Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (32): Seçimlerin gizemi

Siyasetname’nin bu yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte seçimlerin demokrasi için anlamını ve dünyada neredeyse her ülkede bir şekilde gerçekleştirilen seçimlerin arasındaki benzerlik ve farkları değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhaba. “Siyasetname”den herkese iyi akşamlar. Bugün, her ay olduğu gibi sevgili hocam Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteyiz. Kendisi, hepinizin yakından bildiği gibi, Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Bilim Akademisi Üyesi. Hocam merhaba, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, iyi akşamlar.

Edgar Şar: İki ay önceki programımızda Türkiye’de seçim ittifaklarını ve Türkiye’de seçimleri konuşmuştuk. Daha sonra Mayıs ayında “Türkiye için nasıl bir demokrasi?” sorusu üzerinden konuşmuştuk. Bu ay ise aslında bu konuların bir parça devamı sayılabilecek bir konu üzerinde durmak istiyoruz. Bu sefer seçimlerin gizemi, seçimlerin ne anlama geldiğini konuşacağız.

Bütün dünyada şu ya da bu şekilde seçim yapıldığını görüyoruz. Ama bunlar arasında ciddi farklar var. Bazıları arasında benzerlikler var ve bunlar siyasal rejim hakkında da çok önemli şeyler söylüyor. Yani üzerinde durmaya değer bir konu. Türkiye de uzun zamandır bir seçim atmosferinde yaşıyor. Bu hafta itibarıyla, önümüzdeki seçimlere de en az bir yıl kaldığını söyleyebiliriz. Tabii ki erken seçim olursa bu süre daha da kısalabilir. Dolayısıyla seçimler üzerinde başlı başına bir yayın yapmanın anlamlı olacağını düşünerek bugünkü yayını yapıyoruz.

Şöyle bir soruyla başlayalım: Seçimlerin anlamı, önemi nedir? Bir ülkede seçimleri anlamak için, diğer ülkelerdeki seçimlerle benzer ya da farklı olduğunu anlamak için neye bakmak gerekir?

Ersin Kalaycıoğlu: Seçim, demokrasi için bir gerekli koşuldur. Yeterli midir, bu siyasetbiliminde uzun zamandır tartışılmaktadır. 1942’de Avusturyalı bir iktisatçı olan ve o tarihte Avusturya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş bulunan, Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Joseph Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi diye bir kitap yayınladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde, New York’ta, Polonya asıllı Adam Przeworski, dünyanın önde gelen saygın siyasetbilimcilerdendir. Anımsadığım kadarıyla uzun süreler Amerika Birleşik Devletleri’nde Northwestern Üniversitesi’nde çalışmış, orada doktora yapmıştır. Przeworski, Schumpeter’in kitabının 4. bölümünü, siyasetbiliminde yazılmış olan en önemli makale olarak kabul ediyor. Bu kadar önemli mi bilmiyorum ama önemli makalelerden. Ben de, bu konularda düşünmek isteyenlerin, Schumpeter’in kitabından 4. bölümü iyi okumaları gerektiği kanısındayım. Orada demokrasiyi, kurumsal bir aranjman olarak ifade ediyor. Schumpeter, böyle kurumsal içerikli bir kurgu olduğunu, bu araçla, insanların kendilerini yönetmek üzere, kimlerin otorite rolü oynaması gerektiğine karar verdiğini, onu tescil ettiği bir mekanizma olduğunu, bunun haklı rekabet koşullarında, hakça sürdürülen adil seçim kampanyaları ve tam bilginin seçmene olabildiğince şeffaf bir şekilde ulaştığı bir ortamda yapılması durumunda demokrasinin gerçekleşeceğini öne sürüyor.

Siyasetbilimciler bunu yeterli bulmadılar. 1971’den itibaren Yale Üniversitesi’nden Robert Dahl’ın Polyarchy (Poliarşi) diye ünlü bir kitabı yayınlandı. Dahl bu kitapta önemli iddialarda bulunuyor. Demokrasi kavramının akademik ya da bilimsel olarak kullanılamayacak derecede fazla anlam kazanmış, bir anlamda, bir hayli parazite sahip olan bir mesajı olduğunu, dolayısıyla bu parazitlerden ve bu kirlenmeden kurtulması gerektiğini ileri sürerek, demokrasi yerine poliarşi kavramını öneriyor; onu kullanalım diyor ve onu tanımlıyor. Bu kavram, siyasetbiliminde tutmadı ama demokrasi bu anlamda kullanılmaya başlandı. Orada 7-8 koşul sayıyor. Daha sonra Stanford Üniversitesi’nden iki akademisyen; Schmitter ve Karl, bu koşullara itiraz etmiyorlar ama iki koşul daha ekliyorlar. Böylece, demokrasinin neredeyse on temel tanımlayıcı koşulu oldu. Dolayısıyla, seçimlerden başlayan ama seçimlerle sonuçlanmayan, seçimlerin ötesinde, bireysel özgürlükleri, aynı zamanda derneklerin özgürce kurulabilmesi ve çalışabilmesi, medya-basın özgürlüğünü içeren ve bunların sürekliliği üzerine dayanan bir rejim uygulaması olduğu genel kabul gördü. Fakat seçim olmadan demokrasi olmuyor. O yüzden seçim, ilk gerekli koşul.

Burada iki temel olgunun birbirleriyle örtüştüğünü görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, siyasal katılma. Yani insanların belli tercihleri, verdikleri oyla tescil edilmek suretiyle kendilerini bağlayıcı, siyasal kararların üretilmesine katkıda bulunacakları bir girişim söz konusu. Bu, siyasal katılma. Yani insanların düşünüp taşınıp, sadece bir davranış olarak değil, bir eylem, bir aksiyon olarak, belirli siyasal kararların, kendilerinin, ailelerinin veya ülkelerinin çıkarları için alınmasına yardım edeceğini düşündüğü kişilerin seçilmesine ve o kararların üretilmesi için etkide bulunmalarına siyasal katılma diyoruz. Seçimler bunu sağlıyor. İkincisi ise, aynı zamanda kendileri adına karar alabilecek ve ülkenin yönetiminde etkili olabilecek kişilerin seçimi için bir girişimde bulunuyorlar. Bu da siyasal temsil mekanizması. Dolayısıyla burada iki mekanizma var: Bir katılma, bir temsil. İkisi de bir araya geliyor ve örtüşüyor.

