Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Mezarlıklara mı, çocukların gözlerine mi bakalım: Medeniyet nasıl ölçülür?

“Bir toplumun medeniyet düzeyi mezarlıklarından anlaşılır”mış. Çocukluğumda gittiğim köylerden birinin mezarlığına hayran olmuştum da öğretmenim söylemişti böyle. Bir tepenin yamacındaydı köy, mezarlık da yanı başında, serviler, söğütler, kavaklar, birkaç mezarın başındaki gül ağaçları, kuş sesleri. Biraz da etrafındaki tarlaların göz dolduran boşluğu yüzünden herhalde, o an mezarlık en hayat dolu yer gibi görünmüştü gözüme. Sonradan çok kereler duydum öğretmenimden öğrendiğim aforizmayı, her seferinde de başka birine atfediliyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın olduğunu söyleyen de var André Malraux’nun olduğunu öne süren de. Ama hiçbir yerde kendi gözümle okumadım, o yüzden tam olarak kime ait olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey, çok yanlış olduğu…

Bir zaman önce Henry A. Giroux’nun Disposable Youth: Racialized Memories, and the Culture of Cruelty (Kullanılıp Atılabilir Gençlik: Irksallaştırılmış Anılar ve Zulüm Kültürü, daha iyi çevrilebilir aslında, Routledge, 2012) kitabının önsözünde bir epigraf okumuştum. Kenyalı yazar ve akademisyen Ngugi Wa Thiong’o’nun bir kitabından alınmış, kısa ama güçlü bir paragraf:

“Her toplumun geleceği çocuklarıdır. Eğer bir toplumun geleceği hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız çocuklarının gözlerine bakın. Eğer bir toplumun geleceğini sakatlamak istiyorsanız, çocukları sakatlamanız yeter. Bu nedenle, çocuklarımızın hayatta kalması için verdiğimiz mücadele, geleceğimiz için verdiğimiz mücadeledir. Toplumumuzun gelişmişliği, bu hayatta kalma mücadelesinin niceliği ve niteliği ile ölçülür.” Bu paragraf Thiong’o’nun “Moving the Center – The Struggle for Cultural Freedoms” (Merkezi Hareket Ettirmek —aslında yerinden etmek daha güzel olur— Kültürel Özgürlükler için Mücadele, East African Educational Publishers, 1993) kitabının sekizinci bölümünden. O bölüm de entelektüeller ne işe yarar gibi bir soruya cevap aramak üzere yazılmış.

Paragraf şöyle devam ediyor: “Çocukları köleleştirirseniz ebeveynleri de köleleştirirsiniz. Ebeveynleri köleleştirirseniz çocukları da köleleştirirsiniz. Dolayısıyla çocukları köleleştirirseniz, tüm toplumun hayatta kalmasını ve gelişmesini —bugününü ve geleceğini— köleleştirmiş olursunuz. Hayatta kalma ve gelişme bir bütündür. Hayatta kalmak her türlü kalkınmanın ön koşuludur.”

Çok kafama yattı Thiong’o’nun söyledikleri… Bizi öldüren şeyler, bizi kalkındıramaz… Çocuklarımızın canına kastedenler (bu kasıt çok çeşitli şekillerde tezahür edebilir) yalnız çocuklarımızın değil, topumuzun birden hayatına kastetmiş olurlar. İşte bu yüzden, elde böyle bir ölçü varken, insanların ölmüş gitmişlere gösterdikleri ihtimam ve saygıyla ölçülen medeniyet de kendi derdine yansın bir zahmet. Yani bir kez daha lanet olsun atom fiziğine sayın hocam!

Devam edelim, Thiong’o’nun kaldığı yerden akıl yürütelim biraz: Medeniyet düzeyini değilse bile bir toplumun, topluluğun kendini gelecekte de var olmaya değer görüp görmediğini çocuklarına, gençlerine ve kadınlarına nasıl muamele ettiğinden anlayabiliriz belki?

Nasıl yetiştiriyorlar çocuklarını? Çocuklarının sağlığı ve huzuru için nelerden vazgeçmeye hazırlar? Gençlerine doğruyu yanlışı kendi akıllarıyla, vicdanlarıyla tarif edebilecekleri zamanı ve zemini verecek özgüvene sahip mi o toplum? Öyle ya, kendi değerlerine, iyiyi-kötüyü tarif etme kabiliyetine güvenen bir toplum çocuklarını, gençlerini ağır bir gözetleme ve disiplin cenderesine sokmaya da ihtiyaç duymaz değil mi?

