Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını | AKP’nin Türkiye’yi dönüştürdüğü 21 yıl 

Ruşen Çakır, izleyicilerle ortak yayınında AKP’nin, Türkiye’yi dönüştürürken kendisinin nasıl dönüştüğünü tartıştı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Sizlerle birlikte yapacağımız bir yayına hoşgeldiniz. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 21 yılını ve bu 21 yılda partinin ve tabii ki Türkiye’nin nasıl değiştiğini, hattâ dönüştüğünü konuşmak istiyoruz. Dün Adalet ve Kalkınma Partisi 21 yaşına bastı. Bugün Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ankara’daki kutlamada bu konuyla ilgili uzun uzun konuşacak. Ama gündüz yaptığı bir başka konuşmada, 21 yılda Türkiye’nin çok daha iyi bir yerde olduğunu söyledi; özellikle demokrasi ve özgürlükler konusunda böyle olduğunu söyledi. Şahsen hiç de bu görüşte değilim. Türkiye’nin bir dönem, özellikle Avrupa Birliği sürecinde bayağı bir ilerleme katettiğini gördük; ancak belli bir târihten îtibâren yerinde saymaya ve geri gitmeye başlayan bir Türkiye söz konusu. Bunların hepsi Cumhuriyet târihinin en uzun süreli iktidârında, AKP iktidârında, Erdoğan iktidârında yaşandı. 

Şimdi bu yayını sizlerle birlikte yapacağız. Benim ve Medyascope’un YouTube sayfalarında canlı yayınlarda chat bölümünden sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazabilirsiniz ve ben de bunları aktaracağım. Eğer soru varsa sorulara cevap vermeye çalışacağım. Yorumları da aktaracağım. Aslında çok geniş kapsamlı bir olaydan bahsediyoruz: 21 yıl. 21 yılda çok şey yaşandı. Bu olayın yaşandığı bir süreç var. Bu süreç içerisinde nelerin nasıl değiştiği, nelerin değişmediği hususu var. Bir diğer husus da tabii ki: Gelecek. Bundan sonra ne olacak? Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’de, kendisi açısından, tâkipçileri açısından daha uzun bir ömür vaat ediyor mu? Yoksa artık ciddî bir metal yorgunluğuna girip, 80 sonrası Türkiye’sinde merkez sağın iki önemli partisi olan ANAP ve Doğru Yol Partisi’nin başına gelenlere benzer bir gelecek mi bekliyor AKP’yi? Tabii merkez sağ partilerin geleceğiyle AKP’yi aynı yerde sunmak biraz sorunlu olabilir. Yani AKP’nin bir merkez sağ partisi olmadığını düşünen çok kişi var. Doğru olabilir; fakat şunu biliyoruz ki Türkiye’de özellikle merkez sağın çözülmesiyle berâber, merkez sağda yaşanan çözülmeyle berâber, bundan en çok AKP istifâde etti. Nerede istifâde etti? İlk seçimde kısmen; ama sonra tek başına iktidâra gelip iktidarda kalabildiği ölçüde merkez sağın sâhipsiz kalan oylarını büyük ölçüde kendisine devşirdi. Şöyle bir anlayış vardı: “Bunlar iktidâra gelseler bile devleti kontrol edemezler. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere Türkiye’deki müesses nizam bunlara izin vermez, bunları etkisizleştirir. Hattâ bir şekilde bunları görevden alır.” Yani ne yapar? Darbe yapar vs.. Yakın bir zamanda zâten bir 28 Şubat deneyimi yaşamıştı Türkiye. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah-Yol hükümeti birdenbire iktidârı kaybetti. Post-modern darbe denen, o dönemin bir başka versiyonunun yaşanabileceği iddia edildi. Hattâ hazırlıklar olduğu söylendi. Fakat bir şekilde Erdoğan ve arkadaşları, Fethullahçılar’ın da çok ciddî destekleriyle bunları aştılar ve iktidarda kalabildiklerini gösterdiler. İktidarda kalabildiklerini gösterince de bu partiye akış devam etti. Özellikle 2007 seçimindeki meşhur, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olduğu dönemde ordu karşı çıkınca, ülke erken bir seçime götürüldü ve orada rekor bir oyla Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârını güçlendirdi. Bütün bu süreçlerde AKP iktidârı kontrol edebileceğini gösterdi. Gösterdiği ölçüde de desteğini artırdı. Ama bir yerden sonra yaşanan ekonomik, ama daha çok siyâsî krizler nedeniyle AKP’nin çok ciddî bir şekilde bocaladığını biliyoruz ve bu anlamda da öncelikle Gezi olayları, daha sonra 2015 Haziran seçimleri, AKP’nin tek başına iktidârı kaybettiği seçimler ve Türkiye’de yaşanan kaos ortamı, kaos ortamıyla berâber yenilenen Kasım seçimlerinde AKP’nin tekrar iktidârı kurtarması… Aslında AKP’nin gerçek anlamda gerileyişinin başlangıcı Gezi diyebiliriz. Ama bunun ilk görünürleşmesi 2015 Haziran seçimleriydi. O zamandan beri Erdoğan, dışarıdan baskılarla AKP iktidârına sunî teneffüs yaptırıyor ve şu anda, önümüzdeki seçimleri de büyük bir ihtimalle kaybedecek. Öyle gözüküyor; yeni bir dönem başlayacağa benziyor. 21-22 yıl sonra bir devir kapanacakmış gibi gözüküyor. Hâlâ buna inanamayanlar var. Ama unutmayalım ki AKP iktidârından daha eski olan İstanbul ve Ankara Büyükşehirleri’ndeki iktidarlar 25 yıl sonra, 31 Mart yerel seçimleriyle berâber el değiştirmişti. İstanbul seçimlerinin sudan bahânelerle tekrarlatılmasıyla berâber, buna Erdoğan’ın izin vermeyeceğini iddia edenler olmuştu. Ama tam tersine, ikinci turda Ekrem İmamoğlu farkı açarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazanmıştı. Şimdi de aynı şekilde bir başka defterin kapanması eşiğindeyiz. İşte burada bir muhâsebe yapmak çok elverişli olacak. Nasıl başladı? Nasıl gelişti? Ne duruma geldi? Ve bundan sonra ne olabilir?

Evet, dediğim gibi benim sayfamdan, YouTube sayfamdan ve Medyascope’un sayfasından, canlı yayının chat bölümünden sorularınızı yöneltebilirsiniz. 

Örneğin Melih Bingöl sormuş: “Sizce AKP’den sonra uzun süre iktidarda kalabilecek bir parti var mı? Yoksa uzun bir süre koalisyon hükûmetleriyle mi yönetiliriz?” Çok önemli bir soru bu. Şimdi tabii bu konuda değişik ihtimaller var. Ben cuma, cumartesi ve pazar günleri AKP’nin 21 yılını değerlendirdim ve bunun pazar günkü son bölümünde, “AKP iktidârı kaybederse ne olur?” diye bir değerlendirme yaptım. Orada söylediklerimi hızlıca özetlemeye çalışacak olursam; bence Türkiye bir müddet koalisyonlarla gidecek. Aslında koalisyon 2015 Haziran’ında Türkiye’nin önüne gelmişti. Erdoğan bunu reddetti, kabul etmedi ve bir şekilde koalisyonu iptal etti. Ama sonra ne oldu? MHP ile adı konulmamış bir koalisyona girdi. Yani sonuçta şu anda Türkiye aslen AKP’nin tek başına iktidârıyla değil; bir AKP-MHP koalisyonuyla, daha doğrusu Erdoğan-MHP koalisyonuyla gidiyor. Bundan sonra da ister AKP kazansın ister kaybetsin, tek başına bir parti ülkeyi yönetebilecek gibi gözükmüyor. Ama ortada şöyle bir soru var: Zâten başkanlık sistemine geçildiği için kabinenin birinci derecede önemi yok. Dolayısıyla o zaman şöyle sormak gerekiyor: “Bir partinin cumhurbaşkanıyla Başkanlık Sistemi devam edecek mi?” Muhâlefetin iddiası, cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra hızlı bir şekilde bütün imkânlar zorlanarak ülkeyi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e götürmek. Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, muhâlefetten seçilecek kişi bir anlamda bu yetkileri, başkanlık yetkilerini geçici bir süre kullanacak –öyle söyleniyor–; daha sonra Parlamenter Sistem’e geçilince yetkiler büyük ölçüde başbakanda olacak. Bu bağlamda bana göre normal senaryo, eğer AKP seçimi kaybederse AKP’de belli bir çözülmenin yaşanması kaçınılmaz diye düşünüyorum. Çok büyük de olabilir; kısmî de olabilir. Ama her halükârda AKP bayağı bir kan kaybı yaşayacaktır. Çünkü AKP esas olarak iktidarla bütünleşmiş bir parti. İktidârı kaybettiği zaman ömrü çok uzun olmayabilir. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Böyle bir durumda bundan en çok istifâde edecek olanın İYİ Parti olduğu kanısındayım. Eğer İYİ Parti şu anda yakalamış olduğu ivmeyi seçime kadar sürdürürse, seçimde %20’ye yakın bir seviyeyi tutturursa –şu anda %15 olarak söyleniyor İYİ Parti biliyorsunuz kamuoyu araştırmalarında–, her halükârda İYİ Parti bir merkez sağ partisi olma iddiasıyla çıkarsa, muhtemelen AKP’nin çözülmesinden sonra yapılacak ilk Meclis seçiminde birinci parti çıkacaktır. Öyle tahmin ediyorum ve Meral Akşener’in de şimdi söylediği gibi başbakan olma ihtimâli çok yüksek. Ancak şunu özellikle vurgulamak lâzım: Her durumda, birinci parti çıksa bile tek başına iktidar olma imkânı olduğu kanısında değilim. Her halükârda Türkiye’de bir koalisyon olacak. Şu anda bir anlamda Türkiye aslında, Erdoğan iktidârından kurtulma bloku oluşturuyor. Altılı Masa + HDP bir anlamda bunun çalışması. Ama “Erdoğan’dan kurtulmak” denen olay tek başına yeterli olmayacak. Çünkü Türkiye’de birçok şeyin yeniden inşâsı gerekecek. Devletin kurumlarının tekrar ayakları üzerine yerleştirilmesi gerekecek vs.. Bütün bunları bu Altılı Masa, eğer HDP de onları desteklerse, bütün bu partiler nasıl yapacaklar? Bunlar henüz çok netleşmiş değil. Dolayısıyla bana göre, önümüzdeki seçim bir geçiş süreci seçimi olacak. Esas olarak şu bir yıl içerisinde yapılması beklenen seçimden bir sonraki seçimde Türkiye’nin kaderi belirlenecek ve bu anlamda Melih Bey’in sorusuna dönecek olursak, orada tek başına iktidâra gelebilecek bir parti olma durumu çok yüksek gözükmüyor. Büyük bir ihtimalle merkez sağda İYİ Parti, merkez solda CHP ve tabii ki Güneydoğu ağırlıklı, Kürt ağırlıklı bir HDP, fazladan tabii ki geriye ne kaldıysa Adalet ve Kalkınma Partisi, yenilgide çok ciddî bir şekilde yara alması beklenen –en azından benim beklediğim– MHP ve şu halleriyle, eğer şu anda yakalamış oldukları trendi koruyabilirlerse Zafer Partisi ve Yeniden Refah Partisi’nin önümüzdeki dönemin milliyetçi-sağ ve İslâmcı-sağ partileri kotasını büyük ölçüde doldurmaları söz konusu olabilir. Bir anlamda, yaşanacak olan seçimde eğer MHP AKP ile birlikte açık bir yenilgi alırsa ve bu seçimde, kısa sürede kurulmuş olmasına rağmen iyi kötü %2-%3 gibi bir oran tutturması hâlinde, Zafer Partisi’nin MHP ile bir şekilde yakınlaşacağını tahmin ediyorum. Bunların çok spekülatif olduğunun farkındayım. Ama önümüzdeki dönemde Altılı Masa’nın geçici bir ittifakı; ama daha sonra büyük bir ihtimalle İYİ Parti ile CHP’nin oluşturduğu bir blokun Türkiye’yi bir süre daha yöneteceği kanısındayım. 

