Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Beklemek, dayanıklılık, sabır – Bir millet nasıl kahraman olur?

Gezi Parkı’nın ve Taksim Meydanı’nın Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en büyük ve en çoğulcu “Eeeeeh yettiniz artık, gelmeyin üstümüze bu kadar” isyanına sahne olmasının nedenlerinden birinin gayet fiziksel olduğunu düşünürüm hep. Sebebi kişisel bir deneyim. O sene Kurtuluş Son Durak’taydı evim, işlerim de hep İstiklal Caddesi civarında olurdu. Dolapdere’ye inmek güzeldi de tekrar o yokuşu çıkmayı göze alamadığım için, eğer acil bir durum yoksa, Kurtuluş Caddesi boyunca Şişli istikametine yürür, sonra Taksim’e doğru yön değiştirir, yolu bilmem kaç kat uzatırdım. Kalabalık elbette, şehrin orta yerinde bir ana cadde, dar kaldırımlar, İstanbul’un bildiğimiz ve aslında alıştığımız problemleri. Ne var ki, meydanın altına o devasa, sapkın çukuru sözüm ona trafiği rahatlatacaklar diye açtıkları andan itibaren hayatımız iyiden iyiye kararmıştı. O bitti, tutturdular “Meydanı yeniden düzenleyeceğiz” diye. Kimbilir kaç zaman Elmadağ’dan itibaren sac bariyerlerden örülü iç içe bir labirent gibi kalakaldı Elmadağ-Taksim arası. Labirentin bir ucundan girer, kimbilir nereden çıkana kadar yürürdük. İki kişinin yan yana geçemeyeceği koridorlardan söz ediyorum. Fare muamelesi görüyorduk resmen. Sıcağa tahammülümün kalmadığı günlerde kaç kez iki elimle o labirentin duvarlarını ittirip yıkmak istediğimi ve kendimi durdurmak için hayli zorlandığımı gayet iyi hatırlıyorum. Nitekim Gezi Parkı’nda protestolar başladıktan hemen sonra polis insanları parktan ve Meydan’dan uzaklaştırmaya çalıştıkça ilk ve aslında tek yıkılan şey o labirent oldu… Göz gözü görmüyordu gazdan, inşaat çirkinliği olduğu gibi ve arzettiği bütün tehlikeyle ortaya çıkmıştı ama labirent yıkılıp Elmadağ’dan İstiklal’e giden yol hiç değilse gözle görülebilmeye başlanınca üzerimize bir ferahlama gelmişti. İşte bu yüzden, meydanı parçalayan o labirentin Gezi’den önce ve sonra yaşadıklarımızı ve yaşayamadıklarımızı ifade eden bir mecaz olabileceğini düşünüyorum.

Bizi, hayatlarımızı, sahip olduğumuz her şeyi çeşitli türden labirentlerin içine tıkıştırıp ne zaman, neye, nasıl tepki vereceğimizi ölçüyor sanki biri. Enflasyon iktidarın açıkça bilerek uyguladığı ahali aleyhine politikalarla yükseldikçe insanlar yoksullaşıyor… İdareciler şöyle diyor olmalılar birbirlerine: “Bakın bakalım anketlere, ne alemdeyiz?” Birbiri ardına yolsuzluklar, skandallar patlak veriyor. Devletin çetelere terk edildiğine dair işaretlerin bini bir para… Soruyorlar: “Bakın bakalım anketlere, ne alemdeyiz?” Neredeyse her hafta uluslararası bir kriz çemberinden geçiyoruz, ya yüzümüz tamamen yere düşerek ya dünyanın geriye kalanına bilenerek çıkıyoruz o dar boğazlardan. Soruyorlar yine: “Ne alemdeyiz, hâlâ mı yüzde 30, devam o zaman!” Dünyanın bütün paraları karşısında güç kaybediyor yerli ve milli paramız, emeğimiz de onunla birlikte berhava oluyor, daha çok çalışıyor, daha az kazanıyor, daha az doyuyor, neredeyse hiç huzur bulmuyoruz. Soruyorlar: “Gene mi birinci partiyiz? Vay be! Devam o zaman!” Yetmiyor, hiç yeter mi? “Gerekirse süpürge tohumu yiyeceksiniz, alışacaksınız” diyorlar. Biraz sesler yükselince “Sabredin, seneye daha iyi olacaksınız” diyorlar. “Milletimiz bu badireyi de aşacak” diye vaat ediyorlar, idareciler, millet adına konuşuyorlar. Peki millet o badireyi aşarken onlar ne yapacak? Seçim kazanacaklar! Vay be! Tuhaf bir vaziyet, sanki oylarını değil milletin sabrını ölçüyorlar ve nasıl da sapasağlam o mübarek sabır! Adına irfan, feraset vs dedikleri oluyor… Yüceltiyor da yüceltiyorlar her türlü işlerine gelen bu dayanıklılığı.

Yok yok, kimseyi bir şeye teşvik etmeyeceğim elbette… Sıkışma halini sürdürmenin de kalabalıkları teskin edecek bir tür kahramanlık olarak servis edilmesinin mümkün olduğunu, özellikle iktidar siyasetçilerinin bugünün meselelerini, yarına ilişkin kaygılarımızı konuşmak yerine dünün yeniden yazdıkları hikâyelerine sarılmalarının tesadüf olmadığını öne süreceğim sadece. Ki bu bildiğimiz bir şey zaten…

“Daha kötüsü olacağına burada durayım”

Daha önce de andığım Filistin kökenli olmakla birlikte Avustralya’da yaşayan antropolog Ghassan Hage’ın bir yazısından yola çıkarak krize dayanma gücü veren sabrın ve dayanıklılığın yarattığı daha büyük bir krizden. Ki hiçbirimize yabancı değil, yazık ki hepimiz gayet iyi tanıyoruz o krizi. Kendi derlediği “Waiting” (Beklemek, Melbourne University Press, 2009) kitabında yayınlamış bu yazıyı Hage. Diğer makalelerde de dünyanın pek çok yerinden, farklı türde bekleme halleri ve o hallerin bireysel, toplumsal, kültürel, hatta idari içerikleri tartışılıyor. Keşke biri çevirse ve Türkçe’de bir an önce yayınlansa bu kitap…

Hage, sıkışmışlığın bir kahramanlık türü olarak belirmesinin sebebinin, kriz dönemlerinde (tekil ya da çoğul) beklemenin -aslında ona eşlik eden sabrın ve dayanıklılığın- kahramanca bir fiil olarak yüceltilmesinin, kriz karşısında sabırsızlığı ve “sırayı” bozma arzusunu gayrımeşru ilan etmeye yönelik, gayet muhafazakâr bir idari zihniyetin ürünü olduğunu öne sürüyor. Türkiye, bu iddiayı tartışmak için gayet elverişli bir vaka ne yazık ki!

Sıkışmışlığı, insanın iradesiyle aralarından birine karar vereceği seçeneklerden yoksunluk olarak tarif ediyor her şeyden önce. Ne kendinizi, ne de koşulları değiştirebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz durum bir felaket. Yangın yerinde, enkaz altındasınız. Çantanız çalınmış, emeğiniz sömürülmüş, ülkenize çeteler çökmüş! Ama içinizden isyan etmek gelmiyor. Etrafınıza bakıyorsunuz ve herkesin sizinle aynı sıkışmışlığı yaşadığını fark ediyorsunuz. Niye isyan edesiniz ki, sizi isyan etmeyen onca insandan farklı kılan ne? Hem ilk isyan eden olmanız halinde, isyan sonrasında olacakların sorumluluğu üzerinize yıkılacak. Beklediğiniz şey birinin isyan etmesi değil, sıkışmışlığa sebep olan sebeplerin ortadan kalkması da değil. Aksine, başınıza daha kötü bir şey gelmesini bekliyorsunuz. Bu yüzden o şeyin olmasındansa beklemenin daha iyi olduğu hissiyatındasınız. Ehven-i şer!

“El alemin başında ne dertler var?!”

