Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (57): İktidar ve muhalefet seçimlere nasıl giriyor? İzleyicilerin soru ve yorumlarıyla

Adını Koyalım‘ın bu bölümünde Ruşen ÇakırAyşe ÇavdarKemal Can ve Burak Bilgehan Özpek “İktidar ve muhalefet seçimlere nasıl giriyor?” sorusuna yanıt aradı, izleyicilerin sorularını yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Bu akşam “Adını Koyalım”ı siz izleyicilerimizle birlikte yapacağız. Daha önce de bir kere yapmıştık. Bu sefer de “Türkiye’de iktidar ve muhâlefet seçime nasıl hazırlanıyor?” şeklinde genel bir başlık attık, ama yaklaşık bir buçuk saat boyunca her türlü şeyi konuşabiliriz. Bu yayını Kemal Can, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ile Türkiye’nin üç şehri ve Berlin’den katılımlı olarak yapıyoruz yayınımızı. 

Ayşe Çavdar: Berlin de artık Türkiye’nin bir şehri sayılır.

Ruşen Çakır: Bu arada tam yayına girerken çok kötü bir haber aldık. Tarhan Erdem hayâtını kaybetmiş. KONDA Araştırma ile adı özdeşleşmişti. Benim çok eskiden beri şahsen tanıdığım, çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, sosyal-demokrat hareket içerisinde uzun süre siyâset yapmış, çok saygın, çok bilge bir kişilikti. Kendisine rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın diyeyim. Kötü oldu. Tam yayına girerken duyduk, çok üzüldük. Hastaydı, yaşlıydı, ama hâlâ yaşayabilirdi. Yaşasaydı iyi olurdu. Evet, diyecek bir şey yok.

Öncelikle izleyicilerimize şunu söyleyeyim: Lütfen sorularınızı Medyascope’un ve benim YouTube hesabımdaki sohbet bölümünden sorun. Arkadaşlara da söyleyeceğim husus şu: Mümkün olduğu kadar kısa ve öz cevaplar verelim veya yorumlar yapalım ki çok sayıda kişiden katkı alabilelim. Evet, tekrar ediyorum: YouTube’da benim ve Medyascope’un sayfalarındaki sohbet bölümünden sorularınızı, yorumlarınızı ve eleştirilerinizi yapabilirsiniz.

Biz bir girizgâh yapalım: Hep söylediğimiz birtakım hususlar vardı. Kim, nasıl gidiyor? Muhâlefetin adayı hâlâ belli değil. Ama İYİ Partili bir yetkilinin İsmail Saymaz’a söylediğine göre, Temmuz ayı başında İYİ Parti’de yapılacak Altılı Masa toplantısında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını masaya getireceği beklentisi varmış. Böyle bir husus var. Ayşe, hızlıca seninle başlayalım: Bu adaylık meselesi sence kısa bir sürede netleşecek mi? Ne dersin? Aynı soruyu hepinize soracağım.

Ayşe Çavdar: Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta “Adayınızı artık açıklayın” baskısı yapmaya başlaması yüzünden, ben “Açıklanmasa mı acaba?” demeye başladım. Çünkü madem bu kadar istiyorlar, o zaman açıklanmasın. Çünkü onların talebine sanki bir cevap verilmiş gibi olacak. Bence aday zâten aşağı yukarı belli. Onların kafalarında da belli. Bugün Kemal Kılıçdaroğlu’nun olmaması artık sürpriz olacak. Belki de böyle bir sürprize hazırlanıyorlardır, bilemiyorum. O kadar önemli olduğu aşamayı da geride bıraktığımızı düşünüyorum. Bundan üç-dört ay önce, muhâlefet ittifakının adayını açıklayıp açıklamaması daha önemliydi. Şimdi hem ekonomideki kriz hem iktidârın siyâsî krizi öyle bir aşamaya gelmiş vaziyette ki, şu an en öncelikli mesele o değil. En öncelikli mesele, muhâlefet ittifakının seçime nasıl hazırlanacağı, seçim sürecini nasıl yürüteceği ve sonraki geçiş dönemini nasıl planladıkları. Tek ekrana geçtik, ama ben bitirdim. Ruşen “kısa olsun” dedi. Bu kadar, teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, sen ne dersin? Açıklanmasını bekliyor musun? 

Kemal Can: Madem “Adını Koyalım” yapıyoruz, geleneksel olarak “Ayşe’ye katılmıyorum” diye başlayayım. Birbirimize katılmamamız lâzım. Ayşe’nin dediği doğru, iktidârın sürekli dikkati aday üzerine çekmeye çalışması, “Hadi, adayınızı getirin de biz de ona göre işimize bakalım” havası verdiği doğru. Ama şöyle bir problem var: Evet, iktidar buna oynuyor. Aday açıklandığında da, zâten bütün stratejisini aday üzerine kuracak. En azından iktidar açısından programın hiçbir önemi olmayacak. Onları daha sonra da konuşuruz.

Ama muhâlefet açısından, aday meselesini uzatmanın ne tür bir avantaj sağladığını anlamakta da zorlanıyorum. Çünkü artık, erken olmasa bile sonuçta bir yıl kalmış bir süreçten bahsediyoruz. Aday çıkacak, o adayı kamuoyuna yansıtmak için bir zamâna ihtiyaç var. Ama onun yanı sıra, her şey aday meselesi üzerine istense de istenmese de kilitlendiği için –sâdece iktidar öyle yaptığı için değil, şu anda muhâlefet de oraya kitlenmiş durumda– ne başka bir şey dinliyorlar, ne programla ilgileniyorlar, ne başka bir şeye bakıyorlar, ne de kimse aslında doğru dürüst bu işi yapıyor. Tabii bütün liderler alanda bir tür seçim çalışması yürütüyorlar; ama artık işin bu kısmının geçilmesi lâzım diye düşünüyorum. Bu yüzden de açıklamamak avantajıyla ya da açıklamanın dezavantajıyla bu durumu sürdürmenin terâzisi sanki biraz terse dönmüş durumda. O yüzden fazla da uzatmayacaklarını düşünüyorum. Bunu muhâlefet de yavaş yavaş fark etti, çünkü açıklanmamış aday yıpratılmaya başlandı. Üstelik muhâlefet kendi kendine bunu yapar hâle geldi. Bunu bir an önce kesmeleri lâzım.

Ruşen Çakır: Sorular da gelmeye başladı. Onun için hızlı hızlı gidelim. Burak, aynı soruyu sana soracağım. Yalnız öncesinde şunu söyleyeyim: İzleyicilerimizden de çok sayıda Tarhan Bey’le ilgili başsağlığı mesajları geliyor. Gerçekten Türkiye’nin çok saygın bir ismini kaybettik. Tarhan Bey’e tekrar saygılarımızı belirtelim. 

Burak, sen ne dersin? Aday meselesinde artık dananın kuyruğu kopuyor mu?

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Adayı açıklamamak altı partiyi yıpratıyor. Aday yıpranmasın diye adayı gizlemek, altı partiyi yıpratan bir hal aldı. Dikkat ederseniz, siyâsetteki en marjinal kişiler ve gruplar, sırf bu belirsizlik sâyesinde, bir şekilde ön plana çıkabiliyorlar. Bu belirsizliğin yarattığı hoşnutsuzluktan faydalanabiliyorlar. Dolayısıyla altı parti çok yıpranıyor. Bu birinci nokta.

Ben, bu programda başından beri aday ve yol haritası işine çok dikkat çektim. Çünkü Altılı Masa’nın murat ettiği “Parlamenter Sisteme Geçiş” ya da “İleri Demokrasi” gibi kavramlar, açıkçası halkın talebi değil. Halk ciddî anlamda çok âcil bir şekilde sıkıntılarını çözebilecek bir yönetim arıyor. Bir yönetim ihtiyâcı var. Çünkü Türkiye’de, ne kadar güçlü gibi gözükse de aslında son derece güçsüz, belirsiz, kararsız, öngörülemeyen bir yönetim var. Dolayısıyla talebin bu olduğu kanaatindeyim. Bu boşluğu doldurmak gerekiyor. O yüzden isim ve onun etrafında toplayacağı kabine çok önemli. 

Hepsinden önemlisi, şöyle bir durum var: Altı partinin anlaşıp tek aday üzerinden ilerlemesi gerekiyor. Ama Kemal Bey, Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı. Bizim zihnimizde “muhâlefet = Cumhuriyet Halk Partisi” gibi bir denklem var. Birçok insan böyle düşünüyor. Meselâ devletin kurumlarına göre, sağcı bir muhâlif olamaz. Nereden biliyorum? Bizim Daktilo 1984’ü fişleyen daire, bize “sol liberal” diyor. Dikkat ettim, orada muhâlif sağ hiçbir grup yok. Hükûmetin aklında “Bir insan muhâlifse solcudur” gibi bir zihniyet var. Bu, muhâliflere de yansıyor. “Muhâlifseniz CHP’lisiniz” gibi bir eşitlik var. Halbuki bugün baktığımız zaman, muhâlefetin içinde, CHP’nin dışında, toplamı CHP kadar oy alabilme potansiyeline sahip sağ partiler var, bir de HDP var. Dolayısıyla “Kemal Bey CHP’nin adayı mı, yoksa muhâlefetin adayı mı?” sorusu, bence Altılı Masa’nın da ötesinde bir durum. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde bu işi halledip muhâlefetin adayı olarak Kemal Bey’i çıkartmak istiyorlar, ama CHP’nin de ötesinde, Altılı Masa’nın da ötesinde bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü CHP muhâlefetin bir parçası, tamâmı değil. O yüzden o illüzyonla hareket etmemek lâzım. 

Ruşen Çakır: Çok sayıda soru gelmeye başladı. Tam Burak’ın bıraktığı yerden bir soru var. Kemal, Ender Piyale’nin sorusunu sana yönelteyim: “Altılı Masa hükûmetinin liyâkatli bir şekilde yapılanması ve açıklanması bence daha önemli. Parlamenter Sistem’e geçeceği zaman hâlâ her şeye gücü yeten bir lider arıyoruz. Tezat değil midir?”

