Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (120): Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesi, Muhammed bin Selman’ın ziyareti, sosyal medya yasası

İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu, Fatih Camii’ndeki törenin ardından toprağa verildi.

Ustaosmanoğlu kimdir, İsmailağa Cemaati’nin siyasetteki yeri nedir?

Ustaosmanoğlu’nun ölümünün ardından Türkiye’de Nakşibendilik’in geleceği ne olacak?

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ziyaretinin yankıları sürüyor.

Sosyal medya yasası neler getiriyor? Yasa tasarısı içim görüşmeler neden haftaya ertelendi?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Öncelikle başın sağolsun, teyzeni kaybettin. Çarşamba günü “Adını Koyalım”a katılamadın. Cenâzeyi de defnettiniz, tekrar Allah rahmet eylesin.

Bu haftanın konuşmasına yine bir cenâzeyle başlayalım. Biraz önce Fatih Camii’nde yapıldı, görmüşsündür. Cenâze töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan da vardı. En ön safta Ahmet Davutoğlu da vardı. Diyânet İşleri Başkanı zâten vardı. Bakanlar, Numan Kurtulmuş ve çok sayıda, binlerce insan… Tabii ki hepsi erkek. Kadınların gelmesi istenmedi. Cenâze kaldırıldı. İsmailağa Cemaati’nin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu defnedildi. Zâten yıllardır hastaydı biliyorsun. Hattâ belli bir aşamadan sonra Alzheimer olduğu söylendi — ki cemaati fiilen yönetmiyordu, ama çok sembolik bir rolü vardı. Şimdi yerine Hasan Kılıç’ın geçtiği kesinleşti gibi. Hasan Hoca da 1930 doğumlu, 92 yaşında. Ama en yakın isimlerinden birisiydi. 

Bir de biliyorsun, bu cemaatin içinde üç kritik cinâyet işlendi. Bâzıları çok önemli. Normalde Mahmut Hoca’nın yerine geçmesi beklenen isimler vardı. Bunların hiçbirisi de tam olarak aydınlanmadı ya da belki kendileri olayı anlamışlardır da, kamuoyu tarafından “Şu şundan öldürüldü, bu bundan öldürüldü” gibi bir şey de çıkmadı. Çok büyük bir cemaat söz konusu. Devlette örgütlenme ayağı sanki çok yok, bu örgütlenme işi daha çok Menzil tarîkatına atfediliyor. Burada daha çok esnaflar, kendi işlerini yapan insanlar var. Çok katı, çok püriten. Kılık kıyâfette kadınlara çok sıkı engeller var, çarşaf zorunlu. Erkekler sarık, cübbe gibi şeyler giyiyor. Ama ben bugün yayında da söyledim: Modernlikle bu kadar sorunu olduğu varsayılan bir cemaatin efsânevi lideri ölüyor ve tabii ki cenâze töreni binlerce cep telefonuyla kaydediliyor. Bu kadar da işin içerisinde. 

Ben bu konuyu yorumladığım için fazla konuşmayacağım. Özellikle İsmailağa Cemaati Erdoğan’a çok angaje oldu ve angaje olduğunu da açıklamak zorunda kaldı, biliyorsun. İktidar bastırdı ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, Erdoğan’ı destekleyeceklerini alenen yayınladılar. Hem Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığı seçiminde hem AK Parti’yi vekil seçimlerinde desteklediler. En son belediye seçimlerinde Binali Yıldırım’a aynı şekilde destek verdiler. Normalde bu yapılar, desteklese bile bu kadar aleni şekilde kendilerini bağlamazlardı. Şimdi kaderlerini Erdoğan’a çok endekslediler. Erdoğan’ın kaybetmesi durumunda ne olur, neler gelişir? Bunların hepsi çok ciddî soru işâretleri. Çünkü en fazla bir yıl içerisinde seçim olacak.

Kemal Can: Sen örneklerini anlattın ve özellikle iktidârı destekleme ve destekleme mecbûriyeti kısmının altını çizdin. Aslında bu son dönemde, AKP iktidârının cemaatlerle ilişkisinde galiba böyle bir durum var. Şunu kastediyorum: Daha önce cemaatler, verdikleri desteği açıkça îlân etmeyen, örtülü, ama bundan bir güç sağlayan; yani alenen kamuoyuna açıklamadıkları destek sâyesinde, o siyâsî aktörler ya da partiler üzerinde bir nüfuz yaratan yapılardı. Meselâ, daha önce Esad Coşan’la Erbakan arasındaki sorunda yaşadığımız gibi, bu, siyâsîlerle cemaatler arasında da bir gerilim meselesiydi. Hattâ biraz dolaylı bir vesâyet ilişkisi kurmak ya da tâbi olmak üzerine bir mücâdele sürüyordu. 