Serdar Kılınç sormuş ki: “AKP ve Erdoğan için bekleyen en olası vâris Davutoğlu mudur?” Hiç sanmıyorum. Davutoğlu’nun AKP için herhangi bir şekilde gündeme gelebileceğini sanmıyorum. Şu anda Gelecek Partisi ve Ahmet Davutoğlu Altılı Masa’nın bir üyesi. Altılı Masa’nın nasıl bir performans izleyeceği, Davutoğlu ve partisinin geleceği açısından çok önemli. Şu aşamada baktığımızda, kamuoyu yoklamalarında çok yüksek oranlar gözükmüyor bu parti için. Dolayısıyla gelecekte Davutoğlu’nun ve Gelecek Partisi’nin çok belirleyici bir güç olma ihtimâli bence yok. AKP’nin çözülmesi durumunda ve AKP’nin, Erdoğan’sız bir AKP olarak yola devam etmesi durumunda, geriye AKP diye bir şey kalır mı çok emin değilim. Kalsa bile bunun Davutoğlu’na kalacağını hiç sanmıyorum. Nasıl bir formül olur, ne yaparlar, ne ederler? Açıkçası şu anda AKP içerisinde var olan aktörlere baktığımız zaman, bunlardan hiçbirisi ciddî anlamda Erdoğan’ın vârisi olabilecek gibi değil. Meselâ Numan Kurtulmuş, meselâ Süleyman Soylu, meselâ Hulusi Akar. Bunların hepsinin ayrı ayrı bir önemi olsa bile, bütün partiyi kucaklayacak, peşinden sürükleyecek, bir lider olarak götürebilecek görünümde değiller. Bir zamanlar MHP’de Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından bayağı bir ortalık karışmıştı ve bir yanda Devlet Bahçeli bir yanda da oğlu Tuğrul Türkeş yarışmışlardı. Çok olaylı kongreler olmuştu ve Devlet Bahçeli, düşük profilli bir MHP’li olarak görünse de, tartışmalı, kavgalı seçimleri kazandı ve o günden bugüne de partinin liderliğini, genel başkanlığını yürütebiliyor. Yani aslında olmaz denen, başarılı olamayacağı düşünülen isimler de pekâlâ başarılı olabiliyorlar. Devlet Bahçeli örrneği bu anlamda ilginç. AKP’nin içerisinden bir Devlet Bahçeli çıkar mı? Açıkçası şu hâliyle bakıldığı zaman gözükmüyor. Bu iddiada bulunan kimse de yok zâten. Ama eğer bir mecbûriyet durumu olursa, o zamaân bakacağız. Ama var olan aktörlerin hiçbiri, şu hâliyle baktığımız zamân, içerideki ve dışarıdaki aktörlerin hiçbiri, AKP’yi, hele seçimden yeni çıkmış bir AKP’yi ilerideki günlere taşıyabilecek gibi gözükmüyor. 

Zafer Polat sormuş: “Belli bir süre, normalleşme olana kadar Başkanlık Sistemi’ndeki yetkiler kullanılabilir mi?” Öyle olacak zâten. Muhâlefetin yol haritası böyle gözüküyor. Bir süre bu yetkiler kullanılacak. Bürokrasi, olduğu gibi mi bilmiyorum ama –tabii kimin cumhurbaşkanı olacağıyla alakâlı bir durum–, bürokrasi büyük ölçüde yenilenecek. Yargıda, Yüksek Yargı’da önemli değişiklikler olması söz konusu olacak. Ekonomide çok büyük değişiklikler olacak. Bütün bunlar tabii ki başkanlık yetkileriyle hızlı bir şekilde yapılacak. Yani Meclis’te kanun çıkartmak, şu yapmak bu yapmak olmayacak. Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’yle, Erdoğan nasıl yapıyorsa; bir günde yüzlerce atama, görevden alma, bir günde çok sayıda birbirinden kritik karar vs. ile gidecek bu. Ama burada tabii muhâlefetin kazanması durumunda, cumhurbaşkanı kim olursa olsun –diyelim ki Kılıçdaroğlu ya da Mansur Yavaş ya da Ekrem İmamoğlu–, bunlar CHP kontenjanından olacaklar. Ama başta İYİ Parti olmak üzere diğer partilerin de o cumhurbaşkanının icraatı konusunda söz söyleme hakkı olacak. Atamalarda hakları olacak. Belki onlara birtakım kontenjanlar tanınacak. Bunların hiçbirisinin detaylarını bilmiyoruz. Belki henüz kendileri de bilmiyordur. Yani bir başkan olacak; ama başkanın etkili yardımcıları olacağı da muhakkak. Geçen gün Yozgat’ta Ali Babacan bu konuda, parti liderlerinin kabinedeki rollerinin konuşulması gerektiğini filan söyledi. Oradan da görüyoruz ki henüz hiçbir şey belli değil. 