Kemal Can: Bu hep tartışılıyor. Bizim de “Adını Koyalım”da en çok konuştuğumuz konu bu. Adaylık meselesini biz de çok kez çeşitli vesîlelerle konuştuk. Bu çok tartışmalı bir şey. Sembolik aday, “Yeni bir tek adam mı aranıyor?” meseleleri çok önemli. Ama artık şu denklemi kurmak gerekiyor: Evet, şu anda seçmen için en belirleyici olan şey, birinci sırada olan: Bu seçimin kazanılması. Yani muhâlefet seçmeninin en temel ölçütü, seçimin kazanılması. İktidar, seçimin kazanılması meselesini de adaya sıkıştırmaya çalışıyor. Dolayısıyla muhâlefet, adayını korumaya çalışırken, aslında daha önemli olabilecek program ve kadro meselesini ve muhtemelen bir kabineyle birlikte açıklaması gerekiyor. Eğer, demin Burak’ın söylediği gibi, Altılı Masa’nın cumhurbaşkanı adayı olarak biri çıkacaksa, onun birlikte oluşturduğu bir kabinesi ve o kabinenin de, o masayı bir biçimde yürütecek bir içerik kazanması lâzım. Bu önemli bir şey. Çünkü seçmenin temel tercihi, öncelikli olarak kazanabilecek formül. Ama ikinci öncelik, kazanabilecek formülü de açıklığa kavuşturacak olan sürdürülebilir bir iktidar alternatifi resmi. Eğer bu resim, programla, adayla ve onun etrâfında oluşturulacak kadroyla verilebilirse, seçime dönük daha net bir program ortaya koyulduğunda, hem seçimi kazanabilecek bir motivasyon hem de bunu sürdürebilecek bir kararlılık gösterilebilirse, şu âna kadarki tereddütlerin çoğu da ortadan kalkar ve şimdiye kadar oluşmamış o kuvvetli rüzgâr oluşturulabilir. O zaman, seçim de riskli bir şey olmaktan çıkar. Tabii ki seçim güvenliği konusu hâlâ bâkî, onu daha sonra belki konuşuruz.

Ruşen Çakır: Nobran Nadan demiş ki: “Programın intro müziği çok dandik. 80’lerdeki Amerikan sitcom dizilerini andırıyor.” Evet, diğerlerini bilmem ama ben boomer’ım. Zâten öyle bir sweatshirt’üm vardı, bir dahaki sefer onunla geleceğim. Bir başka izleyici, “Artık interaktif şeyleri çok yapmaya başladınız. Böyle bir karar mı aldınız?” demiş. Zâten biz bunu hep yapmaya çalışıyorduk, ama şimdi daha sık yapmaya başladık. Haftaya “Transatlantik” programında canlı yayında sorular almayı düşünüyoruz. Bunu daha çok yapacağız.

Ayşe, Mahmut Gencer’in sorusu şöyle: “Seçmen tercihinde ekonomi ne kadar belirleyicidir? Ben ideoloji ve yaşam tarzının asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum” demiş.

Ayşe Çavdar: İkisi birbirinden bağımsız değil. İnsanları parçalara ayıramadığımız için, hayâtın iktisâdî tarafıyla, hayâtın inançlara, beğenilere, estetiğe, ahlâka dâir taraflarını birbirinden ayıramıyoruz. Dolayısıyla bunların bir arada gitmesi lâzım. Bence muhâlefetin meselelerinden, mevzûlarından bir tânesi de bu. Başından beri söylüyorum, laiklik vurgusundan kaçmamalılar. Bunu yeni yeni yapmaya başladılar. Meselâ, Meral Akşener’in bugünkü konuşmasında, ismi konmadan, bir hayli laiklik vurgusu vardı. Ara ara yapıyor bunu. Bu ve ekonomi bir arada olmadan, tek başına bir anlam ifâde etmiyor. 

Muhâlefet, muhâfazakâr seçmenin endişelerini bertaraf etmek için daha çok ekonomiden bahsetmeye başlıyor, ama o zaman da, “Bak, seni sefil ettiler. Ne kadar yoksulsun farkında mısın?” demenin ötesine geçemiyor. Çünkü hayat öyle tek boyutlu bir şey değil, sâdece ekonomiden ibâret bir şey değil. Ekonomi çok önemli bir ayağı, ama her siyâsetçinin, “Nasıl birlikte yaşayacağız, birlikte yaşamamızın kaidelerini birlikte nasıl belirleyeceğiz?” gibi sorulara da birtakım cevaplar vermesi gerekiyor. Siyâsetçiler o aşamaya şimdi şimdi geçebilmeye başladılar. Herhalde ekonomik vaatlerin yeterli olmadıklarını fark ettiler. Bu arada, o vaatleri ayrıca programa kavuşturmaları lâzım. O konuda da henüz bir belirsizlik var ve onunla uğraşıyoruz. 

Hülâsa, şunu söylemeye çalışıyorum: Tek başına ikisi de yeterli değil. Hele şöyle bir ortamda, bu kadar derin bir kutuplaşmanın yaşandığı, daha doğrusu kutuplaştırmanın yaşatıldığı bir ortamda — çünkü toplum kendi kendine kutuplaşmadı. İktidar bunun için ciddî bir proje izledi. Dolayısıyla böyle bir ortamda, bir kere toplum olma niteliğimizi tekrar kazanabilmek için, birlikte nasıl yaşayacağımız meselesini de konuşmamız gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Muharrem Palaz, “İnteraktif yayınlar çok iyi oluyor, karşılıklı sohbet havasında geçiyor” demiş. Evet, biz de memnunuz. Daha sık yapacağız. Burak, sana tam çalıştığın yerden bir soru var: Özkan yollamış. Özkan diyorum çünkü Özkan’la arada sırada sohbet de ediyoruz. Özkan Başat, bizim en sâdık izleyicilerimizden. “Siyâset biliminin kavramları, mevcut gerçekliği açıklamakta yeterli mi? Yeni kavramlar gerekli mi?” diye sormuş. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben açıklıyorum. Açıkçası yeterli buluyorum. Literatür bu konuları çok çalıştı. 

Ruşen Çakır: Bugün Taha Parla’nın rekabetçi otoriterlik üzerine, bununla dalga geçen bir yazısı vardı, biliyorsun. O da birçok kişiyi çok sinirlendirmiş. Onu da bir şekilde anmış olalım.

Burak Bilgehan Özpek: Soğuk Savaş’ın bitimiyle berâber, biz hibrit rejimlerle, kategorize etmekte zorlandığımız rejimlerle karşılaştık. Aslında bunlar, ne bildiğimiz anlamda otokrasilere ne de bildiğimiz anlamda demokrasilere benziyorlar. Dolayısıyla, dış politikada, ekonomi alanında, iç siyâsette, aslında alışkın olmadığımız tepkileri veren liderler ve yönetimler son otuz senedir bizi meşgul etti. Bu konular o kadar çok çalışıldı ki, birçok yeni kavram îcat edildi. Meselâ Türkiye’deki yönetim tarzının ismini “rekabetçi otoriterlik” olarak da tanımlayabilirsiniz, “illiberal demokrasi” de diyebilirsiniz, “yeni despotizm” de diyebilirsiniz, “popülist otoriterlik” de diyebilirsiniz. Farklı tanımlamalar olabilir. Fakat neticede siyâsetbilim bu kavramları üretiyor. Bu yaşadığımız dalga sâdece Türkiye’den müteşekkil değil. Dünyanın birçok yerinde böyle bir durum ortaya çıktı. Bu yönetimler de birbirlerinden çok öğreniyorlar, birbirlerini çok taklit ediyorlar ve birbirlerine çok benziyorlar. Dolayısıyla siyâsetbilim literatürü kavramlar üretiyor. Bu kavramlar ne kadar açıklayıcı? Şöyle söyleyeyim: Aslında biz bu kavramları okuduğumuz zaman, Türkiye’de yaşayan insanlar olarak kendimizi bir laboratuvardaymış gibi görüyoruz. Çünkü kavramın karşılığını aslında biz kendi özel hayâtımızda yaşıyoruz. Orada anlatılan kitâbî bilgi, aslında bizim hayâtımızda yaşadığımız bir gerçeklik. Yine de bence Türkiye’den aslında buraya daha fazla katkı gelmesi lâzım. Meselâ siyâsetbilim, bu tip idârelerdeki muhâlefet grupları arasındaki ilişkileri pek çalışmadı. 

Ben son zamanlarda onun üzerine çok düşünüyorum. Çünkü Ruşen Abi de bilir, ben de Daktilo 1984’ten biraz biliyorum: Muhâliflerin bu tip yönetimler altında dengeli durabilmesi, daha mâkul bir noktada bir kamusal tartışma organize edebilmesi, hakîkaten muhâlefet içerisindeki marjinal grupları rahatsız ediyor. Son zamanlarda sosyal medyada örgütlenen ve daha çok, iftira üzerinden, ergen bir dil üzerinden kendisini ifâde eden, kimi zaman mülteci karşıtlığı olarak “daha vatansever” bir kılıfa bürünen, kimi zaman toplumun hassâsiyetlerinin üzerinde sörf yaparak, kalabalığı kendi arkasında toplamaya çalışan bir ruh hâli var. Meselâ ben, bir muhâlif olmama rağmen en incitici lâfları muhâliflerden duydum. Dolayısıyla siyâsetbilim, daha çok bu iktidarların yapısına ve eylemlerine odaklanıyor. Halbuki bir de muhâlefet cenâhında oynanan bir oyun var ve bu tip iktidarlar, hakîkaten muhâtap olacakları muhâlifleri çok iyi seçmekte de mâhirler. Olabilecek en itici, en marjinal grup muhâlefette olsun ve orayı parsellesin ki kendileri meşruluk kazansın istiyorlar. 

O yüzden dikkat ederseniz, Türk düşünce hayâtında, medya hayâtında, akademide en mâkul sesler, iki taraflı bir kuşatma altındadır. Bir taraftan hükûmetin baskısı vardır, bir taraftan muhâlifler bunlara lâf yetiştirir, hakaret eder. O yüzden siyasetbilim açısından benim eksik gördüğüm, popülist otoriter idârelerdeki muhâlefetin durumuna yönelik çalışmalar. 

