Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Antigone’den Dumrul’a: Sizi bir yerden gözüm ısırıyor ama…

Yazı günüydü ya, olmadık işler yaptım. Bir aydır elimde sürünen hırkanın kalan tek kolunu bir kaç saatte ördüm bitirdim. O esnada memleket haberleri izledim. Derken, belli ki çok ilgi gördüğü için, dört yıldır evrilişini rast geldikçe izlediğim Youtuber Diamond Tema ile Bahadır Alkoç adlı mü’min bir genç arasındaki “Tanrı var mı?” münazarasını izletmeye başladı Youtube. Alkoç’un bir sorusuyla açıldı tartışma ve hep aynı soruyla sürdü aslında. Kısaca özetlemek gerekirse, “Ben insanın ve erişebildiğim dünyanın mükemmelliğinden —ki bu mükemmelliğin ölçüsünün de faydalılık olduğunu vurguluyordu sık sık— hareketle, bu evrenin bir tasarımcısı olduğunu öne sürüyorum. Bu fevkalade ve ulaşılamaz mükemmellik benim hipotezimin kanıtıdır. Ama sen tanrının olmadığını ispatlayamıyorsun. O zaman neden tanrının varlığını kabul etmiyorsun” minvalindeki klasik retoriğe dayanıyordu soru(lar). Dimanod Tema, sık sık ateist olmadığını, agnostik olduğunu hatırlatıyordu. O da özetle, “Sen tanrının var olduğuna inanmayı seçiyorsun, bense onun var olduğunu ya da olmadığını bilemeyeceğimizi ve hiçbir zaman öğrenemeyeceğimizi söylüyorum” diye cevap veriyordu. Bu tartışma sonuçsuz olduğu için tanrının sıfatlarını konuşmaya doğru meylediyordu iki münazaracı. Mü’min olan tabii ki çok iddialıydı, öyle de olması gerekir, tanrı en büyük iddialarından biri insan evlatlarının. Agnostik ise, anladığım kadarıyla (o esnada hırkanın koluyla da meşguldüm malum) tanrıyı tarif etmek üzere uydurduğumuz her sıfatın, bulduğumuz her mecazın, onu düşünmeye, tasavvur etmeye çalıştığımız her yöntemin, onunla ilgili ettiğimiz her kelamın sonunda onun “tümgüçlü” ve kendiliğinden olma vasıflarına, aslında mecudiyetine nasıl halel getirdiğini anlatıyordu. Bundan gayrısında söz meclisten dışarı olsun, çünkü aşağıda yazacaklarımın bu münazaranın içeriğiyle ilgisi yok artık.

İlgisi yok, çünkü bunlar benim için fazla ince tartışmalar. Tanrının, hele ki tümgüçlü tek bir tanrının hangi ihtiyacı karşıladığı sorusunun cevabını aramanın daha heyecanlı olduğunu düşünüyorum. Aklım ancak bu kadarına çalışıyor. Daha derin mevzulara gönül yormuştum bir ara, ama o mevzuların “fayda”larına dadananlar yüzünden çabuk soğudum. Yogayı da ancak sırtımı çok ciddi sakatladıktan sonra bir daha o ağrıları çekmeyeyim diye yapmaya başlamıştım. İşe de yaradı şükür. Fakat ne zaman arkasındaki “felsefe”ye maruz kalsam bir müddet ara veriyorum, içimden gelmiyor artık çünkü, “kandırıldığım” hissine kapılıyorum. Sırtım ağrımaya başlayınca dönüyorum tekrar el mahkûm. İnsanla ilgili şeylerin o kadar yüce katmanlara havale edilmesinde bir üç kâğıt seziyorum çünkü. Tamam kardeşim, kabul ettim, gevşetiyor kaslarımı, uzatıyor, biçim veriyor. Bana bu kadarı yeter. Varoluşsal sorunlarımı da yerde yatıp yuvarlanarak çözmeyivereyim. Her neyse…

