Enteresan bir hafta geçirdim. İstanbul’dan misafirlerim geldi. Memlekette nelerin değiştiğini anlattılar bir hafta boyunca. Beklendik dağılmalar, umulmadık toplanmalar olduğu izlenimi edindim. Gündelik hayatın seyrine merakım iyice arttı. Her üç cümlede bir —hani iki tarafındaki tirelerle ana cümleden ayrılan destekleyici, izah edici cümlecikler gibi— fiyatların nasıl yükseldiğinden bahsettik. Hazırlıksız değilim söylenen rakamlara, elbette takip ediyorum. Ama konuşma içinde geçince fiyatların etkisi ekranda göründüğünden başka oluyor.
Taşradan da haberler aldım. En ağrıma giden, büyücek bir kasabada yapılan kocaman hastane binasının içinde gereken cihazlar olmadığı gibi yeterince doktor da bulunmamasıydı. Döndük dolaştık gene aynı yere geldik yani diye düşündüm. İlk yakın arkadaşımı ve çok değil bir yıl sonra da bir kardeşimi ulaşılabilir bir yerde hastane olmaması yüzünden kaybettim çünkü. Öylece sineye çekilmiş ölümler işte. Merhume arkadaşımın babası Almanya’da işçiydi, annesinin tek başına hem diğer çocuklara hem ona bakmaya gücü yetmemişti. Bizimkiler alıp Ankara’ya götürdüler, ama olmadı, yetmedi, iyileşemedi. Kardeşime nihayet teşhis konduğundaysa hayli geç olmuştu. Ameliyat için beklerken eriyip gitti gözlerimizin önünde.
Emine öldüğünde 9, kardeşim Yusuf öldüğünde 10 yaşındaydım. En yakın devlet hastanesine 5-6 saat uzaklıkta küçük bir kasabada yaşıyorduk. İhtiyaç duyulan doktor ve teçhizat yoktu orada. Tanıdıkları devreye sokup, borç-harç toplayıp ve tabii işe-güce ara verip şehre gitmek gerekiyordu tedavi için. Misafirimin bahsettiği kasaba öyle kıyıda-köşede kalmış bir yer de değil. Ama sağlık kontrollerini yaptırmak için, bir müddet önce taşındığı uzak kasabadan İstanbul’a gitmesi gerekiyor.
İstanbul’dan gelen misafirlerim, sanırım biraz da benim heyecanımını yatıştırmak için, sosyal medyada gördüğüm —seçimlerden öncekiyle karşılaştırıldığında görece— iyimser havadan uzak duruyorlar. Gayet tedbirli ve mevzuyu ağırdan alan bir tavırları var. Öyle sütten ağzı yanmışların yoğurdu üfleyerek yemesi gibi değil. Memlekete güven olmayacağını, hiçbir şeyin öngörülemeyeceğini, kaç yıldır verilen hasarın giderilmesinin niyet, dirayet, çaba ve kaynak gerektirdiğini, ama bunların da yetmeyeceğini, çünkü yeni seçilen belediye başkanlarının kendi zaaflarının yanı sıra, iktidar partilerinin ve tabii kendi örgütlerinin kurduğu tuzaklara takılmalarının ne kadar büyük bir ihtimal olduğunu tekrar ettiler sık sık. Çenemi tuttum, “Bu hep böyle olur, başka nasıl olacaktı ki?” demedim. Çünkü üzerinde en çok uzlaştığımız ve ziyadesiyle paylaştığımız en önemli şeyin, uzun süren, bitmek bilmeyen bir felaketin içinden geçtiğimiz duygusu olduğunun farkındayım.
Ama bir soruyu bir türlü aşamıyorum. Biz bu gayet engellenebilir felaketi neden yaşadık? “Sözün bittiği yer”den bildirenlerimiz niye o kadar kalabalıktı? Şaşırmak neden suçtu ya da ahmaklıktı? Onca “zaten”imiz vardı da tedbirlerimiz nasıl yok oldu? “Ne bekliyordun ki” diyenlerimiz hiç eksik olmadı da, ne beklenmesi gerektiğini en iyi bilenlerimizin elleri niye armut topladı? Bu soruların sayısını artırabilirim ama hiçbirine cevap arayacak değilim. Belki bu yaşadıklarımız siyasi bağışıklık sistemimizi güçlendirmeye vesile olur, buna vesile olmayacaksa daha kötü felaketlerin giriş kapısıdır deyip geçeyim.