Robert Dahl poliarşi tanımında, poliarşinin iki sütun üzerinde yükseldiğini ifade ediyor. Bu sütunlardan bir tanesi siyasal katılma ve siyasal temsilin örtüştüğü ve insanların siyasal sistem tarafından sürece dâhil edildikleri, kucaklandıkları, yani sürecin içerisine alındıkları mekanizmalar bütünü. İngilizcesi inclusivity, bu kavramın tam Türkçesi yok. Dolayısıyla bir parçası bu. İkincisi de, Dahl’ın tanımına göre contestation, yani itiraz etme, meydan okuma, alınmış olan kararlara itiraz etme, bu kararların değiştirilmesi için çabada bulunma. Bunun da odak noktasında bulunan kurum, muhalefet. ‘’Bu ikisi gerçekleştiği zaman demokrasi olur veya poliarşi gerçekleşmiş olur’’ diye tanımlıyor Dahl. Dolayısıyla burada kritik bir rol oynuyor.

Seçimler için bu tanımı verdikten sonra, seçimlerin katılma yönüne bakacak olursak: Bu katılmanın demokrasiyle uyumlu hâle gelebilmesi için birçok koşulun yerine gelmesi gerekiyor. Schumpeter’in kitabında belirttiği koşullar bunlar. Yani bunların bir tanesi, olabildiğince güvenilir, içeriği doğru ve seçmeni bilgilendirecek şekilde enformasyon akımının temin edilmesi. Çeşitli kaynaklardan ve çeşitli kanallardan farklı yorumlarla, farklı içeriklerle, dünyada oluşmakta olan ve ülkedeki olayların, ülkenin gelişimini doğrudan etkileyen konulardaki haberlerin, enformasyon olarak her seçmene, onun izleyebileceği şekilde ulaştırılmasının temin edilebilmesi. Bunun için medya ve basının olabildiğince özgür çalışması, herhangi bir şekilde kısıtlanmaması, zinhar sansür edilmemesi gerekiyor. Eğer bu varsa, o zaman seçimlerin demokratik bir seçim olduğuna karar verebilmek durumunda değiliz.

Edgar Şar: Hocam, çok kısa araya gireceğim. Bir de şöyle yapılan bir tartışma var: Bu tartışma, siyaset alanında kısmen karşılaştırmalı, kısmen de siyasi felsefe, teori alanında gerçekleşiyor. Bazıları diyor ki: ‘’Demokrasi dediğiniz şey, daha minimal, daha prosedürel özellikleri olan bir şeydir. Bazıları da diyor ki: ‘’Hayır, zaten birtakım özgürlükler olmadan ya da liberal demokrasi olmadan aslında demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.’’ Böyle iki kamp var. Böyle arada da olan kamplar var. Aslında Dahl da minimal birtakım özellikler kurmasına rağmen, özellikle bugün, mesela Türkiye üzerinden bakacak olursak çok da minimal olmayan, hatta “Keşke bizim de öyle demokrasimiz olsa” dediğimiz bir tanım yapıyor ve “Bu en minimalidir” diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ersin Kalaycıoğlu: Schmitter ve Karl onu biraz daha geliştirmeye çalıştılar. Makalenin tam tarihini hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam 1990’larda What democracy is… and is not diye bir makale yazdılar. Orada Dahl’ın önerdiği sekizlik listeye iki koşul daha koydular ki, minimal sekizse, bu ölçüm karmaşıklaşıyor. Ne kadar çok gösterge varsa, bu göstergelerin çokluğundan dolayı ‘’ne demokrasidir, ne demokrasi değildir?’’ tartışması biraz zora giriyor. Yani bu sekiz koşulun beşini gerçekleştiriyor, üçünü gerçekleştirmiyorsa, demokrasi var kabul edecek misiniz, etmeyecek misiniz? Onun için burada birtakım sorunlarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Schmitter ve Karl iki koşul daha ekliyorlar. Bir tanesi, herhangi bir güçlü, seçilmişlerin denetimi dışında olan bir kuvvet veya güç odağının mevcut olmaması. Özellikle burada, Metin Heper’in Türkiye için kullandığı ‘’devlet seçkinleri’’ diyebileceğimiz, askeri güçlerin etkili olmaması. Bir de, yurtdışından müdahalede bulunabilecek bazı güçlerin ve girişimlerin mevcut olmaması. Bu iki koşulu da ekliyorlar. Dolayısıyla bütün bunları eklediğiniz zaman manzara daha da karmaşıklaşıyor. Bugünkü demokrasi anlayışı seçimlerle bitmeyen bir süreç.

Schumpeter daha minimalist. ‘’Serbest ve adil seçimler vasıtasıyla, hakça rekabet koşulları içinde yapılan bir rekabetçi seçim ortamında, herkesin eşit şekilde enformasyona sahip olduğu, değerlendirebildiği bir ortamda, seçmenlerin kendilerini yönetecek otoriteleri veya yetkeleri seçmek için yapmış olduğu girişimi düzenleyen kurumsal mekanizma ya da aranjman, demokrasidir. Bunun ötesine birtakım şeyler eklerseniz ölçüm zora girer, imkânsız hâle gelir’’ diyor. Biraz piyasa esaslı bir düşünce tarzının yansıması. Schumpeter, liberal piyasa ekonomisinin koşullarına benzer koşulları göz önünde bulundurarak bu tanımı vermiş gibi gözüküyor. Dolayısıyla ikisi arasındaki fark, burada beliriyor. Seçimi bu kadar vurgulamış olması, adil mi, serbest mi olduğu tartışılabilecek bir nitelikte olan bir seçimin kazanılması durumunda, muazzam demokratik bir meşruiyet elde edilmiş olduğu ve demokrasinin bundan sonraki ayrıntısının artık göz önünde bulundurulmaması gerektiğini, bunun, muhalefet tarafından iktidarı zora koşmak için yapılan birtakım argümanlar olduğunu iddia eden siyasi akımlar ve partiler ortaya çıkarıyor.

Onun için bugün, siyasetbiliminde demokrasi tanımını bununla sınırlı olarak kabul etmiyoruz. Dahl’ın tanımını daha yakın ve daha yeterli görmekteyiz. Ama o tanım karmaşık, ölçümü sorunlu. Orada da bir sürü ayrıntıda şeytan var. Dolayısıyla bunları çok basit şekilde ölçebilmek ve karşılaştırabilmek mümkün değil. Buna rağmen bu konuda çeşitli çalışmalar var. Onların bulgularını kabul ederek, uygulamaları ona göre ‘’demokrasi veya değil’’ diye kabul ediyoruz siyasetbiliminde.

