Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (127): AKP’nin 21. yılı | Erdoğan ile Esad’ın barışması mümkün mü? | Muhalefet liderleri sahada

Kemal Can ve Ruşen Çakır Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde, AKP’nin 21. yılını ve muhalefet liderlerinin sahadaki performansının değerlendirdi, “Erdoğan ile Esad’ın barışması mümkün mü?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, hoşgeldin.

Kemal Can: Hoşbulduk.

Ruşen Çakır: Aslında birçok konu var. İlk olarak, en gündemde olan konu sanırım Ankara-Şam arasında ne olduğu. Mevlüt Çavuşoğlu, “Muhâlefeti rejimle anlaştırmamız lâzım” diye bir açıklama yaptı biliyorsun. Sanki Türkiye tarafsız hakemmiş gibi… Neyse… Bu açıklama belli ki birtakım tepkilere yol açtı. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tanju Bilgiç, “Rejimin ayak sürümesi nedeniyle süreç ilerleyemiyor” diye ikinci bir açıklama yaptı. Erdoğan, bugün cuma namazı çıkışı hiç bu topa girmedi. 

Ben biraz önce Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile bir yayın yaptım. Davutoğlu, Suriye konusuna çok hâkim ve olayın doğrudan aktörlerinden. Davutoğlu, ortada bir proje olmadığını, yani Suriye’den gelen bir adım, bir vaat olmadan, büyük bir ihtimalle Putin’in bastırması sonucunda iktidârın böyle bir adım attığını, ama Suriye’de ortada bir millî mutâbakat, geçici hükûmet gibi şeyler olmadan bir anlaşma olmasının çok ters sonuçlara yol açabileceğini söyledi. Türkiye’den mültecilerin Suriye’ye dönmesi bir yana, Suriye’den, özellikle Türkiye’nin kontrolündeki yerlerden ve İdlib’den çok sayıda insanın Türkiye’ye akın etmesine yol açabileceğini söylüyor. Ne dersin? Erdoğan herhalde bunu sâdece Putin istedi diye yapmıyor. Tam ne yaptığını da bilmiyoruz. Ama kamuoyunu bir şeye hazırlıyorlar sanki. 

Çavuşoğlu “Bağlantısızlar Zirvesi’nde birçok kişiyle olduğu gibi Suriye Dışişleri Bakanı’yla da ayaküstü görüştüm” demiş. Normalde görüşmek istemezsen görüşmezsin, selâm vermezsin, geçersin. İstihbârat birimlerinin karşılıklı temasta olduğunu zâten söylüyorlardı. Ama bunu, “Biz o işi istihbâratçılara verdik. Biz siyâseten bir şey yapmayız” diye söylüyorlardı. Ama şimdi, belli ki Ankara bir şey yapıyor. Bir iddiaya göre, bir Körfez ülkesi ve Afrika’daki bir İslâm ülkesi arabuluculuk yapıyormuş. Çavuşoğlu, Putin’in kendisinin ve Rus yetkililerin arabuluculuk teklif ettiğini söyledi. Bir hareketlilik var. Tabii her ne yapılırsa yapılsın, bu olayın Türkiye’de yapılacak olan seçime de bir etkisi olacak muhakkak. Ya da Erdoğan bir adım atacaksa herhalde bunu da hesâba katacaktır, değil mi?

Kemal Can: Evet, ama şöyle bir tarafı var: Dış politika meselelerinde, eskiden olduğu gibi çerçevesi ve hattı belirlenmiş çok yerleşik birtakım dış politika öncelikleri ve onlarla ilgili, onları yöneten daha profesyonel bir kadro söz konusu olmadığı için, büyük bir ihtimalle söylenenlerin hepsi gerçek de olabilir, hiçbiri gerçek olmayabilir de. Çünkü bir süredir dış politika, senin söylediğin gibi veya Davutoğlu’nun eleştirdiği gibi, bir proje, bir program, bir yol olduğu için görüşmelerle değil, çeşitli görüşmelerden çıkabilecek imkân ve fırsatları o anda maksimum değerlendirme üzerine gidiyor. O yüzden, Putin’le görüşmenin ve Putin’den alınanların, Putin’le mutâbık kalınanların bir uzantısı olarak bunun gerçekleşiyor olması da olası. Ama zâten Türkiye ve Erdoğan hükûmetinin ihtiyaç duyduğu için böyle bir adım atmaya niyet ettiği de doğru olabilir.

Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık bir yıl kadar önceydi, yine “Haftaya Bakış”ta konuştuğumuzu sanıyorum, hangi vesîleyle konuştuğumuzu hatırlamıyorum — büyük ihtimalle geçen yıl patlayan mülteci gerilimiyle ilgilidir. O zaman şöyle bir şey dediğimi ve senin de onayladığını hatırlıyorum: “Mülteci meselesi, iktidârın en yumuşak karnı gibi görülüyor; ama bunu kendisi için bir avantaj kartına da çevirebilecek bir hamle yaparsa, hiç de şaşırmayalım.”