Ama AKP’nin özellikle son döneminde cemaatlerle kurduğu ilişki biraz değişti. Cemaatler daha fazla imkâna, daha fazla hareket alanına ve belki de daha fazla nüfuz vesîlelerine sâhip olmalarına rağmen, özgül ağırlıklarını ya da bağımsız baskı gücü olma vasıflarını büyük ölçüde kaybettiler. En azından ben öyle yorumluyorum. Aslında bunun benzerini bürokraside de yaşıyoruz — özellikle güvenlik bürokrasisinde. Güvenlik bürokrasisi de daha önce siyâsî iktidarlar üzerinde bir güç merkezi olarak yer alıyordu. Vesâyet tartışmalarına vesîle olan bir güç merkezi hüviyetiyle, onlar üzerinde bir baskı yaratıyordu ve gücünü oradan alıyordu. Ama artık, daha entegre, daha birbirinin içine geçmiş, hani “Tak söyleniyor, şak yapılıyor”un tersinin de olduğu, her istediklerinin yerine getirildiği, ama buna karşılık bağımsız özgül ağırlıklarının kalmadığı yapılara dönüştüler. Yani artık siyâsetin içerisinde, “Askerler ne düşünüyor?” diye bir soru yok. Ama askerlerin düşündükleri üzerine yapılabilen şeylerin çok daha fazlası yapılıyor. Siyâsîlerin bu konuda direnci yok. İktidar, bu konuda güvenlik bürokrasisinin istediklerini yapmakta çok daha hevesli. 

Benzer bir ilişkinin cemaatlerle de olduğunu düşünüyorum. Cemaatler bağımsız ve siyâset üzerinde o bağımsızlıktan kaynaklanan güçlerinin karşılığında onu kaybederek, ondan geri basarak, senin söylediğin gibi bâzen bîat ve desteği açıktan îlân etmek zorunda kalarak daha fazla imkân sağladılar, daha fazla imkân için buna rızâ gösterdiler diye düşünüyorum. Bu, senin zaman zaman, birkaç kez yayınlarda yapıp üstünde durduğun konulardan biri. Bağımsızlıklarını kaybetme meselesi, cemaatlerin kendi çevreleriyle ilişkisinde uzun vâdede bir sorun yaratacak bir mesele. Ama buna karşılık, Diyânet’ten Milli Eğitim’e kadar, hattâ İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından belki TRT’nin yönetimine kadar pek çok alanda çok daha etkili olduklarını görüyoruz. 

İsmailağa Cemaati, sembolik olarak daha özellikli bir cemaat ve galiba aslında Nakşî kollarının arasında kendisi de epeyce çok parçalı olan bir kol. Çok merkezi, kontrolü daha az çok sayıda parçası var. Senin söylediğin gibi, bâzen birbirleriyle rekabet içerisinde davranıyorlar. Genellikle de kendilerine açılan alanı büyüterek, yani Menzil ve diğerleriyle ilgili iddialarda olduğu gibi devlete nüfuz etmeye çalışarak değil de, kendi bulundukları alandaki güçlerini büyüterek biraz daha etkinlik kazanmış görünüyorlar. Bu cenâze töreninin havası da aslında bu entegre ilişkinin, fazla iç içe girmiş ilişkinin bir resmi galiba.

Ruşen Çakır: İnsanlar sosyal medyada daha çok, “Kim başsağlığı diledi, kim dilemedi? Kim, nasıl diledi?” meselesini öne çıkartıyorlar. Ama bunu görmek de mümkün. Kimi insanlar için Mahmut Hoca’ya sâhip çıkmak ve onu övmek, kimileri için de ondan uzak durmak, çok önemli bir şekilde bir kimlik gösterme vesîlesi oldu. Bu cenâze, çok garip bir şekilde, Seküler-İslâmcı ayrışmasının da bir göstergesi oldu. Çünkü farkındaysan, laiklik yerine sekülarizm daha fazla öne çıkıyor. Bugün cenâzede en ön safta Erdoğan vardı, belli ki âileden birileri var. Ama sarıklı ve cübbeli oldukları için aileden mi, yoksa cemaatten mi olduğunu tam anlayamıyorsun. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yanında Ahmet Davutoğlu vardı. Aslında ben, Davutoğlu gitmek ister ama, Erdoğan da gideceği için nasıl olur diye çok merak etmiştim. Ama bir şekilde olmuş, yani ârıza çıkmamış. Zâten Davutoğlu’na, “Neden Altılı Masa’da?” diye lâf eden çok kişi vardı. Şimdi birileri bunun üzerinden, “Bu adamın da cenâzesine katıldı” diye bunu köpürtecektir. Böyle ilginç bir şeye de vesîle oldu. 