Ruşen Çakır: Mehmet Ufuk Dalmış’tan bir soru var. Galiba bu soruya benim cevap vermem daha iyi olur. Çünkü benim çok söylediğim bir husustu, sizler de söylemiş olabilirsiniz, ama ben üstüme alındım. “Altılı Masa hâlâ heyecan yaratamadı diye eleştiriyordunuz.” Evet, bana söylemiş belli ki. “Ama sanki Altılı Masa bir istikrar ve devamlılık görüntüsünü zaman içinde oluşturuyor gibi görünüyor. Ne dersiniz?” Evet, doğru. Tabii ki heyecan yaratayım derken başına belâ alma ihtimâli de vardı. Bunlar risk. Zâten hep öyle değil mi? Riskler ve fırsatlar var. Heyecan yaratmak bir fırsat alanını geliştirebilirdi. Ama heyecan yaratmaya çalışırken de var olanları kaybetme riskleri vardı. Şu hâliyle izleyicimiz bardağın dolu tarafına bakıyor. Ama bence şu âna kadar yapılan toplantılar, orada ne konuşulduğunu tam olarak bilmesek de, daha iyi pazarlanabilirdi. Meselâ nihâyet CHP’liler bir masa videosu yaptılar. Onu ilk günden yapabilirlerdi. Başka başka şeyler çıkabilirdi. Şu hâliyle masanın ârızasız bir şekilde yoluna devam edebiliyor olması bile çok büyük bir başarı. Bunu kabul etmek lâzım. Bunu sürdürebilmek için de o heyecânı yaratmış olmaktan kaçınmış olabilirler.

Kemal, sana HDP’yle ilgili çok sayıda soru var. Meselâ Gökhan Başakoğlu, “Mansur Yavaş’ın anketlerde yüksek çıkmasının nedeni, henüz hiçbir teste girmemiş olması değil mi? Kürt oylarına bu kadar çok ihtiyaç varken İmamoğlu en iyi tercih değil mi?” diye soruyor. Bir başka izleyicimiz, “Altılı Masa’ya HDP’nin çağırılmaması ırkçılık değil mi?” diyor. Benzer sorular da var, ama bu ikisinden hareketle, sen ne dersin?

Kemal Can: Birincisini söyleyeyim: Şu anda henüz aday açıklanmadığı için, kendisini aday olarak ileri sürenler ya da birileri tarafından aday gösterilmişler üzerinden konuşuyoruz. O yüzden Mansur Yavaş, İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu ve kendisi olmayacağını söylemiş olmasına rağmen Akşener üzerinden anketler yapılıyor. Ben daha önce de birkaç yayında söyledim, burada da söyledim: Bu anketlerden bugün alınan sonuçların, onların gerçek desteğinden çok, birinci turda söylediğim “Kim kazanır?” fikrine göre verilmiş tercih seçenekleri olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar büyük ölçüde ya kendiliklerinden ya da duyduklarından çıkartarak, bu insanlara birtakım özellikler atfediyorlar. Bunlar, soruda olduğu gibi bir kısmı test edilmemiş şeyler. Bütün adaylar için “İcrâcı, siyâset üstü” gibi birtakım sıfatlar var. “Masayı bir arada tutabilecek, daha karizmatik, kamuoyu desteği daha yüksek” gibi, bâzıları test edilmiş bâzıları da edilmemiş yakıştırmalar ve birtakım varsayımlar var. Ama ben hâlâ bunların birçoğunun karşılığını tam bilemiyorum. 

Mansur Yavaş için siyâsetüstülük ya da test edilmemişlik iddiasının da biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Aslında Mansur Yavaş, ideolojik köşeleri çok daha belirgin bir aday ve aldığı destekte de bu tarafın önemli bir rolü var. Çünkü kendisi böyle çizse de çizmese de, ona atanan bir ideolojik siyâsî kimlik var. Bu aslında gözden kaçıyor. Dolayısıyla ben, bu adayların şu andaki destek seviyesinin ve onlara atfedilen sıfatlar konusunun ihtiyatla ele alınması gerektiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, istersen gitmeden şunu da cevapla. Gitmeden derken, orada oturuyorsun da…

Kemal Can: Zâten sorunun ikinci kısmını, HDP bölümünü söylemedim.

Ruşen Çakır: Bir devam sorusu olarak Mehmet Ertürk’ün bir sorusu var: “Kürtlerin Altılı Masa’dan umutlanması için bir sebep var mı? Kürt meselesi hakkında Çözüm Süreci’nin ilerisine geçebilecek mi, yoksa İYİ Parti’nin şâhinleri mi söz sâhibi olacak?” demiş.

Kemal Can: Deminki turda da iki soru sormuştun, ama HDP’ye cevap vermemiştim. Bu soruyla berâber vereyim. Kürt oyları ve HDP’nin Altılı Masa’yla ilişkisi ya da muhâlefet ittifakındaki yeri meselesinde şöyle bir şey var: Altılı Masa’da aslında HDP olmamasına rağmen, hatta Altılı Masa’da HDP’nin isminin bile zikredilmemesi konusunda hassâsiyetler hâlâ masada duruyorken, yapılan bütün hesaplamalarda HDP oyu da sayılarak hesaplama yapılıyor. “İktidârın kazanma şansı yok” deniyor. Niye yok? “Bu iş artık %60-40 dengesine oturdu.” Ama o %60’ı sayarken, onun içerisinde en az %10, ama üstüne de çıkabilecek bir HDP oyu var. Bunun önemli bir kısmının da Kürt oyu olduğunu biliyoruz.

Denklem şuna sıkışıyor: Kürt seçmenin bir şey umut edebilmesi, kendilerine bir şey vaat edilmesi üzerine mi olacak? Yoksa bugün kendileri için çok yıkıcı bir çökertme stratejisi yürüten ve bunu seçimde de seçimden sonra da yürütmeye niyetli olan bir iktidar blokunun değişmesini bir fayda olarak önüne koyması, bunun Türkiye’nin önünü açabilecek ve Türkiye’nin önünün açılması durumunda, demokrasinin, hukukun işleyebileceği yeni bir sistem revizyonuyla kendisinin de orada, şu anda olamadığından daha etkili biçimde siyâsete dâhil olabileceğini ummak gibi bir şeye râzı olması bekleniyor. 

Aslında bu, çok da hayalperest bir şey değil. Hakîkaten, seçenek olarak önüne konduğunda, bayağı denenmiş olan diğer seçenek –iktidarın devâmı seçeneği– son derece kötü bir seçenek kalıyor. HDP seçmeni için de, genel olarak Kürtler için de. Bir şey vaat etmediği gibi, vaat ettiği şey de pek hayırlı bir şey değil. Vaat ettiği şeyi zâten şu an yapmakta. Çünkü daha bugün bile Diyarbakır’da bir sürü Kürt gazeteci gözaltına alındı. Neredeyse her gün çeşitli operasyonlar yapılıyor ve Kuzey Irak’ta süren operasyon var, şimdi Suriye’de yeni bir operasyon ihtimâli de var.

Ruşen Çakır: Bunu izleyiciler soruyor. Ona daha sonra geliriz. 

Kemal Can: Yani şunu söylemek istiyorum: Aslında biraz haksız biçimde, “Ya, zâten başka seçeneğiniz yok” denen bir pozisyona sıkıştırılmak isteniyor. Bir açıdan evet, Altılı Masa’daki pek çok aktör gibi, bu bir zarûret. Ama bir yandan da, açıkçası, sonra oluşacak siyâsî denge için, bunu bugün bu sertlikte ortaya koymak da diğer partilerin önemli bir zaafı diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sana tam yakışan bir nickname’li bir izleyicimiz soru soruyor. Freya The Ice Queen, “Sorum Ayşe Hanım’a” diyor: “Muhâlefet ikiye mi bölündü? Kılıçdaroğlu destekçileri (CHP, DEVA, Gelecek, Saadet) ve İmamoğlu destekçileri (İYİ Parti, Demokrat Parti).”

Ayşe Çavdar: Henüz bölünmedi, böyle bir potansiyel var. Daha da çok vardı, hizip başları üslûplarını sertleştirseler de, giderek azalıyor. Gerçekten hizipleşmeye doğru giden bir taraf var. Bu olacaktı. Böyle bir durum var, ama ben bunu muhâlefetin zaafı olarak görmüyorum. Ne zaman bir zaafı olur? Birisi aday olduğunda, nihâyet bir aday belirlendiğinde, diğerlerinin taraftarları oyundan çekilirlerse, “Küstüm, oynamıyorum” derlerse, o zaman olur. Kemal’in Kürtler ve ana akım muhâlefet hakkında söylediklerinden sonra, “O da onlar için çok büyük bir lüks olur” diyebilirim. Hattâ bu kadar verilmiş çabaya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu krizde ciddî bir sorumluluk almış olmak olur. Bence siyâsî gelecekleriyle ilgili de bir problem olur. Masayı ve bir aday belirlendikten sonra o tercihi terk edenlerden bahsediyorum. 

Seçmen için aynı şey söz konusu değil. Aynı şeyi söyleyemem. Dolayısıyla aday belirleme sürecinin, seçmenle çok iyi teâtî edilerek yapılması gerekiyor. Sâdece masada değil, seçmenle de teâtî edilerek yapılması gerekiyor. Çünkü bunun şöyle bir durumu var: Bir taraftan çok olağanüstü koşullarda olağanüstü bir seçime gidiyoruz. Bir sürü insan, “Bu, eğer yapılırsa, belki de son seçim olacak” diyor. Bu koşullar içerisinde iktidârın, yaptığı seçim yasasından birtakım siyasetçilere ve sosyal medyaya karşı aldığı “tedbirler”e kadar, her aşamada, seçim güvenliğini tehdit etmiyorsa bile –bence tehdit ediyor– şâibeli hâle getirebileceği mesajını verdiği bir ortamda seçime gidiyoruz. Elimizdeki siyâsî partiler ve siyâsî koşullar belli. Adaylar belli, bu adayların birbirleriyle ilişkileri belli. Hangi noktalarda, hangi ayrım çizgilerinde birbirlerinden ayrıldıkları belli. Ama bir taraftan da bir âciliyet var. Kriz çok büyük. İktidar geçen seçimlerde söylüyordu, ama kendisi bir beka sorunu hâline geldi. Cidden bir beka meselesini oylayacaklar. 