Ruşen Çakır: Hattâ muhâlefet bu mülteci meselesini çok fazla öne çıkartarak aslında Erdoğan’a bir imkân da sunuyor olabilir.

Kemal Can: En azından, “Mülteci işi bu iktidârı götürecek” yorumları çok güçlü biçimde yapılıyordu. Bir süredir, Amerika’yla yapılan temaslar, NATO üzerinden yapılan pazarlıklar, üçlü zirve, peşinden Putin’le görüşme, şimdi bu… Bunların hepsinin içerisinde, mülteci meselesini çözmek değil ama çözmenin anahtarının da kendi elinde olabileceğini, bu konuda birtakım kozları olduğu iddiasını masaya koyan ve bunu da iç politikada kullanmaya niyeti olduğunu düşündüğüm bir tutum içerisinde. 

Büyük ihtimalle kolay bir çözüm değil. Zâten Suriye’de herhangi bir çözümün kolay olması mümkün değil. Çok taraflı ve karmaşık bir sorun. Ama bir anda havayı değiştirip, tıpkı başka yerlerde yaptığı gibi, burada inisiyatifi ele aldığı görüntüsü yaratarak buradan bir vaat üretebilir. Bu konuda ne alınıp ne verildiği belli olmayan çok yönlü temaslar yürütülüyor. Körfez ülkelerine gidildi, gelindi… Bunlar iç politikada o kadar kullanılmadı. Ama fark ediyoruz ki, bu Suriye meselesinde Erdoğan dışındaki aktörlerin de konuşmaya başlaması, Hulusi Akar’ın konuşması, şimdi Çavuşoğlu’nun konuşması, senin söylediğin gibi bir şey hazırlığı. Bu hazırlanan şey, bir şey olacak anlamına gelmez. Ama bir şey olacakmış havasını yaratmaya çalıştıklarını görüyorum. Bunun böyle bir tarafı var. Dolayısıyla “Putin bir şeye itti, o yüzden de bunu yaptılar” sınırında bir yorumdan biraz daha fazlası olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Şöyle bir husus da var, Davutoğlu da onları söyledi: Esad’dan ya da onun üst düzey insanlarından herhangi bir şekilde bir mesaj, yumuşama belirtileri, Ankara’ya veya Erdoğan’a yönelik herhangi bir şey görmedik. Şu hâliyle, Körfez ülkeleriyle olduğu gibi, barışmayı Türkiye istiyor gibi bir hava var. 

Kemal Can: Ama orada da ne oldu? Gitti, Türkiye o hamleyi yaptı, karşılığı da geldi. 

Ruşen Çakır: Orada karşılığında en azından bir para var. Birleşik Arap Emirlikleri şimdi Kalyon Elektrik’in yarısını alıyormuş. Suudi Arabistan şunu yapacak, bilmem ne… Suriye’den ne gelecek? Suriye’den şu gelebilir: Bir anlaşma yaparsın ve gerçekten buradaki yüz binlerce Suriyeli, “Nihâyet durum düzeliyor, biz ülkemize dönelim” der. Öyle bir anlaşmanın olacağına dâir bir işâret yok. Burada yaşayan insanların, “Nihâyet beklediğimiz an geldi” deyip gidecekleri bir anlaşma yapabilse, onun ekmeğini yer. Seçimde de yer, başka yerde de yer. Burada eline neyin geçeceğini açıkçası çok kestiremiyorum. Mülteci meselesinin az da olsa çözülüyormuş havasını yaratabilmenin dışında, Esad’ı dize getirdi diye bir şey yok. Hiç yok, olacağı da yok.

Kemal Can: Zaten ekonomide de öyle bir şey yok ya… Birazcık idâre edebilir olmak, birazcık havayı değiştirebilir olmak şu anda bir sürü şey için yeterli. Zâten seçime kadarki sürede birdenbire Suriye’yle bütün meseleyi çözüp, mülteci meselesini de, bütün gerilimleri de ortadan kaldıracak bir adım atamaz. Sâdece, burada elinde bir imkân olduğunu, bu imkânı kullanabileceğini ve buradan bir şey olabileceği ihtimâlini satabilir hâle gelmeyi amaçlıyor. 

Ruşen Çakır: Bu kadar.

Kemal Can: Tamam, ama ekonomide de ne yapılıyor? Hatırla, ekonomide de bu iş yılbaşında başladı. Nass’la başladı. “Bakın şimdi nasıl düzelecek…” dediler. Yılbaşında dümdüz olacak, her şey düzelecekti. Sonra: “Üç ay daha sabredin”, sonra, “Üç ay daha sabredin”. Şimdi “Tamam, hava döndü. Biz sokaklarda geziyoruz” dediler. Zâten böyle idâre ediliyor. Seçimle ilgili yorumların hepsinde de amaç ne? Biraz kaynak bulup havanın döndüğü, genel sıkıntının biraz yatıştırılabildiği ve sanki biraz daha iyiye doğru gidişe başlayabileceği intibâını yaratmak. 

