Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (35): Yolsuzluk ve siyaset

“Siyasetname”nin bu haftaki bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte, Kalaycıoğlu’nun Politikyol’da yayınlanan yazı dizisi üzerinden Türkiye’de yolsuzluk ve siyaset ilişkisini, bunun yarattığı sorunlara ilişkin çözümleri konuştu.

  • Ersin Kalaycıoğlu’nun söyleşimizde adı geçen ve PolitikYol’da yayınlanan yazı dizisi:

Yolsuzluk ve siyaset: Bir siyasal kültür sorunu

Yolsuzluk çözümü olan bir sorun mu?

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar, herkese iyi akşamlar. Bugün Siyasetname’nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Her zaman olduğu gibi Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hocam benimle birlikte. Merhaba hocam, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. İyi günler hepinize.

Edgar Şar: Çok teşekkürler. Bugün biraz yolsuzluktan bahsedelim dedik. Aslında her ay konuşacağımız konuyu seçerken biraz gündeme de bakıyoruz, tamamen onunla bağlı olmamakla birlikte… Bu ay da tabii yolsuzluklar çok konuşuldu. Çünkü Sedat Peker’in ifşaatı üzerinden birçok şey gündeme geldi. Bununla ilgili birtakım yargı süreçleri oldu ve devam edecek. Aynı zamanda bu ifşaatın da devam edeceği söyleniyor ama orası da karışık. Bir yandan bu yolsuzlukla ilgili artık neredeyse Türkiye’de de yerleşmiş bir kanaat var. O da, yolsuzluklar, insanların başta oy verme davranışı olmak üzere, siyasetçilere bakış açısını, siyasete bakış açısını da çok değiştirmiyor. Biraz kabullenilmiş, kanıksanmış gibi gözüküyor. Böyle bir kanaat var. Tabii, 2013 yılında 17-25 Aralık süreci olduğu zaman, orada da benzer bir şey olduğu söyleniyor. Tekil örnekler üzerinden bu genel kanaatin iyice yaygınlaştığını görüyoruz.

Siz de aslında PolitikYol’da yolsuzluk” konusunu ele alan iki bölümlük bir yazı dizisi yayınladınız. Yazı dizinizin ilk bölümü Yolsuzluk ve Siyaset üzerine. Burada “Yolsuzluk, neden başka yerlerde etkilerken siyasal hayatımızda seçimleri etkilemiyor?” sorusu üzerinden giderek konuyu açıklıyorsunuz. Yazı dizisinin ikinci bölümünde “Yolsuzluk çözümü olan bir sorun mu?” sorusunu soruyorsunuz. Sorunu önce iyi tespit etmek, sonra da çözüme bakmak şeklinde iki yazı yayınladınız. Biz de bugün bunlar üzerinden yolsuzluk meselesini sorunun tespiti ve çözümü açısından ele almak istiyoruz.

Türkiye’de genel olarak ‘’Bu, hiçbir şekilde siyasete bakış açısını etkilemez, seçimleri etkilemez, geçmiş olsun. Artık bununla yaşamayı öğreneceğiz’’ gibi bir kanaat hâkim. Siz bunu paylaşıyor musunuz?

Ersin Kalaycıoğlu: Şöyle bir noktadan hareket etmemiz lazım: 2002’den beri seçimlere giderken seçim araştırmaları yapıyoruz. Bu seçime giderken de fırsat bulabilirsek aynı araştırmayı tekrar edeceğiz. Seçmene ‘’Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu en önemli sorun nedir? Diye soruyoruz. Açık uçlu bir soru, seçmen nasıl ifade etmek isterse… Geçim sıkıntısıdiyor, pahalılık diyor. Enflasyona ilişkin birtakım önerilerde bulunabiliyor yahut işsizlikdiyor, terördiyor. Birtakım şeyler sayıyor. Bunların arasında yolsuzluğa de atıfta bulunuyor. “İkinci en önemli sorun nedir?” diye soruyoruz. Bu ilk iki önemli sorun arasında işsizliğe atıfta bulunanların oranı hemen hemen 0 civarında, yani %0. Çok az, düşük. Şöyle ki, yapmış olduğumuz araştırmalarda %2,5-3 arası örneklem hatası var. Bu kaçınılmazdır. Eğer olasılık örneklerini çekiyorsanız, böyle bir hata yapmak işin doğasında var. Dolayısıyla %2,5-3 civarında bir oran, esas itibarıyla 0’a tekabül eder. Çünkü bu gerçekte %3’ten 3 çıkarırsanız 0 olur. Gerçekte 0 olup da sizin örneklem hatası dolayısıyla kaale almayacağınız derecede küçük bir orandır. Bu şekilde gözüküyor.

Bir tek 2014 yılındaki başkanlık seçimleri öncesinde, bu oranın 1. ve 2. önemli sorunlar göz önüne alındığında %18’e çıktığını gördük. Onun dışında %0 civarında sürmekte olan bir husus. Yani Türkiye’nin en önemli konuları arasında ciddiye alınan bir özelliği yok. Onun için, ağırlığı bu kadar düşük olan bir konunun seçmenin kararı sırasında önem arz edeceğini söylemek düşük bir olasılık.

Edgar Şar: Yolsuzluğu kastediyorsunuz, değil mi hocam?

Ersin Kalaycıoğlu: Evet.

Edgar Şar: Çünkü biraz önce sanırım yanlışlıkla ‘’işsizlik’’ dediniz.

Ersin Kalaycıoğlu: İşsizlik gibi konulara değiniliyor.

Edgar Şar: Evet, ben de şaşırdım. Yolsuzluğu diyorsunuz.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Yolsuzluk konusu %0 civarı. Bir tek 2014 seçimlerine girerken 1. ve 2. sıradaki önemli sorunlarda %18’e fırlamış durumda.