Böyle bir ortamda istedikleri kadar birbirlerinden hazzetmesinler, aday her kimse, program her neyse, bir şekilde onun bir parçası olarak kalmak durumunda kalacaklar. Ben bu âciliyete güveniyorum. Başka da güvendiğim bir şey yok. O masa etrâfında ne güvendiğim tek kişi var ne de masayı oluşturan kümelere ayrı ayrı güveniyorum. Ama bu âciliyet duygusu ve bu âciliyet duygusunu paylaşmayanların, bir şekilde “Küstüm, oynamıyorum” diyenlerin sonrasında da bir siyâsî geleceklerinin olmayacaklarının bilgisi –bu bir sezgi değil, bu bir bilgi– onları bir şekilde bir arada kalmaya zorlayacaktır. Başka da bir güvencemiz yok. 

Ruşen Çakır: Burak, Puhu nickname’li bir izleyicimiz “@Bozpek’inaskerleriyiz” demiş. 

Burak Bilgehan Özpek: Sağ olsunlar. 

Ruşen Çakır: Ayşe’nin esrârengiz nickname’li izleyicisinin sana da bir sorusu var, güzel bir soru, diyor ki: “Ali Babacan FOX TV yayınında ‘Cumhurbaşkanı, yetkilerini kullanmayacak’ dedi. Burak hocamın daha önce söylediği, ‘Aday açıklanmadıkça DEVA aday dayatır’ söylemi doğrulanıyor olabilir mi?” 

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Şöyle bir durum var: “Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanmayacak” demek, halka doğruları söylemek anlamına gelmiyor. Çünkü masanın son ortak bildirisinde daha farklı ifâdeler okuduk. Meselâ ortak bir ekonomi komisyonu, göç ve sığınmacı meselesine dâir daha somut çözüm önerileri gibi… Yine kafa karıştırıcı şekilde, aynı bildiride, “YSK sonuçları açıkladığı dakika, bu masanın birlikteliği sona erer” gibi bir ifâtîde de var. Yani Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kullanmayacağı ya da Altılı Masa’nın sonrasında dağılacağı veyahut Altılı Masa’nın bir şekilde devam edeceği…, bunların hiçbiri şu anda belli değil. Bunları şu anda söyleyebilmek mümkün değil. Çünkü yarın Meclis kompozisyonunun ne olacağını bilmiyoruz. Kazandığınız seçimi tekrar hızlı bir şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne vermeyeceksiniz herhalde, öyle değil mi? Meclis’te oluşan kompozisyonun geleceği konusunda hiçbirimizin net bir fikri yok. Yeniden başbakanlığın AKP’ye tevdî edilmesi durumunda, siz, mantıklı olarak tutup ısrarla, “Biz Altılı Masa olarak böyle bir söz vermiştik, dolayısıyla Parlamenter Sistem’e geçiyoruz” demeyeceksiniz.

İkincisi, cumhurbaşkanı seçilen kişiyi denetleme mekanizması, Altılı Masa devam etse de diğer partilerin elinde nasıl olacak? Burada nasıl bir mekanizma, nasıl bir enstrüman var? Bu da belli değil. Çünkü cumhurbaşkanlığı yetkileri çok fazla ve cumhurbaşkanı istediği anda bütün kabineyi değiştirebiliyor. Kararnâmelerle ülkeyi yönetebiliyor ve sizin bunu değiştirebilmeniz için, anayasa değişikliğine ulaşacak bir çoğunluğa varmanız gerekir. Bu da çok net değil. Şu andan söylenecek bir şey değil. O yüzden şöyle bir hesap içerisine girmek, yani olabildiğince siyâsî enerjisi düşük, olabildiğince yönetmeyecek, olabildiğince yönetme iddiası düşük bir aday profili çizmek ve cumhurbaşkanı adayına bu kıyâfeti giydirmek, bence temel olarak “Siyâsî ihtirâsı, enerjisi, yönetme iddiası yüksek adayları istemiyoruz” demek oluyor. 

Daha kitabın ortasından konuşayım: Ali Babacan’ın İmamoğlu’na koyduğu bir şerh var. “Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanmayacak” demek, “İmamoğlu’nu istemiyoruz” demek. Kimi istiyoruz demek? “Daha normatif noktadan konuya yaklaşacak, arzusu cumhurbaşkanı yetkilerini kullanarak ülkeyi yönetmek değil de, büyük bir ahlâkî misyonu gerçekleştirmek olan insanları seçeceğiz” demek. Burada da iki kişi ön plana çıkıyor: Kılıçdaroğlu ve Abdullah Gül. Ali Babacan’ın söylemek istediği: “Siyâseten enerjisi yüksek adayları, yani İmamoğlu’nu istemiyoruz. Bunun yerine, olabildiğince iddiası düşük, siyâsî ihtirâsı düşük ve ahlâkî söylemlerle Türkiye’yi o bizim idealimizdeki demokrasiye geçirebilecek bilge liderler istiyoruz” demek. Burada tanımladığı liderler kim? Kemal Kılıçdaroğlu ve Abdullah Gül. Ben böyle yorumluyorum. 

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz, Onur Bey, “Ne kadar seviyeli, hiç küfür yok. Bakın, takipçileriniz ne kadar düzeyli” diye bir yorum yapmış. Sağ olsunlar, eksik olmasınlar, ama hep böyle olmuyor. Belki sizlerin sâyesinde biraz yırtmış durumdayım. Barış Önvural, “50 yaş üstü muhâliflerin Kılıçdaroğlu’nun aday olması için duygusal yaklaştıklarını düşünüyorum. Buna Ruşen Abi de dâhil. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?” diye sormuş. Vallahi 50 yaş üstünde olmam dışında, hiçbir şeyine katılmıyorum. Birincisi, kendimi muhâlif değil gazeteci olarak tanımlıyorum. Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını istediğimi düşünüyorlarsa, bunu nereden çıkartıyorlar bilmiyorum. Kimi istediğimi de bilmiyorum, istediğim birisi olsa bile, bunu da dile getirmeyeceğimi defâlarca söyledim. 

Bir izleyicimizin söylediği bir husus var: Az önce Kemal’e HDP sorusunu sorduğumda, “Zinhar” adındaki arkadaş, “Kemal, toparla toparla. HDP’yi övmezsen, ‘Şöyle önemli, böyle önemli’ demezsen Ruşen kızar” yorumunu yapmış. Bu da her zaman başımızda olan bir mesele. İnsanlar istiyorlar ki HDP’den bahsetmeyelim, konuşmayalım, Kürt meselesini yok sayalım. Kusura bakmayın, HDP’yi ve Kürt meselesini konuşacağız. Siz hoşlanmıyorsunuz diye onları konuşmayacak değiliz. Böyle bir şey olmayacak.

Kemal, çok güzel bir soru var. İzleyicimiz Mehmet Özkan sana sormuş: “Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na karşı mı kaybetmeli? Kendi adaylığını bu kadar ilmek ilmek ören Kılıçdaroğlu’nun, muhtemel cumhurbaşkanlığında, diktatör olmasından korkmalı mıyız?” 

Kemal Can: Sorunun iki yönü var. Birinci yönünü söyleyeyim: Erdoğan, kendini en kötü hissedeceği kaybetmeyi, tabii ki Kılıçdaroğlu’nun karşısında yaşar. Bunda hiç tereddüt yok. Onun karşısında en kolay şekilde kazanabileceğine inanıyor olabilir. O yüzden onu aday istiyor olabilir — ki buna çok emin değilim. Erdoğan, politik olarak kaybetmeyi hiç istemeyeceği için bütün kayıplara aynı reaksiyonu verir. Ama “Bu adaylardan hangisi karşısında kaybettiğinde daha yaralanmış hisseder?” diye sorarsanız, ben kesinlikle Kılıçdaroğlu’na karşı kaybetmeyi asla istemeyeceğini, hattâ Kılıçdaroğlu’na karşı kaybetmenin, sâdece Erdoğan’ın kaybı olmaktan daha büyük bir kayıp olacağını düşünüyorum. Onun üstüne bindiği, hattâ muhâlefet cephesinde de pek çok kişinin rasyonel bulduğu, problemli bulduğu, bu ülkede değişmez olarak kabul ettirilmiş pek çok şeyin de yenilgisi olacağı için, pek çok insana da böyle hissettirebilme ihtimâli var. Ama tabii ki “Kim kazanır? Kazanırsa kim ne yapar?” tartışmasını boşa çıkartan bir şey değil. Soru öyle sorulduğu için vereceğim cevap gayet net. 

Gelelim sonrasına… Biraz önce Burak değindi: Kılıçdaroğlu daha normatif, daha sembolik, muhâlefet ittifakını daha toparlayan bir lider görüntüsünde. İmamoğlu da karizmatik, siyâsî ihtirâsı olan, hattâ senin sorunda olduğu gibi “genç, dinamik ve agresif”. Ben, bunların ilk turda söylediğim şeyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bunlar yapıştırılmış işler. Yani İmamoğlu’nun ihtirâsını, kollarını sıvayıp birtakım şeyler yaptığı için biliyoruz. Ama buna karşılık, ihtirâsının onu duvara nasıl toslattığını da biliyoruz. Ahlâkî bir pozisyonda durmak, kendi başına negatif ya da pozitif bir şey değildir. Neyle nasıl ilişki kurduğunuzla bağlantılı bir şeydir. Bu bağlamı kaçırırsanız, ihtiras, heyecan, ahlâk… bunlar kendi başlarına açıklayıcı sıfatlar değil. Hangi meseleye hangi perspektiften ve hangi bağlamdan öyle yaklaştığınız önemli. 

