Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Hüzün’le Sızı arasında: Kuvvetli Bir Alkış

Geçen hafta kaldığım yerden devam edeceğim. Bir toplumun geleceği nasıl çalınır diye sormuş, Fransız sosyolog-düşünür Pierre Bourdieu’nun sosyal yaşlanma dediği şeyden, biraz eğip bükerek bahsetmiştim. Tek tek her birimizin değil de, yaş almış-almamış fark etmeksizin topumuzun birden yaşlanması; ortaklığımızın, birlikteliğimizin, müşterek hikâyemizin esneyecek, dönüşecek, kendini yenileyecek bir kaynağı, gücü, feri kalmamasıydı derdim. Başımıza böylesi bir halin hızla geldiğini, dolayısıyla pek de öyle kendi doğallığında gerçekleşen bir ihtiyarlama süreci içinde olmadığımızı da iddia etmiştim. Ne de olsa Türkiye, daha düne kadar nüfusunun gençliğiyle övünen bir ülkeydi. Bu gayritabii yaşlanma sürecinin, yeni kurulan ailelere kürsülerden üçer çocuk sipariş edilen, doğum kontrol yöntemlerini zengin hanelerin birer imtiyazına dönüştüren, yeni nesillerin neye inanıp nasıl yaşayacağı konusunda Zihni Sinir mühendislik projeleri icat eden ve bitmek bilmez uzunlukta bir iktidar döneminde tecrübe edilmesine ne demeliydi peki? Tam da bu dönemde memleketin ufkunun bırakın çocuk doğurmayı, mümkünatı bulunursa tez elden çekip gitmeyi istetecek denli kararması tarihin ve hatta ”varsa da yoksa da” Allah’ın pek de gülünesi olmayan bir şakası olmasındı sakın…

Bu nasıl olur peki, kim bir toplumdan onu bu denli hızla ve acımasızca yaşlandıracak kadar nefret eder ki? Kim sorusunun cevabı konusunda üç aşağı beş yukarı hepimizin bir fikri var. Nasıl olduğu kısmına ise şahit değil maruz kaldık yine hep birlikte. O kadar da zor olmadı, hepi topu 45 senede oldu bitti her şey. Yaşlanmanın başlangıcı olarak 12 Eylül 1980 Darbesi’ni almama itiraz eden olur mu ki? Kabul, sosyal yaşlanma sürecini 12 Mart 1971’den başlatmak daha iyi bir fikir. Herkes için en iyi olanı arzulamanın, bu arzuyu örgütlemenin, gerçekleşsin diye mücadele etmenin “cıs”, “kaka”, “pis” ve nihayet idamlık “suç” olarak yaftalandığı iki aşama… Zinde güçlerin, akan nehirleri kurutup geleceği kendi yaptıkları derme-çatma köprülere talim ettirmek üzere tertip ettikleri iki kanlı kalkışma. Biraz geriden bakınca son 20 yıl boyunca gördüklerimizin, yaşanmış iki büyük siyasi sarsıntıyla taşıyıcı kolonları kırılmış bir ülke enkazının yağmalanmasından ibaret olduğunu da söyleyebiliriz. O enkazdan topladıklarıyla kendilerine kâşâneler inşa edenler de gençleşmediler bu arada… Şimdileri hepimizinkinden daha hacimli olabilir ama yüzlerini dönebilecekleri bir gelecekten onlar da geriye kalanlar kadar mahrum.

Bir ülkenin gençliği nasıl çalınır sorusunun cevabı dile kolaydı: Gidilecek yerleri, olunacak şeyleri, kurulacak düşleri işgal edersiniz olur biter. Ne var ki, o yerleri, şeyleri, düşleri ele geçirseniz de sonuçta bir işgalci olduğunuz için içlerine yerleşemezsiniz. İşgalin en büyük ve yaman çelişkisi de budur. O yere, düşe, olunacak işe yerleşmek üzere gösterdiğiniz her türlü gayret, eğretiliğinizi, o yerin, düşün, işin yabancısı olduğunuzu vurgulamaktan başka işe yaramaz. Bir karartıya, gölgeye dönüşürsünüz. Karartınızı, gölgenizi saklamak için işgal ettiğiniz alanı genişletmeye kalkarsanız hacminiz büyür. Yalnız mekânı değil, zamanı da daraltmaya başlarsınız. İşgalcinin hacmi genişledikçe şimdiki zaman da genleşir. Geçmiş parodileşerek, gelecek manasızlaşarak acılaşmaya koyulur. Geçmiş parodileşir, çünkü ne kadar görklü olursa olsun bir işgalle kesintiye uğrayacak kadar çelimsizleşmiştir artık. Gelecek manasızlaşır, çünkü işgal zihinlerin kendisinden başka hiçbir şeyle meşgul olmasına izin vermez.

Bu koşullar altında herkes sonsuz ve biçimsiz bir şimdide sıkışır kalır. Nasılsa bir geleceği olmadığını hisseden ve bu hisle panikleyen insanlar birbirlerinin şimdisine göz koymaya başlar. Kimsenin birbirine güveni kalmaz. Gidilecek bir yer yoksa, yolculuk da bitmiştir. Ne ağızda tadın, ne yürekte öfkenin bir manası kalır.

Olmayan güce eleştiri

Kuvvetli Bir Alkış’a sosyal yaşlanmayı bir doğal süreç değil de siyasi bir tercih, hatta bir mühendislik projesi olarak kavramaya çalıştığım bir zamanda yakalandım. Denk geldi yani. Öyle olunca da izlerken sarsıldım doğrusu. Bu yazıyı yazmak üzere masanın başına geçmeden evvel tekrar seyrettim. Daha az etkilenirim diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Aksine… Bir yandan da kafamın içinde Kızılcık Şerbeti dolayısıyla açılmış, adı da artık değişmiş bulunan WhatsApp grubunda tanıştığım Ali Murat Ergül’ün yazısıyla tartışıyordum ikinci izleyişte. Ali Murat, Berkun Oya’nın, daha önce Bir Başkadır’da yaptığı gibi eleştiri oklarını büyük oranda seküler çevrelere ve hatta onların da entelektüel taifesine çevirdiğine dikkat çekiyor. Bu eleştiri son derece haklı. Şunu da eklemek isterim. Bu “aşırı yükleniş,” bu çevreleri hem gerçekte olduğundan güçlü hem de yine gerçekte olduğundan sorumlu bir aktör olarak görme sonucunu doğuruyor.

Oysa sözünü ettiğim iki siyasi depremden sonra bu çevreler, siyasi olarak kendi içlerine kapalı devreler halinde yaşayıp gittiler. Akıl-fikir piyasasını büyük oranda ellerinde tutsalar da, başka piyasalarla temasları en iyi ihtimalle merkez-sağ, bazen de AKP’nin ilk yıllarında olduğu gibi, dümdüz İslamcı/dindar “broker”ların kendi çıkarları nispetinde ihtiyaç duydukları kadardı.

Düşünün, seküler akıl-fikir piyasasının kahir ekseriyetle yaşadığı iki büyük şehir, yani Ankara ve İstanbul tam 25 yıl boyunca önce RP’nin, sonra AKP’nin elindeydi. CHP’nin bunca tahammülfersa bir partiye dönüşmesi bir günde olmadı. Bu iki büyük şehri kaybettikten sonra CHP de o piyasayla ilişkilenecek bir kanal bulamadı ve uzunca bir süre İzmir’le idare etmek zorunda kaldı. 25 yıl sonra Ankara’da Mansur Yavaş’ı, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nu güçlü birer siyasi aktöre/alternatife dönüştüren de gene seküler akıl-fikir piyasasının aktörleri değil.

