardı. Haftaya tekrar görüşmek üzere diyelim. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler.