Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Kaybolan yıllar: Bir ülkenin gençliği nasıl çalınır?

Yazı yazmaya çok erken yaşta başladığım ya da birkaç tahtası kırık biri olduğum içindir belki bilmiyorum, zorlandığım, hırpalandığım zamanlarda kafamın içinde bir ses belirir ve o anda olup bitenleri di’li geçmiş zamanda anlatmaya başlar. Sanki başkasının yazdığı bir romanı kafamın içinde sesli okuyormuşum gibi hissederim. Böylece içinden geçtiğim mevzuya biraz mesafelenir ve kendi derdim de dahil olmak üzere her şeyin geçici olduğunu hatırlarım. Eyvah, eyvah! Kimler ne teşhisler koydu Allah bilir şimdi. Aman meraklanmasınlar. O ses hayli zamandır bir “genç kadın”dan bahsetmiyor. Delikanlı çağlarıma kıyasla çok daha az beliriyor aslına bakarsanız. Bunun sebebi yaşadığım şey ne kadar zorlayıcı olursa olsun zamanın di’li geçmişe evrilmesinden eskisi kadar haz etmemem de olabilir.

Yok yok kendi yaşlanmamdan bahsetmeyeceğim… Bahsedeceğim yaşlanmaya, benim yaşlanmamdan daha aşinasınız. Önce bu mevzunun aklıma nasıl düştüğünü hikâye edeyim.

Burada birkaç kez daha bahsettiğim Filistin asıllı Avustralya yurttaşı Ghassan Hage’ın başına kötü bir şeyler geldi Almanya’da. Welt am Sonntag Gazetesi kıymetli hocamızı (tanımıyorum kişisel olarak ama çalışmalarını çok severek takip ediyorum) İsrail’den “nefret” etmekle suçladı ve hemen ardından Max Planck Enstitüsü iş sözleşmesini sonlandırdı. Kurumun gerekçesi, Hage’ın “medeni hakları istismar etmesi”ydi. Tercümesi mi? Hage medeniyetin kendisine tanıdığı fikir ve ifade hürriyetini kötüye kullanmıştı. İçinde riyakâr bir taviz olaraktan “İslamofobi”yi de geçirdikleri bir cümleyle özetlediler pozisyonlarını: “Max Planck Enstitüsü’nde ırkçılık, İslamofobi, antisemitizm, ayrımcılık, nefret ve ajitasyona yer yoktur.”

Ghassan Hage

Ne çok ve kimlerden duyduk bu tondaki cümleleri değil mi? Aslında Max Planck Enstitüsü’nün yaptığı açıklama, bizdeki bazı şahısların “cezaevindeki gazeteciler gazeteciliklerinden dolayı tutuklu değiller” diyerekten çektikleri zikre pek benziyor.

Ghassan Hage’ın cevabına da aşinayız, çünkü benzerlerini hemen her gün mahkemelerde arkadaşlarımızdan dinliyor ya da okuyoruz: “Benim açımdan adil ve entelektüel nitelikteki İsrail eleştirisi, onlar için ‘Almanya kanunlarına göre antisemitizm’ sayılıyor.” Hage vakası uluslararası akademik cemiyette hafif de olsa bir uyanmaya tekabül ettiği, pek çok namlı akademisyen ve bazı kurumlar kendisiyle dayanışma gösterdiği için biraz yakından takip etmeye başladım. Mevzuyu google’larken Hage’ın Pierre Bourdieu’yu anlattığı bir videoya denk geldim.