Hangi ihtiyacı görüyor acaba? Tanrının değil de tanrı inancının gördüğü ihtiyacı diyorum… Belki de sıradan olmadığımız, birinin bizi özene bezene yarattığı, sonra da burada geçirdiğimiz her anı gözleyip bize çeşitli imtihanlar hazırlayacak kadar değer verdiği, koruyup kolladığı, imtiyazlarla donattığı, bütün dünyayı, dünya yetmez, tüm evreni de hizmetimize verdiği hissiyle dolma ihtiyacını karşılıyordur. İhtiyaçların en tehlikelisi. Bu, hayatın kendiliğinden anlamsız olduğu, anlamlı kılmanın bizim sorumluluğumuzda olduğu, ama buna mecbur da olmadığımız, canımız çekerse anlam denilen gayet belirsiz “içeriğe” hiç ihtiyaç duymadan da yaşayabilecek aciz ve gayet sıradan mahlûklar olduğumuz gerçeğinden yüz çevirmenin bir yolu. Bu inanca bu kadar tutunmanın, o imtihanlarda sorulacak soruların cevaplarını önceden alma ihtiyacına benzetmiştim daha evvel. Cevaplar yanlış olabilir, fark etmez, sınav merkezindeki bilgisayar geçerli saysın yeter. Hakikatte böyle bir vaziyet varsa bile bilmemeyi tercih ederim doğrusu. Yani, tanrı beni yaratacak kadar ciddiye aldıysa ve ben de kendimi ciddiye almaya başlarsam, soruların cevapları da önceden elime tutuşturulduysa, hayat cidden anlamsız hale gelebilir çünkü. Sonra o anlamsızlığı ikame edecek güç, kuvvet performansları peşinde koşabilirim. Hafazanallah!

Niye bu denli tehlikeli bu ihtiyaç? Çünkü karşılanamaz. Bu ihtiyacı karşılayacak güçte bir tanrı tahayyül etmekle, kendini tanrı olarak tahayyül etmek birbirine çok benzeyen kapılara götürebilir bir insanı. Çünkü aynı ihtiyacı, aslında yalnız ve kimsesiz olmadığımızı, dünyaya öylece terk edilmediğimizi, ölünce yokluğa karışmayacağımızı, onca çilesini çektiğimiz hayatın belki çocuklarımız ve yakın arkadaşlarımızca takdir edileceği ve sonra artık dünyadaki izimizin çelimsiz birkaç kemikten (bazen o da kalmaz) ibaret olacağı hakikatini unutma ihtiyacı diye de söze dökebiliriz. Bunların hepsi doğru. Yalnız ve kimsesiziz, çünkü etrafımızdaki herkes ölümlü. Dünyaya öylece terk edildik. Adem Dede’nin işlediği günahtan dolayı olduğunu düşününce içimiz rahatlıyor, hiç değilse biz değiliz bu terk edilişin sebebi. Ama işte sonuçta dımdızlak ortadayız. Şu çileli hayatımız evrenin umurunda bile değil. Öldükten sonra ne olacağını bilmiyoruz ama orada burada gördüğümüz mezarlıklar var, arada o mezarlıklar arsalaştırılıp üzerlerine binalar kurulacağı zaman kime ait olduğunu bilmediğimiz kemikler beliriveriyor. Hikâyemizi bilen insanlar giderek azalacak ve derken kimse hatırlamayacak bizi. Ayrıca kediler hepimizden daha akıllı :).

Bildiniz, Antigone ve Dumrul bahsine tam da buradan, kimsesizlik yolundan varacağım. Münazarayı dinlerken de, kazağın kolunu bitirirken de aklımda kurup duruyordum elbette. Yanlarına başkalarını da katacağım. Bazı hikâyelerdeki, bazı kahramanların kimsesizlik meselesiyle nasıl halleştiğine ve o halleşme biçiminin ne türlü siyasi çarelere dönüştüğüne kafa yoracağım. Ama bunu öyle tek bir yazıda yapmak değil niyetim. Tadını çıkara çıkara —lafı uzata uzata da diyebiliriz— yürüyeyim bu yolu istiyorum.