Seçimlere dönecek olursak: Bizatihi seçimlerin kendisinde, deminden beri vurgulamaya çalıştığım seçimlerin yapılış ortamının, bağlamının, belli koşulların gerçekleştirilmesi durumunda demokratik olarak kabul edilebileceği özelliği vurgulanıyor. Burada şuna dikkati çekmemiz lazım: Özellikle Reformasyon ve Endüstri Devrimi sonrasında, Avrupa’da felsefe akımları içerisinde güçlü bir halk egemenliği savı ve bu savı savunan çeşitli ünlü filozoflar ortaya çıkmıştır. Mesela Jean-Jacques Rousseau bunlardan en ünlüsü. Başkaları da var: Mesela İngiltere’de Thomas Hobbes, John Locke ve onların izinden devam eden daha yakın tarihli düşünürler, yönetimin temel itibarıyla halkta olması gerektiğini, halkın, halk tarafından halk eliyle ve mümkünse halk için yönetilmesini ve böylece demokrasinin gerçekleştirilmesinin mümkün olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Yönetimi, kralların ilahi bir güçten aldıkları bir yetkiye dayanmasının kabul edilemeyeceğini, ona karşılık, halkın kendi kendisini egemen olarak yönetmesi gerektiği savını ileri sürmüşlerdir.

Burada halk kimdir? Bu tanım son derece ilginçtir, zaman içerisinde değişmiştir. Bunu ileri sürdükleri 17-18. yüzyıllarda halktan bahsettikleri zaman; buradaki halk tanımı, genellikle mülkiyet sahibi, orta sınıf veya üstü erkeklerden oluşan bir kitle. Gençler, kadınlar, etnik azınlıklar bunların arasında sayılmıyor. Dolayısıyla Amerikan Anayasası’nda We the people dediği vakit, Biz halk olarak diye başlayan Anayasada, oradaki halk içinde, bu anayasayı yazmış olanların hiçbirinin, örneğin Amerika’da yaşamakta olan siyahi Afrika kökenlileri, Latin Amerikan kökenlileri, kadınları veya gençleri düşündüğünü gösteren bir kanıt yok. Düşünmediğini söyleyen çok tarihçi de var. Dolayısıyla ‘’halk’’ tanımı zaman itibarıyla değişiyor; halk ve seçmen arasındaki ilişkinin özdeşleşmesi gibi bir sürece doğru eviriliyor. Burada zaman itibarıyla bir evrim var. Seçmen kitlesi giderek büyüyor, ‘’halk’’ tanımı genişliyor ve her ikisi de o toplumda yaşamakta olan vatandaşların tümünü içerebilecek bir büyüklüğe doğru yol alıyor.

Bugün konuştuğumuz dünyada bunu doğal kabul ettiğimiz için, belki bu konuları anımsatmak gerekir diye düşündüğümden bunu vurguladım. İlk tanımladıkları şey o. Sonuçta, ortaya çıkmakta olan bir endüstri toplumu var. Aynı zamanda, bir ekonomik değişme söz konusu olmuş durumda. Bir Sanayi Devrimi yaşanmış. Sanayi ekonomide ön plana çıkmaya başlıyor. Tarım geriliyor. Tarım toprakları, kralın ve kralın akrabaları olan lordların elinde. Onlara karşı bir felsefi dayanak olarak, ‘’halk egemenliği’’ kavramını ürettikleri ve kitlesel siyaseti kullanmak suretiyle onların gücünü geri iterek, kralın, özellikle yasama ve yargı konusunda etkili olan gücünü ve bilahare yürütme gücünü de alıp, onu sadece bir devlet başkanı, bir simge olarak bırakan bir sürece doğru gidildiği görülüyor.

Seçim dediğiniz zaman, halkın yönetimi nasıl gerçekleşecek? Seçim, bu gerçekleşmeyi mümkün kılan mekanizma. Bu yolla, hem halkın kimler tarafından nasıl bir programa göre, hangi politikaların etkin olacağı bir çerçevede yönetmek istediklerini bu şekilde ifade edebilecekleri bir olanak ortaya çıkıyor. Seçim böyle bir olanak sunuyor. Aynı zamanda, temsilcilerinin kim olacağını, kimleri seçme eğiliminde olduğunu ve kimleri seçme eğiliminde olmadığını görebiliyorsunuz. Dolayısıyla, halkın düşüncelerini, fikirlerini, hissiyatını, beklenti ve çıkarlarını yansıttığı bir mekanizma ortaya çıkıyor. Bunun çarpıtılmadan yansıtılması esas. Ancak süreç daha yeni başlarken, bu sürecin kolayca eğilip büküleceğini ve farklı bir içeriğe dönüştürülebileceğini, bize Fransız siyaseti gösterdi.

Biliyorsunuz, 1789’da devrim oluyor. Devrimden sonra gayet muhteris, genç bir General – Napoléon Bonaparte – çeşitli maceralara atılıyor. Tabii bunların içerisinde o tarihlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen işgali de var. Mısır’a birlik çıkarıyor. Oradan kuzeye doğru gidiyor. Suriye’nin çeşitli yerlerini denetim altına alıyor. Akka’da, Mustafa Cezzar Paşa komutasındaki Osmanlı birliklerine yenilerek oradan çekiliyor. Fakat bu yenilgiye rağmen, yapmış olduğu bu sergüzeşt Fransa’da büyük başarı olarak kabul ediliyor ve Fransa’da bir kahraman olarak kabul görüyor. Öyle karşılanıyor. 1799’da o zamanki uygulamada olan Directoire (Direktuvar) rejimi yıkılıp, yerine Konsüller eliyle yönetim rejiminin kurulmasında önemli rol oynuyor ve Kasım 1799’da bir darbe yapıyor. Bu darbeyle iktidara geliyor. Hemen arkasından, daha önce Direktuvar’da da önemli rol oynamış Fransız siyasetçi Sieyès ile birlikte hareket ediyorlar. Sieyès’nin hazırlamış olduğu ve Napoléon’a pek de önemli bir rol biçmediği bir anayasa taslağını, Napoléon alıp değiştiriyor. Kendisini ‘’birinci konsül’’ olarak göreve getirecek olan bir anayasa çerçevesi oluşturuyor ve bunu referanduma sunuyor. Modern çağdaki ilk referandum örneği bu. Bununla, meclisi tamamen es geçip geri plana atıyor, hatta anlamsızlaştırıyor. Onun yerine, halkın oyuyla doğrudan doğruya seçilmiş tek bir kişi olarak, konsüllük üretiyor. Bu, Fransız İhtilali’nin yeni takvimine göre 18. Brumaire olarak anılıyor. Bu konuda Marx’ın uzun boylu analizleri de vardır. Böyle bir darbenin, halkoyuyla referandum sonucuyla tescili ve çağdaş referandumlar dolayısıyla, darbe tescilinde bulunulan otoriter bir rejim türü, bir seçim türü olarak, böylece tarihe geçmiş oluyor.