Bir yandan da, Kılıçdaroğlu’nun “ben, ben” diye konuştuğu şeyleri de fazla ihtiraslı bulanlar var. Fazlasıyla “Ben şöyle yapacağım, ben böyle yapacağım” dediğine hükmedenler, bundan rahatsız olanlar var. Onları hiç de sembolik bulmayanlar var. “Beşli Çete’ye bilmem ne vermeyeceğim, Kanal İstanbul’a beş kuruş para vermeyeceğim…” dediği zaman, çok da kenarda duran, sembolik, hiçbir şey yapmayacakmış biri gibi de durmuyor. Ama bir yandan İmamoğlu da, yanına aldığı Ertuğrul Özkök’le çok da bir şey yapamayacakmış gibi durabiliyor. Bu bağlamlar çok değişebilir. Bunlar tartışmalı şeyler. Yaşlardan, üstüne yapıştırılmış etiketlerden, onlara bindirilmiş şeylerden sonuç çıkartmak… Tabii ki seçmen bütün adayları mülâkata alacak değil. Bunu nasıl yansıtacağını, nasıl lanse edeceğini yapacak olan, adayların kendisi ya da siyâset kurumudur. 

Ama daha belirleyici olan şu: Birinin kibirli bir tek adam mı olacağı, birinin yeni bir diktatöre mi dönüşeceği, birinin çâresiz ve hiçbir şey yapamaz olduğu için sembolik bir kuklaya mı dönüşeceği meselesi, seçmeniyle siyâsî aktörleriyle bütün muhâlefetin, geçiş programı ve seçime nasıl gireceğine ilişkin vereceği kararla ilgili bir şey. Bu eğer sâdece seçilecek adayın yapıştırılmış etiketlerinden ibâret olsa, zaten yanmışız… Çünkü hiçbirinin sonra ne yapacağını bilmiyoruz ve bilmemizin kestirilebilir bir tarafı yok. Üstelik illâ kıyaslanacaksa, Kılıçdaroğlu daha uzun bir süredir, çok da sorunlu şeyler yapmış olarak daha çok teste girmiş bir aday. Diğerlerini bilmiyoruz. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sana iki tâne soru var. Birincisine hızlıca cevap ver: “Almanya’da bu kadar çok siyâset konuşuluyor mu?” diye soruyor bir izleyicimiz. İkinci soru çok güzel bir soru. Ona daha uzun cevap verebilirsin. 

Ayşe Çavdar: Almanya’da bu kadar siyâset konuşulmuyor. Ben ortamdaysam kesin siyâset konuşuluyor da, ortamda olmadığım durumlarda pek siyâset konuşulmuyor. 

Ruşen Çakır: İkinci soru, Serkan Zihli’nin sorusu: “Mutfakta yangının sürdüğü, İstanbul Sözleşmesi ekseninde yaşananlar, kullanılan ‘sürtük, çürük’ gibi söylemler muhâfazakâr kadınların oyunu etkiler mi? Bir sürpriz görür müyüz?” demiş ve devam etmiş: “Kadınlar, sandıkta intikam alır mı?” diye sormuş.

Ayşe Çavdar: “Sürtük” meselesini şimdilik bir tarafa bırakıyorum. Önemsiz olduğunu düşündüğüm için değil, bir zirve olduğu için. Muhâfazakâr kadınların kopuşları yeni başlamadı. Dindarlıktan vazgeçen, bunu gerek başını örten, gerekse ikili hayatlar yaşayarak bir şekilde sürdürmeye çalışan, sıkışmış, dışarıda olanın sürekli kendilerini itelemesinden, içeride olanın bir yerlerde hapsetmesinden sıkılmış çok sayıda kadın var. Öte taraftan, gazeteciliğin ve medyanın ciddî bir sorunu var; bize en problemli olanı gösteriyor. Çünkü en problemli olan, hep ilginç, haber değeri olan, adamın köpeği ısırdığı vaziyetleri gösteriyor. Biz o vaziyetleri, diğer tarafı sembolize eden temsiller olarak alıyoruz. Habere konu olan diğer taraf hakkında algımız, düşüncemiz, tahayyülümüzdeki hikâye oradan oluşuyor. Oysa o insanlar da yıllardır kendi hayatlarında ne olduğunu biliyorlar.

Kadınlar söz konusu olduğunda şöyle bir durum var: Her şeyden önce, kadınlar ekonomik hayattan çok ciddî bir şekilde çekildiler. Doğum kontrol önlemlerinin neredeyse erişilmez hâle getirilmesi, kürtajın neredeyse fiilî olarak yasaklanmış olması, sâdece seküler, şehirli kadınları ilgilendiren meseleler değil. Bunlar en çok, yoksul, taşradaki kadınları, işçi sınıfından kadınları, köylü kadınları ilgilendiren şeyler. Çünkü onlar bu hizmetlere, bu olanaklara erişemediklerinde, hayatları diğerlerinden daha çok daralıyor. O kadınlarla bu hizmetler arasında bir engel oluştuğu zaman, onların hayâtı gerçekten çok geriliyor ve üzerlerindeki kontrol, ataerkil baskı artıyor. Bu nedenle, dinden uzaklaşma, aslında AKP’den uzaklaşmanın bir cüzü olarak dinden uzaklaşma hâli, daha çok kadınlar üzerinden gündemimize geliyor. Sâdece başlarını açtıkları için değil, orada bir kopuş gerçekleştiği için. Türkiye’nin geleceği için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

Peki, bu durum seçimlerde ne kadar belirleyici olacak? Bu geniş ve çok güçlü, gayet dönüştürücü kadın topluluğunu hedef alan, onlarla konuşan bir siyâset henüz üretilmedi muhâlefette. Çok ucundan, kıyısından Türkiye İşçi Partisi (TİP) tutuyor oraları. Toplantılarda da görüyorsunuz, Erkan Baş sık sık, isimler üzerinden de haber veriyor: “Bizim Ulaş’larımız, Devrim’lerimiz hâlâ var; ama artık Furkan’lar, Muhammed’ler, hatta Recep Tayyip’ler de geliyor” diye ifâde ediyor. HDP’de görebiliyorsunuz bu insanları. HDP’nin, sekülerlik ve dindarlığı başka bir söylem evreninde yan yana getirebildiğini görebiliyoruz. Fakat ana muhâlefetten henüz böyle bir şey görmüyoruz. Laikliği de o yüzden söyleyip duruyorum. O kadınlara yapılacak vaatlerden birisi de laiklik. Esâsında en büyük vaat laiklik, sekülerliktir. Bunu İstanbul Sözleşmesi’ni kapsayan bir bağlamda söylüyorum. Ana akım muhâlefet içerisinde henüz bunu söyleyen kimseye rastlamadım. Bugün bu geniş kalabalığı keşfederler diye umut ediyorum hâlâ.

Ruşen Çakır: Burak, sana bir izleyicim şöyle bir soru yöneltmiş: “@Bozpek niye ahlâkî olmayı tiksinç bir şeymiş gibi söylüyor?” Öyle mi yapıyorsun Burak?

Burak Bilgehan Özpek: Çünkü ahlâklı olmak çok zor bir şeydir. İnsanlar genel îtibâriyle bencil ve kısa vâdeli çıkarlarını ahlâkî bir maskenin arkasına gizleyerek bize sunarlar. Biz çok ahlâkî bir eyleme iştirak etmiş gibi hissederiz kendimizi. Ama aslında birilerinin siyâsî, kısa vâdeli çıkarlarına hizmet ediyoruzdur. O yüzden, ben ahlâklı olmayı yadırgamıyorum. İnsanların çıkarlarını düşünmesini de yadırgamıyorum. Benim asıl yadırgadığım, çıkarın ahlâk olarak sunulması ve bunun üzerinden insanların kolaylıkla yargılanabilmesi. Bu, son 20 senede Türkiye’de çok yaygın olarak görülen bir hastalık. Kerâmeti kendinden menkul insanların, ellerinde bir âsâ ile bâzı siyâsetçileri biricikleştirmesi, onları bir peygamber gibi zuhur etmiş, târihin akışını değiştirmek için aramıza gönderilmiş kişiler olarak görmesi ve onları demokrat, liberal, ahlâkî görürken, onların karşısındaki herkesi de hoyrat bir şekilde yaftalaması. Bu, son 20 senemizin kültürü ve bu, demokratik oyunu, rekabeti çok tahrip etti Türkiye’de. Yıllarca iktidar için yapılan güzellemeler, aynı şekilde şimdi de Kılıçdaroğlu için yapılıyor. Muhâliflerin Kemal Kılıçdaroğlu için söyleyecek kötü bir sözü yoktur. Ben bir muhâlif olarak Kemal Bey’e minnet duymuşumdur. Kemal Bey zor zamanlarda ayakta kalmıştır, yanımızda durmuştur. Doğruları, yanlışları oldu, bu ayrı bir şey. Ama 12 senedir CHP’yi yönetmiş bir insan zeki bir insandır. 12 sene boyunca muhâlefeti ayakta tutmuş, medyasına, parasına, demokrasisine, askerine, polisine karşı muhâlefeti bir arada tutmuş, onu örgütleyebilmiş bir insana karşı Türkiye demokrasisi adına minnet duymalıyız. Ama burada gerçekleşen hâdise, Kemal Bey’in dışında gerçekleşiyor. Ona atfedilen siyâsîlikten arınmışlık ve bir şekilde kendi nefsini yenerek Türkiye’yi bir demokratik hamleye hazırlama misyonu bana çok mantıklı ve iknâ edici gelmiyor. Kemal Bey zâten bir siyâsetçi olarak da şu bağlamda insanların desteğini alabilir. Merak etmemek lâzım. Ekonomi çok kötü. Dolayısıyla Kemal Kılıçdaroğlu seçimi kazanabilir. Ben “Kemal Bey seçimi kazanamaz” diyen insanlardan değilim. Seçimi kazanmamız gerekiyor. Biraz daha netâmeli olabilir, ama Kemal Bey de seçimi kazanabilir. Fakat Kemal Bey’in aday olma süreci ya da aday olurken kullandığı enstrümanlar; onu aday yapmak için sarf edilen sözcükleri kullanılan dil beni çok rahatsız ediyor. Meselâ Kemal Bey’in karşısında siyâsî enerjisi ve yönetme iddiası daha yüksek bir adayı istediğiniz zaman, Kılıçdaroğlu’nu destekleyen bir siyâsetçi, “Hitler de karizmatikti” gibi abuk subuk bir dikotomi kuruyor. Sanki Kemal Bey’in alternatifi, Hitler’vâri bir İmamoğlu’ymuş gibi. Ya da İmamoğlu çok karizmatik olduğu için veya çok ilgi gördüğü için Hitler’e benzeyecekmiş gibi. 