İtiraf edeyim Bourdieu —pek çok Fransız düşünür, sosyal bilimci gibi— gözümü korkutmuştur hep. Sever sayarım elbette, ama mümkünse etrafından dolaşmayı tercih ederim. Cidden anlayabilmeyi, anladığım kadarında kendimden emin olabilmeyi çok isterdim doğrusu. Neyse elim çarptı linke resmen, seyretmeye başladım videoyu, çekilecek çilem varmış. On yıl olmuş bu video kaydedileli. Başlangıçta Bourdieu’nun karmaşıklığından ciddi şekilde şakalaşarak bahsediyordu Hage. Hoşuma gitti, durdurmadım videoyu, aldım örgümü elime geçtim karşısına…

Pierre Bourdieu

İlk videonun sonuna doğru “sosyal yaşlanma” hadisesinden bahsetmeseydi neşeli bir deneyim olacaktı benim için. Şöyle kısaca değindi geçti aslında, çok da üzerinde durmadı. Ama daha evvel karşılaşsam da bu kavramla —bayağı genç yaşımda karşılaşmıştım tabii— hakkında detaylıca kafa yormak hiç aklıma gelmemişti. Dedim ya Bourdieu’yu anlamak zordur diye… Hage’ın da neşesi söndü anlatırken (23’üncü dakika).

Dedi ki, “sosyal yaşlanma çok önemli bir operasyonel kavram. Özünde yaşam fırsatlarının azalmasıyla ilgilidir. Bourdieu şunu söyler: Eğer gençseniz, önünüzde birçok ilussio (kendinize değer/anlam/sermaye kazandıracağını düşündüğünüz hikâyeler yaşama, işler yapma) fırsatınız vardır. Kendinizi dönüştürme ihtimalleriniz çok ve çeşitlidir. Ancak sosyal yaşlanma ölçüsünde —bu ille de fiziksel yaşlanma demek değildir, elbette ikisi el-ele gidebilir, ama bu mutlaka böyle olacak diye bir kaide de yoktur— esnekliğinizi kaybedersiniz ve kendinizi dönüştürme kapasiteniz daralır. Sosyal yaşlanma ne kadar artarsa, yaşam fırsatları o kadar daralır.”

Çok bildiğimiz bir şey gibi görünüyor değil mi? Öyle de zaten ve benim açımdan vurucu olan da kavramın işaret ettiği halin bu kadar tanıdık olması. Salgın bir hastalık gibi neredeyse, dalga dalga yayılıyor. Var aslında bilinen aşılar ama konumuz onlar değil şimdi. Kolay değil, en yaygın “kendini gerçekleştirme/dönüştürme” planının, “bu memleketten s.ktir olup gitmek” olduğu bir ülke, küçük, mutlu ve açgözlü bir azınlık tarafından inşa edildi gözlerimizin önünde. Yalnız gündelik şiddet hallerinden bahsetmiyorum, o inşa sürecinin kendisi korkunç ve bitmek bilmez bir sembolik şiddet fırtınasıydı. Hâlâ da öyle!

Aklımdan bunlar geçmeye başladı Hage’dan bu kadarını duyar duymaz. Videoları bitirdikten sonra döndüm Bourdieu’nun sosyal yaşlanma kavramından nerede, hangi bağlamda bahsettiğine baktım biraz. Başka yerlerde de geçiyor ama ben daha evvelden de aşina olduğum şu iki kitabında buldum aradığımı.

Kal orada kal, kal, kal!”

İlki Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste (Türkçe’ye Ayrım adıyla Derya Fırat ve Günce Berkkurt tarafından çevrildi ve Nika Yayınevi’nden çıktı. Bende yok, Richard Nice’ın İngilizce çevirisinden hareketle başımın çaresine bakacağım, Harvard University Press, 1984). Toplumsal çevrenin dönüşümlerini incelediği oldukça geniş ve karmaşık bir bölümde kavramın üzerinde fazla durmaksızın ama dönüşümün neden yavaşlayabileceğini ve bunun özneler için ne anlama gelebileceğini tartışıyor. Mesela insanlar hayatlarında bir noktaya ulaştıklarında “hah, tam bana göre, ahan da yerimi buldum” diye düşünebilirler. Bir meslekte karar kılmayı örnek veriyor Bourdieu da.