Edgar Şar: O da herhalde 17-25 Aralık’ın sonrasında…

Ersin Kalaycıoğlu: Evet, o zaman çok tartışıldı. Bunun öneminin vurgulandığı bir noktadaydı. Sonra bunun üzeri örtüldü, bir kenara konuldu. O günden itibaren yapılan bütün tartışmalarda yolsuzluğun bu derece büyük bir önem kazandığını gösteren bir kanıt ortaya çıkmadı. Dolayısıyla, seçmenin düşüncesinde yolsuzluk, önemli bir sorun olarak, diğer sorunların yanında yer almıyor. En önemli sorunlar ekonomiye ilişkin sorunlar. Seçmenin 4’te 3’ü kadarı, pahalılık, işsizlik, ekonomik istikrarsızlık, Türk lirasının dolar karşısındaki erimesi ve terör konusunu ciddiye alıyor. Hatta değişen koşullara göre terörü zaman zaman bunların önünde ciddiye alıyor. Aynı zamanda sağlık hizmeti, eğitim hizmeti, demin bahsetmiş olduğum %3 oranının üzerine çıkıyor. %10 civarına yaklaşan bir öncelik taşıyor, ama o kadar. Dolayısıyla öncelik verilmeyen bir konuyu, seçmenin seçimlerde büyük ölçüde dikkate alarak, buna dayanarak hareket etmesini beklemek pek olası değil.

Niye öncelik taşımıyor? Konu önemli. Çünkü yolsuzluk, iktisadi meselelerle çok yakından ilişkili. Çünkü bir iktisadi sorun. Kamu fonlarının belli şekillerde kullanım değiştirmesine neden oluyor. Siyasi erki kullanarak, belli gruplara, siyasal iktidara yakın olan kişilere – bazen nepotizm de söz konusu oluyor – yakın akrabalara, arkadaşlara, akrabalık ilişkilerinin çok yaygın olduğu ortamlarda, aşiret gibi bağlantıların olduğu ortamda, aşiret üyelerine kamu fonlarının aktarılması sonucunu yaratıyor. Gelir dağılımını belli gruplar ve kişiler lehine bozuyor. Geniş bir kitle aleyhine değiştiriyor. Aynı zamanda toplumdaki yoksulluk olgusunu pekiştiriyor. Buna rağmen, ciddiye alınmıyor. Neden? Esas üzerinde durulması gereken konu bu.

Demin bahsetmiş olduğunuz PolitikYol’da birbirini takip eden iki yazı dizisinde, bunun nedenlerinin, Türkiye toplumunun sahip olduğu düşünce kalıpları, zihniyet ortamı, bunun da kültür ve siyasal kültürle ilişkili olduğunu göstermeye çalıştım. Bizim araştırmalarımız, burada önemli bir kültürel kodun bulunduğunu ve bunlar sayesinde, bu tür olayların Türkiye koşullarında farklı yorumlandığını, bu tür bir duyarlılığa neden olmadığını ve herhangi bir şekilde siyasi sonuçlarının sınırlı olduğunu gösteriyor. Yakın zamanda, İsveç Maliye Bakanı, bir alışveriş sırasında çantasındaki kartları karıştırmış ve kamu tarafından kendisine verilmiş, ancak kamusal işler için kullanabileceği bir kartı bir çikolata (Toblerone) almakta kullanmış. Birkaç Euro’luk bir alım. Bunun sehven yapıldığı anlaşılıyor. Soruşturma açılıyor ve bunun hakikaten bir karıştırmadan ibaret olduğu anlaşılıyor ve kadın aklanıyor. Buna rağmen istifa etti. Bu konu Türkiye’de gazetelerde haber olarak çıktı. Çok büyük bir yankı yaratmadı ama bunun gibi haberler zaman zaman gündemde yer alıyor ve çıkıyor. “Bizde niye olmaz?” diye hayıflananlar ve bu konuda birtakım fikir beyan edenler de ortaya çıkıyor.

Buradaki duyarlılık, bu kişinin yetiştirilişinden veya ırki özelliklerinden kaynaklanmıyor. İsveç’te seçmenin meşrû olarak gördüğü siyasal davranış, yasalara ve akla, özellikle bilimsel akla dayalı olarak karar almayı gerektiriyor. Alman sosyolog Max Weber’in siyasetteki otorite kullanımı, yetki kullanımı üzerine yapmış olduğu bir sınıflandırma var. Bu sınıflandırmada, toplumları geleneksel, gelenekçi ve aynı zamanda modern olarak 2 genel kategoriye ayırıyor. Weber, ‘’Modern toplumlarda siyasal otoritenin meşruluğu, aldığı kararların geçerli, hakça olarak kabul edilmesi ve onlara canı gönülden uyulması, adeta bu kararları siyasal otoriteler değil de vatandaşın kendisi kendiliğinden almış gibi hissederek davranması, bu kararların yasal ve ussal olmasıyla mümkündür’’ diyor. Burada yasal dediği, anayasaya, yasalara, hukuka, mevzuata uygunluğu. Weber’in ussal olarak tanımladığı da, belli bir bilimsel alanın gerekli gördüğü usa vurma sonucunda bu kararın alınmış olması. Yani bir köprü inşaatı söz konusuysa, bayındırlık, bu bayındırlıkla ilgili kararın hem yasa, anayasa ve mevzuata uygun olması hem de inşaat mühendisliğinin gerektirdiği bilimsel bilgiyle açıklanabilecek temelleri olması durumunda insanlar bu tür kararlara uyum gösterirler, onları desteklerler, kabul ederler.

Weber, geleneksel toplumlarda ise kararların geleneklere uygun olarak alındığını söylüyor. Burada artık yasalar, -anayasa mevcut da olmayabilir-, mevzuat önemli değildir. Önemli olan, gelenek ne diyorsa, nasıl tanımlıyorsa, o geleneğin içeriği neyse, ona uygun olarak üretilen kararlar toplumda kabul görür ve ona uygun davranılır. Tabii burada yasaya, anayasaya, hukuka, mevzuata bir atıf olmadığı gibi, bilimsel akla ve bir usa vurmaya da herhangi bir atıf söz konusu değil. Yani burada iktidarda bulunan ve siyasal erki kullanan yetke, bu yetkiyi hangi geleneksel temelden aldıysa – belli bir hanedana mensup olmak, belli bir kurumun üyesi olmak gibi, örneğin teokraside ulemadan olmak gibi – ve onun öngördüğü çerçeveler içerisinde hareket ederek, yani, bir kralın hangi geleneklere göre karar alması söz konusuysa ona göre karar alması dolayısıyla kabul görür veya reddedilir. Dikkat ederseniz burada, hukuka uyma-uymama, usulsüzlük, hukuksuzluk önemli bir meşrûluk kriteri değil. Dolayısıyla yolsuzluk anlam değiştiriyor. “Burada yolsuzluk var mı, yok mu? Nepotizm ne anlama geliyor, bu bir sorun mu? Bu bir hukuk veya ahlak sorunu mu?” diye tartışmanız, kolay kolay mümkün değil. Bu sizi tamamen başka bir çerçeveye götürüyor.