Önümüzdeki dönemde sekülarizm meselesi ya da devlet eliyle İslâmîleştirme meseleleri ana tartışma konularından biri olmaya aday mı sence? Aslında biraz karışık bir durum. Çünkü işin içerisinde Saadet Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi de var. İYİ Parti de birtakım muhâfazakâr konularda dikkatli olmaya çalışıyor. İYİ Parti’den de birtakım isimler başsağlığı dilediler. Yanlış söylemiş olmayayım, ama galiba Meral Akşener bir şey söylemedi, en azından ben görmedim. Ne dersin? Bu konu önümüzde ciddî bir çatışma, tartışma konusu olacak mı? Yoksa yumuşak bir geçişle, çok da fazla konuşulmayan, ama Erdoğan’ın yaptığı kadar da öne çıkartılmayan bir şey mi olacak?

Kemal Can: Bence olacak. Sorduğun şıklardan ilkine daha yakınım. Bu mesele önümüzdeki dönemde, seçime doğru yürünen sürecin önemli meselelerinden ve başlıklarından biri olacak. Başka vesîlelerle de gündeme gelecek.

Burada tuhaf bir alışveriş olduğunu düşünüyorum. Bir yandan, biraz önce de bahsettiğim gibi, bu iktidarın cemaatlere çok fazla alan açtığını, çok fazla şeyi tâviz gibi yorumlanarak onların kontrolüne bıraktığını biliyoruz. Meselâ yurtlar, eğitim alanındaki önemli meseleler, bâzı sosyal yardım alanları, ayrıca akçalı çok fazla iç içe geçmişlik var. Cemaatlerin hâlâ ne kadar oy kontrollerinin olduğu belki tartışmalı, ama bir yandan da iktidar açısından da başka bir alışveriş var. Yani, iktidar sâdece cemaatlere onların desteğini temin etmek için birtakım lütuflarda bulunuyor ya da onlara bazı imkânlar sağlıyor değil. Aslında senin ilk turda söylediğin gibi, onların açıkça yanında bulunması îlânı sâyesinde başka bir siyâsî alanı da elinde tutuyor. Zâten îlân edilmesini istemesi de o yüzden. Yani İsmailağa Cemaati’nin kamuoyuna açık olarak “Biz bu iktidarı destekliyoruz” demesi, kendi müritlerinin oy desteğiyle sınırlı olmayan bir desteği yaratmaya çalışmasından. Yoksa, eskiden nasıl olurdu? Bir cemaate, “Buna oy vereceksiniz” denirdi, verirlerdi ya da vermezlerdi. Ama bunu kamuoyuna, “Biz bu iktidarı destekliyoruz” diye açıkladığınız zaman, kendi cemaatinizden daha fazlasını hedefliyorsunuz anlamına gelir. Bu bir halkla ilişkiler meselesine dönüşür. Çeşitli zamanlarda konuşuyoruz ya? İktidarın gri alandaki herkesi, “Ben gidersem sizin hayâtınız zorlaşır” alanına sıkıştırmak istiyor. Aslında “Cemaatler bizim arkamızda, biz cemaatlerle önemli bir ilişki içerisindeyiz ve cemaatlerin bugün kazandıkları şeylerin devâmı bizim varlığımızla mümkün” iddiası, o tezi güçlendiren bir şey. 

İstanbul Sözleşmesi’ni epeyce konuşmuştuk. Kendi tabanından bile buna îtirazlar varken, cemaatlerin baskısıyla neden buna bu kadar ısrarla devam etti? Burada bir İslâmîleştirme işi var, ama bir yandan da bunun politik bir veçhesi var. O yüzden, önümüzdeki dönemde hem bu tür sembolik meseleleri daha sık göreceğimizi, hem de bunun arkasındaki tartışmaların daha fazla olacağını düşünüyorum. Çünkü muhâlefet açısından da yakın zamana kadar, “Bunlar kutuplaştırmayı artırıyor” diye pek konuşulmayan, konuşulmasının iyi olmadığı düşünülen mevzûlarken, şimdi artık bu konuda genel bir kamuoyu baskısı da oluşmaya başladı. Onların yarattığı siyâsî bir baskı var. 

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir husus var Kemal: 2018 seçiminde iktidâra verdikleri aleni destek üzerine, o dönemde “Nakşibendîliğin intihârı” başlığıyla bir yayın yapmıştım. Biraz abartılı gibi gelebilir, ama şu anda daha net gözüküyor: Kimse İsmailağa Cemaati’ne ya da Menzil Cemaati’ne Nakşî oldukları için değil, AKP’nin yanlışlarına ya da suçlarına aleni ortak oldukları için müdâhil olacak — olacaksa. Eskiden nasıldı? Bir tarîkata ya da bir cemaate bir şey yaptığın zaman, “Vay, laikçiler dine karşı” falan diyorlardı. Ama şu anda yeni bir yönetici şunu rahatlıkla söyleyebilir: Meselâ Ekrem İmamoğlu, belediyede birtakım şeyleri kapatıp el koyduğu zaman, bunun İslâm’a karşı bir şey olmadığını, burada iktidarla, önceki yönetimle kurulmuş olan gayrimeşrû bir ilişkiyi ortadan kaldırdığını söylüyordu. Şimdi iktidâra bu kadar angaje olmalarının ve bunu alenen yapmış olmalarının faturasını ödemeye başlayacaklar. İnsanlar ona, “Tamam, biz kendi hâlinde bir cemaatiz. Zikir yaparız, Allah’a ulaşmanın yoludur” diyecekler. “Onun için mi 2018’den önce o metni kaleme aldınız?” dediğiniz zaman her şey bitiyor. Erdoğan aslında onlara bir şeyler sağlayarak, onların elindeki en büyük hazineyi aldı. O hazine de aslında hiç de inandırıcı olmayan, siyâset üstü, bu dünyayla derdi olmayan…

Kemal Can: Bağımsız bir güç olarak bir nüfuz imkânını elinden alıp, onun yerine dünyevî imkânlar verdi.

Ruşen Çakır: İşte buradaki en önemli kalkanı da gitmiş oluyor. Artık “Bizim ne alâkamız var kardeşim? Bize ne siyâsetten? O hükûmet gider, bu hükûmet gelir. Önemli olan dînin bekasıdır” diyemez. O kadar kader birliği etmişsin, diyelim ki Erdoğan iktidârı kaybetti, o zaman pekâlâ onlara, “Siz de kaybettiniz” denecektir. “Ben kaybedersem İslâm kaybetmiş olur” denilmeye çalışılacak, ama hiçbir inandırıcılığı kalmayacak. 

Kemal Can: Bunu devletle kendini eşitleme meselesinde görüyoruz. “Ben kaybedersem devlet kaybeder” söyleminde, devleti seçime sokma meselesi var. Aynı şekilde dini cemaatler eliyle seçime sokmak bu. Devleti ve dîni seçime sokuyor. Kendisi dışındakilerin karşısına bir siyâsî aktör olarak çıkmak yerine, devleti ve dîni koyuyor. Dolayısıyla, “Bunlara bırakılamaz” derken, başka bir gücü arkasına alıyor. Buna dâhil olan herkes de, tıpkı yargı, bürokrasi ve devlette gördüğümüz gibi, bir aparata dönüşmek anlamında cemaatler de benzer bir kaderi yaşıyorlar. Böyle bir sorun var. Bunu yapıyor. Kendisini eşitliyor. 

Ruşen Çakır: Bu olsa olsa onların sorunu, Türkiye’nin sorunu değil… İstersen Muhammed bin Selman konusuna da kısaca değinelim. Biz hemen hemen her aşamasında bunu yorumladık. Adam sonunda Türkiye’ye kadar da geldi. Turkuaz renk halılar da serildi. Hiçbir şey olmamış gibi… Biz kim, neyi protesto edecek diye İstanbul Başkonsolosluğu’na muhâbirleri yolladık. Bir Allah’ın kulu bile gelmemiş Kemal… Bir “İstemiyoruz. Katil, defol” pankartı bile olmadan konu kapandı. İktidârın U dönüşü zâten ortada, ama onun dışında, toplum da bu kadar kayıtsız. Adam resmen Türkiye topraklarında savunmasız bir insanı, olabilecek en vahşi yöntemlerle katledilmesini teşvik etmiş, öyle anlaşılıyor. Bu, Erdoğan’ın ya da iktidar yanlılarının iddiasıydı. Şimdi, hiçbir şey olmamış gibi, Türkiye’ye geldi.