Bir başka ayrıntıya daha dikkat çekiyor Hage: İçinde bulunduğumuz sıkışıklıktan daha kötü bir şeyler olabileceği yolundaki hissiyatımızın kaynağından. Nerede olur öyle şeyler? Üçüncü dünyada, medeni olmayan ülkelerde, iyi-kötü işleyen bir devleti olmayan toplumlarda… Bizden daha iyi durumda olanlarla değil, daha kötü halde olanlarla karşılaştırırız kendimizi, diyor. Bu bazen, kendimizi daha iyisini yapacak güçte hissetmediğimiz, içten içe daha iyisine layık olmadığımızı düşündüğümüz, bazen de daha iyisinin olabileceğine dair bilgiye erişemediğimiz içindir. Bazen bu üç hal aynı anda örgütlenir. Hem de gayet hedeflenmiş ve bilinçli olarak, hükümetler, şirketler ve onların kurdukları mekanizmalar tarafından.

Şu halde içinde bulunduğumuz kötü hale dayanıp, daha kötüye gidişin önüne sabrımızdan bir set çekmek kadar büyük bir kahramanlık olabilir mi? Böylesi kahramanlardan oluşan bir toplumu Almanya hiç kıskanmaz mı?

Hage’ın bu hali “siyasi özne”lik üzerinden tartışan literatüre önemli de bir eleştirisi var. Burada kimsenin özneliği elinden alınmıyor, diye iddia ediyor yine. Kimse kurbanlaştırılmıyor. Aksine, sıkışmışlığı sürdüren bu iradede bir tür “asalet” varsayıyor herkes. Fail olmama fiilini işleyerek kahraman oluyor sabırlı, ferasetli ve de her zorluğa dayanan labirent ahalimiz.

Makalenin önemlice bir bölümünde Jean Paul Sartre ve Alain Badiou’nun, yani kabaca içinde bulunduğumuzdan bir dönem öncesinin filozoflarının toplum tasavvurlarını tartışıyor otobüs bekleyen bir grup hayali insan üzerinden. Otobüs beklemek üzere sıradayız, hepimiz aynı durumdayız, sırayı bozmak, kavga çıkarmak, acayip şeyler yapıp diğerlerine rahatsızlık vermek “ayıp” tabii. Otobüsün geleceğinden emin olduğumuz sürece bu böyle. Peki ya otobüs çok geciktiyse ve hiç gelmeyeceği anlaşıldıysa ne yaparız? Hage diyor ki, Sartre, Badiou ve onların çağdaşları, Marx’ın izini takip ederek tesadüfen orada otobüs bekleyen insanların toplaşıp birlikte sorumlulardan hesap soracaklarını düşünmüşlerdi. Pek çok durumda böyle de oldu. Ama bu, artık böyle olmuyor. Ona göre, artık böyle olmamasının önemli bir sebebi, beklemenin, sabrın, dayanıklılığın kahramanca haller olarak sunulması olabilir. Gayet aşina olduğumuz örnekler de veriyor. Biri şu: Deprem yıkıntıları arasından günler sonra canlı çıkan insanları ya da başka canlıları, onların dayanıklılıklarını gözyaşları içinde kutlarız. Hage’ın izini sürüyorum: Bu kutlama kayıplar için tutmamız gereken yası bir an önce bitirmek için uydurduğumuz bir vesiledir aslında. Yanlış bir şey de yoktur bunda. Fakat o binanın neden yıkıldığını sorgulama işini ikincilleştiren, dolayısıyla sonraki yıkımları garanti altına alan bir hal olabilir mi bu? Bizi sürekli daha kötüsünü beklemeye alıştıran şey, kötüyü gördüğümüzde verdiğimiz tepkinin yetersizliğini, sonrasını örgütleme iradesini göstermediğimizi bizzat kendimizden bilmemiz midir?

#Geççek ama

Hage’ı okurken aklıma, “Bugünleri de atlatırız, biz neleri atlattık”larımız geliyor. İktidar kadar muhalefetin de dilinden düşmüyor bu laf. Tabii ya! Güçlüyüz, kuvvetliyiz biz, atlatırız! İyi de niye ikide bir kendimizi atlatmamız gereken haller içinde buluyoruz? Sonra, “Eeee şaşırdık mı?”larımız giriyor sıraya… Bütün bu kötüye gidişte şaşırtıcı olan nedir ki, nasıl şaşırabiliriz? Şaşırarak zaaflarımızı ele vermemeliyiz elbette… Şaşırmayarak ve daima en kötüsüne hazırlıklı olarak beklemeliyiz olduğumuz yerde… Moskova’da sohbet ettiğim bir kadın tam böyle söylemişti: “Gorbaçov’a muhalefet ettik, Putin geldi. Buna muhalefet edersek kim bilir ne gelir başımıza?”