Ama biliyoruz ki ve Bourdieu da her fırsatta hatırlatıyor ki, o karar kılmalar, vazgeçişler her zaman tam da üzerimize biçilmiş gibi duran pozisyonlara kavuştuğumuz için olmaz. Aksine çoğunlukla, daha öteye gidemeyeceğimiz, kendimizi ya da statükoyu dönüştüremeyeceğimiz hissiyle ve bir tür yorgunlukla “e tamam, bari burada durayım, fena değil, güvenli bir sahaya benziyor” dediğimiz duraklardır. Türk polisiyelerinde sıklıkla gördüğümüz o sahne gelsin gözünüzün önüne: Polis zanlıyı yakalamak üzeredir, silahını doğrultur ve başlar tekralmaya: “Kal orda, kal, kal, kal, kal.”

Böyle olmasa Bourdieu’nun paragrafının devamındaki olumsuz ve kasvetli havaya pek anlam veremezdik: “Sosyal yaşlanma, öznelerin arzularını nesnel koşullara göre ayarlamalarına, içinde bulundukları durumu kabullenmelerine, her ne olabildilerse onunla yetinmelerine yol açan —sosyal olarak da desteklenen ve özendirilen— feragat ve vazgeçişten başka bir şey değildir. Kolektif işbirliğiyle kotarılan bu vazgeçiş, kolektifi oluşturanların ne oldukları ve neye sahip oldukları konusunda kendilerini kandırmaları kadar, oraya gelene kadar terk ettikleri tüm diğer ihtimallerden mahrum kalmayı kabullenişi de içerir.” (s.110)

Zor dedim size değil mi? Şuncacık cümleyi çevirene kadar canım çıktı ve kim bilir kaç hata yaptım. Ama anladığım kadarıyla sosyal yaşlanma, “bizden olsa olsa bu kadar olur” deme hali… Daha fazlasını, daha iyisini, daha saygınını, daha değerlisini, daha anlamlısını, daha etkilisini* istemekten vazgeçme ya da vazgeçirilme vaziyeti… Kendi potansiyelinden, aslında kendini gerçekleştirmekten, kendine olan inançtan ve güvenden vazgeçiş… Korkaklığa teslim olup, kendinin başka versiyonlarını geliştirmek üzere risk almaktan geri duruş. Dahası buna değmeyeceğini, kendinin ya da arzu etse de almak için kılını kıpırdatmaya mecali olmadığı şeyin onca efora aslında değmediğini düşünmeye yatkınlık anlamında aşağılık /kibir kompleksine teslim oluş. Gelebildiği yerin gerisindekileri ve ilerisindekileri aşırı düşmanlaştırma, kriminalleştirme, canavarlaştırma yoluyla kabuğuna çekilme eğilimi.

Nasıl da tanıdık haller… Aklıma mesela bir dünya liderinin, ülke gençlerini dünyanın en ucuz ve en az saygı gören işçileri yapmaya matuf eğitim ve emek politikaları geliyor. Ülke topraklarının, sanki üzerinde yaşayanlara nefes almak çok görülürmüş gibi madencilere, barajcılara, inşaatçılara, termikçilere, başka memleketlerin çöp ticareti yapan şirketlerine parsel parsel okutulması… Tam hasat zamanı sıfırlanan gümrük oranları. Niye? Çünkü çiftçi gün görmesin, biriktirmesin sermaye… Şimdi bir de eğitimden temel bilim ve matematik ünitelerini çıkartacaklar. İstiyorlar ki, aileleri özel okula gönderecek kadar paralı olmayan bütün çocuklar itaatkâr ve sadık birer kapıkulu ya da bir çeteye fedai olmaktan fazlasını hayal edemesin. Ne alakası var değil mi bütün bu alanların birbirleriyle? Diyorum ki, her birini ve sonsuz sayıdaki benzerlerini, nüfusu fiziksel olarak kendi segmentindeki ülkelere oranla genç olan bir ülkeyi yaşlandıran zorbalık çarkının dişlileri olarak görebiliriz. Bu öyle bugünlerde gene çokça konuşulmaya başlayan ve yaş alma yoluyla gerçekleşen yaşlanmaya benzemiyor. Yaşlanmanın bu türlüsü yediden yetmişe herkesin belini büküyor, özsaygısını kemiriyor, sürekli kendinden utanma haliyle hiç kimseden utanmayacak kadar yüzsüzleşme arasında bir yerlerde süründürüyor. Çok mu kurcaladım kavramı? Zorladım sanki biraz sınırlarını değil mi? Belki de öyle yapmışımdır. Ama daha bile ileri gidesim var.