Ömer Gedik sormuş: “Ülkenin tüm sistemi çökerken, sâdece ekonomi kötüye gidince cılız da olsa sesi çıkan bir vatandaş portföyüyle bu ülke ne kadar ilerleyebilir?” Bu böyle gözüküyor olabilir; ama Türkiye’de çok ciddî bir otoriter rejim olduğunu unutmamak lâzım. Muhâlefetin tutuk olduğunu unutmamak lâzım. Gezi diye bir olayın Türkiye’de yaşanmış olduğunu unutmamak lâzım. Dolayısıyla olay aslında bu kadar kötü değil. Vatandaş gerektiğinde siyâsete müdâhil olmuştur bu ülkede ve bundan sonra da olacaktır. Sâdece sandıktan sandığa da olabilir. Kimi durumda sandık öncesi ve sonrası da olabilir. Önemli olan Türkiye’de çoğulcu demokrasinin, kurumların işleyebilmesi. Şu hâliyle bakıldığı zaman insanlar ürküyor. Açık söylemek gerekirse, tavır almaktan ürküyorlar ve bu anlamda da başta söylediğim gibi, Erdoğan bize gerçekleri söylemiyor. Türkiye 21 yıl öncesine göre daha demokratik bir ülke değil. Erdoğan’ın iktidâra gelmediği süreçte, “Gelebilirler mi, iktidârda kalabilirler mi?” dendi ve sorular olmasına rağmen Türkiye’de bu yaşandı. Ama şu anda insanlar çok daha acayip sorular soruyorlar. Meselâ “Seçim olur mu?” diye soruyorlar ya da “Seçimi kaybederse bırakır mı?” diye soruyorlar. Zamânında böyle sorular yoktu. Özellikle genç kuşaklar bunları bilmiyorlar. Türkiye 21 yıl önce toz pembe bir ülke değildi. Çok ciddî sorunları vardı. Ama bir şekilde birtakım olaylar iyi kötü çoğulcu demokrasinin kuralları içerisinde seyredebiliyordu. Şu hâliyle Erdoğan iktidârının Türkiye’yi getirdiği noktada, insanların bu kurallara, kurumlara güveni pek kalmadı. İstanbul seçimlerini yenileten Yüksek Seçim Kurulu’na kim, nasıl güvenebilir? Yani bu kadar açık bir durum var. 

Hasan Şener diyor ki: “Yakın yıllar içinde solu gerçek anlamda pratik edebileceğimiz uygulamaları sizce yaşar mıyız?” Sanmıyorum. Son dönemde özellikle Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinde halkçı-sol bir dil var. Eyvallah. Ama o gelip bir yerde tıkanıyor. Öte yandan İYİ Parti’nin özellikle ekonomi konusundaki çalışmalarında da daha merkez-solvâri birtakım fikirler, öneriler var. Onu da görüyoruz. Ama Türkiye’de hâlâ esas olarak sağa bakıyoruz. Şu anda meselâ Altılı Masa’nın tek sol denebilecek parti –ki onun da solculuğu tartışmalı– CHP. Onun dışındaki 5 parti de sağcı parti. Dolayısıyla şu anda bir ölçüde HDP, bir ölçüde İşçi Partisi var; bunlar sol olarak dikkat çeken partiler. Ama hepsinin ayrı ayrı birtakım sorunları, tıkanıklıkları var. İmkânları çok sınırlı. Dolayısıyla sol, şu anda daha ufukta pek gözükmüyor. Tabii ki Kılıçdaroğlu olayı başlı başına önemli. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesi bir anlamda solun hânesine yazılacaktır. Aynı şeyleri Mansur Yavaş ya da bir ölçüde Ekrem İmamoğlu söz konusu olursa diyebilir miyiz çok emin değilim. Ama Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı ve kazanabilmesi ihtimâli, sol açısından daha önem arz ediyor — Alevî olmasının da özellikle altını çizmek lâzım. 

Seymin Bayram: “CHP’nin uzun yıllar taşıdığı tek parti yönetimi bagajını, İslâmcılık kaç yıl taşır sizce?” Anladığım kadarıyla şunu söylüyor: CHP tek parti yönetimi geçmişi nedeniyle uzun bir süre belli bir oy oranının üzerine gidemedi. AKP deneyimi üzerine İslâmcılık aynı sorunla mı karşılaşacak? Kesinlikle öyle. Zâten şimdiden yaşanıyor. Türkiye’de –değişik yayınlarda değişik vesîlelerle söyledim– siyâsal İslâm iktidâra geldiği andan îtibâren bâriz bir şekilde kaybetmeye başladı. Uzun bir süre Türkiye’de siyâsal İslâm’ın, yani İslâm üzerinden siyâset yapan partilerin, siyâsetçilerin büyük başarılar elde edebileceğini açıkçası sanmıyorum. Böyle bir deneyim yaşadık. 