Ruşen Çakır: Tarım Kredi Kooperatifleri büyükbaş hayvanlarda indirim yapacakmış… 

Kemal Can: Zâten her alanda böyle. NATO’yla büyük pazarlıklar yapıldı, mâlûm bir tâne mutâbakat çıktı — o kadar. Hepsinden azıcık azıcık fayda görüyor. Şapkalardan tavşanlar çıkmıyor, tavşan ayağı çıkıyor. Muslukları açıyor, ancak damlamaya başlıyor. Oradan birikecek, buradan bir şey olacak… İş zâten biraz böyle gidiyor. 

Bu da öyle bir paket olabilir. Bir süre bunu kullanabilirler. Çünkü şu anda dış politikada gerilim politikalarıyla alabileceği çok fazla sonuç yok. Geçen gün “Adını Koyalım”da da söylemiştim. İç gerilim açısından söylediğimi dış gerilim açısından da söyleyeyim: Arada bir yine heyheylenip birilerine çıkış yapabilir; ama şu anda, minik, küçük, çok yüksek olmayan pozitif hikâyelere ihtiyâcı var. Çünkü çok yüksek olduğu zaman gelen, “Bu tam olarak nasıl olacak?” sorularının olmayacağı, “Galiba o kadar da kötü değil, yavaş yavaş düzeltiyor” havasını verebileceği adımlara ihtiyâcı var. 

Ruşen Çakır: Erdoğan’ın cemevi ziyâreti de biraz böyle bir şeydi. 

Kemal Can: Küçük küçük şeyler elde etmek istiyor. Dış politikada da… Şimdi “Biz bölgesel bir gücüz. Bize söylendiği gibi herkes Türkiye’ye sırtını çevirmiş değil. Herkes bizimle görüşüyor, biz herkesle görüşüyoruz. Dolayısıyla çözümün adresi yine biziz” fikrini satmaya çalışıyorlar. Ekonomide sürekli aynı temayı işliyorlar. “Tamam, sıkıntı var, ama çözersek biz çözeriz” diyorlar. Bunun üzerinden gidecekleri için, sâdece gerilim politikasına bindirilmiş bir siyâset ve strateji yeterli değil. Buna, küçük küçük başarı ya da vaat hikâyeleri eklemek zorundalar. Bence bu da onlardan bir tânesi olabilir.

Ruşen Çakır: Biraz muhâlefetten bahsedelim. Biliyorsun geçen gün Edirne’ye, Kemal Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısını izlemeye gittim. Kılıçdaroğlu halkın arasına girdi. Esnafı ziyâret edecekti, ama izdihamdan dolayı edemedi. Edirne zâten CHP’nin çok güçlü olduğu bir yer olarak biliniyor; ama son dönemde bütün bunların hepsi bir ölçüde değişti. Fakat hâlâ çok güçlü, belediye CHP’nin. Açıkçası tahmin ettiğimden daha başarılı buldum. İnsanlar o salonu tıka basa doldurmuştu. Halkın arasına girdiğinde, bence kendisinin de şaşırdığı kadar yoğun bir ilgi oldu. Ama meselâ şu olmadı: CHP’lilerin, milletvekillerinin, bütün yönetimin oraya geleceği biliniyor. Şehir, bir bütün olarak CHP’yi yaşamadı. O olsa görürsün. Bir keresinde Osmaniye’de bir MHP mitingine gitmiştim. Öyle bir duyguya kapılmıştım ki, sanki bütün şehir yürüyor gibiydi. Halbuki MHP’nin oyu AKP’yle yarışıyor, değil mi? Tek başına %80 aldığı bir yer değildi. Ama öyle bir kalabalık ve coşku vardı ki… Tabii o bir mitingdi. Bu öyle değil. Miting yoktu, ama yine de bütün milletvekilleri, grup oradaydı. MYK toplantısı da oldu. Kılıçdaroğlu daha bir hâkim. Murat Sabuncu “solcu” demiş, ama ben daha çok “halkçı, popülist” demeyi tercih ediyorum. Orada çiftçilikle ilgili vaatler çoktu. Kılıçdaroğlu demokrasiden ve düşünce özgürlüğünden de bahsetti; ama ağırlıkla mazotta KDV gibi ekonomik konular konuşuldu. 