Yine çok âşina olduğumuz “İmamoğlu ikinci Erdoğan” söylemi. Bu söylem teorik olarak doğru değil. Kariyerine toplumu bölerek, insanları düşmanlaştırarak başlayan bir Erdoğan var. İmamoğlu böyle bir karakter değil. Toplumu birbirine kışkırtarak iktidar kurmuyor. Tam tersine, kışkırtma alanlarını bypass ederek, onun üstüne çıkarak bir şekilde popülarite yakalamaya çalışıyor. Bu ayrımı bile yapamıyoruz. Sanki genç olan, yönetmeyi isteyen, siyâset yapmaya hevesli olan herkes en kötü örneğe evrilecekmiş gibi bir anlatı kuruyoruz. Bunu Kemal Bey’i cumhurbaşkanı adayı yapmak için yapıyoruz. Kemal Bey zâten 12 senedir muhâlifler için yeteri kadar önemli işler yaptı. Ve çıkıp, “Ben aday olmak istiyorum. Burada Millet İttifakı ile bir bâdire atlattık. Yerel seçimlerde başarılı olduk. HDP seçmeni de bu durumdan çok şikâyetçi. Dolayısıyla biz kendi aramızda bir müzâkere yapacağız ve ben de adaylığı istiyorum” dese ve buradan aday olarak çıksa, bence toplumsal desteği çok daha geniş bir süreç içine girmiş olur. 

Ruşen Çakır: Arkadaşlar o kadar çok soru geliyor ki inanılır gibi değil. Burak, demin anlattıklarınla ilgili gelen bir soruyu sorayım, hızlıca cevaplamanı ricâ edeceğim. Şeref Bey, “İmamoğlu aday gösterilirse, bence kazanır. Parlamenter Sistem’e geçmeyi ister mi? Geleceği parlak bir siyâsetçi. Bu, Mansur Yavaş için de geçerli. Ne dersiniz?” diye sormuş.

Burak Bilgehan Özpek: Ben hiçbir Allah kulunun, elindeki yetkileri, yapısal zorlamalar olmadan, kendi rızâsıyla büyük bir idealizm içerisinde devredeceği kanaatinde değilim. Bu kişi İmamoğlu da olabilir, Kılıçdaroğlu da, Akşener de, Mansur Yavaş da olabilir. Siyâsetçileri değişime, dönüşüme zorlayacak olan şey, onların iyi niyeti, ahlâkı, kendi nefisleriyle verdiği siyâsî mücâdele değildir. Siyâsetçileri demokratik adım atmaya iten şey, mevcut yapı içerisindeki kompozisyondur. O kompozisyon içerisinde çıkarlar birbiri üstüne bindiği zaman demokratik bir kurum inşâ edilir. Önümüzdeki dönem ne olursa olsun, iktidârı kaybetmiş bir AKP, muhtemelen Parlamenter Sistem’e geçmeyi kabul edecek. CHP, İYİ Parti ve HDP, zâten ellerinde böyle bir imkânı bulundurdukları için, cumhurbaşkanı kim olursa olsun istedikleri an onun elinden yetkileri alabilecek durumda oldukları için, yeni seçilecek cumhurbaşkanı, istese de şu andakine benzer bir otoriterlik kuramayacak. Çünkü onu daha ılımlı gitmeye, herkesi iknâ ederek ilerlemeye iten sebepler var. O yüzden, yapının kendisini nasıl organize edersek onun içindeki aktör de öyle davranır. 

Ruşen Çakır: Zafer Yılmaz bana bir soru sormuş: “Davutoğlu ve Babacan AKP’yi zor durumda bırakacak açıklamalar yaparlar mı?” Sanmıyorum. Onlar bu şekilde devam edecekler. Eleştiri ya da bir ifşâ beklemek, bana çok mümkün gibi gelmiyor. 

Kemal, Sevgi Bekmezci’nin çok güzel bir sorusu var: “Diyelim ki Erdoğan seçimi kazandı. Ülkeyi yönetebilir mi?”

Kemal Can: Soru bana mı gelmiş bilmiyorum, ama bu “sürdürülemezlik” meselesiyle ilgili, sürdürülemezlik üzerinden siyâset yapmanın isâbetli olmadığını epeydir söylüyorum. Aslında pek çok parametre, bu iktidârın şu anda da yönetemediğini gösteren bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Zâten yaşanan sorunun bir kısmının sâdece liyâkat, sâdece inat veya sadece nas gibi meselelerle ilgili olmadığını biliyoruz — özellikle ekonomik tercihler konusunda. Bunu son olarak alay konusu olan Bakan Nebati’nin gayet net ifşâsında da gördük. Aslında pandemide de görmüştük; ama nedense, sonradan yaşanan bu ekonomik kriz tablosunda, bâzı profesyonel iktisat yorumcuları, işin anormal olan kısmını tamâmen irrasyonel bir şey olarak gösterip biraz hedef şaşırttılar. Ama aslında pandemide bize anlatılan, çarkların dönmesi üzerine kurulu bir tabloydu. Şimdi ekonomik kriz tablosunda da, Nebati çıkıp, “Dar gelirliler zor durumda olabilirler, ama çarklar birileri için dönüyor. Bu, bizim sürdürebildiğimiz şey” demiş oldu. 

Dolayısıyla ben bu sürdürülebilirlik meselesini, bu iktidarla bu ilişki içerisinde olan iç ve dış bütün güç odaklarının… –bunun içerisinde Kılıçdaroğlu’nun dürtmeye çalıştığı bürokrasi de var, bunun içerisinde yeni uluslararası denge de var, bunun içerisinde ekonomi elitlerinin tercihleri de var–, bu tabloya baktığımızda, siyâseten bu iktidarın şu anda da sürdüremezlik eşiğini aştığını, şu ânda sürükleyebildiğini düşünüyorum. Ama olası bir seçim zaferi, şu andaki sürdüremezlik tablosundan daha vahim bir krizi, ama bu krizin içerisinden bir biçimde güçlenerek çıkmış bir iktidârı yaratacaktır. Bunun yaratacağı tehlikeli süreci öngörmek bile istemiyorum. Evet, bütün rasyonel parametreler açısından iktidar bunu sürdüremez. Ama zaten sürdürülemezi sürdürmesi için kurulmuş bir iktidar düzeni var. Bunun devam edebildiğinin görülmesi, kamuoyunda, halkta, muhâlefette büyük bir travma yaratacaktır. Ama buna karşılık, birtakım güç odaklarının hesapları açısından da bambaşka bir resim çıkartabilir. 

Ruşen Çakır: Ayşe, Akaner Özekin, senin cevaplaman için sormuş soruyu: “Bundan bir süre önce, yaşanan değişimlerle birlikte, önümüzdeki 5-10 yılda bildiğimiz ve alıştığımız günümüz partilerinin yok olacağını ve değişeceğini söylemiştiniz. Hâlâ aynı görüşte misiniz?”

Ayşe Çavdar: Kesinlikle aynı görüşteyim. Kurumsal niteliği nedeniyle CHP’yi bir tarafa bırakıyorum; ama tabii bu, CHP olduğu gibi kalacak, hep böyle bir parti olarak devam edecek demek değil. CHP kurumsal bir parti olduğu için, o geçiş döneminin ve geçiş sonrasının gerektirdiği dönüşümü yine kendi kurumsal çatısı içerisinde yaşayabilir. Ama diğer partilerden emin değilim. İYİ Parti çok büyüdü, bir tür özgüven kazandı. Şimdi, onu arka arkaya iki seçim zaferiyle, seçimlerde göstereceği başarıyla bir şekilde devam ettirecek ve nihâyet bir kimlik kazanacaktır. Şu anda İYİ Parti için ne dersek diyelim, o partiyi tanımlamayacağını düşünüyorum. Düşünün, altı ay içerisinde, “Ömer’in Yolu”ndan, Gezi’yi bir tür ittihatçılık üzerinden savunan bir siyâsî parti hâline geldi. Bu kadar kıvrak bir söylemsel dönüşümü yapan bir siyâsî parti, bence henüz bir siyâsî parti olmamıştır. Siyâsî parti olması için daha bir hayli zaman var. O yolda dönüşecektir. 

Gelecek Partisi için hiçbir gelecek görmüyorum, açık söyleyeyim. Onun geleceği bence sâdece kendi adında, o kadar. DEVA Partisi çok ciddi bir fırsatı kaçırdı. Bu iki parti de kuruldukları zaman kendi özeleştirilerini yapsalardı, AKP seçmeninin de, bir özeleştiri yaparak yol yakınken dönmelerini sağlayabilirlerdi. Ama varlıklarıyla çok acayip bir yol seçtiler gerçekten. Varlıklarıyla ve özeleştiri yapmamak ısrârıyla, aslında bir tür kibirli bir söylemle AKP’den kopmalarını istedikleri seçmene engel oldular. O kopuşun önündeki engeli bizâtihi onlar oluşturdular. DEVA Partisi seçime tek başına gireceğini söyledi. Belki geçiş döneminde bir güçleri olacaktır. Ve o güçleri, diğer büyük partilerin müzâkerecilikleriyle bir tür tahkim etmeye çalışabilirler. DEVA zâten bir siyâsî partiden çok, bir tür liberal ekonomi kulübü olarak çalışıyor. Dolayısıyla oradan bir gelecek çıkacağını sanmıyorum. 