Weber’e göre bu ikisi arasında bir başka kategori daha var. Yani gelenekselden uzaklaşmış, post-geleneksel, ama moderne henüz ulaşmamış; pre-modern. Bu ikisi arasında kalan alana, özellikle geleneksel otoritenin merkeziyetçi olan türüne ‘’patrimonyal’’ adını veriyor. Bu patrimonyalin değişim geçirmiş ve yenileşmiş şekli için ‘’neo-patrimonyal’’ ifadesini kullanıyor. Yani bu, görüntü itibarıyla modern ama işleyiş itibarıyla, işlevleri itibarıyla, kültürü itibarıyla geleneksel bir yapıya işaret ediyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu şu andaki siyasi durum, bu tür bir neo-patrimonyal durumdur. Gelenekçilikten hâlâ büyük ölçüde beslenen birtakım algılar ve beklentiler, siyasal karar alma mekanizmasında önemli bir yer tutuyor. Yani yetkililerin geleneklere dayanarak karar alma ve bu gelenekleri yaratma, yoksa üretme ve ona atfen birtakım kararları aldıklarını iddia etme ve bunu da geniş ölçüde kabul etme eğiliminde bulunan bir seçmen kitlesinden bahsediyoruz.

Bu yapı, Türkiye’de özellikle 2017 referandumundan sonra, yine Max Weber’in kavramlarıyla düşünen ve analizde bulunan Houchang Chehabi ve Juan Linz’in Sultanistic Regimes adlı derleme kitabında 1998’de ileriye sürdükleri ‘’neo-patrimonyal sultanizm’’ rejimini üretti. Biz bu ortamda yolsuzluk olgusuyla karşı karşıyayız ve bu rejim ortamında bunu değerlendiriyoruz.

Bunun bir de toplumsal özellikleri belirgin olan ve ona tekabül eden bir kültür yapısı ve bunun siyasal yansımaları olan siyasal kültürü var. Onun içinde yorumlanıyor ve ona göre siyasal davranış belirleniyor. Tabii tek belirleyici, bu siyasal kültür değil. Ama çok büyük bir önem taşıdığı, zaman zaman gayet büyük bir öneme sahip olduğu da yapılan araştırmalarda görülüyor.

Bu kültür nedir? Bu kültür, özellikle kuşaklar boyunca sürerek istikrar kazanmış, adeta kanıksanmış, yani kurumsallaşmış yoksulluk olgusu ile pekişen ve onun ortaya çıkartmış olduğu bir hayat tarzı. Büyük ölçüde bundan etkileniyor. Bu hayat tarzı, insanların, başka bireylerin içinde yaşadıkları toplumun diğer unsurlarını pek de göz önünde bulundurmaksızın, onlar için herhangi bir duyarlılık veya endişe taşımaksızın, başkaları hakkında aldıkları kararların ve uygulamaların ne sonuçlar doğurabileceğini göz ardı ederek hareket etmelerini zorlayan bir yaşam stratejisi geliştirmelerini sağlıyor. Bu yaşam stratejisi, özellikle bu yoksulluk ortamından çok büyük ölçüde etkileniyor.

Antropolog Foster, yapmış olduğu bir çözümlemede “Eğer mal-hizmet üretimi genişletilemeyecek kadar sınırlı miktarlarda yapılabiliyorsa ve bu üretimin yapıldığı sistem kapalıysa, dışarıyla olan ilişkileri çok gelişmemişse ve uzun yıllar boyunca bu devam etmişse, bir birey veya aile ancak başkalarının pahasına kendi konumlarını iyileştirebilirler” diyor. Bu durumda, adeta bir sıfır toplamlı oyunla karşı karşıyasınız. Yani birinin gelirinin artması, bir başkasının gelirinin azalmasıyla sonuçlanan bir durum yaratıyor. Yine Foster “Bu toplumlarda birey, öncelikle ve belki de sadece karnını doyurmak için çalışır, zenginlik veya servet yaratmak için değil” diyor. Yani bu bir toplumsal yapının insanları sadece çok kısa dönemli, acil çıkarlarını görebilecek şekilde yönlendirmesi sonucunu doğuruyor.

1950’lerde Harvard antropologlarından Edward Benfield, bu tür bir ortamı güney İtalya’da inceliyor. Benfield, tıpkı Foster’ın iddia ettiği gibi, kuşaklardır devam eden büyük servet düzeyi farklılıkları ve ona bağlı son derece bozuk gelir dağılımının ürettiği kurumsallaşmış yoksulluk, aşırı kıtlık ortamının kendine özgü bir kültürü ürettiğini ileri sürüyor. Benfield, “Hayatta kalma belirsizliğinin korkunç ekonomik koşulları altında yaşayan bir kişi, bırakın insanlığı veya ulusu, kendi içinde yaşadığı toplumu, kendi komşularının veya kendi içinde yaşadığı yerleşim biriminin refahı hakkında dahi endişelenmeyi göze alamayacak bir hayatta kalma hedefi veya stratejisi geliştirme mecburiyetinde kalıyor” diyor. Bu durumda bireyin davranışını kontrol edecek ve hatta etkileyecek hiçbir kamu yararı ya da ahlâk kaygısı olmaz. Kamu yararı dediğiniz şey ahlâkla ilgilidir. Başkalarını düşündüğünüz andan itibaren ahlâkla ilgili bir endişeniz var demektir. Başkalarının iyiliği veya kötülüğü, ahlâkın tanımlanmasında temel rol oynar. Dolayısıyla kamu algısı içinde olduğunuz, kamunun bir parçası olduğunuzu düşündüğünüz, “Benim bu yaptığım davranışın kamuya ne sonuçları olur?” diye düşünmeye başladığınız andan itibaren, bir ahlâki sorununuz var demektir. Böyle bir kaygı ortaya çıkmamakta, herhangi bir denetlemesi veya dizginlenmesi olmayan, bencillik diye ifade edebileceğimiz bir durum oluşuyor. Benfield bunu ‘’lâ-ahlaki bireysellik’’ veya aileyi de işin içine katacaksanız, ‘’lâ- ahlâki evcilik (householdism) yani sadece insanın içinde yaşadığı hane halkının yararını düşünme olarak tanımlıyor. Dolayısıyla başkaları hane halkıyla sınırlı; onun ötesine geçmiyor. Bunların hayatta kalma stratejisi, insan davranışının temel belirleyicisi oluyor. Bu antropologlar, bu ortamda bireyin ahlâksız olduğunu ileri sürmüyorlar. O koşullarda hayatta kalmasını sağlayacak, o koşullara özgü bir ahlâk anlayışına sahip olacağını, bu ahlâk anlayışının fevkalade sığ veya dar olacağını, onun için çok yakın çevre dışında hiç kimseyi kale almayacağını ve ancak kısa dönemli olabileceğini iddia ediyorlar.