Yalnız ahali değil, işleri, meslekleri muhalefet etmek olanlar da benzer bir hissiyat içinde olabilirler: “Dünyanın durumu giderek kötüleşiyor, ya elimizden daha iyisi gelmezse?”

Biraz farklı bir şey söyleyerek muhalefet etmeye yeltenenlerin karşısına hemen çıkan o duvara ne demeli? “Ayakların yere basmıyor, sen bu toplumu tanımıyorsun.” Toplumun tanıdığımız halinden memnun muyuz? Hayır! Tanıdığımız en kötü hallerini besleyerek yapılan politikadan -popülizm diyoruz ona-bir hayır gördük mü? Yandık Allah, ne mümkün! İşbu halde toplumu da kendini yeniden düşünmeye davet edecek bir siyaset üretmek gerekmez mi? Mesela, “Arkadaşlar bu otobüsün gelmemesinden sorumlu olan her kimse gidip ona hesap sormamız lazım”, dese biri! Ya, o hesabı sorma iradesini göstermeyi aklından geçirmenin kendisi ise, sıkıştığı labirentte kahraman bir fare gibi dönüp duran kalabalığı iyi-kötü bir topluma dönüştürecek olan? Hayır bunu yapmamalıyız! Niye? Çünkü bu bir kez yapıldığında yine yapılabilir… Bunu yapanların yani başlarına gelen her kötü işin hesabını o işleri kötüleştirenlerden soranların oluşturduğu bir toplumun nesi olabilir ki yalnızca bekleyerek kahramanlaşan bir kalabalığın ürettiği siyasetçiler ve idareciler? O zaman bir zahmet kendilerine muhafazakâr dendiğinde, muhafazakârlık da hepimizi şu içinde bulunduğumuz hale hapseden bir umutsuz, sonsuz ve sonuçsuz bekleyiş olarak tarif edildiğinde bozulmasınlar. Onların feraset, sabır ve dayanma gücü dedikleri şeylerin, aklımızın meydanlarına döşedikleri labirente serpiştirilmiş kuru ekmek kırıntıları olduğu çok açık.

Labirentin dışı yok mu?

Hage’ın beklemek ve ona yüklenen kahramanca anlamlar hakkındaki yazısından gidilebilecek daha pek çok yol var. Örneğin, göçmenlerle ev sahipleri arasındaki “mobilite-hareketlilik haseti”nden söz ediyor ve bu türlü hasedin aslında “Neden benim gibi yapıp sadece beklemek yerine, benim olduğum yere doğru hareket ediyorsun ki?!” gibi bir isyan olduğunu söylüyor. Yani neden kendi kaderine razı olmayıp, benim şu yaşadığım şeyi değiştirmem gerektiğini hatırlatıyorsun bana! Rahatsızlığın asıl bu hatırlatmadan kaynaklanabileceğini söylüyor. Yaşadığım yerde kaynaklar az, paylaşmak mümkün değil ama bir başkasının kendi hayatını değiştirmek için harekete geçtiğini görmek de katlanılır şey değil hani! Hage’ın bu önermesinden yola çıkarak, daha mevzuyu göçmenliğin yeni tanıştığımız tür ve çeşitlerine de getirmeden, Türkiye’nin tarihsel olarak sahip olduğu çoğulcu parçalanmışlık hali hakkında konuşulabilecek o kadar çok şey var ki…

Hülasa “Kriz anında bilinçli olarak donakalma halini” kahramanca kılan şey insanlık kadar eski. Fakat kendini müthiş bir radikallikle yeniliyor uzunca zamandır. Öylece donakalmayı kahramanca kılan şey, kriz dediğimiz halin sürekliliği, bir türlü bitmek bilmemesi, bitmeyeceğine olan sarsılmaz inancımız bir yandan da… İyi ama bu bitmek bilmez kriz neyin krizi, kimin krizi hem? Biz bu krizin sahiplerinin nesi oluyoruz, nesi olmak istemiyoruz acaba? Labirentin dışındaki dünyadan haber veren kimse yok mu bize? Var da biz ekmek kırıntılarına fazlaca odaklandığımız için mi duymuyoruz onları?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.