Hem nerelerde barınıyor o çocuklar? Anaları-babaları değil yalnızca, o toplumun/topluluğun tümü, çocukların geleceği için şimdi, şu anda sahip oldukları hangi rahatlıklardan mahrum olmaya hazırlar?

Daha bile önemlisi var: O toplum, o topluluk çocuklar, gençler “büyük”lere, “ya hu bunu nasıl böyle yaparsın, hiç yakışıyor mu ‘bize’” diyerekten delikanlıca ayar vermeye giriştiğinde ne yapıyor? “Dur bir kendime çekidüzen vereyim, madara oldum yeni yetmelere, amma çıkmışım yoldan” diye hayıflanarak oturuşuna-kalkışına çeki-düzen vermeye razı mı oluyor? Yoksa, “Hööööööööst, sıranı bekle, şimdi sıra bende, bugünleri çok uzun zaman bekledim, bana boyun eğeceksin, vakti geldiğinde sen de benim gibi boyun eğdireceksin” diyerekten celalleniyor mu?

Dalga mı geçiyorum ya hu? Var mı böyle toplumlar, hiç oldular mı ki? E yani boşuna icat etmediler ki mezarlıklara bakılarak düzeyi ölçülen türden bir medeniyet anlayışını… Aksine daha çok gözetliyor, daha çok denetliyor çocuklarını gençlerini toplumlar, topluluklar artık. Bunu yapabilecekleri teknolojilere yatırdıkları parayı, çocukların eğitimine-sağlığına, barınmasına harcamıyorlar mesela.

Daha çok çocuk eğitim alıyor, doğru. Ama eğitim çok kısa bir süre, bazı ülkelerde olduğu gibi eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir atlama tahtası değil artık. Aksine, bizimki gibi ‘devlet aklı’ tüccarâne işleyen ülkelerde idareciler eğitimi de her kamusal iş gibi yatırımcı ‘düşürüp’ komisyon alabilecekleri bir sektör olarak gördüklerinden durum çok değişti. Orta sınıflar da işin başında nasılsa çocuklarını özel okullara gönderebildikleri için şikâyetçi olmamayı tercih etmişlerdi. Ama nihayet onların da geleceklerini tehdit eden, çünkü eşitsizlikleri derinleştiren ve kalıcılaştıran, nasıl diyorlar, —hah buldum— sürdürülebilir kılan bir yapı ve içerik arzediyor artık eğitim. Yoksul kalabalıklar çocuklarını eli iş tutacak yaşa gelene kadar besleyebilmenin derdinde oldukları, eğitimi de aileye gelecekte sınıf atlatacak bir kazanım olarak görmedikleri için bu işe karışmıyorlar bile artık. Eski orta sınıflar yaşlandı, belleri kırıldı. Genç beyaz yakalı prekaryalar can derdinde. En aklı başında olanı hiç çocuk yapmıyor, bir kere çocuk yapmış bulunanlar onları büyütecek başka ülkeler bulma derdinde.

Hal böyleyken medeniyetin düzeyini mezarlıkların bakımlılığıyla ölçenler için de çeşitli göstergelerimiz var. Dokuz işçi haftalardır Kanadalı bir şirket toprağı, suyu zehirleyerek altın çıkarsın diye biriktirilmiş kimyasal bir yığının altında. En güncel, hakkında en çok konuşmamız gereken mezarlık o altın madeni şimdi. Verdiği zararı tam olarak bilmiyoruz da üstelik. Sahi devlet yetkililerinin dahli bulunan hangi ölümlü, zararlı işin aslını astarını tam olarak öğrenebiliyoruz ki?… Günlerce hiçbir şey yapılmadı o dokuz işçinin bedenlerini tonlarca ağırlıkta çamurun altından çıkarmak için.