Böyle bir ahlâk anlayışı, temelde bireyin varlığını sürdürebilmesi için kendi başına yapacağı çabaların yeterli olmadığı ortamlarda, etrafta bulunan güçlü ve varsıl olan bazı kişilerin yanına yaklaşma, onlara bazı hizmetler sunma, yardım etme, destekleme karşılığında onların sağlayacağı olanaklardan yararlanma gibi bir olanak sağlıyor. Siyasetbilimi literatüründe buna ‘’patron- yanaşma’’ ilişkisi deniyor ve bu ilişkinin sağladığı yararlara da ‘’patronaj’’ adını veriyoruz. Patronaj, son derece önemli bir özellik taşımaya başlıyor. Dolayısıyla varsıllarla kurulan ve herhangi bir şekilde, özel bir iş akdi şeklinde olmayan; daha ziyade belirsiz gayri resmi yaygın ilişkiler biçiminde bulunan bir temel ilişki söz konusu oluyor. Bu varsıl kişiler, aynı zamanda iktidar da bunlarla temas içerisinde olabildiğinde güçlü olan kişiler, onların sağladığı olanaklarla ve onların sağladığı yararla insanlar yoksulluğunu gideremese bile yoksullukla yaşamayı becermek gibi bir başarıyı gösterebiliyorlar.

Bu tür toplumların siyaseti, eğer bir oy mekanizması da içeriyorsa, gayet popüler bir patronaj ilişkisi biçimine dönüşüyor. Orada artık siyasetbilimi literatüründe veya siyaset felsefesinde, Aristo’dan, Socrates’ten bahsettiğimiz birtakım kategorileri, kavramları, örneğin Aristo’nun tanımladığı biçimde demokrasiyi, ondan sonraki uzun yüzyıllar boyunca kullanılan bu tür kavramları başka bir içeriğe ve anlama dönüştürmek… Demokrasi, haklar, özgürlükler, bireysel girişim, bireylerin sahip olduğu birtakım özellikler etrafında tanımlanan bir kavram olmaktan çıkıyor; popüler patronaj mekanizmasına indirgeniyor. Ondan ibaret kabul ediliyor. Demokrasinin haklar, özgürlükler, hukuk devleti, bireysel vakar ile ilgili kısmı, marjinal hâle geliyor veya göz ardı ediliyor. Bu kısım önemli değil. Yani burada temel olan unsur, bireyin bir patrona hizmet etmesi, patrondan alınan birtakım yararların devam etmesini sağlayacak bir mekanizma olarak oy mekanizmasının kullanılması.

Burada da yine siyasetbiliminin temel olarak kullandığı ve üzerinde Türkiye’de de zaman zaman çok konuşulan temsil mekanizmaları nitelik değiştiriyor.. Burada esas olan ve güçlü olan seçmen ve ona dayanan, onun kendisine vermiş olduğu yetkiyi kullanarak onu temsil eden, onun adına karar alan, o şekilde ülkeyi yöneten temsilci ilişkisi, gücün farklı nitelikleri dolayısıyla, güçlü olan temsilci ve güçsüz olan seçmen ilişkisine dönüşüyor. Burada seçmen, artık vekil tayin eden ve ondan hesap sorabilen bir nitelikte değil. Seçmen, büyük ölçüde patrona dayandığı için, seçmiş olduğu temsilci veya yapmış olduğu hukuki işlemle tescil ettirmiş olduğu bu ilişki, tersine işleyen bir ilişki. Güçlü temsilci-güçsüz seçmen ilişkisine dönüşüyor. Oysa demokrasi teorisinde veya temsil teorisinde, güçlü olan seçmen ve ona dayanan, onun verdiği güçle hareket eden temsilci vardır. Bu temsilcinin vekil olarak, müvekkiline hesap verme durumunun söz konusu olması ve seçmenin de temsilciden hesap sorma durumunun demokrasiyi çalıştıran temel unsur olması gerekiyor. Oysa buradaki ilişkilerde böyle bir hesap sorma olasılığı yok. Çünkü seçmen, seçmiş olduğu kişiyi kendisinin gücü dolayısıyla ve o gücü ona bir süre kullandırmak için seçmiş durumda değil. Seçtiği kişiyi zaten güçlü olarak kabul ediyor. Bu gücü sadece tescil etmiş oluyor. Dolayısıyla o güçlü kişinin yanında bulunan, adeta bir yanaşmanın gidip de toprak ağzından hesap sorması beklenmeyeceği gibi, seçmenin de bu koşullarda gidip temsilcisinden hesap sorması kolay kolay beklenebilecek bir durum değil.

Dolayısıyla İsveç’teki Maliye Bakanı’nın başına gelen, kendisinden etkili olarak hesap sorulabileceği, bu işi sehven de yapmış olsa, kredi kartlarını karıştırmış olması dolayısıyla yapmış olsa bile, yanlış anlaşılabileceği ve seçmenin yüzüne bakamayacağı, seçmen baskısının adeta bir yoğun mahalle baskısı haline dönüşüp kendisini toplumdan dışlayacağı korkusuyla hareket ederek istifa etmesi söz konusu oluyor. Bizde böyle bir saikle hareket edebilecek milletvekili sayısı fevkalade sınırlıdır. Hesap sorma da kolay kolay gerçekleşebilecek bir olgu değil.