Yani İslamcılığın ve dindarlığın bugünkü en hafif tabirle “tuhaf” hallerinin şekillenmesinde ve müşterek geleceğimizin onların tuhaflıklarınca işgal edilmesinde seküler taifenin bir zamanlar sahip olduğu düşünülen gücünün bir etkisi yok. Bunca eleştiriye maruz kalan bu taifenin öyle bir gücü hiçbir zaman olmadı ki. Güçleri olmadığı gibi, İslamcılar ya da dindarlarla direkt bir temasları da yoktu. Bu yüzden onların bugün aldıkları şekilde payları olduğu, yani seküler çevreler şu ya da bu şekilde davrandıkları için İslamcıların/dindarların bugün böyle “tuhaf” oldukları söylenemez. Dahası öyle bir temas bugün de yok, gelecekte de olmayacak.

İslamcıları/dindarları o “tuhaf”lıkları icat etmeye teşvik eden, yarattıkları ödül ve ceza mekanizmalarıyla onları bugünkü şekillerine ve şemaillerine adeta kavuşturan tam da 1971 ve 1980’deki yaşlandırıcı siyasi kalkışmaları yapanlardı. İslamcılar/dindarlar eziyet gördüklerini söyledikleri zaman o müdahaleleri yapanlardan bahsediyorlar. Sürekliliği için gayret gösterdikleri, bir adım öteye geçip bugün artık kendi bedenlerinde cisimleştirdikleri devlet de yine o kalkışmaların mimarlarının kurdukları devlet. İslamcılıkla laiklik arasındaki gerilim devletin paylaşımı hakkındaydı, İslamcılarla sekülerler, özellikle seküler ve sol entelektüeller arasındaki gerilimin sebebi ise büyük oranda moral üstünlük rekabetidir. Çoğu zaman bu iki gerilim hattı fena halde birbirine karıştırıldığı için İslamcılık’ın asıl mimarlarının İslamcı olmayanlar olduğu gibi bir mantık sorunu çıkıyor ortaya. Durum hiç de öyle değil. Neresinden baksanız İslamcılık’ın bugünkü içeriğinin, İslamcı önderlerin devletle, üstelik devletin işi güvenlik olan aktörleriyle merkez sağ siyasetçiler moderatörlüğünde daimi olarak yürüttükleri müzakerenin bir ürünü olduğunu görürsünüz. Memlekette tümgüçlü bir sekülerlik varmış da, kendisinden gayrı her şeyin içini-dışını tasarlarmış ama meğer yanlış tasarlamış gibi alelacayip, mantık yoksunu ezberler İslamcılık’ın, tıpkı tarikatların ve cemaatlerin olduğu gibi daimi olarak devlet için(de) bir yarış ideolojisi olduğunu görmezlikten gelmek, onda bir “sivil”lik arama gafletine düşmekten kaynaklanıyor.

Bir iç kanamanın anatomisi

Diziye dönelim. Berkun Oya, Bir Başkadır’da olduğu gibi ideolojiler ya da yaşam tarzları arasında oluşmuş kamplardan bahsetmiyor Kuvvetli Bir Alkış’ta. Bir karşılaşmanın değil, bir tür iç kanamanın hikâyesini anlatıyor. O iç kanamanın vuku bulduğu beden de hikâyeden ve kahramanlardan anladığımız gibi seküler aile. Artık çekirdek aile bile sayılamayacak halde. Yağmalanmakta olan enkazdan iyice cıbıl kalmayacak kadar bir şeyler kurtarabilmişler, ömürlerini kendi hallerinde o kurtardıklarıyla sürdürebilirler. Yağmanın sonuçlarından direkt etkilenenleri görüyorlar (masa etrafında hoşlanmasalar da birlikte zaman geçirdikleri arkadaşlarına müebbet hapis cezası alan birilerinden bahsediyorlar zira). Ama kendi başlarını sokacak, yani şimdiki zamanlarını sığıştıracak bir mağaraları da var. Her şeyi o mağara içinde ve yakın çevresinde yaşıyorlar. Dünyayı o mağaraya o kadar indirgemiş ve her şeyi o denli detaylı planlanmışlar ki, arzu ettikleri bebeğin odasını hem de yolunu gözledikleri eşyalarla döşerken bebek yapmak için sevişmeleri gerektiğini bile unutmuşlar. Dizinin ilk sahnesi bu, sonraki tüm sahneler bir Metin’de altı çizilen satırlarla üstü çizilen satırlar arasındaki dengesiz anlam boşluklarının bir listesi mahiyetinde.