Bunun üreticisi yahut mucidi, Napoléon Bonaparte, darbe yapan bir Fransız generali. Birkaç sene içerisinde kendisini imparator olarak tescil ettiriyor. İmparatorluğunu da halkoyuyla tescil ettirmek için plebisit yapıyor. Bunların ikisi de seçim türleridir: Hem referandum hem plebisit. Plebisit’te fazla bir tercih yoktur. Sadece ‘’evet’’ oyu verebilirsiniz veya oy vermeyebilirsiniz. Referandumda ise, ortada ya bir anayasa metni yahut herhangi bir konuda alınması gereken karar, bir kanun metni söz konusudur. O metnin halk tarafından ne derece kabul edildiğinin tescili için oylama yapılır ve halk, verdiği oyla belli bir yasa ya da anayasa değişikliğini kabul etmiş, ona demokratik meşruiyet sağlamış ya da popüler meşruiyet sağlamış oluyor ve bu mekanizmaları güncelleştiriyor.

Oysa bugün herhangi bir şekilde, kamuya açık olan kaynakları, gazeteleri, dergileri okuyacak olursanız, özellikle referandumun doğrudan demokrasinin temel bir seçim yöntemi olduğunu görürsünüz. Pek öyle değil. Her iki tarafı da kolaylıkla işleyebilecek olan bir mekanizmadır. İlk kez, ünlü İngiliz siyasetçi ve bir dönem Başbakan olan İşçi Partisi lideri Richard Attlee, anayasayla ve yasal çerçeveyle referandum arasındaki ilişki düzgün kurulmadığı takdirde, referandumun, ya demagogların ya da diktatörlerin elinde araç olacağını, söylemiştir. 1975’te de, İşçi Partisi Avrupa Birliği için referandum oylamasını gündeme getirdiğinde, o zaman muhafazakâr partinin başına yeni geçmiş olan Thatcher, Attlee’ye atfen “Lord Attlee’nin söylediklerine bugün katılıyorum, herhalde doğru söylemiştir. Öyle inanıyorum. Referandumun hukuki çerçevesi düzenlenmeden, belirgin bir hale getirilmeden ve bunun demokrasiyle bağlantısı iyi işlenecek şekilde kurulmadan yapılması durumunda, demagogların ve diktatörlerin elinde sadece bir araç haline gelecektir” demiştir ve Avrupa Birliği referandumuna karşı çıkmıştır. Ama İngilizler o referandumu yaptılar. Sonunda Brexit’e kadar gitti. Brexit, demagogların referandumu nasıl eğip büküp, Attlee’nin ve Margaret Thatcher’ın daha sonra söylediği gibi, gayet disfonksiyonel olarak, İngiltere’nin siyasetinin kökünden değişmesini sağlayacak şekilde halkı belli bir yöne doğru yöneltebildiklerini gördük.

Dolayısıyla, seçimler böyle bir araç olarak da pek kolay bir şekilde kullanılabiliyor. Onun için burada ayrıntı, yazılı ve yazısız kurallar, normlar, buna uygun olarak davranan siyasiler, siyaset erbabı gerekiyor. Seçim, onunla birlikte olursa demokratik bir seçim; olmazsa, bu seçim popüler olsa bile, yani halk katılmış olsa bile demokratik meşruiyeti olmayan bir mekanizma haline geliyor. Ondan sonra bir meşruluk sorunu, ağırlaşırsa bir meşruluk bunalımıyla yolunuza devam ediyorsunuz.

Edgar Şar: Evet. Hocam, bu arada referandum demişken, İsviçre örneği var. Tabii orada çok farklı bir yapı var.

Ersin Kalaycıoğlu: Orada Attlee’nin dediğini yapıyorlar. Yani Attlee’nin dediği orada geçerli. Orada anayasal ve yasal kurum olarak referandumun ne olduğu, sınırları, nasıl kullanılacağı, çeşitleri belli. O çerçeve içerisinde onun yozlaşması, suiistimal edilmesi daha zor. İmkânsız değil ama büyük ölçüde daha zor.

Edgar Şar: Evet. Bir de Türkiye’de son on iki-on üç yılda iki önemli referandum oldu. Bunlardan bir tanesi 2010 anayasa değişiklikleri. Diğeri de 2017 anayasa değişiklikleri.

Ersin Kalaycıoğlu: 21 Ekim 2007’den itibaren, ilk Yarı Başkanlığa geçiş… Sonra 2010’da yargıda büyük değişiklikler söz konusu oldu.

Edgar Şar: 2017’de de Başkanlık Sistemi’nin antidemokratik bir versiyonu geldi…

Ersin Kalaycıoğlu: Bana göre 2017’de Neo-patrimonyal bir Sultanizm rejimine geçildi.

Edgar Şar: Bu referandumları değerlendirirsek, nasıl sınıflandırırsınız? Özellikle 2010 ve 2017’de çok ciddi kutuplaşmalar oldu.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Bunlar, burada zorluklarına değinilen türden uygulamalar. Bizim Anayasa metnimizde ve anayasal çerçevede ‘’referandum’’ tabiri kullanılmıyor. Bir tek son değişikliklerde ‘’referandum’’ diye bir sözcük Anayasaya girdi. Daha önce referandum kavramı yoktu, ‘’halkoylaması’’ deniyordu. Bu nedir? Bu, tanımlanmış bir şey değil. Siyasetbiliminde ‘’halkoylaması’’ diye bir tanım yok. Seçim var. İngilizcesi Elections. Bunların türü var: Demokratik seçimler var, otoriter seçimler var, totaliter rejimlerde seçimler var. Kuzey Kore de seçim yapıyor. Çünkü seçim, halkın yönetme hakkının olduğunu iddia eden bütün ülkelerde kullanılan bir mekanizma. Çünkü o mekanizma kullanılmak suretiyle iktidarın meşruiyetinin olduğu, elâleme ilan ediliyor. En kolay ilanı böyle yapabilecek durumdasınız. Seçim her yerde var. Kuzey Kore de seçim yapıyor. Vakti zamanında Sovyetler Birliği’nde de seçim vardı. Hitler Almanyası’nda da seçim vardı, hatta Naziler öyle iktidara geldi ve iktidarlarını pekiştirdiler. Otoriter ülkelerde de seçim vardır; Birçok otoriter ülke seçim yapmıştır, yapmaya devam etmektedir. Demokrasilerde de seçim vardır. Seçim, otokrasi, totaliter uygulamalar ve demokrasiyi birbirinden ayırmıyor. Halkoylaması muğlak bir tabir. Bunu 1982’de niye kullandılar, Pek belli değil. Ama tabii o, kolaylıkla yozlaştırılabilecek ve suiistimal edilebilecek bir içerikti. Yanlış bir şey.