Edgar Şar: Evet. Aslında burada yasal-ussal (legal-rational) anlayışın yüksek olduğu ülkeler ve geleneksel toplumlar gibi bir ikili ayrım yapıyoruz. Bunun altında da bir siyasi kültürün biraz daha spesifik hale geldiği alanlar da var. Mesela İskandinav ülkelerinde bazı filmlerde bunu biraz mahalle baskısı gibi de gösteriyorlar. Verdiğiniz örnek bunun iyi bir örneği. Aslında orada bir hata, sehven yapılmış bir şey ve kanunun zarara uğramadığı bir noktaya da rahatlıkla çevrilebilecek bir şey. Ama bir kere yapıldı artık, geçmiş olsun. Artık bundan sonra o kişinin güvenini toparlamak çok zor olacaktır ya da ne gerek var, hiç böyle bir işe bulaşmamış birileri varken, artık o kişinin devamı başlı başına bir şaibe olarak algılanabilir. Acaba bu, İskandinavya içinde özel bir şey olabilir mi, yoksa bu yasal-ussal anlayışın hâkim olduğu diğer bütün ülkelerde de böyle olacak mıdır? Daha alt sınıflandırmalar da var mıdır? Onu da kısaca sormak istedim. Sonra çözüm kısmına da geçelim.

Ersin Kalaycıoğlu: Verdiğim İsveç örneği çok spesifik bir örnek değil. İskandinav ülkelerin birçoğunda olduğu gibi, Batı Avrupa’da da var. Bir başka örneği, Britanya’daki Başbakan Borris Johnson’ın Meclise alenen yalan söylemesi ve bu yalan söylemesi sırasında yakalanması. Bunun üzerine çok ciddi bir şekilde gidilmesi ve sonunda kendi partisi tarafından alaşağı edilmesi, görevden ayrılmak mecburiyetinde bırakılması olgusunu yaşadık. Bu olgunun bir benzerini Türkiye’de kolay kolay yaşamanız mümkün değil. Böyle bir siyasal parti duyarlılığını yerleştirebilmek, bizim bu kültür ortamımızda söz konusu değil.

Edgar Şar: Hocam ama eskiden daha farklıydı, değil mi? Mesela 91 yılındaki İSKİ skandalı hep hatırlatılır. Türkiye’de zamansal olarak da bir değişim var, değil mi? Onu da sanki hesaba katmak lazım.

Ersin Kalaycıoğlu: Zamanla açıklanabilecek bir şey değil. Bu, kültür farklılıklarıyla açıklanabilecek bir şey. Cumhuriyet Halk Partisi’nin o zamanki diğer siyasal partileriyle olan ilişkileri ve seçim ortamında bunun kullanımının yaratmış olduğu hava etkili oldu. Burada, Klašnja ve Tucker’ın, Moldova ve İsveç farklılığı üzerine yazmış oldukları makaleye vurguda bulunmak isterim. Orada, araştırma bulguları “Moldova’da iki unsur ön plana alınıyor: Bunlardan bir tanesi, seçmen, kendi vekillerinden ve hükümetinden etkili olmasını, başarılı olmasını, becerikli olmasını bekliyor. Kendisinin birtakım sorunlarını da bir yandan çözmesini bekliyor. Bir yanda da, belirli birtakım etik normlar içerisinde hareket etmesini bekliyor. İki farklı beklenti var. Ama bunlar arasında bir tercih yapıyor. Yani ‘’etik normlara uymuyorsa, hiç olmazsa becerikli olsun, bana patronaj ilişkileri çerçevesinde yardım edip yoksulluğu daha yaşanabilir kılsın” mesajı veriyor diyor. İsveç’te ise ikisine birden talep ettiğini söylüyor. Yani hem beceriklilik hem de etik kurallara uygun olarak davranmak ve siyasal ahlâkın da son derece önemli bir pozisyonda olması. Bizde yolsuzluğun daha yakıcı hale gelmesi, aynı zamanda bu patronaj ilişkilerinde sorunlar yaşandığı zaman ortaya çıkıyor. İSKİ olgusunda da aynı tür bir sorun yumağı söz konusuydu. Hem patronaj performansında problem var hem de yolsuzluk varmış gibi gözüküyor. İkisi birleştiği anda Moldova’daki gibi büyük bir tepki söz konusu olabiliyor.

Edgar Şar: İkisi birbiriyle ilişkilendirildiği anda, “hem çalıyorsunuz hem bize de hiçbir şey akmıyor, o zaman olmaz” diyorlar.

Ersin Kalaycıoğlu: Önemli olan, bunun akıyor olmasının vurgusu. Mahir Ünal da geçenlerde “Rasyonel seçmen bizi destekleyecektir” diye bir açıklama yaptı. Yani ‘’Biz patronajı düzeltiyoruz, diğer taraflara bakmayın.’’ Tıpkı Moldova olgusu gibi. Bu, Türkiye’de yalnız başına geçerli olan bir kültürel ortam değil. Güney İtalya da böyle, İspanya da böyle, Akdeniz havzasında birçok başka ülke de benzer bir kültüre sahip. Çünkü burada, çok uzun yıllar kurumsallaşmış bir servet dengesizliği ve müthiş bir gelir dağılımı bozukluğu var. Kurumsal hale gelmiş, yani istikrar kazanmış ve kanıksanmış durumda. Bugünden yarına değişmesi beklenmiyor. “Ben ne yaparsam yapayım bu değişmeyecek” diye düşünüyorsunuz.

