Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını | İktidarı, muhalefeti ve halkıyla Türkiye, Amasra faciasına nasıl tepki verdi?

Bartın’ın Amasra ilçesinde maden ocağında cuma günü meydana gelen patlama nedeniyle şu ana kadar 41 işçi hayatını kaybetti. Bütün siyasi parti liderleri programlarını iptal etti ve bazıları Amasra’ya geldi.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Birileri bununla dalgasını geçebilir ama önemli değil, biz kader planına inanmış insanlarız” dedi. Muhalefette yer alan siyasetçiler ise birbirlerinden farklı tepkiler verdi.

Ruşen Çakır, iktidarın, muhalefetin ve toplumun Amasra’daki faciaya nasıl tepki verdiğini, izleyicilerin soru ve yorumlarıyla birlikte değerlendirdi.

Kapak fotoğrafı: İbrahim Yayan

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. “Türkiye Amasra’da yaşanan mâden fâciasını konuşuyor” diye klişe bir lâfla başlayabilirim. Ama pek konuşmuyor. 41 işçinin göz göre göre hayâtını kaybettiği bir olay söz konusu. İlk kez yaşanan bir olay da değil. Soma hâlâ akıllarda, 301 kişi hayâtını kaybetmişti ve o zamandan bu zamâna değişen çok fazla bir şey yok. Sâdece hayâtını kaybeden, göz göre göre hayâtını kaybeden işçilerin sayısı farklılaşıyor, mâdenlerin yerleri farklılaşıyor. Ama hep aynı şeyler yaşanıyor ve aynı tepkiler veriliyor. Bu sefer çok acı; ama Amasra olayının üzerinden daha birkaç gün geçti ve hemen soğumaya bırakıldı. “Çok büyük tepkiler olmadı” diyorum. Bu konuda iktidârı zâten biliyoruz. Muhâlefeti gördük, ne yaptı ne yapmadı ve sivil toplumu, halkı da gördük. Herkes tabiî ki acıda birleşti, tasada birleşti — ama o kadar. Bu birleştiğini çok açık bir şekilde gösterme ihtiyâcı da hissetmedi nedense. Ölenle ölündü aslında. Ölenle ölmek durumundayız. Ama Türkiye’ye garip bir şey oldu. “Bu tür olaylar artık toplumları çok da fazla hareketlendirmiyor” diye baştan tavrımı koyayım. Ama sizlerden görüşlerinizi, sorularınızı almak istiyorum. Amasra fâciasını Türkiye nasıl karşıladı? Ne tepki verdi? Bundan sonra ne tepki verebilir? Bütün bunları olayın siyâsî yönünü tabiî ki öne çıkartarak — çünkü eninde sonunda grizu patlaması. Hangi tedbir alındı, hangi tedbir alınmadı? Bunlar uzmanların konuşacağı şeyler. Ama her ne kadar uzmanların konuşacağı şeyler de olsa, uzmanları çok dinleyenlerin olduğunu da sanmıyorum. Bizim en çok konuşmamız gereken, olayın psikolojik, sosyo-psikolojik boyutu belki; ama siyâsî boyutu da. Sizlerden Medyascope’un ve benim YouTube sayfamdan chat bölümünden sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazmanızı istiyorum. Hemen başlamış sorular, yorumlar gelmeye.

Metin Eksen diyor ki: “İktidar sansür yasasının geçmesinden sonraki ilk sınavını verdi ve bana göre bu işin üstü Soma’da yaşananlardan daha kısa sürede ve daha fazla baskıyla kapatılıp gidecek” diyor. Tabiî ki olayın sansür yasası boyutu var ve anladığım kadarıyla sansür yasasının –resmî adıyla Dezenformasyon Yasası– tam neyi nasıl yasakladığı, yasaklayacağı belli olmamakla birlikte, bu yasanın yaratmak istediği en önemli husus: Otosansür. Yani insanlar öyle korkacak ve çekinecek ki, hiçbir şey konuşamaz hâle gelecekler. Ve hemen ardından, gerçekten yasa geçer geçmez bu olayla karşılaştık ve bence, Metin Bey’in de dediği gibi yasanın gerçekten etkisi oldu. Hâlâ oluyor. Açıkçası bu yayını yaparken de bunu düşündüm. “İnsanlar artık bu tür konuları konuşurken, doğrudan iktidârın sorumluluklarının söz konusu olduğu konuları konuşurken nasıl hareket edecekler? Tereddüt mü edecekler?” diye düşünüyorduk. İlk günden bunu gördük ve bu yayında da başka yayınlarda da muhtemelen bunu göreceğiz. Eskiden 10 kişi konuşuyorsa o sayı ineceğe benziyor ve o kişilerin vurguları da değişeceğe benziyor. Yani yasanın kendisi, insanlara devlet eliyle yasak getirmenin ötesinde, kendi kafalarında bir yasak getirmiş oluyor ve Amasra olayında gerçekten bunu yaşamaya başladık diye düşünüyorum. Bilmiyorum siz ne dersiniz? Daha önceki olaylarda gösterilen reflekslerin, tepkilerin çok uzağında bir duruş var toplumda, sivil toplumda, sosyal medyaya baktığımız zaman. Acıyı paylaşmak ve bu anlamda bir dayanışma göstermek var, yani bir tâziye anlamında var; ama eleştiri anlamında doz çok düşük. Sanki bir tabiî âfet yaşanmış gibi –ki tabii âfetlerde de yöneticilerin sorumlulukları vardır–, yani bu iş için sâdece: “Âfettir, olur bunlar” denemez. İlk akla gelen tabiî ki bu anlamda deprem meselesi. Öncesinde ve sonrasında tedbirlerin alınması, yetkililerin attıkları adımlar, aldıkları tavırlar; hepsi toplumun ve diğer siyâsetçilerin tartışacağı, eleştireceği şeyler olmak durumunda. Burada, ilk günden Amasra konusunda çok ciddî bir sessizlik ya da yumuşaklık var. Eleştirilerin yumuşaklığı var. Bunun bir boyutu tabiî ki alışmış olmak olabilir. Ama sonuçta 41 kişi göz göre göre hayâtını kaybetti. Burada insanların diyecek çok şeyi olması gerekirken, bunları genellikle dile getirmediklerini görüyoruz. Nasıl olsa bir şey değişmiyor diye düşünenler de olabilir. Ama yasanın da etkisi olduğu kanısındayım.