Sonuçta çiftimizin büyüttüğü çocuk yani Metin de o listenin bir cüzü: Kimi satırlarının altı çizilmiş onun da, ama o kadar kalın bir kalemle çizilmiş ki altı çizilmiş satırın altındaki satır okunmaz hale gelmiş. Matematiğe yatkın olmayan ama kelimelerle arası fazla iyi bir çocuk. Aşkı da kutuplaşmayı da erkenden çözmüş ama oyun oynamayı hiç öğrenememiş gibi duruyor. Çok sevilmiş, çok şımartılmış, annesi bir yerde “şımarık olmazsa ayıplanır kendi çevresinde” diyor hatta. Lakin gene aynı çocuğu, yani Metin’i, gene aynı anne baba, ayaklarını üzerine basacağı zeminin konu olduğu yağmayı durdurmaya, geleceğinin işgaline karşı direnmeye yeltenecek kadar sevmemiş nedense. Siyasi mücadeleyi çocuklarına duydukları sevginin bir ifadesi olarak görmemişler yani. Çocuk yapmak için sevişmeyi unuttukları gibi, büyütmek için bir memleket gerektiğini de unutuvermişler. Sevgiyi onun ilgilerini beslemek ve zaaflarını örtmekten ibaret bir şey zannetmiş annecik.

Kuvvetli Bir Alkış’taki anne ve babayı, yani Zeynep ve Mehmet’i düşünürken kafama Can Kozanoğlu’nın ilk kitaplarının başlıkları üşüştü. O başlıklardan birkaçını sıralayacağım sadece: Mesela şunlar Pop Çağı Ateşi’nden: “DYP, ANAP, SHP ve siyasi merkezde ‘anlam krizi’: Müzik bitti, dans sürüyor,” “Yeni ülkücü kimliği, pop müzik ve ‘çılgınlar gibi’: Camiye, kışlaya, diskoya ve yatağa…,” “‘Bir başka’ sevgi ve hayatın sorusu: En sevdiğin gelecek hangisi?” Şu başlıklar da Cilalı İmaj Devri’nden: “Bi İngilizce bi bilgisayar, biraz korku biraz hayal: Turgut Özal – Future 2001 insansız bankacılık,” “Tele-kart alamayanların kırmızı kartlı sesi: Ahmet Kaya – Kentli yoksulların menzilsiz isyanı ve yoksulluktan beter yoksunluk,” “Evlere ‘yaşanamayan aşk’ servisi yapılır: Sezen Aksu – Popüler sinemanın ölümü ve yıldızların yeni dili,” “Reklamı çok ama piyasada pek bulunmuyor: Birey – Neo-popülizmin simgeleri ve değişim imajı.”

Zeynep ve Mehmet’in kendileriyle ve birbirleriyle tanıştıkları dönemi daha kestirme nasıl anlatırdım bilmiyorum. Zeynep’in ve Mehmet’in içinde oluştukları tarih bundan ibaret. Dünyadaki baş dönmesinin Türkiye’ye yansımalarıydı olanlar. Kronikleşen ekonomik krizleri de ekleyince Zeynep ve Mehmet’in aldıkları eğitim sayesinde yaptıkları işler dolayısıyla kazandıkları ve çocuklarına miras bıraksalar da bir kıymeti kalmayacak üç-beş kuruşları dışında pek bir bağları kalmamıştı dünyayla. Haberdardılar belki dünyanın geri kalanından ama bağ kurmaları mümkün değildi. Dünya artık bağ kurulan bir yer değildi zira. Zeynep ve Mehmet’in kendi anne ve babalarıyla, sonradan anasının içine kaçtığı anlaşılan bebek kaybolduğunda kurdukları diyalogu şöyle bir düşünün. Aslında nesiller arası akışın çoktan sona erdiğini anlıyoruz. Yalnız başka yerlerle değil, başka zamanlarla da bağları yok Zeynep ve Mehmet’in. Tıpkı bir felakete ya da kıyamete hazırlanır gibi, herkes kendini “panik olmama”ya, paniklese de belli etmemeye odaklamış. Derler ya kıyamette evlatlar ebeveynleri tanımazmış diye, hikâyedeki hiçbir kahraman —rolleri ne olursa olsun— birbirleriyle tanış değil. Herkes kendi evreninde yaşıyor diyeceğim ama insanların birbirlerine bu kadar az tanış oldukları bir bağlama evren demek de zor. Sahi “kendi evrenimiz” dediğimiz yer, o tanışlıklar arasında kendi yordamımızca ördüğümüz hikâyelerimizden ibaret değil mi? O hikâyelerin gücü ölçüsünde güçlü değil mi evrenimiz ve biz de gücümüzü hikâyelerimizden almıyor muyuz?