O zaman, Kısa dönemli çıkarımı maksimize edecek şekilde bu yoksulluk ortamında varlığımı nasıl sürdürebilirim? O, fazla bir etik kaygı veya ahlâk kaygısı olmadan, lâ-ahlaki olarak, -ahlâksızlık yaparak değil- ahlâkı hiç düşünmeden, kaale almadan, göz önünde bulundurmadan, kamu hakkında bir endişe duymadan hareket etmenizi gerektiriyor. “Ben bunu yaparsam, komşuma zarar verir miyim? Acaba o aç kalır mı?” diye düşünmeyeceksiniz. Düşünürseniz siz aç kalıyorsunuz. Böyle bir ortam. Bunun yaratmış olduğu bir kültürel yaklaşım, tamamen bireysel, kısa dönemli çıkar üzerine oturuyor ve bu patronajla örtüşüyor. Bu patronaj ortamında, varsılın yoksullar tarafından temsilci olarak seçildiği bir ortamda, hesap sorma olgusunun büyük ölçüde ortaya çıkmayacağı veya mümkün olmadığı bir yapı siyasete egemen oluyor.

Herkes bu durumda değil. Her yerde bu ilişki de söz konusu değil. Ama kentlere büyük bir göçle birlikte, Türkiye’de, büyük ölçüde kırsal bir olgu olan bu tür bir patronaj ilişkisi olgusu, kentlerde de, belediyelerle ilişkiler, sendikalarla ilişkiler, aynı zamanda işverenlerle ilişkiler çerçevesinde yeniden oluştu. Bu patronaj ilişkileri orada da temel unsur halinde ve ona dayanarak yürütülen siyaset, genellik kazanmış durumda. Bu siyasette hesap verme ve hesap sorma olgusu yok. Neo-patrimonyal bir rejim zaten hesap verme üzerine kurulu bir rejim değil. O da bu kültürle fevkalade uyumlu bir şekilde Türkiye’ye geldi, 2017’den sonra güzelce monte edildi.

Hesap sorma gibi bir endişeniz olmadığı zaman ve burada kendi başınıza kazandığınız bir gelir, bu gelirden yapmış olduğunuz bir fedakârlık şeklinde vergi ödemesi, bu verginin kamuya aktarılması ve onun belli şekillerde kullanılması için sizden oy talep edilmesi, onun karşılığında bunun düzgün kullanılıp kullanılmadığının hesabının size verilmesi gibi bir olgu da herhangi bir şekilde önem arz etmiyor. Birçok seçmen, verdiği verginin zaten bilincinde değil. Bir kısım zaten vergi verdiğini düşünmüyor. Oysa bugün, neredeyse soluduğunuz havanın içinde KDV var. Devamlı vergi veriyorsunuz. Ulaşımdan hizmete, hizmetin her türünde, yediğiniz yiyeceklerin tamamında vergilendirilmiş bir fiyatla karşı karşıyasınız. Doğrudan vergi ödemediğiniz halde bunu yapıyorsunuz. İşçi olarak veya memur olarak çalışanlar stopaj da veriyorlar. Ama aldıkları net gelire odaklanmış oldukları için brüt gelirin rakamını birçoğu bilmediği gibi, vergi ödediğinin de bilincinde değil. Dolayısıyla bir vergi hesabı yapan ve bu vergi hesabına göre “Ben bu kadar vergi ödedim, bunun karşılığı bana niye dönmüyor?” diye soran bir seçmen kitlesine de ağırlıklı olarak ulaşabilmiş durumda değilsiniz. Var ama sayıları çok küçük. Bu kadar küçük sayıyla büyük bir etkinlik kazanmıyor.

Dolayısıyla burada, bir kültür sorunu olarak yolsuzluk sorunuyla karşı karşıyasınız. Yolsuzluğun algılanması ve yolsuzluk olarak tanımlanması, ancak modernleşmiş bir toplumda, modern kalıplar içerisinde düşünen, davranan seçmen ve temsilcisi ilişkisinde anlam kazanıyor. Bizim gibi neo-patrimonyal, ne tam modern ne tam geleneksel olmayan, ikisi arasında bocalamakta olan bir yapıda, bu tür bir endişe ve duyarlılık söz konusu değil. Dolayısıyla yolsuzluk olduğu zaman bu sorunun üzerini örtmek, o kadar da zor olmuyor.

Nitekim 2013’ten itibaren, yolsuzluk konusunda kanıt ortaya koyanların hepsi hakkında soruşturma açıldı. Ama yolsuzluk şüphesi üzerinde olanların hiçbirinin doğru düzgün soruşturulması yapılmadı. Bugün de yapılmıyor. Çeşitli yolsuzluk isnatları etrafta uçuşmakta. Bu isnatların yapılmış olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi bakanları, milletvekilleri hakkında hiçbir soruşturma söz konusu değil. Ama isnatta bulunanlar hakkında ciddi soruşturmalar ve kovuşturmalar devam ediyor. Burada onların esas itibarıyla bunu yapmalarının başka bir saikten kaynaklandığı ispatlanmaya çalışılıyor. Yani “Bu yolsuzluk yoktur, bu yolsuzluk konusunda üretilmiş dezenformasyon vardır. Biz dezenformasyonla uğraşıyoruz, yolsuzlukla uğraşmıyoruz” şeklinde bir mesaj vermeye çalışılıyor.

Edgar Şar: Hocam burada bir şey sorabilir miyim?

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii.

Edgar Şar: Neden ve sonuç ilişkisini iyi görmek lazım. Onun için onu sormak istiyorum. Bir yandan da 90’lardan veya İSKİ krizinden bu yana, hatta çok daha sonrasından bu yana, Türkiye’de değişen şeylerden bir tanesi de yargının durumu. Türkiye’de hiçbir zaman demokrasinin çok iyi yaşandığı bir alan olmadı yargı. Hep bir sorun, hep bir bağımsızlık ya da tarafsızlık problemi belki vardı, ama son yıllardaki hali, daha önceki yıllara göre de çok farklı.

Mesela 90’larda seçmen yolsuzluğa nasıl bakarsa baksın, bir savcı bu iddialara karşı bir soruşturma açtığı anda, belki bunun bir devamı gelebiliyordu. Yani seçmenin bakışından bağımsız olarak… Bugün ise böyle bir savcı yok. Sizin söylediğiniz sonuçlara da geliyor. Bunun o seçmenle ilişkisini biz nasıl kurabiliriz? Yani sonuçta seçmen nasıl bakarsa baksın yargı harekete geçebilirdi.