“AKP ne olacak? Parlamento’ya nasıl girecek? Oradan diğerlerine ne kalacak ve orası nasıl bir dönüşüm yaşayacak?” hikâyesi gösterecek orayı. Dolayısıyla iki şey söylemiş oluyorum: Bir, şimdiki siyâsî partiler de şimdiki gibi kalmayacaklar. Bütün bu çalkantının getirdiği zorlamalar ve oluşturacağı yeni siyâsî bağlam dolayısıyla oldukları gibi kalmayacaklar. Mutlaka dönüşecekler. Çünkü çok sert ve çok radikal bir dönem yaşadı Türkiye. Biz bu dönüşümü henüz görmedik de. Şöyle düşünün: Tayyip Erdoğan’ın, AKP’nin, MHP’nin bu kadar şiddetle topluma saldırmalarının nedeni, o değişimin ortaya çıkmasını istememeleri. Çünkü o değişimin işâret ettiği Türkiye’yi onlar yönetemezler. Öyle bir Türkiye’nin tepesinde kalamazlar. Kemal’in az önce söylediği gibi, onu “sürdüremezler”. Bu siyâsî partiler, bir yakın AKP-sonrası dönemi içeriyorlar şimdilik. Bunun nüvelerini gösteren siyâsî partiler var, ama AKP’den sonra olan dönemi içeren bir parti henüz yok. İkincisi, zâten yeni siyâsî partilerin kurulacağını, üçüncüsü, bu dönüşüm sürecinin bağlamında ortaya çıkmış partilerin bir kısmının da artık var olmayacağını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burak, şimdi izleyicilerimizin isimlerini bulamıyorum, çünkü çok sayıda soru gelmiş. Ayşe’nin bıraktığı konudan birbirine çok yakın üç soru görmüştüm, onları sana sorayım. Birinci soru şöyle: “Erdoğan kazanamayacağını anlarsa, milletvekili adayı olup dokunulmazlık tercih edebilir mi?” Yani, cumhurbaşkanı adayı olarak başkasını gösterip, milletvekili olarak Parlamento’ya girebilir mi? İkinci soru, “AKP seçimi kazanırsa dağılır mı yoksa güçlü bir muhâlefet partisi mi olur?” Bir başka izleyicimizin sorduğu üçüncü soru da şöyle: “Bu ekonomik enkazla baş edemeyecek olan muhâlefetin yerine, ‘Gördünüz işte, bunlar da yapamadı’ diyerek AKP tekrar gelir mi?” Üçü de birbiriyle alâkalı sorular. Evet Burak?

Burak Bilgehan Özpek: İlk ihtimâli mümkün görmüyorum. Çünkü Tayyip Bey’in o yetkileri başkasına vermesi, kendi kaderini siyâseten başka birisine bağlaması çok mümkün gözükmüyor. Milletvekilliği zırhı da onu koruyamaz; çünkü o zırh eskisi kadar kalın değil. İktidârın muhâlefet eline geçtiği ve Parlamento aritmetiğinin muhâlefetin elinde olduğu bir durumda, bu dokunulmazlıklar rahatlıkla kalkabiliyor. Dolayısıyla, öyle bir yöntem tercih edeceği kanaatinde değilim. Tayyip Bey mücâdelesini parti içindeki gücünü konsolide etmek üzerine de kurmuştu. Hem cumhurbaşkanlığında ilerlemek hem de parti içindeki yetkisini kimseyle bölüşmemek üzerine kurdu. Bugün Babacan’ın, Davutoğlu’nun, Bülent Arınç’ın, Abdullah Gül’ün serzenişleri, bir anlamda parti içinde tasfiye edilmelerinin bir sonucu aslında. O yüzden, partisini yeniden siyâsî bir parti hâline getirmesi gerekecek. Erdoğan buna yanaşır mı çok emin değilim açıkçası. 

Diğer ihtimaller daha kuvvetli olabilir. Açıkçası, muhâlefette bir süre daha tutunacaklarını düşünüyorum. Çünkü onların kurdukları politik ekonomik sistem, iktidardan gitseler bile gelir akışını sağlamak üzerine kurulu. Gelir Garantili Kamu Yatırımları, sâdece bunların iktidarları süresince değil, ondan sonraki kuşaklar boyunca da Türk halkının, bu insanların çocuklarına, torunlarına vergi ödemesi üzerine kurulu bir sistem. Dolayısıyla, orada yaratılmış bir gelir kapısı var. O yüzden, Tayyip Bey’den sonra gelecek hükûmetin, Tayyip Bey’le uğraşmak yerine, onun üzerinde iktidar kurduğu mekanizmaları teker teker çökertmesi gerekiyor. Meselâ, kendisine bağlı medyanın kamu kaynaklarından ziyâdesiyle beslendiğini biliyoruz. Kamu bankalarından, kamu bağlantılı şirketlerden bu medyaya para akıyor. Bunların hemen hızlı bir şekilde kesilmesi, AKP medyasının bu şekilde çökertilmesi gerekiyor. Bu çökertilmeyi de, insanlar, bilinçli olarak bu gazeteleri kapatalım şeklinde algılamasınlar. Bu gazeteler ve televizyon kanalları zaten kayırılan, kamu kaynakları kendisine bağlanmış kurumlar. Kamu kaynaklarından mahrum kaldıkları zaman, hâliyle kapatılacaklar. İstanbul seçimlerinden sonra, zannedersem Güneş gazetesi kapatılmıştı. Çünkü Hamidiye Su artık reklam vermiyordu. 

İkincisi, kamunun kefil olduğu, kamunun geçiş garantisi verdiği projelerin bir şekilde gözden geçirilip iptal edilmesi gerekiyor. Buna kamulaştırma veya yeniden anlaşma diyebilirsiniz. Ama bu şekilde devam etmeyeceği muhakkak. Dolayısıyla o gelir kalemlerini ve medya gücünü kestiğiniz zaman, AKP kısa zaman içerisinde güçsüzleşecektir. Tabii en önemlisi, yeni gelen hükûmetin ekonomiyi çok mantıklı yönetmesi, hızlı bir şekilde enflasyonu düşürmesi, insanların da bunu hayatlarında hissetmesi gerekiyor. İnsanlar hayatlarında iktisâdî olarak tatmin oldukça, geçmiş döneme dâir yeni bir hikâye yazacaklar. AKP dönemi, muhâfazakârların zihninde bile bir başarılar silsilesi olarak canlanmayacak, pişmanlıklarla örülü bir hikâye anlatılacak. Bu da geniş bir kabul görecek — tabii bahsettiğim şartlar olursa. Yani AKP’nin medya gücü ve maddî gücü yeni hükûmet tarafından askıya alınırsa ve yeni hükûmet ekonomiyi mantıklı bir şekilde yönetir ve bunu halkın günlük hayâtına yansıtabilirse. Sistemde kalmak için bir süre daha çırpınacaklarını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Çok az bir vaktimiz kaldı, o yüzden hızlı hızlı gidelim. Bir izleyicimiz, “Niye kimse Bahçeli’yi eleştirmiyor?” diye soruyor. Kemal, ülkücü hareket uzmanı olarak sana sorayım. Ama hızlı cevap ver lütfen.

Kemal Can: Bahçeli’nin nesini eleştirelim? Bahçeli kendi kendisine söylüyor zâten her şeyi. Bahçeli, pozisyonu belirsiz bir siyâsî aktör değil ki. İktidar bloku üzerine yapılan eleştirilerde iki temel şey var: Birincisi, Erdoğan, iktidârın toplam desteğinin hâlâ en önemli unsuru. Burak da az önce değindi, ben de ona katılıyorum: Zâten Erdoğan’ın yerini bırakıp gitmemesi, sâdece kendi tercihiyle ilgili bir mesele değil, bu iktidar kombinasyonun zorunlu bir sonucu. Çünkü onun çekim merkezi olacağı bir şeye göre kuruldu bu iktidar. Bahçeli ise, bu iktidârın çok önemli ikinci vektörünü oluşturuyor. 2015’ten îtibâren devletin bütün ideolojik kapasitesinin bu iktidarla entegrasyonunun unsuru. Bahçeli bu fonksiyonuyla var ve dolayısıyla bu çerçevedeki rolünü devam ettiriyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, ikinci soru: “İktidar değişirse AKP’den hesap sorulacağı söyleniyor. Gelecek ve DEVA partileri hesaptan muaf mı tutulacak?” diye sormuş izleyicimiz. Ne dersin? Güzel soru Allah için. 

Kemal Can: Ben bu haftaki “5 Soru 10 Cevap”ta hesaplaşma ve helâlleşme ile ilgili bir yayın yaptım. Biraz önce Burak’ın söylediği, medya ve ekonomi cephesinde söylenen şeyle ilgili, aslında bir tür devr-i sâbık yaratmak gerekiyor. Bu, herkesin çok heveskâr olduğu, DEVA ve Gelecek partilerinin de çok prim verdiği helâlleşme, aslında iki taraflı bir şey. Helâlleşmeden bahsederken hep, “Birileri daha önce birilerine kötü davrandı. O kötü davranılanlar birinin iktidârını desteklediler. O iktidâra gelen yanlış şeyler yaptı. Şimdi o gidecek. Ama eskiden mağdur oldukları gerekçesiyle bu iktidâra destek vermiş herkes, birdenbire sıfır noktasına dönecek”. Bu biraz tuhaf bir şey. 

Ahmet Davutoğlu geçenlerde avukatları aracılığıyla Gezi Dâvâsı’ndan çekildiğine dâir mahkemeye dilekçe göndermiş. Gezi Dâvâsı 5.yılında. Bunda bir acayiplik yok mu? Daha önce bu soru kendilerine sorulduğunda, “Oradan çekilmek diye bir şey söz konusu değil. O dönem hükûmet üyesi olduğumuz için bizi oraya yazmışlar” diye cevaplamışlardı. Sizi her yazdıkları yerde kalmaya devam ederek nasıl muhâlefette yer alacaksınız? Bunlar sorunlu işler. Bence herkesin, helâlleşme-hesaplaşma meselesini, tek taraflı, birilerinin gelip kendilerinden helâllik isteyebileceği bir şey olarak görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Helâlleşme de hesaplaşma da sâdece başkasına dâir bir şey olarak algılanamayacak bir şey. 

Ruşen Çakır: Helâlleşmeyi hak etmeleri lâzım diyorsun yani.

Kemal Can: Ama zâten doğası bu. Helâlleşme ve hesaplaşma, karşındakinin sana vereceğiyle ilgili bir mesele değil. İki taraflı bir şey. Bunun böyle algılanması gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Bununla ilgili, “Adını Koyalım”da ayrı bir yayın yapacağız. Kemal, sen bu haftaki yayınında bu konuyu işledin zâten. Şimdi Işın Eliçin’in “Femfikir” programından çalmamak için yavaş yavaş bitirmek zorundayım artık. Ayşe, içimizde en ilgili sensin. “Türkiye İşçi Partisi (TİP) daha görünür olsaydı daha iyi oy alır mıydı?” diye sormuş bir izleyicimiz.

