Türkiye ile Yunanistan’ın tarihi, coğrafyası ve hatta muhtemelen insan hamuru ortak. İnsanın ortaklığını iddia etmek kahvehane moleküler biyolojisi ise kültürü ortak demek yanlış olmaz. Ayrı olan din. Belki yakın dönem itibarıyla bu iki ulusun temeli de din. Paylaşılamayan, üzerinde anlaşılamayan konular da Ege Denizi ve Kıbrıs ile nüfus mübadelesinden arta kalan azınlıkların aslında herhalde dinlerin ve dillerin karşılıklı varlığının korunması. Ege deyince altına kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası, adaların silâhsız statüsü, ihtilâflı (yani aidiyeti tescil edilmemiş) bölgeler ve F.I.R. hattı alt başlıklarını yazabiliriz.
Geçen gün Şampiyonlar Ligi finalini kendine özgü üslubuyla canlı yorumlarken Fatih Terim hikmet buyurduydu: “Topla oyalanmakla, topla oynamak farklıdır.” Sanırım, aynı yahut benzeri diplomasi için de söylenebilir. Terim bence haklı ancak bir takım için topla oyalanmanın dahi gidip kafa-göz rakip takıma dalmaktan veya -haydi bir ton düşürelim- oyunu çirkinleştirmekten daha iyi olacağı da herhalde aklın gereğidir. Zira siyasal çözümler hiç bir zaman mükemmel olmazlar.
Ayrıca siyasal çözüme erişebilmek için öngörü, sağduyu, sabır ve tahammül, hariciye ağzıyla teenni ile davranmak zorunlu. Tek başına dosyaların ayrıntısına hâkimiyet yeterli değilse de klasörleri kucaklayıp çöpe atıp, “gel bakalım birer orta şekerli kahve söyleyelim de bürokrasiyi bir yana bırakıp ağız tadıyla şu meseleleri bir oturuşta halledelim” demeyi “taze başlangıç”, “temiz sayfa” sanmak, kendi kendini aldatmak olur. Hem tavana sıkayım yahut havai fişek atayım, hem bir yandan “arkadaşlarımız sessiz sedasız çalışsın da pişirdikleri yemeği önümüze getirsin” kafaları da bir arada yürümez.
Tonton Karamanlis, delikanlı Tsipras derken (arada Papandreu ve Samaras ile akılda kalacak bir ısınma olmadıydı) efendi Mitsotakis’le “kimyaların uyuşmasının” yeterli olacağını sandı Erdoğan. Oysa oldukça tipik bir acemi diplomat hatasıdır, kendimden de biliyorum: Ya (belki babalarımızla da olduğu gibi) meslek büyüklerinden daha da sert, daha da şahin olmaya kalkışılırsa veya aksine yapıcı yaklaşımla, ipe una sermek için değil, gerçekten sorunu çözmek için masaya oturulur, hele bir de muhataplarla ahbap olunursa yol alınabileceği vehmedilir. Pazarlıkta elini baştan açık etmek de bu bağlamda benzer bir gençlik hatasıdır. Tıpkı, insani ilişkilerle iş ilişkisini birbirine karıştırmak gibi.
Bu bahsi uzatabilir, en çok bağıranın vatanını en çok seven demek veya bayrağı dikip zinhar gıdım geri atmamanın en yaman müzakerecilik demek olmadığından da söz edebiliriz. Uzatmadan, Mitsokatis’e geri gelelim. Onun iki büyük günahı vardı Erdoğan için: Birincisi, “majesteye hakaret” (“lèse-majesté”)-küçük düşürme belki basbayağı “ihanet” suçu işledi. Tıpkı 2008 Aralık ayında Ankara’ya gelen dönemin İsrail Başbakanı Olmert’in yurduna dönüşünden beş gün sonra Dökme Kurşun Harekâtı’nı başlatması gibi. İkincisi, zamanlamanın ardından yer de “yanlıştı”: Mitsotakis, eleştirel konuşmasını Vaşington’da değil Strazburg’da AB Parlamentosu’nda yapsa, muhtemelen Erdoğan’ın ya haberi olmaz, olsa da kaşları dahi kalkmaz şöyle esner geçerdi.
Mitsotakis’in Kongre’ye hitabındaki doğrudan F-16’lara değinmek gibi unsurlar bence de diplomatik incelikten yoksundu ve kendi ülkesinin çıkarlarını kollamakta da miyopikti. Arkaplanı soruşturulduğunda, hem gitmeden hem dönüşünde özellikle bu konularda muhalefet lideri Tsipras’ın yoğun baskısına maruz kaldığı anlaşılıyor. Hani Yunanistan’ın şu ekonomik kriz günlerinde Erdoğan’la sıcak iletişim kuran aynı Tsipras’ın. Demek ki neymiş, kendi iç siyaset ekmeğinin peşinde olmak, dış siyaseti iç siyasete papara yapmak yalnızca bize özgü değilmiş.