Ersin Kalaycıoğlu: Seçmenin bakışı burada önemli. Duyarlılık gösterse, yargı bunun üzerine gitmemezlik edemez. Özellikle iktidardaki partinin… Örneğini verdim. Britanya’daki Muhafazakar Parti’nin Başbakan’a karşı tutumu… Onun arkasında seçmenin Muhafazakar Parti’ye karşı tutumu… Orada müthiş bir seçmen baskısı var, ‘’ne oluyor?’’ diyorlar. Başbakan’a olan güven ortadan kalkmış olduğu andan itibaren, seçmen, temsilcisinden hesap soruyor. Muhafazakar Parti da Başbakandan hesap soruyor. Bizde, Adalet ve Kalkınma Partililerin yolsuzluk iddiaları konusunda herhangi bir duyarlılıklarının olduğunu gösteren bir kanıta şu âna kadar rastlamadım. Tam tersine, unutmayın, 2013 sonunda yine sistematik yapılmış olan bilimsel araştırmalarda, -ortaya konulmadığı için ne kadar geneldir bilmiyorum, genel olarak söylemiyorum- özellikle sosyal medyada, sokakta dolaşıp gelişigüzel birilerine mikrofon tutan muhabirlere konuşanlardan “Efendim, ne var bunda? İran’dan çalmışlar, getirip bize vermişler” diyen Adalet ve Kalkınma Partisi seçmenlerine rastladım. Algı buysa, mesele yok. O zaman, demin söylediğim olguya geliyor: “Biz bunları, patronlarımızı seçtik. Onlar gitsinler bütçeden birtakım fonları alsınlar, bizim cüzdanlarımızı doldursunlar” diyorlar. Bunların nasıl yapıldığının önemi yok. Hukuka göre mi yapılmış, hukuksuz mu yapılmış fark etmiyor. Çünkü burada lâ-ahlâki bireyselcilik kültürü işliyor.

Edgar Şar: Evet, hocam şimdi isterseniz çözüm kısmına geçelim. Yani yazının ikinci bölümüne.

Ersin Kalaycıoğlu: Bu sorunun çözümü var mı?

Edgar Şar: Evet.Soru bu.

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii. Bir kere, şunu kabul etmeniz lazım: Birincisi, Türkiye’deki siyasilerin, Avrupa’dakilerden, Amerika’dakilerden yahut Japonya’dakilerden, Avustralya’dakilerden, Yeni Zelanda’dakilerden daha farklı olduğunu söyleyebilecek bir konumda değiliz. Bunların hepsi siyaset kariyerinden geliyorlar, hepsi iktidar kullanıyorlar. Ve iktidar kullanımında, siyasetbiliminde genel bir kural, daha doğrusu yasa var: ‘’İktidar suistimal edilir.’’ Bunu Machiavelli 16. yüzyılda, Montesquieu ise 18. yüzyılda 1760’larda yazmış olduğu Kanunların Ruhu kitabında gayet açık şekilde ortaya koyuyor ve ‘’bu kaçınılmazdır’’ diyor. Yani ‘’Ahmet yapar, Ayşe yapmaz’’ gibi bir iddiada bulunamazsınız. Kimi o mevkiye getirirseniz getirin, iktidar kullandığı ânda, iktidar kullanımı suistimale açıktır. Yozlaşır. İktidar kullanımı mutlaklaştıkça, yozlaşma da mutlaklaşır. Bu bir siyasetbilimi yasasıdır. Üstelik bu yasa. Özellikle sosyal psikologlar tarafından doğru mudur diye sınandı ve doğru olduğu, en azından yanlışlanamadığı ispatlandı. Dolayısıyla böyle bir yasamız var.

Bu yozlaşmayı ve onun sonucunda yolsuzluğun ortaya çıkmasını durdurmanın tek yolu, bunun, sınırlı bir hükümet uygulaması olarak kabul edilen demokrasiyle; bunu da gerçekleştirmek için çeşitli denge ve denetleme mekanizmaları ve kurumları kurmak suretiyle ve onlar aracılığıyla, yozlaşma yoluna girildiğinde etkili hesap sormayla mümkün olması söz konusu. Nitekim İsveç’ten ve Britanya’dan vermiş olduğumuz örnek, aynı mahiyettedir. Bunun sayılarını Avustralya’dan, Amerika Birleşik Devletleri’nden ve başka ülkelerden örneklerle de desteklemek mümkün. Burada görülen şey, temel itibarıyla hesap sorulabilmesini sağlayan ve hesap sormayı etkin hale getiren bir mekanizmalar veya kurumlar manzumesi ortaya çıkarabilmektir. Bunlar, hem dikey olarak, yani seçmenden temsilciye, temsilci vasıtasıyla siyasal erk kullanan herkese yaygınlaştırılarak hesap sormaktır. Bunun için temel mekanizma meclistir, yasama organıdır. Aynı zamanda, yatay olarak, yani yargı aracılığıyla hesap sormaktır. Siyasetbilimi literatüründe çeşitli araştırmalarla bu konuda örnekler veriyoruz. Bir de, son yıllarda daha popüler hale gelen çapraz hesap sorma yöntemi var. O da, medya ve sosyal medya aracılığıyla bu hesabı sorma şekline dönüşen bir yaklaşım söz konusudur.

Böylece, iktidarda bulunan kişinin, iktidar olanaklarını kullanmak suretiyle, kendisine yahut yakınlarına birtakım çıkarlar temin etmek ve bu yolla kamu yararını tehlikeye atacak davranışta bulunması durumunda hesap vereceğini bilmesi, bunun kaçınılmaz olduğunu ve %100 hesap vereceğini bilmesi, bu tür bir yozlaşma ve yolsuzluk sürecinin ortaya çıkmasını ve uygulamalarının sürmesini akamete uğrattığını biliyoruz. Tek yöntem bu. Bu yöntemin etkin çalışabiliyor olması için, demokratik bir yapıda, seçmenin bunu talep etmesi gerekir. Bunu, kendi oy vermiş olduğu, desteklediği, düşüncesini, zihniyetini, ideolojisini paylaştığı temsilcilerinden istemesi; onlar yapmıyorlarsa, onları da değiştirecek iradeyi göstermesi durumunda yolsuzlukla etkili olarak başa çıkabilmeniz mümkün. Yani burada belli bir siyasal etik anlayışının, hem yönetimde hem de seçmende yaygın şekilde kabul edilmesi gerekir. Ama bunun için Türkiye’deki en büyük engel, lâ-ahlâki bireyselcilik kültürünün ortadan kaldırılmasıdır.