Meral Akşener İç Anadolu’da dolaşıyor. Ankara Temsilcimiz Hıdır Göktaş onu Niğde’de izledi ve Akşener’in bayağı başarılı olduğunu söyledi. Akşener küçük bir yere gidiyor, “Beldede ne işi var?” diye sorabilirsin; ama beldede iyi bir iş çıkarmak büyükşehirde zayıf bir iş çıkarmaktan daha etkili olabiliyor. Yine benim daha önce Akşener’in Sakarya ve Tekirdağ gezilerinde izlediğim gibi, Akşener’in, siyâsî konulara pek girmeyen, insanları konuşturan, insanlara dertlerini anlattıran bir tutum içinde olduğunu fark etmiş Hıdır. Bu arada, daha önce muhâbirlerimiz Yalova’da da izledi Akşener’i.  Bazı başörtülü kadınlar, ne alâkası varsa, Akşener’e uyuşturucu üzerinden bir provokasyon yapmaya çalıştılar.

Ali Babacan yarın Yozgat’ta miting yapacak. Davutoğlu kezâ öyle. Yani muhâlefette bayağı bir çalışma var.  Kılıçdaroğlu, CHP liderinden ziyâde muhâlefetin lideri gibi davranıyor ve bâzı yerlerde açık açık Millet İttifakı ya da Altılı Masa’ya da referans veriyor. Meral Akşener de kısmen yapıyor, ama daha çok eleştiriden ziyâde, geleceğe yönelik vaatlerde bulunuyor. Biliyorsun, Kılıçdaroğlu uzun bir süre iktidârı eleştirdi. Şimdi vaatlerde bulunuyor. Kolay ve net vaatler. Meselâ “Çiftçinin traktörünün mazotunun KDV’sini sıfırlayacağız” diyor ya da “Kur korumalı mevduattan bilmem ne yapmayacağız” gibi, çok somut şeyler söylüyor. 

Ama birlikte görünme olayı hâlâ yok. Şu hâliyle Kılıçdaroğlu Edirne’de bu kadar başarılı ya da Meral Akşener Niğde’de iyi bir performans sergiliyor. Berâber sokakta yürüseler acaba ne olur? Henüz o aşamaya gelmedik. O aşamaya gelince, işin boyutunun çok daha yükseleceği kanısındayım. Ama ne zaman geleceği konusunda fikrim yok. Seçim târihi belli olmadan bunu pek yapacak gibi durmuyorlar.

Kemal Can: Evet. Onu zaman zaman konuşuyoruz ve ben hep bu konuda geç kalındığını, muhâlefetin ve bütün Altılı Masa aktörlerinin de seçim stratejisini kendisinden daha geniş kurması gerektiğini, kendisinden ibâret düşünmemesi gerektiğini söylüyorum. Aslında, muhâlefeti Altılı Masa’dan daha geniş târif etmek gerekiyor. Bu, illâ ittifakı genişletmek anlamına gelmiyor. Düşünmeyi genişletmek anlamına geliyor. Ama senin söylediğin gibi, ben bu gidişatta, her partinin giderek kendi siyâsî programına ve seçim çalışmasına yoğunlaşarak ilerlemesinin, cumhurbaşkanlığı ortak adaylığı sürecine nasıl evrileceğini ve onların o aşamada nasıl buluşup birlikte ve aynı aday için kampanya yapar hâle dönüşeceklerini henüz anlayabilmiş değilim. Bunun yolunu çok biliyor olduklarını da sanmıyorum. Onlar bir şey biliyor da biz anlayamamış değiliz. Bence onlar da bu konuda netleşmemiş durumda. Meselâ Kılıçdaroğlu meselesinde, Kılıçdaroğlu’nun ortak adaylık ya da muhâlefetin liderliği havasından biraz daha farklı bir bireysel siyâsî performans hamlesine başladığını, uzunca bir süredir de bunu yürüttüğünü, hattâ bunun da bâzı rahatsızlıklar yarattığını biliyorum. Özellikle Altılı Masa’nın bâzı aktörleri açısından bu rahatsızlık verici. 

Ama meselâ Akşener’de de başka bir tuhaflık var: Başbakan olma iddiasında. Başbakan olma iddiası, asıl olarak icrâ sorumluluğunu talep eden bir siyâsî pozisyonu ifâde eder. O zaman, çok daha siyâsî bir rol. Yani tam tersine, Kılıçdaroğlu’nun vaat ettiklerine benzer şeyleri onun vaat ediyor olması lâzım. Ama senin de söylediğin gibi, Akşener o topa girmiyor. Partisini de, kendisini de siyâset üstü bir yerde tutuyor. Daha doğrusu siyâsetsiz tutuyor. Siyâsete girmeden idâre etme yöntemini yürütmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu parçalar, bir ortak stratejinin işbölümleri ya da farklı vektörleri hâlinde işlemiyor. Her biri ayrı ayrı yöne çeken şeyler.

Ben bunun nasıl bir ortak kampanya hâline dönüşeceğini çok kestiremiyorum. Muhtemelen, seçmenin kafasında bu bir ortak fikre dönüşecek.