Ulu erenlerin, namlı paşaların, kardeş ya da evlat katlinden kurtularak Allah’ın seçilmiş bir kulu olduğunu ispatlayıp tahta oturan sultanların mezarlarının üzerindeki tozu, çamuru, kireci, yosunu düşünmeye sıra gelmeyecek kadar çok açık mezar, kayıp insan var. Postayla kemik gönderen bir devlet var ya hu! Kafka’nın aklına düşse, ‘delirdim herhalde, bu kadarı da fazla, kimse inanmaz’ der, geri gönderirdi düşünceyi geldiği yere. Ama oldu…

Çoktan emekli olması gereken yaşta inşaat işçisi olarak çalışırken ölen insanların haberleri sıklaşmaya başladı sanki son zamanlarda. Bir de çalışırken ölen çocuklar var… Bazıları aslında lise öğrencisi, devletin uyguladığı programlar çerçevesinde işyerlerine yerleştiriliyor ve başlarına gelen “kaza”larda ölüyorlar. Kıyıda köşede bir haberde ya da twitter’da hüzünle bakan gözleriyle karşılaşıyoruz, sonra geçiyor. Adları da yüzleri de hiç aklımızda kalmıyor.

Başka bir lafı daha tersine çevirip asıl derdime geleyim… Dirilerine saygısı olmayan bir toplum ölülerine saygı duysa ne yazar? Ucuzculuk, komisyonculuk, hep-banacılık, sorumsuzluk, kibir ve müşterek cehalet* kaynaklarından beslenen bir siyasi dile aşinalığı sayesinde nasılsa korunup kollanacağını bilenlerin örgütlediği bir zinzirleme ve kasıtlı ihmal yüzünden gerçekleşmiş “kaza”larda ölen çocukları için adalet arayan ana-babalardan kaçan mahkeme reislerinin yaşadığı yerde ölüye saygı beklemek azıcık ”şey” değil mi? Deprem bölgesinde usulüne göre bina yapmadıkları için binlerce insanın ölümüne sebep olanların, onlara izin verenlerin, denetlemekle mükellef olanların işlerini eskiden olduğu gibi yapmaya devam ettikleri bir ülkede hangi ölüye saygı?…

Her ay onlarca kadının genellikle en yakınları tarafından, kendilerini en güvende hissetmeleri gereken yerlerde öldürüldüğü bir ülkenin kendi geleceğinden, neslinden umudu kestiğine, aslına bakılırsa kendini yaşamaya değer de görmediğine hükmedebiliriz. Hayata saygısı olmayanın ölüme de saygısı olamaz, çünkü ölüm hayata saygı duyulsun, hayatın kıymeti bilinsin diye var. Öyle değil tabii… Ama böyle deyince öyle çok acayip, büyük, kocaman bir yanlış yapmış da olmuyorum sanırım.

Bunları böyle alt alta yazdım ki toplama, çıkarma yapabilelim. Toplamayı çıkarmayı hakkıyla öğrenirsek çarpmaya ve bölmeye de sıra gelir belki. Bir de rehber önerim var: Antigone…

Sloven filozof Alenka Zupančič, toplumsal dokuda, hukukun sembolik yapılanmasında ya da bundan da geniş olmak üzere müşterek hayatın ahlakî ve etik vechelerine dair sarsıntılar ve krizler söz konusu olduğunda Antigone’nin de yeniden yazılmaya ve okunmaya başladığını söylüyor (Let them Rot: Antigone’s Parallax [Bırak çürüsünler: Antigone’nin Parallax’ı], Fordham University Press, 2023) kitabında. “Batı için söylüyordur onu, bize ne” diyenler olacaktır illa ki. İşlerine baksınlar. Antigone hem hemşehrimiz sayılır, hem hemşiremizdir. Hikâyesinin de, hikâyesindeki kıssanın da hayatımızda gayet açık ve yine gayet hacimli bir yeri vardır. Birkaç hafta şu yukarda yaptığım toplama-çıkarma işlemlerini çeşitli Antigone okumalarından yola çıkarak sadeleştirmeye ya da karmaşıklaştırmaya çalışacağım. Her hafta o konudan bu konuya atlamaktansa bir izleğim olsun dedim. Başından itibaren “bunları biliyoruz zaten, nereye gidiyor bu yazı böyle” diye okuduğunuz atmosferi biraz da gözümü karartarak başlayacağım o serinin girişi sayın.

*Cehaleti bilmemek değil, sorumluluğunu üstlenmemek için öğrenmemeyi seçmek diye anlıyorum. Böyle tanımlandığında cehaleti, bilgiye erişimi olmadığı için öğrenemeyenlerden ayırmış oluruz. Sorumluluktan kaçmak için bilmemeyi seçenin sorumluluğu düşmez, aksine bilmeme iradesinin kuvvetince artar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.