Dumrul’un “Duygusal Eğitim”i

Bourdieu’nun bu kavramdan bahsettiği bir diğer kitap da The Field of Cultural Production (ed.ve çev: Randal Jhonson, Columbia University Press, 1993). “Kültür alanı” içindeki kapışmalardan ve dönüşümlerden bahsediyor Bourdieu bu kitapta. Distinction’a göre daha anlaşılır olmasının sebebi muhtemelen Bourdieu’nun bu alanın gediklilerine duyduğu öfkedir diye düşünüyorum. Belki de benim öfkemdir o. Neyse. İlk okuduğumda da eğlenmiştim. Yazıyı yazmadan önce içinde sosyal yaşlanmayı ararken takılıp takılıp gene eğlendim.

Bu kitapta “sosyal yaşlanma” kavramını daha çok kullanıyor Bourdieu ve bolca örneklendiriyor. Bu sayede ete kemiğe büründürebiliyoruz. “Is the Structure of Sentimental Education an Instance of Social Self-analysis” (Duygusal Eğitim’in Yapısı Toplumsal Öz-Çözümlemenin Bir Örneği midir?) başlıklı bölümde, bu yazının derdi açısından çarpıcı bir şey söylüyor. Flaubert’in Türkçe’ye Duygusal Eğitim adıyla çevrilen (Cemal Süreya çevirisini İletişim yayınlıyor) romanının trajik kahramanı Frédéric’in deneyimini anlamaya çalışıyoruz bu defa. İdealist bir genç olan Frédéric, içine düştüğü kararsızlıklar (sanat mı, ticaret mi?), toplumun ona her fırsatta haddini bildirmesi ve yaşadığı hayal kırıklıkları sonucunda hayatını dönüştürmek yerine kendini “olduğu gibi” (bu da ne demekse) kabullenmeyi öğrenecektir. Bourdieu der ki: “Toplumsal yaşlanma olgusu, buna bağlı olarak azalan toplumsal olanaklar yelpazesiyle birlikte, (Frédéric örneğinde) sanat ve iş dünyası gibi iki uyumsuz evrenin karşılıklı etkileşiminden doğan, birbirini takip eden ve kaçınılmaz krizler dizisinden başka bir şey değildir.” (s.153)

Başlayayım çekiştirmeye kavramı orasından burasından. Her ikisi ya da hepsi birden olayım derken hiçbiri olamamaktan bahsediyor bu defa. Aslında aynı noktadayız gene, ama ters istikametten giderek geliyoruz oraya. Deli Dumrul düştü aklıma gene. Kuru dere üzerine o meşhur köprüsünü kurup şişiniyor ya: “Benden deli, benden güçlü er var mıdır ki, çıka benimle savaşa. Benim erliğim, bahadırlığım, cilasunluğum, yiğitliğim Rum’a, Şam’a gide cavlana.” ”Dünya lideri” olmak istermiş meğer bin yıldır anlatılan hikâyesini evlat olsa da hiç sevilmemesine borçlu olan Deli Dumrul. Ömrü ancak aslında isimsiz bir el kızından gayrı kimsesi olmadığını anladığında uzayacak. Hey gidinin, hem Rum’a (Batı) hem Şam’a (Doğu) hükmedeceğim/ait olacağım, her iki taraftan da itibar göreceğim derken, olduğu yeri yaptığı köprünün iki tarafındaki sömürgenlerin istilasına/istismarına hem de ardına kadar açan devlet akıllı Dumrul’u! Ne bitmez 140 yılmış o öyle, hayatı seni bilen herkese zehrettiğin yetmedi mi?