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir husus var: Cumhurbaşkanlığı seçimi yanında, milletvekili seçimi de olacak. Partilerin ve milletvekillerinin kendi propagandalarını yapmaları gerekecek. Varsayalım ki Kemal Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı oldu, kampanya yapacak; o kampanyayı tek başına mı yapacak? Yoksa Altılı Masa’daki diğer liderler de kendisiyle beraber mitinglere çıkacak mı? Eğer onlar oraya çıkacaksa, o partilerin milletvekili kampanyalarını kimler, nasıl yürütecek? Yani şöyle söyleyeyim: Bir tarafta İstanbul’da ortak adayın mitingi olacak. Ama aynı zamanda altı parti de, ya da bâzıları da İstanbul’da miting yapmak isteyecek. Ama hangi târihte olursa olsun zaman da çok sınırlı olacak.

Kemal Can: Başka bir planlamaları var mı bilmiyorum, ama galiba şöyle olacak: Aday kimse, bir adayın yürüttüğü bir cumhurbaşkanlığı kampanyası kendi başına yürüyecek. Parti liderleri, eğer liderlerden biri aday olmayacaksa, büyük ihtimalle o kampanyanın içerisinde olmayacaklar. Kötü örnekleri veriyorum, ama meselâ Muharrem İnce hâdisesinde de, Ekmeleddin İhsanoğlu hâdisesinde de öyle olmuştu.

Ruşen Çakır: Ya dur, güldürme bizi…

Kemal Can: Bağımsız, ayrı bir kampanya olacak. Bütün parti liderleri de kendi partilerinin kampanyalarını yürütecek. Bunun bir sorun, bir çatışma yaratma ihtimâli de var. Ama asıl olarak, partilerin refleksleri kaçınılmaz olarak teşkilâtlara, milletvekillerine yoğunlaşacağı için, ağırlıkları kendi partilerinin kampanyasında olacak. Yani parti kadrolarının cumhurbaşkanlığı seçimine katkısı son derece sınırlı olacak. Ama eğer partilerin kampanyaları çok güçlü yürürse ve bu trend, seçime doğru muhâlefet lehine artarak devam edip, “İktidâra geliyoruz” havası –en azından büyük partilerde– seçmene de yansırsa, bu dalga cumhurbaşkanlığı seçimini önünde taşıyan bir şey olarak gidebilir. Yani öyle bir kampanya, liderlerin birlikte resim vermesini gerektirmeyebilir. Ama bu, seçmenin bunu kafasında böyle tamamlayacağı fikrine dayanıyor. Yani seçmene güvenerek bunu düşünüyorlar. Çünkü şöyle bir varsayımdan hareket ediyorlar: Seçmen Altılı Masa’ya onay verdi. Dolayısıyla, muhâlefet seçmeni, çok büyük bir problem olmadığında Altılı Masa’nın çıkartacağı adayın arkasında birleşecek. 

Ama seçim çalışmasındaki siyâsî gerilim ve asıl olarak iktidârın nasıl bir kampanya yapacağı, bu hesâbı birdenbire etkileyebilir. Çarşamba günü “Adını Koyalım”da da konuştuğumuz gibi, iktidârın, gerilim ve diğer enstrümanları, devlet imkânlarıyla birlikte hangi dozda ve hangi yönde kullanacağı henüz netleşmiş değil. Tırmandırarak kullanacağını biliyoruz, ama nereye odaklanarak kullanacağını henüz bilmiyoruz; henüz o karârı vermiş değil. Muhâlefet de, iktidârın kendi stratejisini kurmasına engel olmak için, “Adayı çıkartmıyoruz” diyor. Ama bu zamanlama kimin aleyhine olur o henüz netleşmiş değil bence.

Ruşen Çakır: Demin Muharrem İnce dedin, ortalığı karıştırdı, biliyorsun. Ama biz o konuyu konuşmayı gündemimize almadık. Fakat ilginç bir durum olduğunu da kabul etmek lâzım. Tabii iktidar da bunu epeyce kullanıyor. Özellikle kendilerini muhâlif olarak tanımlayan medyaya karşı kullanıyor. İlginç… 

Kemal Can: Geçenlerde konuştuk, ben de hafta başı “5 Soru 10 Cevap”ta Mehmet Ali Çelebi olayıyla ilgili bir yayın yaptım. Önümüzdeki dönemde, bu tür olayları, transferleri, çeşitli kullanımlara açık çıkışları daha fazla göreceğiz diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Muharrem İnce’nin orada söylediği şeylerde, yani verilen cevâba baktım: Cevap cevap değil. Neyse, çok karıştırmayalım. 