Şöyle bir hava yaratılmaya çalışılıyor: Sanki bir diyet ödüyor. “Bir yanlış yaptık ama…” Maalesef çok kaba olacak ama, “Parası neyse verelim” lâfı vardır ya… Aslında böyle de değil. Bir diyet ödemiyor. Gayet sâkin bir şekilde, ortada hiçbir şey olmasaydı kurulabilecek olan türde bir ilişki… Para veriyor, para alacak. Zâten bir Suudi diplomat, Erdoğan Arabistan’a gittiğinde, “Onlar geldi, biz çağırmadık. Onlar ısrarcı oldu. Dolayısıyla bizim elimiz güçlü” dedi. Dolayısıyla, “Reel-politikte böyle şeyler olur. Erdoğan şimdi de buradan Türkiye’ye sıcak para getirecek” havası da yalan. Tabii belli ki bir şeyler elde ediyor, ama bunlar hem bir yanıyla Erdoğan’ın derdine derman olacak gibi değil. İkincisi de, bunlar hakîkaten hîbe falan değil… Suudi Arabistan burada bayağı iş yapıyor. O işi zayıf bir ânında yapıyor. Bayağı kâr etmeyi düşünüyor ve muhtemelen kâr da edecek. 

Kemal Can: Tabii. Ama zâten buradaki alışverişte birtakım paralar geliyor gidiyor ve Türkiye ekonomik kriz dolayısıyla biraz “kelepir ülke” durumunda. Her şeyini ucuzlatarak satmaya çalışıyor. Toprağını satmaya çalışıyor, vatandaşlığını satmaya çalışıyor, emeğini satmaya çalışıyor, birtakım kültürel ve doğal değerlerini satmaya çalışıyor, şirketlerini satmaya çalışıyor. Elinde neyi varsa, bunu değerli kılarak ya da bunu vazgeçilmez bir şey hâline getirerek değil, bunu ucuzlatarak satmaya çalışıyor. Normal gündelik ticârette yaşadığımız mantığın aynısı. Buradan birtakım faydalar geliyor, birtakım paralar geliyor. Hep öncelik olan, çarkların dönmesi belki bu yolla sağlanıyor. 

Ama bu işlerde, yani İsrail meselesinde, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan meselelerinde, Erdoğan, bu gelen giden paralarla ilgilidir tabii; ama onun dışında, kendisi için çizilen “yalnızlaşan Erdoğan” meselesini halletme derdi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, başka yerlerde de önünü tıkıyordu, imkânlarını kısıtlıyordu. Oturacağı masaları, oturduğu masalardaki pazarlık kozlarını etkiliyordu. Çünkü birileriyle şöyle ya da böyle tekrar iş yapar hâle geldikçe, iş yapmakta zorlandığı başka birilerinin de kendisiyle iş yapmayı tekrar konuşmayı deneyebileceğini varsayıyor. Bunda da çok hatâlı olmayabilir. 

Dolayısıyla Birleşik Arap Emirlikleri işinde de akçalı kısmının önemli olduğunu düşünüyorum, ama en az onun kadar önemli olan, “Biz yeniden son derece sorunlu olduğumuz alanlarda, hiçbir şey olmamış gibi başa dönebiliriz ve bunu yapabilecek bir tek biz varız” iddiası. Sen “Ne acayip bir şey. Nasıl böyle bir şey olabilir?” diyorsun. Evet, bu kadar göz önünde olmuş bir şeyin hiçbir şey olmamış gibi başa sarması hakîkaten şaşırtıcı; ama şu da şaşırtıcı: Erdoğan, bunu yapabilecek tek siyâsî aktör pozisyonunda. Herhangi bir tutarlılık ve süreklilik bağı olmadan, istediği zaman yapabiliyor ve bundan herhangi bir reaksiyon çıkmıyor. Kendi tabanından da çıkmıyor, genel kamuoyundan da çıkmıyor. Özellikle dış politika konularında… Üstelik bu olayın kendisi zâten çok acayip bir şeydi. Türkiye’de korkunç bir cinâyet işlendi, bu cinâyetin elbette ki hukukî ve insânî olarak çok ciddî biçimde ele alınması gerekirdi. Ama onu geçtim, Erdoğan buna, standart yapılması gerekenlerin üstünde bir reaksiyonla, bunu kişisel bir mesele gibi, aslında pek de yapması gerekmeyeceği ölçekte yukarılara taşıdı. 