Yanlış, 82 Anayasası’ndaki terminolojiyle başlıyor. Halkoylamasını nereye koyacağımız belli değil. Meslektaşlarımız bunu İngilizceye ‘’referandum’’ diye çevirdiler. Bazı yayınlarda ben de mecburen kullandım. Ama eğer bununla referandum anlaşılacaksa, daha sonraki anayasa değişikliklerinde referandum tabiri niye kullanılmıyor? Üstelik bence kullandıkları referandum tabiri de doğru değil. Referandum değil, plebisit’ten bahsediyorlar. Yani “Cumhurbaşkanlığı seçimi iki turlu olacak, ikinci turda tek aday kalırsa o zaman bu seçim yine yapılacak. Ama bu seçim referandum mahiyetinde olacak” diyor. Referandum değil, plebisit mahiyetinde olacak. Tercihsiz seçim, referandum değildir. Referandumda tercih vardır. “Bir yasa maddesi böyle mi olsun, yoksa olmasın mı?” diye soruyorlar, ‘’evet’’ veya ‘’hayır’’ diye oy kullanıyorsunuz. Plebisit’te bir kişiyi seçeceksiniz, o kadar. Ya ona oy vereceksiniz ya da oy kullanmayacaksınız, başka bir alternatifiniz yok. Dolayısıyla plebisit, tercihsiz bir seçim. İkinci turda tek kişi aday olursa, plebisit olur. Plebisit de demediler, referandum tabiri geldi. Şimdi anayasada bu mevcut. Böyle olduğu için, daha çok kavram karmaşası ve akıl karışıklığı ortaya çıktı. Tam düzgün bir şekilde tanımlanmadığı için, bir tek anayasaların değişikliklerinde ve kabulünde kullanılan bir halkoylaması yöntemi anayasada kabul edilmiş durumda. Onun adına referandum diyebilirsiniz. Onun dışında halkoylamaları yapılması, birtakım zorluklar ortaya çıkartıyor.

Ama ifade etmiş olduğunuz örnekler, anayasa değişiklikleri örnekleridir. Dolayısıyla diğer anayasa değişiklikleri örnekleri gibi halkoylamasıyla yapılmıştır. Bunlar temel itibarıyla Margaret Thatcher’ın ya da Attlee’nin ifade ettiği nitelikteki referandum uygulamaları değil. Bu, anayasada belirtilmiş süreçlere göre yapılmış referandum uygulamalarıdır ve bu referandum uygulamalarında iktidarda bulunan siyasi parti, kendi çıkarına hizmet edeceğini düşündüğü çerçevede, bu tür bir girişimde bulunmuştur. Bunun sonucunda da, her üçünde de başarılı olmuştur, istediği sonucu almıştır.

2017 sonuçları şaibelidir. Hâlâ tartışılıyor. Muhalefet sonuçları kabul etmemiştir. Hukuken yapılabilecek Yüksek Seçim Kurulu’na, Anayasa Mahkemesi’ne, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne her türlü itirazda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi teknik nedenlerle reddetti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, seçime ilişkin yapılan itirazları görüşmüyor. Öyle bir uygulaması var. Bunları, ülke içi sorunlar olarak bırakıyor ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi itibariyle değerlendirmiyor. Çünkü bu tür bir yol açacak olursa, çok büyük sayıda başvuruyla karşı karşıya kalacağı düşüncesinde. O nedenden dolayı reddetti. Anayasa Mahkemesi de “Buna Yüksek Seçim Kurulu’nun karar vermesi gerekir” dedi. Yüksek Seçim Kurlu ise zaten buradaki mühürsüz oylama sürecini yasaya aykırı olarak kabul etmiştir. Yasa o tarihte gayet açıktı: ‘’Mühürsüz pusulalar ve zarflar sayılamaz’’ diyordu. Buna rağmen acayip bir yorum getirdiler. Hiç görülmedik bir yorum… Kendi ellerine bir tür yasama meclisi yetkisi aldılar. Yasayı değiştirerek bir yorum yaptılar. Dediler ki, “insanların siyasi hakları zedelenmesin diye onların vermiş oldukları oyları, oradaki sandık kurullarının hatasından dolayı saymamazlık edemeyiz” Daha önce vermiş olduğu kararlar var. Daha önce, bir tane dahi mühürsüz zarf ve pusulanın olduğu sayımları iptal etmişler. O zaman siyasal haklar yok muydu? Kabul edilecek bir yorum değildir. Yargı, yasama değildir. Yasamanın yaptığı işi yapamaz. Yasamanın koymuş olduğu kural ne? Mühürsüzse sayılmaz. Mühürsüzdü, sayılmaması lazım. Saydılar. Yani yargı, yasama yetkisine tasallut ederek ve onu kendi üzerine alarak, gücünü suiistimal ederek, böyle bir karar verdi.

Üstelik bu konudaki soruşturmaların ne olduğunu bilmiyorum. Üzerinden beş sene geçti. Beş bin civarı sandıkta mühürsüz oylama var. Rakamlar bunu gösteriyor. İki-iki buçuk milyon oy var. Beş bin-altı bin sandık… Bu beş-altı bin sandıkta görev yapmış olan kişilerin soruşturması yapıldı mı? Bu kişiler, suçlu bulundular mı? Niye bu suçu işlemişler? Türkiye’de Daha önceki herhangi bir uygulamada, bu çapta mühürsüz oy verilmesi olayı yok. 2017’de böyle bir şey ortaya çıkmış. İlk defa oluyor bu. Bu şaşırtıcı değil mi? Bunun büyük bir fark oluşturduğu görülemiyor mu? Bunun düzgün şekilde soruşturulması gerekirdi. Niye bu kadar sandıkta atlanmış? Çünkü süreç gayet açık, belli: Seçim başladığı anda siz pusulaları açacaksınız. Bir zabıt tutacaksınız. Sayacaksınız ve üzerlerine mühürleri bastıktan sonra seçmeni davet edip oy kullanma işlemini başlatacaksınız. Burada mühür basma işlemi nasıl atlanmış? Çeşitli siyasi partilerden ve görüşlerden sandık kurulu üyeleri var. Hiçbiri mi itiraz etmemiş? Bu itirazlar var mı? Varsa bu itirazlar uygulamaya kondu mu? Bilmiyoruz… Üstünü örttüler bitti. Ama muhalefet kabul etmedi. Dolayısıyla 2017 referandumundan sonra, bugün uygulanan anayasa değişikliklerinin meşrû temeli zedelenmiştir. Yok. Ama devam ediyorlar. “Biz anayasayı da dikkate almıyoruz, yasayı da dikkate almıyoruz. İstediğimizi yapıyoruz” diyen bir yaklaşım içerisinde. Dolayısıyla burada yapılabilecek bir şey yok.