Ali Bozan: “Sizce AKP başka birini aday gösterir mi? Numan Kurtulmuş meselâ.” Bu bir ara konuşuldu. Ben de üzerinde biraz spekülasyon yaptım. Ama Erdoğan İzmir’de çıktı, “Bay Kemal,” diye Kılıçdaroğlu’na hitap ederek, “Ben adayım. Sen aday mısın?” diye sordu. Artık herhalde bu saatten sonra Erdoğan adaylıktan vazgeçmez. Zâten aday olması bekleniyordu. Tabii ki yine de siyâsette her şey mümkün. Son anda –ki hâlâ bunun spekülasyonunu yapanlar var, “Aday olmayabilir mi?” deniyor– Numan Kurtulmuş’un olacağını sanmıyorum. Başka isimler telaffuz ediliyor. Örneğin Damat ya da Bayraktar’ın adını telaffuz edenler var. Bunlar bana gerçekçi olarak gözükmüyor. Zâten Erdoğan aday olmadığı zaman, seçimin kaybedildiği kabul edilmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir şeye gideceğini sanmıyorum. Öyle birisi de, sırf nâmı yürüsün diye kaybedeceği belli olan bir seçime girip aday olur mu? Açıkçası son seçimde Binali Yıldırım’ın yaşadığı hazin durumu düşünürseniz –ki onun İstanbul’u kazanma ihtimâli epey vardı, ona rağmen; hele ikinci tura kalınca tam bir hazin ve trajik sonla karşılaştı– pek tâliplisi olacağını sanmıyorum. Birisi atanabilir tabii ki oraya. Ama çok kuvvetli bir ihtimal gibi gözükmüyor bence. 

Sait Güngördü soruyor ki: “Erdoğan sonrasında hükûmet yanlısı medyanın pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de bu yeni dönemde basın özgürlüğünün durumu hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?” Bu basın konuları çok konuşmak istediğim şeyler değil. Çünkü Türkiye’de bunun, hani iktidar yanlısı medya, iktidar karşıtı medya vs… ama sonuçta altı da bir üstü de birdir yerin diye bir şey var. Şu anda iktidar yanlısı medya diye bilinen kurumların kilit yerlerinde düne kadar –yani dün dediğim, 21 yıl öncesinde–, Erdoğan’a karşı en agresif saldırıları yapan insanlar da var. Dolayısıyla bugünkü iktidar yanlısı medyadan birçok insan, daha sonra tekrar, “Vallahi ben aslında şöyle karşıydım, böyle karşıydım” deyip, yeni dönemde etkili rol oynamaya çalışacak. Burada sorun şu: Şu anda iktidar yanlısı medya tamâmen bizim vergilerimizle finanse ediliyor. Yani bunlar para kazanmıyorlar. Yani reklam geliriyle, şununla bununla, sponsorlukla filan para kazanmıyorlar. Açıkçası devlet tarafından kayırılarak, kamu bankaları reklamları, onlara verilen birtakım ihâleler, şunlar bunlarla, bunlar açıktan besleniyor. Nereden besleniyor? Kimse cebinden vermiyor. Bizden aldıklarını veriyorlar. Yeni dönemde ne olacak bu medya kuruluşları? Meselâ Demirören Grubu devam edecek mi? Demirören Grubu’nun aldığı birtakım –Millî Piyango başta olmak üzere– ihâleler gözden geçirilecek mi? Ya da Ziraat Bankası’ndaki borçlarını tahsil yoluna gidilecek mi? Demirören o zaman o gazeteleri, televizyonları ne yapacak? Satmak istese kim alacak, kaça satacak? Gelenler oralardan nasıl para kazanacak? Esas önemlisi: Yeni siyâsî iktidar bu medya kuruluşlarını beslemeye devam mı edecek, yoksa “Ne hâliniz varsa görün, kendi yağınızda kavrulun” mu diyecek? Bunu dediği anda, meselâ bugün Erdoğan dese ki: “Artık kimseye zırnık yok, ne hâliniz varsa görün” dese, şu anda var olan gazete, televizyon, internet sitesi, radyoların –abartmıyorum– beşte dördü kapanır, beşte biri de bir müddet yola devam eder. Bunların hepsi tamâmen devlete göbeğinden bağımlı; bizler tarafından, bizim paralarımızla fonlanan yerler. Dolayısıyla burada önemli olan, iktidârın nasıl bir tutum takınacağı. Onlar da kendi yandaş medyalarını mı yaratacaklar, yoksa tamâmen orayı serbest mi bırakacaklar? Herkes piyasanın kuralları içerisinde ne yapıyorsa onu mu yapacak? O zaman o gazeteleri, televizyonları kimse satın almak istemeyecek ya da birileri ucuza kapatmaya çalışacak. Kapattıktan sonra da pişman olacak. Hani bir lâf vardır, özelleştirmede filan denir: 1 liraya satılan fabrikalar filan. Çünkü batmıştır. Bunların hepsi batık şu anda. Aldığınız zaman onların borcuyla vs. uğraşmak zorundasınız. Yani buralar yatırım yapılacak yerler değil bence. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde medya… Hani bir kere özgürlük vs… bunlar yalan. Yani böyle bir şey yok. Büyük bir kısmı o harcamaların karşılığını çıkarabilmek için –çünkü medya bayağı bir yatırım; kirasına, personel giderine şuna buna kadar– her türlü şeyi zorlayacaklar ve çok parlak bir gelecek beklemiyorum. Yani AKP iktidârı gidecek ve Türkiye özgürleşecek, medya özgürleşecek zannetmek… bence bu doğru değil. 