Bunun da ancak ve ancak çözümü, bir sosyal refah devleti kurulmasıyla olabilecektir. Başka türlü, yoksulluğun kurumsallaşmış bir dert olarak Türk toplumunda varlığını sürdürdüğü bir ortamda, bu kültürün ortadan kalkmasını nasihatle, anlatımla beklemeniz mümkün değildir. İnsanların gelecek kaygısı olmadan, özellikle kısa dönem gelecek kaygısı olmadan “Bir dahaki yemeği ne zaman yiyeceğim? Bir dahaki herhangi bir olanağı ne zaman bulacağım? Toplumda belli bir vakarla yaşamayı nasıl sağlayacağım” gibi endişelerini çözebilecek bir sosyal refah devleti ki, Anayasa’nın ikinci maddesinde bu bir emir olarak hükümetlere verilmiş durumda, ama henüz doğru dürüst gerçekleştirilemedi. Burada ciddi bir yapılanma söz konusu olursa, birkaç kuşak içerisinde bu kültürün değişime uğrayabileceğini, insanların lâ-ahlâki bireyselcilik yerine, daha çok etik unsurları göz önünde bulunduran bir bireyselcilik anlayışına doğru evrim geçirebileceğini düşünmemiz mümkündür. Bu kaygıların ortadan kaldırılmış olduğu bir toplumsal ortamda, onun kültürel sonuçları da ortaya çıkacak gibi gözükmektedir. Burada, ekonomik yapının veya ekonomik politiğin önemli bir rol oynayacağını ve ciddi bir değişiklik için temel atılımın buradan kaynaklanacağını düşünmek durumundayız.

Tabii bu arada çıkartılacak olan siyasal etik yasaları, bu siyasal etik yasalarının özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde iktidarda bulunan parti grupları içinde de duyarlılıkla ve etkili bir şekilde uygulanabilmesi, Türkiye’de yolsuzlukların önüne geçilebilmesinde önemli yapıtaşlarından birini oluşturacak gibi gözüküyor. Ama tek başına bir yasal düzenlemeyle, bir etik yasası düzenlemesiyle burada çok yol alınabileceği kanısında değilim. Çünkü bunu destekleyecek ciddi bir seçmen yaptırımı, seçmen dürtüsü gerekmektedir. Bu dürtü olmadan ve seçmenin bu konuda göstereceği duyarlılık söz konusu olmaksızın bunu sürdürebilmek mümkün olmayacaktır. Seçmenin bu duyarlılığı gösterebilmesi için, seçmenin içinde bulunduğu, ağırlıkla ona etkide bulunmakta olan lâ-ahlâki bireyselcilik kültürünün aşınması gerekiyor. Onu aşındırabilmek için de bu kurumsallaşmış yoksulluk ve ciddi gelir dağılımı bozukluklarının düzeltilmesi için önemli birtakım adımlar atılması ve bunların istikrarlı bir hale getirilmesi, uzun dönemde korunabilmesi, yani bir kurumsal yapıya dönüştürülebilmesi zorunluluğu var. O olmadan bu tür bir gelişimi sağlayabilmek biraz ham hayalmiş gibi gözüküyor. Buradaki beklenti, temel itibarıyla toplumda bir yansı bulmuyor. Yansı bulmamasının nedeni, demin de söylediğim gibi, insanların siyasetten beklentisi, siyasetbiliminin demokrasi olarak kabul ettiği çerçeve içerisinde tanımlanmıyor. Popülist patronaj mekanizması veya popüler patronaj mekanizması olarak çalışıyor. Onun dışında bir anlam ifade etmiyor.

Oysa yolsuzluk, daha çok hakları ve özgürlükleri ilgilendiren bir husus. O tür bir duyarlılığın duyulabilmesi için bu lâ-ahlâki bireyselcilik kültürü ve onun siyasetteki uzantısı olan patronaj ilişkilerinin ciddi ölçüde değişmesi, bireyin, güçlü ve varsıl olanlara dayanarak yaşam stratejisi gütmek yerine, kendi eğitimi, mesleği, uzmanlık alanı ve kendi becerileri ile kazanmış olduğu gelirin ve ödediği verginin farkına vararak, o bilinçle hareket eden seçmenlerin çok büyük ve baskın bir orana ulaşması ile ancak mümkün olabiliyor. Zaten siyasetbiliminin yazınında da, Aristo’dan itibaren, gelir dağılımı eşitliğinin veya gelir dağılımının düzgün olduğu bir ortamda, orta sınıfın büyük olduğu toplumlarda demokrasinin kök salabildiği, orta sınıfın pek olmadığı, yaygın yoksulluğun olduğu yerlerde de çalışmadığı ifade ediliyor. Biz maalesef ikinci kategorideyiz. Onun için demokrasimizde ciddi defolar var. Zaman zaman akamete uğruyor ve büyük ölçüde de popüler patronaj mekanizması olarak çalışıyor. Özgürlükler, haklar, hukuk devleti ilkeleriyle bağlantısı teorik anlamda veya sözel anlamda söz konusu olsa da, gerçek anlamda bu tür duyarlılıklara hiçbir zaman ulaşmıyor.

Edgar Şar: Hocam, çok teşekkürler. Yazılar için de öyle. Gerçekten iyi bir şekilde ele almış olduk.

Ersin Kalaycıoğlu: Daha ayrıntısını görmek isteyenler PolitikYol’da çıkmış olan iki yazıyı da okuyabilirler.

Edgar Şar: Onun için yazıların linkini koyacağız.

Ersin Kalaycıoğlu: Linkler vasıtasıyla izleyebilirler ve daha ayrıntılı olarak literatürü de dikkate alarak araştırabilirler.

Edgar Şar: Evet. Medyascope’un web sitesinde Siyasetname’nin bu bölümünün açıklamasında linkleri bulabilirsiniz. Çok teşekkür ediyorum sevgili hocam. Gelecek ay tekrar görüşmek üzere diyelim. Bizi izleyen herkese de çok teşekkür edelim, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.