Fakat, misafirlerime söylemeye —olur da siyasi bir tartışmaya gireriz diye— çekindiğim bir umutlu göstergeden, gölgesini de işaret ederekten bahsedeyim yine de. O umutlu gösterge de son yerel seçimin yarattığı değişimin, pek çok belediyenin iktidardaki partilerden muhalefettekilere geçmesinden ibaret olmadığı, aynı zamanda siyasette nihayet bir kuşak ve hikâye değişiminin de yaşandığı vakıası. Hayli genç sima girdi siyasete. Kazansalar da kazanmasalar da fark etmiş olduk onları. Çok çalıştılar. Her birinin ayrı hikâyesi var. Sosyal medyanın da etkisiyle daha çok kişi tarafından bilinen aktörler, siyasetin hikâyelerini çoğulculaştırdı. Her ne kadar temkinle yaklaşsak da CHP, tek bir kişinin kıssasına eklenmiş, o kıssanın hissesiyle siyasete, yani güce tutunmaya çalışan insanların partisiymiş gibi görünmüyor şimdilik. Yani herkes, tek bir hikâyeyi düze çıkarmaya çalışan geniş bir ordunun neferi olmaya yazgılı hissetmiyor kendini. Henüz diyorum, çünkü hem Özgür Özel’in genel başkanlığı çok yeni, hem Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın Kılıçdaroğlu’nun gölgesinden sıyrılmaları, ancak onun seçim sandığında eş zamanlı olarak kendi partisinin “tek adam”ı olma arzusuna, masa ortaklarına ve nihayet rakibine yenilmesiyle mümkün olabildi. Kılıçdaroğlu’nun hikâyesi bittiğinde siyasete pek çok yeni ve genç sima, kendi hikâyeleriyle katıldı. İzleyeceğimiz, hakkında konuşacağımız, gerekirse yerden yere vuracağımız, ama sonuçta macerasını merak da edeceğimiz yeni insanlar. Türkiye haritasının yeniden renklenmesi kadar heyecan verici bir süreç bu.
Tek bir hikâyeye sıkışmakla, o hikâyenin çizdiği dostluk ve düşmanlık haritaları üzerinden bir gelecek kurmaya çalışmakla, adımlarımızı pek çok hikâye arasındaki dinamikleri, örüntüleri takip ederek atmak arasında çok önemli bir fark var. İlkinde hikâyeye tanık olanların öznelikleri, özerklikleri ağır biçimde erozyona uğrarken, ikincisinde, yani hikâyelerin çoğulculaşması durumunda her bir öznenin yaptığı her bir seçimin, hem seçen hem seçilen için bir anlamı var. Demokrasiyi ve yurttaşlığı, diğer rejim ve o rejimlere katılma yöntemlerinden ayırıp her türlü kusuruna rağmen bunca arzu edilir kılan da bu. Demokrasiden vazgeçiş yolunda yapılmış her bir seçimin aynı zamanda yurttaşlık iradesinden vazgeçmek olduğunu —ki bizim memlekette bu vazgeçiş, o statünün üç kuruş paraya hırlı-hırsız demeksizin talip olan herkese satılarak değersizleştirilmesi gibi alelacayip bir şekil de aldı— ağır, çok ağır bir bedel ödeyerek tecrübe ettik.
Dönüp dolaşıp hep aynı soruya geliyorum: İyi de biz bu tecrübeyi niye yaşadık? İhtiyacımız mı vardı yani? Kestirip atmayın öyle “Eski Türkiye’nin kıymetini bilemedik” diye. Şu ya da bu grubu suçlayarak da çıkamayız bu işin içinden. Çünkü hiçbir sorunumuzu çözmez bu iki kestirme yol da… Bu tecrübeyi “inşa eden”lerin maceralarını iyi okumak zorundayız. Para-pul ve güç hırsıyla açıklayabiliriz tabii her şeyi. Ama yeterli olacağını düşünüyor musunuz? Onlar hırslıydı tamam, yoldan çıkmaya dünden hazırlardı, yolları yol değildi. İyi ama o hırsa gem vuracak mekanizmalar niye icat edilmemişti bir türlü? O mekanizmaların icat edilmemesine sebep olan da onlardan öncekilerin hırsları, arzuları, yollarının eğimi değil miydi?