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir boyut var, onu özellikle vurgulamak isterim: Cemal Kaşıkçı’nın kendisi stratejik bir tercih yapmış. Bir zamanlar Suud sarayına çok yakınken, sonra şu ya da bu şekilde onlarla yolunu ayırıyor. Çünkü Suudi Arabistan’ın en önemli gazetecisiydi. Washington Post’ta düzenli yazan birisi ve bayağı gücü var. Türkiye’yi kendisine yakın olarak seçtiğinde Erdoğan ve çevresi tarafından bir anlamda koruma altına alınmıştı. Erdoğan’la görüşen, Erdoğan’ın yakınındakilere çok rahat ulaşan birisiydi. Türkiye’deki iktidârın bir parçası gibiydi. Böyle bir yönü vardı. Dolayısıyla onun katledilmesinin, doğrudan iktidâra yönelik bir yönü de vardı. Sâdece Türkiye’ye uğramış birisini Türkiye’de ellerine geçirip infaz etmenin dışında bir durum var. Çünkü sonuçta İstanbul’da bir şey yaptığın zaman bir meydan okuyuş zâten var. Bence, onun özellikle İstanbul’da öldürülmesi, sâdece bir fırsat yakalama değil. Tabii ki esas önemli olan o; kendi ayağıyla geliyor, başvuruyor, başkonsolosluğa gidiyor. Ama aynı zamanda bu bilgi geldiği zaman ne derler? “Ya, İstanbul’da bunu yapmak şunu getirir, şunu götürür.” Burada kesinlikle Erdoğan tarafından sâhiplenilmesinin de etkisi olduğu kanısındayım. Öyle bir akıl yürütme yapmak bence yanlış olmaz.

Kemal Can: Doğru, çok doğru. Zâten öyle bir algı var. Kendisinin de dâhil olduğu ya da kendisine de ucu uzanan bir şey olarak reaksiyon verdi. Benim kastettiğim, bunu kamusallaştırması, bunu sanki bir propaganda malzemesi gibi kamuoyuna açık olarak çok fazla konuşması. Çünkü bu, kamuoyu desteğiyle olacak bir şey değil. Bu çok diplomatik alanda… 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum ama bu, üzerine bayağı düşündüğüm bir konu. Bu, biraz Suriye’de namaz kılma meselesi gibi. Amerika’da Washington Post yazarı ve CIA’in, Amerikan yönetiminin doğrudan pozisyon aldığı bir olayda, genç veliaht-prensin çok büyük bir stratejik hatâ yaptığını ve kolaylıkla safdışı bırakılacağını düşünüp, Esad’ın Arap Baharı’nda devrileceğini düşünmesi gibi bir hikâyeydi. Erdoğan oraya bir yatırım yaptı. Diyelim ki Muhammed bin Selman, Erdoğan’ın hesapladığı gibi gerçekten ABD baskısıyla, gizli servislerin devreye girmesiyle, belki uluslararası mahkemelerde yargılanarak gidecekti ve bu, Erdoğan için çok büyük bir zafer olacaktı. Biliyorsun, Suudi Arabistan’ın Katar’la meselesi, Erdoğan’ın Katar’la yakınlığı gibi bir yığın ayağı da olan bir şeydi. Bence Erdoğan orada acele etti. Selman’ın ve Suudi Arabistan’ın gücünü hafife aldı. Kendi imzâsıyla Washington Post’a yazı yazdı. Çünkü sanıyordu ki hakîkaten gidiyor. Ama Selman gitmedi. 

Kemal Can: O zaman şöyle diyebiliriz: Erdoğan gideni tespit etmekte pek başarılı değil. 

Ruşen Çakır: Evet ve onu yaparken bütün ülkeyi peşinden sürüklüyor ve biz başarısız oluyoruz. Sonuçta, bir katili ya da düne kadar Erdoğan tarafından baş azmettirici olarak lanse edilen bir insanı, hiçbir şey olmamış gibi topraklarımızda ağırlamış oluyoruz. Suriye’nin faturasını Erdoğan ve Davutoğlu mu ödüyor? Tüm Türkiye ödüyor ve hâlâ ödemeye devam ediyor. Suriye’de de öyle değil miydi? Giriyorduk, ediyorduk, namazı da kılıyorduk. Sonra geldiğimiz nokta ortada…

Pek siyâset konuşmadık. Biliyorsun, ben dün Tekirdağ’a Meral Akşener’in gezisini tâkip etmeye gittim. İlginçti. Ama onunla ilgili herhalde Pazar günü yazacağım. Aslında Sakarya’da gördüğümden çok da farklı bir şey görmedim. İki ayrı coğrafya, ama orada ilginç bir şey var: Sokakta siyâset yapmanın ne kadar anlamlı olduğunu görüyorsun. Bu, her gittiği insan, her ona dokunan insan ona oy verecek anlamına gelmiyor, ama insanlar görüyorlar. Akşener de bunu çok kullanıyor. O ilginç bir husustu, onu yazacağım Pazar günü. 