Ayakta mı alkışlasak?

Şimdi de tekrar İslamcıları şu hale getirenin sekülerler olduğu ezberine dönelim. Hal böyle iken, seküler orta sınıf taifeye güçleri olduğu halde memleketin bazı en temel işlerini kötü ya da yanlış yönlendirdikleri ve İslamcılığın/dindarlığın da onların kendi güçlerini bu şekil kullandıkları için bunca güçlendiği eleştirisi bana iki sebeple bayağı tuhaf geliyor. İlki ne seküler orta sınıf taifenin öyle bir gücü ve anlatısı oldu ne de o güç ve anlatıyı geriye kalanları etkileyecek şekilde kullanabileceği bir siyasi angajmanı vardı. Güçsüz kaldıkları ya da örgütlenip bir siyasi güç oluşturamadıkları için eleştirebiliriz kendilerini ama sanırım yapılan bu değil. İkinci acayiplik de şu… Ne yani kardeşim, İslamcı/dindar taifenin kendi aklı ve ahlakı yok mu? Yani, “madem bunlar böyle, biz de şöyle olalım” diyerek mi bu hale geldiler sanıyorsunuz? Cidden bu kadar edilgen mi bu taife ve o taifeyi sevk ve idare eden komuta kademesi? İslamcıların yaptığı her şeyden sekülerleri sorumlu tutanlar onları aklıyorlar mı hakaret mi ediyorlar emin olamıyorum.

Kuvvetli Bir Alkış’ta Berkun Oya’nın gösterdiği çözülme nasıl seküler öykünün ayaklarının altındaki zeminin yağmalanması sürecini idrak etme ve buna karşı müşterek bir direniş geliştirme güçsüzlüğünden kaynaklanıyorsa; o zemini yağmalayanların tuhaflıkları da yine kendi örgütlenme/cemaatle(n)me ve o örgütü/cemaati sürdürme alışkanlıklarının, gayretlerinin, bu konudaki hayat bilgilerinin, dünya görüşlerinin ürünü. Çözülme ne kadar Hüzün’lü ve Sızı’lıysa, yağma da o kadar gösterişli (Mozart’ın Türk Marşı ile işaret etmişti Berkun Oya bu gösterişe sanırım).

Böyle bir manzara içine doğan Metin’cik erkenden ihtiyarlamasın da ne yapsın şimdi? Ahu genç mi peki? Emin miyiz ondan? Olunabilecek her şeyi ya ana-babaları olmuş ya da diğerleri el koymuş. Aradan sıyrılmaya çalışacaklar özel bazı ilgileri, becerileri ya da alelacayip fikirleriyle. Ama panel sahnesinin de gösterdiği üzere, herkes gayet farkında işgalin… Anne işgale değil ama işgalin farkına varmaya direniyor hâlâ.

Vaziyet bu ahvaldeyken, yerimizden kalkıp üstelik bir de ayakta Kuvvetli Bir Alkış’la tebrik etmeliyiz kendimizi. Hızlı yaşadık ama genç ölmüyoruz…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.