Konuyu değiştirmedim, geçen hafta kaldığım yerden Laius’un, yani Oedipus’un babasının, Antigone’nin dedesinin kıssasından devam edeceğim. Bu yarı mitolojik kötü baba/kralın geçen hafta özetlediğim biyografisini boş verin. Çünkü şimdilik, en azından bu bağlamda, “kötü baba” travmasının kuşaktan kuşağa aktarılan bir mevzu olduğu yolundaki teoriye ihtiyacımız olsa da, o kötülüğün içeriği konusunda spesifik tarifler yapmamız gerekmiyor. Babalarından eziyet görmüş çocukların, büyüyüp baba olduklarında kendi çocuklarına aynı eziyeti reva gördükleri bir intikam geçişi/göçüşü her zaman mümkün. Ama öbür türlüsü de mümkün, bunu biliyoruz. Yarasını, kendi çocuklarında yara açmamaya çalışarak, hatta başkalarının çocuklarını da önemseyerek iyileştirme gayretinde olan ve bunu da başaran anne-babalara tanık olmuşluğumuz çok. Hikâyeleri daha az anlatılıyor diye yok olmuyorlar.
Laiusgillerin farkı, çocukları tarafından öldürülme korkusu da değil çoğu zaman. O korkuyu da önceleyen bir başka vaziyet var: Kendi suçlarının yanı sıra, kendilerine yapılmış fiili tekrar ettiklerini ve yalnız işledikleri suçun değil, o suçu tekrarlama eğiliminin de bir şekilde cezalandırılacağını biliyorlar. Zira gayet farkındalar kendilerine karşı işlenen suçu tekrar ederek yaptıkları şeyin kendi soylarını o suçun hizmetkârı kıldıklarının. Yalnız kendi çocuklarından değil, her bir çocuktan ve bir zamanlar çocuk olmuş her bir insan tekinden korkmalarının; onca muhafazakârlaşmalarının; zamanı/anı kendilerini güçlü hissettikleri bir yerde, bazen de hiç yaşamadıkları çok eski bir zamanda dondurmak için verdikleri beyhude çabanın en önemli sebebi de bu. Dolayısıyla, onların o suçları doğru bildikleri şeyler —değerler, kanunlar, hikâyeler— aslında yanlış olduğu için işlediklerini düşünmek, en az kendilerine karşı işlenmiş suç kadar kendi suçlarını da bildikleri, dolayısıyla yaptıklarından, içinde bulundukları ya da inandıkları tüm alemlerde sorumlu oldukları hakikatini ihmal etmek olur. Elbette biliyorlar kendilerini ve suçlarını, elbette sorumlular ve elbette sorumlu olduklarını da biliyorlar.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ancak Lauisgillerin en büyük korkusu cezalandırılma korkusu da değil. Çocuklarını savunan anne-babaları gördüklerinde içine düştükleri inançsızlık buhranının; anne-babanın, kardeşin, dostun/arkadaşın kendisine karşı suç işlenmiş olanın hakkını savunanların direncini —yani insanların birbirlerine duydukları sevgiyi ve ihtimamı— sınamak üzere giderek daha şiddetli bir sağırlık ve eziyet sarmalı yaratmaya girişmelerinin daha temel başka bir sebebi var. Eğer kendilerinden sonrakiler, yani kendi dölleri, dahası başka anne ve babalar, onların işledikleri suçları işlemezse, yani suçun devamlılığına hizmet etmezse, eylemleri yani hayatları bütünüyle anlamsızlaşacak. Kendi çocukları ve başkalarının çocukları, onların yaşadıklarından başka ve daha iyi, belki o suçun artık işlenmediği bir hayat yaşarsa, onların hayatları heba olmuş sayılacak. Ellerindeki tek bir hayatı, kendilerine karşı işlenmiş suçun tekrarına ve devamlılığına adamış, ama bunu bile başaramamış olacaklar. Suça ortak edebildikleri herkesten korkacak ve hatta iğrenecekler. Nitekim her tavırlarında bunu okumak mümkün. Ama suça ortak edemediklerinden daha çok korkacak, suçta ortaklığa dirençle karşılaştıkça kendi hayatlarının manasıyla ilgili şüpheleri ve suçun devamlılığına hasrettikleri hırsları artacak.