2017 referandumu gayet açık bir şekilde gösterdi ki, bu halkoylaması son derece sorunlu bir içeriktedir. Kaldı ki Ekim 2007, olabildiğince adil ve serbest bir referandum uygulamasıydı. 12 Eylül 2010 uygulaması da aynı şekilde. Ama 2017’de OHAL vardı. Oradaki değişikliklerin karşısında durmak, Dahl’ın tanımındaki ikinci sütunu oluşturan itiraz hakkını kullanmak ve muhalefet etmek, olabildiğince zordu. Birçok haber kanalı bu tür haberleri vermedi. Dolayısıyla serbest bir ortamda, adil bir seçim yapılamadı. Olağanüstü hal koşullarında iktidarın söyledikleri büyük ölçüde duyuldu, buna yapılan itirazlar duyulmadı. İtirazlar yapıldı, ama duyulabilme imkânı fevkalade kısıtlıydı. Hatta bazı itirazlar için çeşitli soruşturmalar açıldı. Dolayısıyla bu çerçeve içerisinde, çok zor koşullarda bir seçim ortamı söz konusu oldu. Onun için 2017 referandumunun demokratik ortamda, yani adil ve serbest bir seçim ortamında yapıldığını söyleyebilmek imkânsız. Türkiye ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) yapmış olduğu değerlendirme, 2017 referandumunun koşullarının, demokrasilerde görülen koşullar olmadığını tescil ediyor. Dolayısıyla, bu değişikliğin çok ciddi sonuçları var.

Bugün, yapılmış olan bu değişiklikler halen eleştiriliyor. Muhalefet büyük ölçüde kabul etmemiş durumda. Nitekim gideceğimiz seçimde, muhalefet bu değişiklikleri ortadan kaldırıp Türkiye’yi tekrar demokratikleşme yoluna sokmak üzere çalışıyor. Altı partiden oluşan bir tartışma grubu ve inisiyatif var. Kısaca ‘’altılı masa’’ diye anılıyor. Bu altılı masanın temel savı, hakça olarak görmedikleri 2017 referandumunun koşullarının ve sonuçlarının ortadan kaldırılması, onun yerine, hukuk devletiyle bağlantılı bir demokratik uygulamayı gerçekleştirmek amacıyla tekrar o yöne dönmemizi sağlayacak girişimlerde bulunmak. Bunu zaten yapamazsak, Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü koşullarda herhangi bir iyileştirme yapmamızın da mümkün olmadığı savıyla hareket ediyorlar. Bu da bunun niteliğini gayet iyi ortaya çıkarıyor. Sorduğunuz soruya yanıt verebildim mi bilmiyorum.

Edgar Şar: Tabii hocam. Çok kapsamlı bir yanıt oldu. Özellikle 2010 ve 2017 referandumlarının sadece usulen değil, aynı zamanda içerik olarak da sakat yanlarını gayet güzel anlattınız.

Ersin Kalaycıoğlu: 2010’da fazla bir sakatlık yok. 2017 ciddi bir sorun. 2010 referandumunda, büyük ölçüde o zamanki adıyla HSYK düzenlendi. Onun dışında birçok başka düzenleme vardı ama onlarda herhangi bir değişiklik olduğunu gösteren bir kanıt yok.

Edgar Şar: Aslında hocam, şöyle bir problem de var ki, bunun plebisiter bir özellik olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum ne dersiniz. Anayasada kapsamlı değişiklikler yapıyorsunuz. Birbiriyle kısmen ilişkili, kısmen ilişkisiz bir sürü maddeyi bir paket halinde getiriyorsunuz ve o paketi, bir “evet-hayır” seçeneğine indirgeyerek insanlara soruyorsunuz. Paketin tamamına oy verme zorunluluğu oluyor. Mesela 2010’da yirmi küsür madde vardı. Bunların arasında o zaman ciddi sorun oluşturacağı düşünülen ve daha sonra da oluşturduğu ortaya çıkan üç-dört maddeden bahsedilebilirdi. Ama sonuçta bütün pakete ya evet ya hayır oyu vermek dışında bir seçenek yoktu. Maalesef işin böyle bir kısmı var. Bu da plebisiter bir özellik diye düşünüyorum, bilmiyorum ne dersiniz?

Ersin Kalaycıoğlu: Bu maddeleri tek tek oylatmak gerekir. Seçmenin hangi maddeleri desteklediğini, hangi maddeleri desteklemediğini görmek için tek tek oylatmak gerekir. Ben 2010 referandumu sırasında, bunu, o zamanki çeşitli televizyon programlarında anlattım. Çünkü bu maddeler birbiriyle ilintisiz. “Ben bir maddenin çok önemli olduğunu düşünebilirim ama üç maddenin de son derece kötü olacağını düşünebilirim. Onlara oy vermem. Bunları ayırın öyle oylatın. Ayrı ayrı oy verelim” dedim. Kabul etmediler. Çünkü hükümetlerin temel yaklaşımı, kendi istedikleri değişiklikleri birtakım tatlandırıcılara bulayıp…

Edgar Şar: Sugarcoating.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet, Frenklerin sugarcoating dedikleri bir tabirle, bir paket olarak sunulması, bir paket halinde geçmesi. O zaman neye oy verdiğinizi bilmiyorsunuz. Burada enformasyon en önemlisi. Belli bir enformasyonu alacaksınız, o enformasyona dayanarak bir akıl yürüteceksiniz. Onun sonucunda ‘’ şunun uygulaması makuldür’’ diyeceksiniz ve ona oy vereceksiniz. Bu imkânı ortadan kaldırıyorsunuz. Anayasaların tamamının oylanmasında, bunun bir istisnası olduğu düşünülebilir. Çünkü yeni bir rejime geçiliyor, yeni bir uygulamaya geçiliyor. O rejimin tamamına oy veriyorsunuz. O düşünülebilir. Ama anayasa değişikliklerinin madde madde ele alınması çok daha makûl olabilecek hususlardandı. O yapılmadı. Yapılmadığı için bu sorunlar ortaya çıktı ve çıkmaya da devam ediyor.