Antigone ile Dumrul’u yan yana görünce, “Dumrul biz, Antigone Batı, bizi dövüp Batı’yı övecek” bu hatun diye gelecek akıllara ilkin, biliyorum. Zira Antigone, modern Batı düşüncesinin kocaman isimlerinin etrafında halâyık gibi döndükleri bir zarif hanımefendi. Dumrul’u ise kuru derenin üzerine yaptığı derme çatma köprünün başında alemi haraca kesme girişiminden tanıyoruz. Antigone kendi hikâyesinde ölürken, Dumrul yine kendi hikâyesinde büyüyor ama ne Antigone’nin öldüğü geliyor aklımıza ne Dumrul’un büyüdüğü. Kimi hikâyesinin neresinde yakaladığımız, onların hikâye döngüsüyle değil, bizim içinde yaşadığımız hikâyelerin bulunduğu evreyle ilgili gibi daha çok. Tıpkı tanrı inancımızın içeriğini bir tanrıya ihtiyaç duyma sebebimizin belirlediği gibi, bu hikâyelerden, aslında genel olarak hikâyelerden, ne anladığımızı da o hikâyeye hangi ihtiyaca cevap versin diye başvurduğumuz belirliyor. Bu yüzden ne Antigone yüce bir şeyler uğrunda olsa bile öldüğü için peşin bir övgüyü, ne Dumrul —an itibariyle köprüden geçmek istemediği için hem dayak yiyip hem 40 akçe haraç ödeyengillerden olsak da— kestirmeden düzülmüş kalaylı bir sövgüyü hak ediyor.

Dahası da var… Antigone neden Batı’ya ait olsun… Yazarı Sophocles (M.Ö.496-406) Atinalı, onun hikâyesi Thebes’te geçiyor. İzmir’in karşı kıyısından bahsediyoruz yani. Eğer teeee Orta Asya’dan pir-ü-pâk genlerle gelip oraları işgal eden bir ecdadın torunları olduğunuzu düşünmüyorsanız emin olun bu coğrafi yakınlık onu bizim mahallenin kızı yapmaya yeter. Ha ama biz Müslüman’ız diyecekseniz, araştırmanızı öneririm (!), Müslümanlar da çokça okumuştur Antik Yunan ve halen de pek farkında olmadan ezber ederler. Ha bu arada Antigone’nin bizdenliği kadar yabancılık payı vardır Dumrul’da da. Kızıl Goncalar’daki Mira’nın Ramazan ayını bilmemesi gibi o da Azrail’i tanımaz mesela. Azrail’le karşı karşıya geldiğinde gidip anasından, babasından can isteyecek kadar “bencil” bir oğlancıktır. Anası, babası da “dünya tatlı, can şirin” diyerekten onu reddedecek kadar yabancıdır bizim “kutsal aile” tasavvurumuza. Ya El Kızı karısına vasiyeti: Ben öldükten sonra git, gönlüne göre bir er bul, çocuklarımı yetim koma… Siz bunu söyleyebilecek bir Türk erkeği tanıyor musunuz? Çağdaş ve de resmi Dumrul anlatılarında hikâyenin en çok sansürlenen kısmı da burasıdır. Bir de El Kızı’nın Dumrul’a cevabında “Tatlu damağ verub soruşduğum, bir yasdukda baş koyub emüşdügüm” demesi. Malûm ecdadımız bölünerek çoğalıyordu. Yoksa nasıl kurulacaktı 16 görklü devlet ve her biri nasıl yıkılacaktı tarihin o ya da bu köşesine?

Hasıl-ı kelam, Antigone ve Deli Dumrul’un hikâyelerine kimsesizliğimizle ne yapabiliriz, dahası başkalarının kimsesizliklerine bakma, onları birbirimize aktarma halimiz bizim (tek tek her birimizin değil), hepimizin ortak temayülleri ve o temayül ortaklığının mahiyeti hakkında ne söyler ve ne türlü siyasi ihtimaller içerir diye soracağım.

Yönetmenliğini Yücel Erten’in yaptığı Deli Dumrul oyunu.