Aynı izleyicimiz şunu sormuş: “Erdoğan, iktidârında kültürel hegemonyayı inşâ etmede başarısız kaldıklarını ifâde etmişti. Sizce başarısızlığındaki temel sebep ya da sebepler nelerdir?” O kadar çok sebep var ki. Bir kere kültürel hegemonyayı inşâ etmek için sizin bir kültürünüzün olması lâzım. Kültürü üretebiliyor olmanız lâzım, yaratıcı olmanız lâzım vs.. Yani dindar olmanız, olaylara o açıdan bakıyor olmanız tek başına hiçbir anlam ifâde etmiyor. Açık olmanız, yaratıcı olmanız, sorgulayıcı olmanız lâzım. Ama bu yaklaşımda, Türkiye’deki İslâmcılığın bu versiyonunda –ki dünyanın büyük bir kısmında da böyle– bu hareketlerin böyle yaratıcı olması, eleştirel olması, kalıpları kırması filan söz konusu değil. Ne oldu? Önce Büyükşehir Belediyeleri’ni kazandılar ya da İlçe Belediyeleri’ni kazandılar, orada kültür birimleri oluşturuldu ve buralar daha AKP iktidârından önce açıkçası ihâle dağıtma yerlerine dönüşmüştü. Refah Partisi’nin belediyelerinde, bâzı belediyeler istisnâî olarak kültürel faaliyette birtakım ciddî işler yaparken, büyük bir kısmı “dostlar alışverişte görsün” misâli, tam yandaşların vs. kayırıldığı, beslendiği, onlara rant dağıtılan işlerde kullandılar kültürel faaliyetleri. Bu da öyle gitti. Saray’a çağrılan “sanatçılar”a bakın. Ortada bir iddia yok. Ortadaki tek iddia iktidârı korumak. Sanattan, kültürden kuşku duyan bir iktidar — ve sonunda iş nereye kadar geldi? Kendi konserlerine kimse gitmeyince, kendi filmlerini kimse izlemeyince, başka insanların ilgi duyduğu konserleri, filmleri, kitapları ya da televizyon dizilerini vs. yasaklamaya kadar vardı ve bütün bunların hepsi de “halkın değerleri, ahlâkî değerler” vs. yalanıyla yapıldı. Bu zâten aslında, konulan bu son yasaklar artık tam anlamıyla havlu atıldığının göstergesidir. En son İstanbul’da Üsküdar Belediyesi, ilgi gören bir festival yaptı. Buna da İslâmcı iddialı birileri, “Kadın-erkek karışık” filan gibi abes gerekçelerle karşı çıktılar ve belediyeyi taşlamaya kalktılar. Bunların hepsi bir iflâs. Buradaki mesele, vizyonla ilgili bir mesele. Kültür-Sanat öyle ha deyince olmuyor; parayı bastırınca olmuyor. 