Ama öbür tarafta, 2017’de, seçim kampanyası veya halkoylaması kampanyasının eşit koşullar altında yapılamaması, muhalefetin sesinin yeterince duyulamaması, birçok kanalda onların konuşma imkânı bulamaması, büyük ölçüde ve sadece iktidar kanadının görüşlerinin ifade edilmesi, bugünkü standartlarda demokratik seçim ortamının adil bir seçim olduğunu kanıtlayacak nitelikte değil. Esas sorun orada. İkisi arasında çok büyük fark var. Bu nedenden dolayıdır ki, 2017 değişiklikleri Türkiye’deki siyaseti çok derin ölçüde yozlaştıran bir adım olmuştur ve halkın katılmış olması, bu süreci herhangi bir şekilde hakça bir hâle dönüştürmemiştir. Zaten böyle bir şeyi de bekleyemezsiniz. Niteliği itibariyle hakça olmayacak bir şeyi, verdiğiniz oyla adil veya hakça bir hâle getiremezsiniz. Böyle bir uygulama yok. Bunu biliyoruz. Yeni de bilmiyoruz. The Federalist Papers okursanız görürsünüz: Amerikan Anayasası’nın yapımı sırasında, yapımda çalışmış olan kişiler, özellikle James Madison bu tartışmaları dillendirmiştir. 240 yıl önce, 18. yüzyıl koşullarında ifade etmiştir. Yeni bir şey değil. Ama biz, görmezden gelmek istiyorsak o zaman yapılacak fazla bir şey de kalmıyor.

Edgar Şar: Hocam, bir de “Demokrasi nedir, ne değildir?” makalesinden bahsettiniz. Orada benim de hatırladığım şöyle bir nokta var: Demokrasilerin kısmî bir belirsizlik içermesi. Biz daha önceki programlarımızda, öngörülebilirlik ve belirlilikten bahsettik. Hukuk devleti aracılığıyla, rasyonel bürokrasi, işleyen bürokrasiden bahsettik. Hatta uzun süre hükümetlerin kurulamadığı ülkelerde, sistemin nasıl hiçbir sorun yaşamadan devam etmesi, aslında demokrasideki belirliliği gösteriyor. Bir de tabii kısmî bir belirsizlik de var. O da bizi şuraya götürüyor, onun üzerinden, bugünkü yayın için son sorum olsun: Rusya’da seçimler altı yılda bir yapılıyor. Mesela biz Rusya’da seçim olacağı zaman acaba “Putin bu sefer ne kadar oy alacak?” diye öncesinde tartışmalar ve tahminler görüyoruz. Bunların tuttuğunu da büyük oranda görüyoruz. Mesela bu, Andreas Schedler’in kullandığı anlamıyla, demokrasilerdeki belirsizliğin olmadığı bir ‘’seçimli otokrasiye’’ işaret ediyor.

Bununla birlikte size şunu sorayım: Mısır’da ya da Suriye’de seçimler yapılıyor. %95-96-97 oy alan bir Esad görüyoruz. Zamanında Mübarek’i görüyorduk. %60-65 oy alan, karşısında pek bir muhalefetin olmadığı bir Putin görüyoruz. Bir de Türkiye’de seçimler var. Üç çeşit otoriter rejim şekli var ama bunların seçimleri de birbirinden farklı. Hatta bu farklılık, bu otoriter rejimlerin de niteliğini tanımlıyor. Gerçi sizi biliyorum, siz bu kadar kategorizasyona da pek sıcak bakmıyorsunuz. ‘’Otoriter rejim, otoriter rejimdir’’ diyorsunuz. Ama tabii ki farklılıklar da var. Bu konuda ne dersiniz? Son olarak bunun üzerinde duralım derim.

Ersin Kalaycıoğlu: Buradaki ilginç taraf şudur: Sadece otoriter rejimler değil, aynı zamanda popülist politikacılar da seçimi olabildiğince plebisit hale dönüştürmeye çalışıyorlar. Şöyle bir mantık kullanılıyor: Popülizmden başlayayım. Popülist lider ve onu desteklemekte olanlar diyorlar ki: ‘’Halkın lideri, zaten bellidir.’’ Dolayısıyla halkın lideri, halk tarafından desteklenmekte. Halkın doğal olarak önderliğine getirilmiş olan ve halkın her koşul altında onu her zaman destekleyeceği biridir. Çünkü o halkın tecessüm etmiş, vücudunda ve şahsiyetinde halkın yansımasının olduğu bir kişiliktir. Dolayısıyla bu kişinin seçimi, demokratik bir seçim gibi kabul edilmemelidir. Bu seçim, bir inha yahut bir şekilde bu kişinin koltuğuna halkın büyük tezahüratları ve desteğiyle, alkışıyla getirilip oturtulduğu bir seçim olmak durumundadır. Muhalefetleriyle, özgürce yarıştığı bir seçim anlamlı değildir. Çünkü muhalifleri, onun ve halkın düşmanıdır. Çünkü bu popülizm fikrinde, toplumda sadece ve sadece iki kesim vardır: Biri, temiz, saf, her türlü erdemin, ahlakın, adaletin kendisinden doğduğu, eski tabiriyle neşet ettiği halk. Bir de bunun karşısında her türlü yozluk, ahlaksızlık, sömürgenliği içeren seçkin, elit var. Sadece iki kesim var. Yani toplumu ak ve kara olarak görüyorlar. Halkın lideri belliyse, dolayısıyla diğer adayların hepsi, seçkinlerin adayıdır. Yani onlar halkı temsil etmek gibi bir hakka sahip olamazlar. Halkın düşmanıdırlar. Onların seçilmesi düşünülemez. Böyle bir mantıkta, muhalefete yer yok. Bu da, kolaylıkla bir tür otoriterliğe sebep oluyor.

Popülist otoriterlikte seçime yer var. Halkın, liderini zaman zaman alkışlar ve tezahüratlarla desteklediğini göstermesi, kitlesel olarak bir destek sunması ve onun yönetme yetkisinin güçlendirilmesi, bir şekilde bu bağın tazelenmesi, seçimler açısından önemli bir işlev olarak görülüyor. O yüzden seçim yaptırılıyor. Ama muhalefetin kazanması diye bir şey kabul edilmiyor. Muhalefet de kabul edilmiyor. Zaten muhalifler yok karşı tarafta. Seçkinlerin ajanı olan düşmanlar, yoz bir rejimi temsil eden yozlar, yolsuzluk içinde olanlar var. Muhalefetin meşruiyeti yok. Çoğulculuk yok. Halk da ayrışmış değil, kenetlenmiş bir bütün olarak kabul ediliyor. İçinde çeşitli meslek grupları, sınıflar, çeşitli eğitim düzeylerinde olan kişiler kabul edilmiyor. Böyle mükemmel kaynaşmış tek bir kitle ve onun bir tek lideri var. Bunlar arasında, doğrudan herhangi bir kurumun, kuralın, yasanın müdahale etmediği bir bağ var. Bu bağın korunması, sürdürülmesi ve bunun zaman zaman tezahüratlarla gündeme çıkartılarak, yeniden güçlendirilmesinden ibaret. Seçim böyle olunca, doğal olarak herhangi bir şekilde muhalefetin çalışma alanı ve gayret gösterebilmesi, olabildiğince engelleniyor ve bunu yapanın meşrû olduğu kabul ediliyor. Çünkü muhalefet, seçkinleri temsil ettiği için zaten adil değil, erdemli değil, meşru değil. Dolayısıyla onun meşruiyeti olmadığını saptamaya çalışıyorsunuz.