Antigone ile Dumrul’u birleştiren kavşağın haritada işaretlendiği yer tam burası. Antigone, Laius’un kâbusu. Onun gibi karanlık birinin taşıyıcısı olduğu suçu kendi hikâyesinde tamama erdiren genç kadın. Ölerek değil, akılda kalarak sonlandırıyor o suçu ve bir işaret fişeğine dönüşüyor: Yasayı yorumlamayı güç sahiplerine bırakmayın, sizin kendi aklınız, iradeniz yok mu, diye ünlüyor hikâyesi her anlatıldığında. Dumrul ise geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe aldığı köprü olarak kendisine aktarılan suç mirasını, onun için canından vazgeçmeye hazır “el kızı”nın hayatına konmaktansa, “açları doyurmak, çıplakları giydirmek” için ettiği yeminle kesintiye uğratıyor.
Siyasete tek bir hikâyenin hakim olmaması, birbiriyle dayanışma ve/ya rekabet içinde pek çok hikâyenin varlığı, o hikâyelerin oluşturacağı örüntünün içeriğinde dinleyicilerin/izleyicilerin, yani kıssaların hissedarlarının da pay sahibi olması demek. Bu iyimser ya da umutlu olmak için değilse bile hareketlenmek, köşeye atılmışlık hissini rafa kaldırmak için iyi bir sebep. Bu yeni simaların getirdiği heyecanın küçük bir gölgesi de yok değil. Pek çok açıdan yetersiz olmakla birlikte, şimdikiyle karşılaştırıldığında hayli iyi, yaygın ve çok daha saygın kamusal eğitimin yetiştirdiği son kuşak siyasetçilerle karşı karşıyayız artık. Siyasetin örgütlenme ve finanse edilme süreçleri böyle devam edecekse bundan sonraki siyasetçi kuşağına rengini görece varlıklı ailelerin kolejli çocuklarının vermesi ihtimali çok yüksek. Bu yüzden, CHP’nin yerel seçim başarısıyla tanımaya başladığımız bu yeni siyasetçi kuşağının sırtında çok ağır bir yük var. Zor bir mücadeleden zaferle çıksalar da, siyasetin bireysel kahramanlık hikâyelerinin gösteri alanı değil, müşterek ve kamusal olanın her an yeniden ve yeniden tarif edildiği bir etkinlik olduğunu hatırlatmak gibi bir iş de yüklenmiş vaziyetteler. Kaldı ki zaferle çıktıkları seçimlerde kimlerin yenildiğine, kimlerin elendiğine ve kimlerin yaptıkları açıkça faullü hareketlerle kendilerini siyasetten diskalifiye ettiğine dikkatle bakarlarsa, kahramanlık hikâyelerinin artık tat vermediğini rahatlıkla göreceklerdir.
Tek bir kişinin yalan yanlış ama evrile çevrile defalarca anlatılmış hikâyesinin tüm memleketi rehin aldığı 20-25 yılın sonunda, altı-üstü tarumar edilmiş bir ülkenin manasını yitirmiş şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde; satışa çıkarıldığı için hükmüne halel gelmiş yurttaşlık statülerimizle ve yeni nesilleri ecdatlarına on yıllarca sövdürecek kadar borçla baş başayız. Şimdi, şu anda hepimizi rehin alan o hikâyede bir yırtılma, hatta parçalanma hasıl oldu ve nihayet başka hikâyeler ve ihtimaller belirdi. Yeni de olsa tek bir hikâyenin içine sıkıştırılamayacak, sığıştırılamayacak kadar doluyuz. Heyecanlanıyorsak da, endişeleniyorsak da, korkuyorsak da, inanıyorsak da, şüphecilikte yarışıyorsak da yeri var.