Sansür yasasını bir konuşalım: Dezenformasyon yasasını. İktidar, muhâlefetin baskısıyla, yasayı yeniden görüşmek üzere apar topar erteledi. Ama herhalde önümüzdeki hafta tekrar gündeme gelecek. Bir şeyler değişebilir belki. Ama sonuçta, iktidârın bunu gerçekten Türkiye’de dezenformasyonla mücâdele için yapacağını sanan kimse yoktur. Müdâhalesini dezenformasyon adı altında yapıp, devlet eliyle yapılan, yapılmakta olan ve yapılacak olan dezenformasyonların önünü açma yasası gibi bir şey bu. Basın kuruluşlarının birtakım tepkileri var, ama olayın kendisinin doğurabileceği sonuçlarla kıyaslandığı zaman, tepkiler çok da yüksek değil. Biraz da sanki, “Tepki veriyoruz da ne oluyor? Her istediklerini yapıyorlar” duygusu belki etkili. Bir de, “İktidârın ömrü çok da fazla kalmadı” gibi bir düşünce de olabilir. Ne dersin? 

Kemal Can: Zâten bu mesele aslında epey uzun bir süredir gündemde. Hazırlıklarından bahsedildi, hazırlıkları biraz ertelendi, sonra gündeme getirildi. Sonra hızlı hareket edildi, şimdi de yine bir erteleme var. Ama ben buradaki meselenin, ortaya çıkan reaksiyonla mı, yoksa kendi planladıkları stratejinin içerisindeki zamanlamayla mı ilgili olduğunu tam kestiremiyorum. Açıkçası, eski tip, iktidar içerisinden sâhiden ne düşünüldüğüne dâir kulisler, öğrenebildiğimiz bir gazetecilik alanı çok olmadığı için, o kulislerin bir kısmının manipülatif olduğunu düşünüyorum. Özellikle iktidardan yansıyan kulis bilgilerinin çoğu, kulis bilgisi olmaktan çok, böyle bir ihtimal gündeme gelsin diye servis edilen şeyler oluyor. O yüzden orada tam olarak cereyan edenin ne olduğunu anlamakta zorlanıyorum. Belki de gerçekten iktidar içerisinde, iktidârın çeşitli kanatları, hattâ AKP’nin içerisinde bile, söylendiği gibi bu yasayla ilgili farklı düşünen ekipler olabilir. Onların, bâzı değişiklikler için bu ertelemeye neden oldukları söylenebilir. 

Ama şu da çok mümkün: Tıpkı HDP meselesinde daha önce konuştuğumuz gibi, kapatma dâvâsı veya benzeri süreçlerde, aslında seçim stratejisinin içerisinde, onun en fonksiyonel olduğu zamâna ilişkin bir planlama da yapılıyor. Bâzen bu tür şeyler, o tür bir zamanlamanın, o tür bir stratejinin parçası olarak da ertelenebiliyor. Burada hangisinin olduğunu, senin söylediğin gibi önümüzdeki dönemlerdeki sürecin gidişâtı bize anlatacak. Ama çok açık ki bu, herhangi biçimde kendi iktidârının iddia ettiği amaçları ya da niyetleri taşıyan bir şey değil. Tam tersine, zâten son derece kıstırılmış, büyük bir baskı altındaki medyanın ve medya dışı haber alma ve sosyal medya imkânlarının da büyük bir ablukaya alınması söz konusu. Son derece keyfî. Artık mahkemeler bile son derece keyfî davranırken, bu tür idârî imkânlar açan alanlar, iyice keyfî uygulamalara sebep olacak. Seçim öncesinde bu meselenin bu kadar az konuşuluyor olmasını ben de hakîkaten yadırgıyorum. Çünkü seçim güvenliği konuşuluyor. Seçim güvenliği de sandıklardan çıkacak oylar üzerinden konuşuluyor. İmzâlı tutanaklar, onları alırız, almayız… Ama aslında bu yasa, doğrudan seçim güvenliğiyle ilgili bir yasa.

Ruşen Çakır: Kesinlikle. 