Bu iki hikâyenin bir ortaklığı da iki birbirine taban tabana zıt aile arketipinden bahsediyor olması. Tuhaf bir şekilde Antigone aşırı içiçe geçmiş, neredeyse kamaşmış bir aile örüntüsüne, Deli Dumrul ise anne ile babanın bile aynı çadırda yaşamadıkları alabildiğine dağınık bir dizilime sahip. Antigone, Oedipus’un kızı, o da kazara, farkında olmayarak babasını öldürüp evlendiği anasıyla dört çocuk yapan trajik adam. Hikâyenin en başında ise Oedipus’un babası Laius’a, doğacak evladının ilerde tam da böyle yapacağını söyleyen bir kâhin bulunuyor. Paradoks çok yaman, Laius kâhini dinlemese Oedipus tam da kâhinin söylediklerini yapmayacak, gerek kalmayacak çünkü. Oedipus babasını öldürecek, sonra iki oğlu Eteocles ve Polynices birbirlerini öldürecekler, derken Oedipus’un annesi/karısı Jocasta’nın kardeşi olması münasebetiyle tahta geçen Creon Antigone’yi ölüme mahkûm edecek, bunu protesto eden kendi oğlu Haemon’un ölümüne tanık olacak ve hemen ardından karısı Eurydice’in intiharını duyacak. Geniş bir aile var karşımızda gördüğünüz gibi. Ama her şey içiçe geçmiş durumda. Antigone kendi babasının aynı zamanda kızkardeşi. Öte yandan Creon, ondan bir diğer erkek kardeşinden, kardeşi Eteocles’le giriştiği taht kavgasında ölen Polynices için bir defin ritüeli yapmaktan vazgeçmesini istiyor. Çünkü Polynices ezeli düşman olan Perslilerden bir ordu isteyerek girdi o savaşa. Tina Chanter (Whose Antigone? The Tragic Marginalization of Slavery [Kimin Antigone’si? Köleliğin Trajik Marjinalizasyonu], Suny Press, 2011), Creon’un defin ritüelini yasaklamasının sebebinin tam da bu işbirliği olduğunu, çünkü Atinalıların bilgisine göre Perslilerin ölülerini defnetmek yerine açıkta bırakıp hayvanların tüketimine bıraktıklarını söylüyor. Yani Creon defni yasaklamakla, Polynices’i yabancı ilan ediyor. O halde Antigone’nin definde ısrar etmesinin sebebi Polynices’in Thebes’e ait olduğunu tekrar tescil etmek. Peki bu durumda, Polynices’in bedeninin vahşi hayvanlara terk edilmesini emreden Creon hâlâ Thebes’e mi ait? Antigone Polynices’i mi, Thebes’i mi, yoksa hatta Creon’u mu savunuyor itirazıyla? Denen o ki, Sophocles de tam bunu göstermek için yazmış Antigone’yi. Atinalılara demokrasinin ne kadar iyi, Thebes’de halen süren hanedanlık fikrinin ne kadar kötü ve hatta “barbarca” olduğunu anlatmakmış derdi. Bu konuya sonra gene geleceğiz, çünkü neden yazıldığını anlamadan Antigone’yi tam olarak tanıyamayız.

Öte yandan Deli Dumrul’un ailesi neredeyse modern, hatta ultra-modern bir çekirdek aile gibi. Oğul ve can istemeye gittiği sırayla baba ve anneden ibaret. Baba ve anne aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyerek reddediyorlar oğullarını. Onlardan isteyebileceği her şeyi feda etmeye hazırlar, ama canlarını veremezler, onun için ölemezler yani. Dumrul’un dünya alt üst oluyor tabii, ihtiyar babasının ve anasının ona bir hayat daha bahşetmeyeceklerini, bu dünyada ne kadar yapayalnız ve kimsesiz olduğunu öğrendiğinde. Dumrul Azrail’den izin isteyip karısına giderken aklında ondan can istemek yok. Vedalaşacak yalnızca ve hayatı devam ettirmesini, ondan olan oğullarını babasız bırakmamasını isteyecek. Ama gene başka bir yerde onun çekirdek ailesi de. Bu fena bir fikir değil. Kimse birbiri için ölmeyi kabul etmiyor ama kimse birbirini öldürmüyor da. O mevzu Azrail’e havale edilmiş durumda. Temiz iş doğrusu. Fakat Dumrul’un kendisinin ve El Kızı’nın hayatının 140 yıl uzaması karşılığında, anasının ve babasının canının alınmasına da bir itirazı yok. Nasıl diyorlar, “cool” yani bu konuda! Hikâyenin, en az başlangıçtaki köprü kadar anahtar noktalarından biri, El Kızı’nın istemese de ona hayatını sunması ama onun El Kızı’nın canını kabul etmektense Allah’a bir kez daha, umutsuzlukla olsa da içtenlikle yakarması, ardından evlat olsa da sevilmemiş, kimsesiz, hem yetim hem öksüz olduğunu daha birkaç söz önce öğrenmiş Dumrul’un hayatta kalması için hayatından vazgeçecek biri olduğunu anladığı anda dönüşümü, büyümesini, bir dine/düzene girme, ihtida sürecini tamama erdirmesi. Peki ne var o yakarışta: “Ulu yollar üzerine imaretler yapayım senin için, aç görsem doyurayım senin için, yalıncak görsem donatayım senin için.” Dumrul’un köprüden haraç alarak başladığı, Azrail’e meydan okuduğu, babasından-anasından can dilenip eli boş Azrail’e teslim olduğu bu hikâyeye imaretler, açlar, yalıncaklar hangi kapıdan girdi? Kimdi El Kızı, Dumrul onun canına talip olsaydı 140 yıl yaşar mıydı?