Sadede döneyim… Kürsülerden çağrılar yaptı bu iktidar gençler evlensin, üçer çocuk doğursunlar diye. Dinletemedi kendini. “Yaşlanıyoruz, gençleşmemiz lazım” diye kadınlara etmediğini bırakmadı. En çok yoksul evlerin kadınlarını köşeye sıkıştıran politikalar geliştirdi. Irgat arıyordu kendine, ona bedenleri lazımdı yalnızca insanların; mümkünse hiç düşünmeyen, talep etmeyen, onun kendisi için kurduklarından başka hayal kurmayan, kullanışlı ve ne kadar ezilseler de sesleri çıkmayan bedenler… Birkaç bin ayrıcalıklı aile dışında herkese yaptığı muamele bundan başkası değil. O yüzden Türkiye ışık hızında yaşlandı. Koca ülke bir anda çöktü sanki. Amansız bir hastalık yüzde kırışıklık, sırtta kambur, eklemlerde güçsüzlük, körlük alametleri ve kaslarda erime olarak tezahür etti (belirtiler leprayı mı andırıyor sanki?). Ha bir de derideki hissizlik var…

Geçen hafta İran ve Türkiye’nin hiçbir konuda anlaşamasalar da egemen elitlerin siyasallaştırdığı ve kurumsallaştırdığı “gençlik korkusu” açısından gayet ortaklaştıklarını, onları birbirine düşman kardeş yapan şeyin de bu korku olduğunu öne sürmüştüm. Kaldığım yerden devam etmiş olayım. Her iki toplumu da şah damarlarının ardına Tanrı kılığında yerleşmiş sömürgecilerini söküp atamayacak kadar kötürümleştiren, yaşlandıran şey de bu korku.

Biter mi peki hikâye, bu kadar mı yani? Olur mu hiç! Ata, dede, baba sözü dinledikçe öldüklerini anlayan çocuklar yaşamakta karar kıldıklarında değişir her şey!

*Bu kategorilerin her birinin Bourdieu’nun tarif ettiği ‘sermaye’ türlerinden birine ya da birkaçına tekabül ettiğini düşünebiliriz: finansal sermaye, sosyal sermaye, kültürel sermaye, sembolik sermaye; bonus olarak siyasal sermayeyi ve kimilerinin bedensel sermaye dedikleri sağlığı da ekleyebiliriz. Böyle düşündüğümüzde sosyal yaşlanma sermaye biriktirmekten ve birikim yoluyla kendini, toplumdaki, dünyadaki yerini dönüştürmekten vazgeçmek anlamına gelir. Kanaatkârlık gibi anlamıyorum bunu, çünkü kanaatkârlık, —Bourdieu evreninde sanki— sermaye biriktirmekten vazgeçmek değil, sadece bazı sermaye türlerinden, diğerleri uğruna vazgeçmeye, mesela finansal sermaye biriktirmek için harcayacağı zamanı kafasına ya da keyfine göre yaşamaya, yani başka yoldan “recognition”/tanınma ve tatmin biriktirmeye işaret ediyor olabilir. Dolayısıyla sosyal yaşlanma, sizde olduğu kadarıyla ve içeriğiyle sermayenizin aslında ilginizi çeken alanlarda başarı sağlamanıza nasılsa yetmeyeceğini, bunun için kendinizi yormaya ve risk almaya gerek olmadığını, aksine elinizde her ne varsa onu korumaya çalışmak, yani güvende olmak için uğraş vermeniz gerektiğini hissetmeye benzer. Bu haliyle de muhafazakârlaşmaktan başka bir şey değildir. Zira muhafazakârlaşmanın değişim istemek ya da istememekle hiçbir alakası yoktur. Muhafazakârlar rahatlıkla değişir ve değiştirirler, yeter ki o değişim onları/çıkarlarını koruyan bir minvalde gerçekleşsin, mümkünse aynı değişimden onlardan başka hiç kimse faydalanmasın ya da güç kazanmasın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.