Öyleymiş de, o işin abecesi zaten. Erdoğan’ın Mitsotakis’i Vahdettin Köşkü’nde ağırlamasının ardından geçmiş ikibuçuk ay. O görüşmede ne konuşulmuş, ne zeminde uzlaşılmış, yukarıda girişte sıraladığım dosyalardan hangilerinin kapağı açılmış, kapağı açılan dosya olmuş mu? Diplomat ardında siyasal irade ve liderlik vizyonu olmadan “topla oyalanır”, doğru. Siyasi lider de bürokrasiyi, müktesebatı, usulü yok sayarsa, kendi kişisel hülyalarını devlet politikası, izlenimlerini veri sanırsa da böyle olur. İkibuçuk ayda karşılıklı kançılaryalara, kabinelere ne talimat verilmiş de, ne sonuç alınmış?
Ya Erdoğan’ın bir uçtan diğerine savrularak öfke patlamasıyla verdiği “benim için Mitsotakis diye birisi artık yok” sözünün yeri geldiğinde yumuşak yorumlanacak, esnetilecek yönü var mı? ABD, Mitsotakis’i nasıl, nerede ağırlayacak bize mi danışacaktı? Vaşington Büyükelçiliği, Mitsotakis ziyareti arefesinde ortamı hazırlamak için hangi düzenli ve çok yönlü girişimlerde bulundu? Kaldı ki verili bağlamda yapabilecekleri son kertede kısıtlıydı. Mitsotakis, Kongre’ye neyi, nasıl söyleyeceğini bize mi soracaktı? Koskoca kimi emekli büyükelçilerin bile çıkıp “işte Yunan budur, bunlar hastadır” yollu sallamalarının uluslararası standartlarda ciddiye alınır tarafı olur mu?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Belli ki Arktik, Baltık, Karadeniz derken NATO savunma hattı ABD önderliğinde Ege’ye dek iniyor. Hasım doğal olarak Rusya. Kılıçdaroğlu’nun “Akdeniz ve Ege’de baskıyı artırmamız şarttır” ve “ABD, Yunanistan’ı üslerle doldurdu. Hedefleri net” tepkileri de bir kuşatılmışlık ve bitmeyen kurtuluş savaşı algılarına dayanıyor. Sanki ağzı yüz yıldır büzülü bir varoluşsal (”bekâ”) tehdit algıları torbası var; Batı emperyalizmi, Kürt ayrılıkçılığı, Ermeni Soykırımı derken Yunanistan’la ilişkiler ve Kıbrıs da hep aynı torbada.
Yunanistan 1981’den bu yana AB üyesi, GKRY’yi de adanın tamamını temsilen 2004’te AB’ye aldırdığından beri sırtı Avrupa’ya yaslı. Bunun karşısında Türkiye, yetmiş yıldır birlikte müttefik olduğumuz NATO’ya tutunuyor. Biz cumhuriyetimizin kurucu belgelerinden de olan 1923 Lozan Anlaşması’na dayanıyoruz, Yunanistan bizim taraf olmadığımız 1982 UNCLOS’a (BM Deniz Hukuku Sözleşmesi) üzerine ABD de aradan çekildiği, Erdoğan Biden’den ne onun selefi Trump, ne Rus mevkidaşı Putin gibi bir muhataplık da tesis edemediği için “bu yaz Suriye’ye giremezsek, biz de döner Yunanistan’la savaşırız” gibi absürd bir yere varıyoruz.
Flaş haberi sona sakladım: Yunan ne İpsala’dan girecek, ne İzmir’e çıkacak bu yaz. Zamanında Kardak kayalıklarını bahane edip koca ülkeyi savaşa sokmaya kalkanlar yine birer kupa soğuk köpüklü ayranla yetinecek. Öyleyse ne yapmalı, ne yapılabilir? İş girişiminde başarı münhasıran bilanço okumaya dayansaydı, tüm muhasebeciler Forbes endeksinde kafaya oynuyor olurdu. Buna karşılık, “başarılı girişimciler, sanayi kaptanları hesap bilmez, bilançoya bakmaz” demek de yanlış. Devlet insanlığı da böyle.
Coğrafya sabit. Geçmişle önce yüzleşip sonra onu tarihleştirebilmek gerek. Devletler ailesinin saygın bir üyesi olmak için demokrasiyi özümsemeli ve erişebilir somut hedefler koyup, tutarlı politikalar bütünüyle o yönde ilerlemeli. Yoksa atar-gidere yedi düvelin karnını çoktan doyurduk.