Ayşe Çavdar: Bence zâten beklendiğinden çok oy alacak. Görünür olması da biraz bizlere bağlı diyerek buraya bir yayayım. 

Ruşen Çakır: Yok yok.En son adımızı çıkardın, başımıza geleni biliyorsun.

Ayşe Çavdar: Derdim TİP ya da sol içerisinde herhangi bir parti değil “Sol İttifak” aslında. Adını buradan koyalım bunun. Benim kafamda şöyle bir hikâye var. Altılı Masa içinde iki büyük parti var. İster Kılıçdaroğlu olsun, ister İmamoğlu olsun, bu partilerin seçimden sonra “Sizi AKP’den kurtardık” demelerinin önüne çıkacak bir engel lâzım o kafamdaki hikâyede. O engel de, ancak bir sol ittifakla olabilir. Çünkü “Sizi AKP’den kurtardık hikâyesinde, eğer AKP de hâlâ var olacaksa –ki ben AKP’nin o kadar güçlü bir şekilde olacağı fikrini satın almıyorum, bence çok fena dağılacaklar onlar, Parlamento’ya girseler bile Parlamento’da dağılacaklar–, Burak’ın söylediği endîşenin, yani cumhurbaşkanı yetkilerini Kılıçdaroğlu’nun kullanmayacağı konusunda kimse garanti veremez. Bu arada küçük bir ek yapmak istiyorum: Babacan’ın İmamoğlu’na şerhi, bence ahlâkîlikten filan değil. Orada bir kahraman ortaya çıkarken, yaş îtibâriyle onun hizmetinde olmak istemiyor. Sâdece bu yüzden. 

Hal böyleyken, sol ittifak, işçilerin, kadınların, LGBTİ’nin, öğrencilerin orada neşeli bir şekilde temsil edilmesini sağlayacak. Kürtleri ayrıca HDP orada temsil ediyor. Bize bunları orada söyleyecek birisi lâzım. Bunun da güçlü bir şekilde gelmesi lâzım ki CHP’liler ve İYİ Parti’liler “Sizi AKP’den, MHP’den kurtardık. Daha ne istiyorsunuz?” diyemesinler. Beni en çok korkutan şey bu. Bu konuda da hiçbirine güvenmiyorum. Ne CHP’ye ne İYİ Parti’ye ne adaylara ne de aday adaylarına. Burak çok güzel söyledi. Bu partilerin o gücü kullanmasını engelleyecek olan şey, Parlamento’nun parçalı olması. Benim gönlümden, o parçalardan büyücek bir parçanın sol ittifakta olması geçiyor. Bunun çok önemli bir potansiyel olduğunu düşünüyorum. Bir açıklasınlar, kendilerini bir göstersinler, bence daha da çok göreceğiz. 

Ruşen Çakır: Burak, sana da iki benzer soru sorayım. Sorular Meral Akşener’le ilgili. Birinci soru biraz farazî, ama yine de sorayım: “Erdoğan seçilemeyeceğini anlayıp, Akşener’in cumhurbaşkanlığını kabul ederek İYİ Parti ile ittifak yapar mı?”

İkinci soru da, özellikle KONDA anketini kastediyorlar sanırım: “İYİ Parti’nin yükselişine bakarsak, Meral Akşener tekrar cumhurbaşkanlığına aday olabilir mi?” Bu iki soruyu da hızlıca birlikte değerlendirir misin? Bu arada, yarın ben Meral Akşener’i ilk kez yurt gezisinde tâkip edeceğim. Yani Sakarya’nın ilçelerinde ben de olacağım. Meral Akşener’in gitmediği yer kalmadı sanıyorum. Cuma günü de izleyicilere Akşener’in gezisiyle ilgili izlenimlerimi anlatırım. Burak, iki Akşener sorusunu nasıl değerlendirirsin?

Burak Bilgehan Özpek: İttifak konusunda çok net bir cevap vereyim: İYİ Parti’nin AKP ile baş başa herhangi bir plan içerisinde olacağını düşünmüyorum. Eğer Parlamenter Sistem’e geçiş projesi varsa, bütün partilerle aynı masaya oturup bir Parlamenter Sistem’e geçiş planı tartışılabilir. Akşener daha önce bunu beyan etti. Ama İYİ Parti’nin Millet İttifakı’ndan koparak AKP ile bir düzenek kuracağını sanmıyorum. Bunun önündeki birinci engel, Akşener’in siyâsî çizgisiyse, ikinci engel de Cumhur İttifakı içerisindeki MHP faktörü. Tayyip Bey’in İYİ Parti ile konuşabilmesi için öncelikle olarak Devlet Bey’den icâzet alması veya onu atlaması gerekiyor. Bu da çok mümkün değil. O yüzden bir değişim olabilir. Eğer AKP tarafında aklıselim galip gelirse, Başkanlık Sistemi’nden Parlamenter Sistem’e dönüş seçimden önce mümkün olabilir. Benim görebildiğim kadarıyla, seçime kadar süre uzadıkça, anketlerde AKP’de derinden bir düşüş olduğu görülüyor. Biz hep geçmişe bakarak bir okuma yapıyoruz. Mesela 1999 senesine bakıyoruz: Ecevit’in oyu %22; 2002 senesinde %1,5. Ama bu iş üç sene içerisinde yavaş yavaş %1,5’e doğru indi ve şu anda biz de AKP’de böyle bir iniş görüyoruz. Son anketlerde, iki tâne önem verdiğim ankette, AKP’nin oyu % 30’un altına düştü ve seçime daha bir sene var. Enerji fiyatları artıyor. Bu, enflasyonun durmayacağı anlamına geliyor, hepimiz ciddî anlamda fakirleşiyoruz 

Ruşen Çakır: Hayat pahalılığı var.

Burak Bilgehan Özpek: Hayat pahalılığı öyle bir şey değil Ruşen Abi. Mesela New York pahalı bir şehirdir. Hayat pahalıdır, ama New York’ta enflasyon yok. Bu sene de gitseniz, ertesi sene de gitseniz, aynı malı aşağı yukarı aynı fiyata alıyorsunuz. Enflasyon dediğimiz şey, şu anda Ankara’da, iki kere üst üste markete gittiğimiz zaman, aynı malı aynı fiyata bulamıyorsunuz olmalı. 

Ruşen Çakır: İkinci soruya ne diyorsun? Akşener’in cumhurbaşkanı adayı olması konusu?  

Burak Bilgehan Özpek: O soruya en başta cevap verdim. Aslında “CHP = muhâlefet” anlayışının dışında bir anlayışla yaklaşmalıyız bence buna. İYİ Parti de güçlendi ve eğer anket sonuçları doğruysa %15-20 aralığında bir yerde konumlanıyor. KONDA!nın anketi %21,7 ile en yüksek gösteren anket, ama daha düşük gösteren anketler de var. Buna %15-20 arası bir yer diyelim. İYİ Parti iki ana sütundan bir tanesi. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun muhâlefetin adayı olabilmesi için, Meral Hanım’ın da onayının olması gerekiyor. Ama bu şöyle sıkıntılı bir şey. Bu olmayacağı zaman kimsenin masadan kalkacak bir enerjisi de yok. Masadan kalkmanın da ödeteceği bir bedel var. Dolayısıyla herkes masada oturmak zorunda; masadan kalkma gibi bir ihtimal yok. Ama masadan kimsenin kalkamayacağı gerçeği de, hiç kimse tarafından diğer parti başkanlarına dayatılmamalı. Orada bir yol bulacaklar. Bana sorarsanız, o yol halka bir sinyal verecek: Bu adamlar en sıkışık zamanlarda bile kavga etmeyip ayrışmıyorsa, bir arada durabiliyorsa, halk bunu takdir edecek, oradan bir aday çıkartacaklar. Kim olursa olsun. “Kemal Bey kazanamaz”cılar var ya? Türkiye öyle bir noktaya gidiyor ki, bence herkes kazanır. Ama Kemal Bey, “herkes kazanır” diye kazanacak gibi bir role oynamamalı. Ondan daha büyük, daha net bir tavırla ortaya çıkmalı. O da, diğer aktörü, yani Akşener’i iknâ ederek ilerlemekten geçiyor. Hattâ masanın dışındaki aktörler, yani HDP seçmeni ve biraz da Muharrem İnce, masanın içindeki aktörlerden de burada daha etkili. Sadece masayı iknâ etmek değil, masanın dışını da iknâ etmek gerekiyor. O bakımdan, sâdece 5-6 parti liderinin müzâkeresi değil de, daha kapsamlı, toplumu, tabanı da iknâ eden bir süreç olmak zorunda. Akşener’in kendi adaylığı bence tâlî bir mesele. Burada birbirlerini iknâ ederek ve tabanı işin içine katarak, adayın nasıl belirleneceği konusunda bir konsensüse varmak zorundalar. Belki oradan Meral Akşener çıkar, belki Kılıçdaroğlu, belki İmamoğlu çıkar, bilmiyoruz. Ama burada kimsenin, kendisini masaya dayatıp, aksi bir ihtimal durumunda masadan kalkacak bir alanı yok.

Ruşen Çakır: Bayağı uzun bir yayın yaptık, bir buçuk saat sürdü. Çok teşekkürler Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek. Tabii ki izleyicilerimize de soruları ve yorumları için çok teşekkür ediyoruz. Çok soru geldi, ama zamanımız yetmedi, hepsini soramadık kusura bakmasınlar. Bu soru cevaplı yayını yine sık sık yapacağız. 

Kayseri Erciyes Üniversitesi Bahar Şenliği’nde binlerce öğrencinin İzmir Marşı’nı söylemesi ile ilgili çok soru geliyor. Ben bununla ilgili bugün bir yorum yaptım. Önümüzdeki yayınlardan birinde “Günümüz Türkiye’sinde Atatürk ve Atatürkçülük” gibi bir konuyu konuşsak iyi olacak. Çünkü önemli bir konu. Herkese çok teşekkürler. İzleyicilerimize de çok teşekkürler. Çok keyifli, dinamik bir yayın oldu. Umarım Altılı Masa da bu dinamizmi gösterir diyerek oraya bir gönderme yapmış olayım. Şaka bir yana, çok güzel bir yayın oldu. Yeni bir “Adını Koyalım”da buluşmak üzere, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.