Son olarak, pazar günü AKP’nin 21. kuruluş yıldönümü var. Ben bu konuda bugünden başlayarak, üç ayrı yorum yapacağım. Birincisinde, AKP’den geriye sâdece Erdoğan’ın kaldığını anlatacağım. İkincisinde, AKP döneminde Türkiye’de İslâm ve İslâmî hareketin durumunu; üçüncüsünde de, iktidar giderse AKP’den geriye ne kalacağını anlatacağım. Ben onları anlatacağım için şimdi çok konuşmayayım. Ama çok geniş bir konu olduğu için son soruyu sana sorayım. Şu konuda herhalde anlaşıyoruz: AKP iktidarla o kadar iç içe geçti ki… Aslında AKP, ne kadar parti olarak var, ne kadar Erdoğan’ın âile şirketi…? “İktidar giderse, bundan geriye pek bir şey kalmayabilir” fikri var. Tabii değişik olaylar, varyasyonlar çıkabilir. Seçim sonuçları, cumhurbaşkanı adayının kim olduğu, kimin ne kadar oy aldığı, öte yandan milletvekili seçiminde Cumhur ve Millet ittifaklarının, HDP’nin ne aldığı; AKP’nin başlı başına ne aldığı konularında ayrı ayrı konfigürasyonlar çıkabilir; ama Erdoğan’ın başkan seçilememesi durumunda büyük bir çözülme mi yaşanır? Ne diyorsun?

Kemal Can: Bir kere, bahse konu AKP’nin yıldönümü olduğu için, “AKP, fiilen bundan 21 yıl önce kurulmuş olan bir siyâsî yapı olarak, artık kendi başına bir aktör olarak bir siyâsî varlık mıdır?” sorusunun cevâbı bence “Hayır”. Üstelik şu anda değil, iktidardan düştüğünde değil, zâten bir süredir AKP bir siyâsî odak, bir aktör değil. Hem klasik anlamda parti işleyişi olarak böyle bir fonksiyonu yok, hem siyâsette tuttuğu yer îtibârıyla da böyle bir karşılığı yok. Giderek eridi, daraldı. Ama buna karşılık, bu 21 yılın, özellikle de son 7 yılının biçimlediği, en kabadayısı %25’lere sıkıştığını varsayacağımız biçimlendirilmiş bir taban var. Yani aslında o parti, o tabanı destek olarak arkasında tutuyor; ama onların arasındaki organik ilişki de bozulmuş durumda. Doğrudan liderlikle ve iktidarla ilişki kuran bir %25 var. İktidardan düşmüş bir AKP’nin, zâten siyâsî varlığı tamamlandığı için, mevcut hâliyle devam etmesi bence çok zor. Zâten onun içinden çıkan partilerin bir kısmı da –hattâ İYİ Parti de– onun, hem taban nezdinde hem kadro nezdinde hızla çözüleceği ve kendilerine gelecek parçalarla, yeni bir siyâsî denge oluşacağı fikrinde. 

Ama açıkçası ben, %20-25 blokunda kuvvetli bir çekirdeği olan profilin, partisi dağılsa bile hemen kendisine yeni adres arayacak pragmatik seçmenler olduğu kanaatinde değilim. Bunun biçimlendirdiği bir refleks var. Tıpkı Amerika’da Trump kaybettiğinde Trump’çıların darmadağın olacağı zannının gerçek çıkmaması gibi. Trump tekrar geri gelir, gelmez, ayrı bir şey. Ama Trump olmasa bile onu destekleyen ve onunla biçimlenen profilin kendisini devam ettirme arzusunun olduğunu görüyoruz. 

Özellikle de son 7 yılda AKP-MHP ittifakıyla biçimlenen bir siyâsî tahayyül var. Bunun, mevcut muhâlefet partileri arasında dağılarak yok olacağı kanaatinde değilim. Kendisini yeni bir adres olarak inşâ etmeye çalışacak. Bu, mevcut partilerin birinin içerisine yerleşerek de olabilir. Ama “Her şeyimiz yanlışmış. Taraf değiştiriyoruz” diyerek bu tarafa geçeceklerini düşünmüyorum. Yine otoriter ya da koyu sağ refleksli taban dinamiğinin kendini yeni bir adres olarak var etmeye çalışacağını düşünüyorum. Bunun taşıyıcısının kim olacağını ya da bu tabanı devralmaya aday olanların, şu anda muhâlefet cephesinde olanların fikri olarak buna doğru ne kadar bir adım atacakları süreç içerisinde belli olacak.

Ruşen Çakır: Bu konuyla ilgili pazar günü yayın yapmayı düşünüyorum, ama hızlıca bir iki şey söyleyeyim: Çözülme, yenilginin dozuna ve biçimine bağlı. Ama yenilgi olursa, çözülme ihtimâlinin yüksek olduğu kanısındayım. Burada değişik kategorilerde arayışlar söz konusu olabilir: Bir, AKP’ye gelmiş olan “merkez sağ” diye tanımlayabileceğimiz milliyetçi, muhâfazakâr, ama çok da saldırgan/agresif olmayan, hâlâ AKP’de bir şekilde kalmış olan insanların –eğer İYİ Parti’nin performansı başarılı olursa– İYİ Parti’ye yöneleceğini düşünüyorum. İki, gerçekten AKP’ye bir dâvâ gibi bakan, daha İslâmî bakan kesimlerde belki Gelecek Partisi’ne yöneliş olabilir. 