Bu görüntüler bizde zaman zaman yaptıkları açıklamalarla ortaya çıkıyor. Geçenlerde gazetelerde Adalet ve Kalkınma Partili milletvekili “Muhalefet dönmüş, gece gündüz iktidarı devirmek için çalışıyor” diyor. Bak görüyor musun? Bu düşünülemeyecek bir şey. Çünkü halkın iktidarı, halkın lideri. Muhalefet onu nasıl düşürebilir? Anlatabiliyor muyum? Burada demokrasi yok. Burada popülizmin otoriter bir görüntüsü var. Rusya’da da aynı şey var. Orada da aynı yapı söz konusu. Oysa Mısır’da başka bir yapı söz konusu. Böyle popülist bir yapıdan çıkmış bir iktidar söz konusu değil. Orada otoriter bir yapı var ve otoriter bir yapıdaki seçimlerin tamamen plebisiter bir yapıda olması gerekiyor. Orada konu olan muhalefetin herhangi gerçek bir tabanı olması söz konusu değil. O muhalefet, büyük ölçüde mizansen, göstermelik olarak söz konusu. Çünkü neden? Anayasasında halk egemenliği yazıyor. Dolayısıyla halk egemenliği olduğunu zaman zaman ispatla mükellef olarak kendilerini görüyorlar. Onu da göstermenin yolu olarak seçim yapıyorlar. Ama seçimde rekabet yok. Rekabetçi bir seçim değil. Ama demin bahsetmiş olduğunuz literatürde Schedler veya Levitsky, rekabete dayalı otoriterlikten bahsediyorlar. Yani rekabet var ama koşullar o kadar eğilip bükülmüş ki… Oyun alanının düz olması tabir ediliyor. İngilizce tabiriyle level playing field. Kalenin biri bu tarafta, diğeri öbür tarafta ve siz bu şekilde oynuyorsunuz. Mesele bu. Bu, popülist otoriterlerin yaklaşımıdır.

Diğerinde ise, sahada zaten bir tane oyuncu var. Öbürleri, çizgi kenarlarında dolaşıyorlar ve o oyuncu, müsaade ettiği kadar herhangi bir şey yapabilecek durumda. Zaten bu tür seçimlerde muhalefette olanlar da “İktidardaki kişiye oy verin, biz onu çok seviyoruz, beğeniyoruz” diye açıklamalarda da bulunuyorlar. Onun için, olayın tamamı bir şovtiyatro mahiyetinde gözüküyor. Gerçek bir katılma ve gerçek bir yarış söz konusu değil. Zaten o ülkelerdeki seçime katılma oranları da inanılmaz derece düşük. %25 katılıyor, %30 katılıyor… Seçimde oy vermenizin anlamı yok. Çünkü katılma olayı gerçekleşmiyor. Hatırlarsanız, başta seçime katılmayı tanımlamıştım. Yapmış olduğunuz bir eylem sonucunda alınan siyasi kararın içeriğinin etkileneceğini ve değişeceğini varsayıyorsunuz. Bu varsayımı yapamıyorsanız niye katılacaksınız? Katılmanın ne anlamı var? Dolayısıyla katılmıyorsunuz. Bu ülkelerde de seçime katılmıyorlar. Oralarda sadece bir halk egemenliğini ima eden veya halk egemenliğinin varlığını ispat eden bir ayin, bir tören olarak düşünebilirsiniz. Popülist otoriterlikte de benzer bir tören, bir ritüel olduğunu. Burada da esas amaç, muhalefetin kazanması değil, muhalefetin ne kadar kötü olduğunun görülmesi, yerilmesi, bastırılması, ama liderin, halkın kendi şahsiyetinde tecessüm etmiş olan kişi olarak, halkın tezahüratları ve alkışlarıyla, onun omuzlarında tekrar yükselerek tahtına oturtulması söz konusu. Seçimin temel işlevi bu. Diğer otoriter rejimlerden farklı olarak, burada ritüelin daha önemli simgesel bir anlamı ve gücü var. Lider o güce dayanarak, kendisinin yönetme hakkının olduğunu ve daha güçlü bir şekilde yönetebileceğini ifade ediyor ve böyle bir yapıya gidiyor.

Ama demokratik seçim bunun tam tersi. Dediğiniz gibi, orada çeşitli siyasi partiler katılıyorlar ve muhalefetin seçilme imkânının makul bir düzeyde olduğu kabul ediliyor. Yani bu iddianın geçerli olduğu kabul ediliyor. Yanılmıyorsam Adam Przeworski bu tanımı verenlerden. “Demokrasi, muhalefetin bir dahaki seçimde iktidara gelebileceği ya da iktidarın değişebileceği fikrinin güvenilir olduğu, bunun kredisinin bulunduğu bir seçimdir” diyor. Türkiye’deki “Oy verelim ama başka kime oy verelim?” sorusu baştan aşağı yanlış. Hem demokrasi değil hem birisine oy vermiyorsunuz, fikre oy veriyorsunuz. Kamu politikasına oy veriyorsunuz, kuruma oy veriyorsunuz. Seçmenin önemli bir kısmı buna aymış durumda değil. Kişiye oy veriyor. Kişiye oy verilen seçimlerden demokrasi pek çıkmıyor. Onu da belirteyim. Demokrasi, kurumlar, kurallar, anayasalar, kamu politikalarıyla çalışan bir hükümet uygulaması. Kişilerle çalışan bir uygulama değil. Kişiye indirgediğiniz zaman, ister istemez daha otoriter, kişisel, mutlakiyetçi bir niteliğe doğru dönüyor.

Bir kere ilk değiştireceğiniz şey kişi değil, fikir. Bu fikir, doğru bir fikir mi, değil mi? Bu fikir çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Yapmış olduğu kamu politikaları işliyor mu, işlemiyor mu? Buna karar vereceksiniz, ondan sonra değiştireceksiniz. Daha hâlâ demokrasinin ilk basamağını aşabilme becerisini gösteremedik. Türkiye olarak çok enteresan bir noktadayız. Öğrenme eğrimizin çok yatay seyrettiğini düşünenlerdenim. Demokrasiyle yönetim konusunda, bunu bir türlü yükseltmeyi beceremiyoruz. Bunun da sancılarını çekmeye devam ediyoruz.

Edgar Şar: Hocam, inşallah bunu çözeceğiz. Bu aylık süremizin sonuna geldik. Bu ayki katkılarınız için çok teşekkür ediyorum. Gelecek ay görüşmek üzere.

Ersin Kalaycıoğlu: Ben de herkese iyi günler diliyorum.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.