Jonathan Strauss, “Private Lives, Public Deaths – Antigone and the invention of individuality” (Özel hayatlar, kamusal ölümler – Antigone ve birey(liğ)in icadı, Fordham Uni.Press, 2013) kitabında birey kategorisinin icadında, şu an bizim için anlamak çok zor ama, her birimizin kendimiz değil de bir kolektifin bir uzvu olarak yaşadığı bir halden kolektifin üyesi olan (ama uzvu olmayan), kendi başına da birer bütün oluşturduğu tahayyül edilebilen varlıklara dönüşmemizde ölümün rolünü vurguluyor. Fakat gene paradoksal bir biçimde hizmet ediyor ölüm birey(liğ)in icadına. Ölerek kolektifin hayatının dışına çıkartılıyoruz ve nihayet kendi yerimiz oluyor bir nevi, ama önemli olan artık bir bütünün parçası, uzvu değiliz. Polynices iki kez ölerek, aynı kardeş kavgasında bir kez ölen Eteocles’ten bir kat daha uzağa gönderiliyor Creon’un ona uygun gördüğü “hain” damgasıyla. Ölmekle kalmıyor, defin ritüelinden def edilerek, topluluktan da kovuluyor, Perslileştiriliyor bir bakıma. Antigone’nin itiraz ettiği şey bu çifte kovuluş, yani bir ölünün tekrar öldürülmesi. Antigone’yi bir özneye dönüştüren de bu itiraz. Bu itiraz, Dayı Kral Creon’u fiilî olarak değilse bile işlevsel olarak tahtından edecek. Çünkü Koro’nun önünde Antigone Dayısına/Kralına “sen yasayı yanlış okuyorsun” diyecek. Çıplaksın sen, hem de çırılçıplak demekten hiçbir farkı yok bunun. Ama Antigone dahil herkes ölecek ve Dayı/Kral Creon kederle dolsa da hayatına devam edecek. Peki “barbar” Perslilerle işbirliği yaparak “barbarlaşan” hâlâ Polynices mi?

Ne anlamı var bütün bunları konuşmanın. Farkındasınız birkaç haftadır ölülerimize ve bebelerimize ne yaptığımız meselesiyle uğraşıp duruyorum. Yaşadığımız toplumsal/siyasal buhran en çok onlara ne yaptığımızda belli ediyor kendini. 50 bin kişinin öldüğü bir deprem sonrası o şehirlerde siyaset, bu yıkımın rantının nasıl paylaşılacağı üzerinden yürüyor. Utanç duymakla kalmıyor, iğreniyorum, hepimiz gibi. Şu “Eylem Tok” kod adlı hikâyede anne-baba-çocuk rollerinin, her bir detayından sızan dehşetin altından nasıl kalkacağız bilmiyorum. Mahalle arasındaki bir su satıcısı olan Metin Şenay’ın yıllar boyunca kimbilir kaç çocuğu istismar ettiği bir özel odayı, üstelik dükkânında gözlerden saklayabilmesi o çok kalabalık mahallenin aslında bir kimsesizler yurdu olduğuna delil sayılmaz mı? Çocuk istismarcılarının, kadın katillerinin, hırsızların, çetecilerin kolaylıkla “yırttığı”, bütün bunlara itiraz edenlerin hain ilan edildiği bir acayip devir bu içinde yaşadığımız. Belki iyi bildiğimiz hikâyelerin girdilerinde çıktılarında dolaşmak bu halimizin ne anlama geldiğini teşhiste yardımcı olur diye düşündüm. Hikâyelere bu yüzden ihtiyaç duymaz mıyız? Kendimizi içlerinde bir yerlere yerleştirelim de kaybolmayalım diye… Şimdilik Antigone ve Dumrul’un neden kaybolmamak için başvurabileceğimiz hikâyeler olduğunu azıcık çıtlatmış oldum. Sanki Tepegöz ve Boğaçhan da “ben de, ben de, ben de!” diye sesleniyorlar sol kulağıma. Sonu nereye varır bilmiyorum… Hadi hayırlısı!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.