Geçen gün Edirne’de CHP’den birtakım yöneticilerle yaptığım sohbette şunu gördüm: Pür İslâmcı ideolojiye sâhip olan ve Erdoğan’dan az buçuk rahatsız olan insanların CHP’ye bir ilgisi olduğunu söylüyorlar. Kendi yaşadıkları örnekleri anlattılar. O konuda Kılıçdaroğlu’nun da bayağı bir çabası var. Oraya belki bir kesim gidebilir. Bir de, “Yeniden AKP’nin ilk yılları olur mu?” gibi bir duyguya kapılan, merkez sağ değil de muhâfazakâr demokrat çizgide kalanlar olursa, belki DEVA Partisi’ne gidebilirler. Ama Gelecek ve DEVA’nın bu seçimde göstereceği performans çok önemli. Eğer çok düşük bir oy alırlarsa, oralara kimsenin yöneleceğini sanmıyorum. Bu arada biliyorsun, anketlere göre Yeniden Refah Partisi, Saadet Partisi’nden daha ileride gözüküyor. Oraya bir ilgi olabilir. Öte yandan, Ümit Özdağ ve Zafer Partisi seçime girer ve nasıl sonuç elde eder kestirmek mümkün değil. Ama şu anda baktığımız zaman, yeni kurulmuş tâze bir parti için hiç de fenâ olmayan bir oy oranı da var. Dolayısıyla bir çözülme durumunda, senin demin târif ettiğin otoriter, güvenlik kaygısını temel alan kesimler için orası da bir câzibe merkezi olabilir. 

Aldık başımızı gidiyoruz, ama ben seçim sonrası dönemde, Zafer Partisi ile MHP’nin bir şekilde buluşmasının çok daha yüksek bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Dikkat edersen, Ümit Özdağ, Bahçeli’ye karşı saygılı. En azından saygısızlık etmiyor. Herkesi hedef aldı, arada Erdoğan’ı bile hedef alıyor. “Bile” diyorum, çünkü genelde Süleyman Soylu’yu eleştirerek iktidârı eleştirmiş gibi davranıyor. Ümit Özdağ’ın en son, Kılıçdaroğlu’nun seçmen kayıtlarıyla ilgili açıklaması üzerine yaptığı bir video vardı, gördün mü bilmiyorum.

Kemal Can: Görmedim.

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’na “Yalan söylüyorsun” diyor. “Yalan söylüyorsun” lâfı çok ağır. Ben gazeteci olarak biliyorum, siyâsetçinin yalan söylediği yerlerde bile en fazla “Doğruyu söylemiyor” dersin. Dil önemli. Çıkıp Kılıçdaroğlu’na “Yalan söylüyorsun” diyor. Tepkilerin birçoğu, “Niye muhâlefete böyle saldırıyorsun?” şeklinde. Ama bâzılarının da hoşuna gidiyor. Onun garip bir pozisyonu var, biliyorsun. Öyle bir ihtimâlin çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama eğer seçim sonuçlarıyla berâber, belli bir “sürdürülebilir bir parti” imajı yaratabilirse, Zafer Partisi’ne AKP’den de pekâlâ katılanlar olabilir diye düşünüyorum.

Kemal Can: Tabii mümkün. Ama ben şöyle düşünüyorum: Özellikle kabaca sağ blok oylarda, AKP’nin iktidardan düşmesiyle birlikte, bir çözülme ve fazla parçalı bir yapı olacak. Ama Türkiye’nin çeşitli dönemeçlerinde böyle zamanlar yaşandı. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi gibi Türkiye’nin büyük sağ kitle partilerinin yükseldiği bir sürü örnek var. Buna şimdi AKP’yi de koyabiliriz.

Ruşen Çakır: Doğru Yol Partisi de kısmen öyleydi.

Kemal Can: Bunlar %50’ler seviyesini zorlamış ve daha marjinal partileri ya da daha radikal partileri biraz marja iterek ana gövdeyi tutmuş partiler. Bunların hepsinin târihinde böyle bir yükselme ve sonra çok kuvvetli çözülme var. Kuvvetli çözülmeden sonra parçalı bir tablo var. Tekrar nerede buluştukları, hangi temel fikrî alanda tekrar bütünleştikleri ve yeni dalganın hangi dinamiklerle işleyeceğine bakmak gerekir. Meselâ 90’ların 28 Şubat’ı, çok sert Kürt politikası, güvenlikçi politikalar sertliği içerisinde merkezin dağılması sonrasında AKP, Avrupa Birliği rüzgârı ve liberal ittifak dalgasıyla başka bir şeyi topladı. Ama bu yeni dönemde, şu anda muhâlefette çok kuvvetli olan duyguların, sağı yeniden toparlamaya dönük olup olmayacağından kuşkum var.