Kemal Can: Seçim güvenliği meselesi bugünden başlayan bir mesele. Dolayısıyla basın yayın organlarının vereceği reaksiyonla sınırlı olmayan bir siyâsî içeriği var bu meselenin. Basın yayın örgütleri tabii ki meslekî bir reaksiyon veriyorlar, vermeleri de çok normal. Bunun ne kadar güçlü olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ama asıl olarak, her vatandaşın ve her vatandaşı temsil iddiasındaki siyâsîlerin önemli bir mesele olarak daha yükseltmesi gerekir. “İktidar böyle şeyler yapıyor. Çâresizliği yüzünden böyle şeylere tenezzül ediyor” demek, kuvvetli bir direnç anlamına gelmeyebilir. Ben bu konuyu açıkçası biraz yadırgıyorum. 

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir şey var: Zâten her istediğini yapabilen bir iktidar var. Bu yasa, en fazla yapageldiği şeylerin zeminin hazırlamış gibi olacak. Bir diğer husus da aslında şu: Sen de konuşmanda bahsettin, bu düzenlemenin esas hedefinin, kurumlardan ziyâde kişiler olduğu kanısındayım. Yani mesleği gazetecilik olan, iyi-kötü bir şekilde bireysel ya da kurumsal kimlikle gazetecilik yapan yerlerden ziyâde, tekil olarak, “yurttaş gazeteciliği” denebilecek türden şeyleri yapanları hedef alıyor. Meselâ seçim güvenliği anlamında, diyelim ki sandık başında bir hukuksuzluk gördün, tweet atıyorsun, hemen, “Vay efendim, dezenformasyon, yalan haber yayıyor” diyor ve o kişiyi alıyor, tweet’ini ortadan kaldırıyor filan. Çok basitleştirerek söylüyorum. Zâten kurumları görüyorsun, Evrensel gazetesine, şuna buna resmî îlân verilmiyor. Öteki tarafta RTÜK acayip para cezâları kesiyor. Zâten onlara büyük ölçüde her türlü baskıyı, engeli çıkartıyor. Daha fazla da çıkartır, bu yasayla bunları daha fazla yapar. Ama buradaki mesele, doğrudan bireylerin haber ve yorum süreçlerine katılmasına engel olup, esas olarak onlara bir gözdağı vermek. 

Meselâ bu hafta Marmaris’teki yangında, ortada daha yasa olmadan hemen, “Yangın kontrol altında, ama birtakım dezenformasyon faaliyetleri var” diye resmî bir açıklama yaptılar. Yangın hâlâ kontrol altında değil. Aradan ne kadar zaman geçti… Çünkü orada yine bir fiyasko var. Klâsik… Geçen sene çok daha net yaşadık. Belli ki bu sene de yaşayacağa benziyoruz. Hemen yangının söndürülememesi olayını gündeme getirmenin önüne bir dezenformasyon olayını çıkarıyorlar. Bazı yerlere yayın yasağı koyuyorlar. Kurumsal olarak yayın yapamıyorsun. Ama bireyin umurunda değil. Birey bunu sosyal medyada istediği gibi konuşur eder. Şimdi onlara da daha fazla baskı sağlanacak. Esas amaç sanki bu, bana öyle geliyor. 

Kemal Can: Çünkü daha önce bireysel soruşturmaların çok büyük bir kısmı, hakaret gibi şeylere dayandırılıyordu. Orada da ağır bir keyfîlik vardı, ama şimdi bu alan çok genişlemiş olacak. Çünkü bu ülkede anamuhalefet partisinin yaptığı açıklamayı yayınladığı için televizyon kuruluşlarına cezâ veriliyor. Meselâ yine birtakım iktisatçılar, birtakım gelişmeleri yorumladıkları için soruşturmaya uğradılar. Mesela Enflasyon Araştırma Grubu’nun (ENAG) faaliyetleri engellenmeye çalışılıyor. Bütün bunlar, aslında senin söylediğin gibi, iktidârın zâten mevcut imkânlarla yaptığı şeyler. Ama bu, tâbir yerindeyse, baskıyı tabana yaymak. Herkesin bir tür endîşe duyacağı bir zemin yaratmak. Bir de, merkezî olarak üretilebilmiş bâzı bilgilerin yayılmasını engellemek. Çünkü insanlar bundan kaçınacak. Sosyal medya, asıl olarak bildiğimiz gibi retweet’ler ya da paylaşımlarla yayılan bir bilgi alanı. İnsanlar kendileri bilgi ürettikleri için değil, üretilmiş bilgileri taşıyıp yaydıkları için sosyal medya etkili. Tam da bu fonksiyonuna darbe vurmak için hazırlanmış bir şey.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, burada noktayı koyalım. Haftayı böyle noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. 

Kemal Can: İyi haftalar dileyelim. 

Ruşen Çakır: Söyleyeceklerimiz bu kadar diyelim. İyi haftalar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.