Bir izleyicimiz sormuş: “Millet İttifâkı’nın iktidar yanlısı olmayan medyadan yeterince destek aldığını düşünüyor musunuz?” Yani, bilmiyorum. Ama şunu da söyleyeyim: Millet İttifâkı’nın da iktidar yanlısı olmayan medyaya yeterince destek vermediği ortada. Böyle bir acayip durum var. Millet İttifâkı’nın ya da Altılı Masa’nın çok sorunu var. Ona yakın duran medyanın da çok sorunu var. Tam bir, “al birini vur ötekine” durumu var bence. Dolayısıyla herkesin medyası kendisine benziyor. Bunu çok rahat bir şekilde söylüyorum. Çünkü biz hiçbir gruba, partiye, ittifâka angaje olmamış bir kurum olarak ve şahsen ben de böyle bir gazeteci olarak rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu tür al-ver ilişkileri hem siyâsetçiyi hem gazeteciyi bozar. Ama al-ver üzerine kurulan ilişkilerle, işte böyle yaratıcı olmayan, heyecanlı olmayan işler çıkar. Şu hâliyle bakıldığı zaman, aslında muhâlefetin eleştirilmesinden şikâyet ediliyor; ama muhâlefeti eleştirenlerin büyük bir kısmının da fazlasıyla eleştirilmesi gerekiyor. Çünkü ortada gazetecilik olarak yapılan bence çok ciddî faaliyetler yok. Ellerindeki imkânlar, özellikle birtakım televizyon kanallarının, gazetelerin –tabii ki iktidar yanlısı medya kadar değil–; ancak gösterdikleri performans bence çok sınırlı, yaratıcılıktan uzak. İnandırıcılıktan ve eleştirellikten uzak. Eleştiri demek, sâdece iktidârı eleştirmek değil. Önemli olan, karışık, nereye gittiği belli olmayan, neyi nasıl yapacağı tam netleşmemiş bir muhâlefet var ve bu muhâlefetin önünü görebilmesi için gerçekten eleştirel bakışlara ihtiyaç var. Ama bunun çok fazla yaşandığını açıkçası sanmıyorum.

Bir izleyicimizin sorusu: “Sivil toplumun daha aktif bir işbirliği ve destek içinde olması gerektiğini düşünüyor musunuz?” Bu da benzer bir durumda. “Sivil toplum” dediğimiz şey çok büyük yara aldı ve bu konuda muhâlefet partilerinin de çok aktif bir şekilde onların yanında durduğunu söylemek mümkün değil. Biraz tavuk-yumurta ilişkisi gibi. Sivil toplum… hangi sivil toplum? Nasıl destek verecek? Sivil toplum örgütlerinin hâli çok kötü. Birçok açıdan üzerlerinde çok büyük baskı var. İnsanlar sivil toplum faaliyetlerine katılmaktan bayağı bir ürküyor. Gezi’nin ardından yaşananlar, bütün bunlar nedeniyle olay o kadar değil. Yani şöyle değil: Bir tarafta çok güçlü bir sivil toplum var; ama muhâlefete yeterince destek olmuyor. Böyle bir şey benim gördüğüm kadarıyla yok. Sorun şu: Şu anda Türkiye’de bir devir kapanmak üzere, ama bu devrin kapanmakta olduğunu, gerek siyâsî partiler gerek sivil toplumun hareketliliğiyle göremiyoruz. Garip bir atıllık var, edilgenlik var. Dolayısıyla burada kim kime, niye yardım ediyor, nasıl etsin? Bunu zâten söyleyebilecek bir durumda değiliz. Ortada bir hareket olur vs.. Ama neye yardım edecek? Meselâ şu anda Altılı Masa bu pazar altıncı toplantısını yapacak. İnsanlar merak edip toplantıyı sonuna kadar beklemiyorlar, bildirisini okumuyorlar. Çünkü çok heyecan verici bir şey değil. Ne istiyor Altılı Masa sivil toplumdan? Bu belli değil. Aday belli değil, ekip belli değil, program belli değil. Neye destek verecekler? Bir fikre mi destek verecekler? “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”. Tamam, güzel. “Altılı Masa ortak bir aday çıkartacak”. Tamam, eyvallah. Ama kim aday? Bunların hepsini bilmek lâzım. Somut olarak konuşabilmek lâzım. Şu hâliyle baktığımız zaman çok âfâkî bir durumla karşı karşıyayız. 

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. Sizlerin sorularınızla, yorumlarınızla AKP’nin dününü, bugününü ve yarınını; tabii bununla berâber Türkiye’nin dününü, bugününü ve yarınını konuşmaya çalıştık. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.