Ruşen Çakır: Hatırlıyorsan, 1996 yılında Milliyet gazetesinde, sen, ben ve Tanıl (Bora) da katkı vermişti; “Merkez nasıl çöktü” başlığıyla, 7 bölümlük bir yazı dizisi yapmıştık. Anadolu’ya dağılmıştık. Sen bir yere, ben başka yerlere. Bayağı güzel röportajlar yapmıştık. O zaman söylediğimiz “merkezin çöküşü” gözlemimiz karşısında, hele 28 Şubat da olunca, “Asker müdâhalesi oldu ve merkezi korudu” gibi bir hava yaratıldı. Sonra ne oldu? Arada bir tâne seçim oldu. MHP çıktı, DSP çıktı ve uyduruk bir merkez inşâsı oldu. 2002’de de AKP geldi. Bizim 96’da gördüğümüz, aslında 2002’deki AKP’nin geciktirilmiş gelişiydi. Sonra AKP merkezden bayağı bir destek aldı. Sâdece sağdan değil, kısmen soldan da aldı ve orada kendince bir merkez inşâ etti. O merkez, özelliklerini kaybettiği andan îtibâren de krize girmeye başladı.

Şimdi gerçekten çökmüş bir merkez var. Ama şu anda, CHP bir anlamıyla, İYİ Parti başka anlamıyla, hattâ DEVA ve Gelecek partileri de belki bir yönleriyle dolduruyor olabilir, ama ortada senin söylediğin gibi, lâf yok. 

Kemal Can: Evet. Biraz önce, “Akşener alan siyâseti anlamında aktif bir siyâset yapıyor” dedin. Vatandaşla temas ediyor, alanda çalışıyor, hakîkaten yüksek bir performans var. Ama yüksek siyâset anlamında, birtakım temel meselelerde, temel lâfları yok. Dolayısıyla AKP sonrası dönemde yükselecek şeyin götürücü tezinin ne olduğu hâlâ belirsiz. Meselâ ANAP inerken, Doğru Yol’un ve Demirel’in bir tezi vardı. ANAP gidecek ve onlar gelecek… Neyin gitmesi gerektiği ve neyin geleceğine ilişkin bir şey. Şimdi her şey, büyük ölçüde eleştiri üzerine kurulu. Yani onun neyi eksik yaptığı üzerine kurulu. 

Ruşen Çakır: Demirel “şeffaf karakol” gibi şeyler vaat etmişti. Bunlar bir projeydi. 

Kemal Can: Üstelik de o söylenenlerin hepsinin olmadığı, kâbus gibi bir 90’lar yaşadık. 

Ruşen Çakır: Ama söylemişti.

Kemal Can: Ama o zamandı… O zaman söylenmiş olmasına rağmen gerçekleşmedi. Şimdi söylenmiyor bile. Asıl problem o. Bu, önemli bir eksiklik.

Ruşen Çakır: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önermesinin bunu karşılayacağını düşünüyorlar ya da öyle düşünmemizi istiyorlar, ama olmuyor.

Kemal Can: Meselâ, ekonomide de, evet, umut vermeleri doğru, haklı; seçmen umut istiyor. “Geliriz, üç ayda çözeriz. Çözülmeyecek bir meselemiz yok. Çok kolay. Bunların yaptıkları yanlışları düzelttiğimizde her şey çözülecek” diyorlar. Bunun siyâsî bir karşılığı olabilir. Bunu demek zorunda olabilirler, ama bu çok doğru değil. Çünkü olay böyle değil. 

Ruşen Çakır: “Nasıl yapacaklar?” diyorsun…

Kemal Can: Hem nasıl yapacaklar, hem sorunlar o kadar basit değil. 

Ruşen Çakır: Hiç değil, evet…

Kemal Can: Tamam, bunu seçmene söylemeyebilirler. Ya da seçmene umut vermek gerekebilir. Ama buna sâhiden inanarak politika yaparsan, çok büyük bir açmazın içindesindir. Neyse… Bunlar çok uzun mevzûlar.

Ruşen Çakır: Olsun, başka işimiz mi var? Bunlarla uğraşalım. Kemal, burada noktalayalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim ve haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Bu arada ben geçen gün “Adını Koyalım” programını açarken, “Haftaya Bakış” demişim, fırçayı yedim. 

Kemal Can: Evet, öyle açtın. Ben de sonra fark ettim.

Ruşen Çakır: Tamam. “Adını Koyalım”ı noktalıyoruz diyelim.

Kemal Can: Bu sefer de rövanşı öyle yapalım.

Ruşen Çakır: Evet. İyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.