Elif Korhan diyor ki: “Bence iktidar hızla yeni paketler açıklayıp gündemi değiştirmeye çalışacak: EYT, asgarî ücret vs.. Unutulsun diye her şeyi yapacaklar.” Elif Hanım çok iyi niyetli yazmış. Ben meselâ pazartesi günü bu yayını yapıyorum ve bunun büyük ölçüde unutulmaya yüz tuttuğunu söylüyorum. Burada iktidârın yaptığı bir şey tabiî ki vardır; ama esas olarak toplumun ve muhâlefetin rolüne bakalım. Bu olay normal şartlarda çok büyük tartışma konusu, eleştiri konusu ve toplumsal hareketlilik konusu olabilecekken olmadı, olacağı da yok. Burada kastım, ortalığı karıştırmak filan değil. Ama gerçekten o 41 kişinin, 41 işçimizin hayâtını kaybetmesinin bir karşılığı olması lâzım. Yani bu –nasıl söyleyeyim?– onları hiçbir şekilde geri getirecek bir şey değil; ama burada, her yönüyle, neresinden bakarsanız bakın, Bakan’ın daha yeni ziyâret ettiği ve övdüğü, Cumhurbaşkanı’nın da en ileri yerlerimizden birisi dediği bir yer söz konusu. Bu olay sâdece Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “kader planı”yla filan açıklanabilecek bir şey değil. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Sensörlerdeki veriyi depolayan odada deliller toplanmış mı? Deliller karartılıyor olabilir.” Olabilir. Karartılmayan yerlerde de pek bir şey çıkmadı. Genellikle bu tür olayları konuşurken, yargıya bakarken daha geçmiş olaylara bakmamız lâzım. Soma olayı gerçekten önümüzde bir ibret vesîkası olarak duruyor. Soma’da işçiler için mücâdele eden avukatlar, sudan bahânelerle cezâevindeler. Ama mâden sâhiplerinin nasıl kayırıldığını da görüyoruz. 

Esen Neziha demiş ki: “Ülkemizdeki sanatçılardan, sivil toplum kuruluşlarından, milletvekillerinden çok şey bekliyorum. Hâlâ bekliyorum.” Evet, beklemekte haklısınız. Ama beklemeye devam edeceksiniz herhalde — öyle gözüküyor. Onun için çok da fazla bir şey demek istemiyorum. 

Palpatine: “Bu hükûmetin 15 Temmuz gibi kutlamaları, anmaları veya üzüntüleri de kısa bir süre sonra sıradan hâle getirme gibi bir amaçları var sanki. Çok fazla duyulmasın, bir an önce kapansın, bitsin istiyorlar.” Bu tür fâcialar için böyle olabilir; ama 15 Temmuz’da böyle değil. 15 Temmuz’u sıcak tutmak istemelerine rağmen tutamıyorlar diye düşünüyorum. Ama bu olayların bir an önce unutulması için, meselâ hızlı bir şekilde olay yerine gidip, orada hemen açıklama yapıp, yani her şeyin yapıldığını ama işte bir kaderin söz konusu olduğunu söyleyip ve bütün acıların, yaraların sarılacağını ve sorumluların araştırılacağını söyleyip olay kapatılmak isteniyor. Burada muhâlefetin duruşu çok daha önemli. Sorular da var.

Meselâ Tuğrul Bey’in sorusu öyle: “Meral Akşener’in, şehit söylemine katılması hakkında ne düşünüyorsunuz?” demiş. Evet, işte meselâ: Şehit. “Şehit” dediğiniz zaman, ölenleri yüceltiyorsunuz; ama ölenler neden hayatlarını kaybettiler? Şehit, bir çatışmada, çarpışmada hayâtını kaybeder. Burada fâiller kim? Bunları hiç dile getirmeden bir kader sonucu şehit olduklarını söylüyorsunuz ve olayı böyle bir duygusal ve mânevî, uhrevî bir alana taşıyıp, ondan sonra siyâsetin yapılmasını engellemek istiyorsunuz. Buradan siyâset yapmak isteyenleri de, “Şehitlerimizin üzerinden siyâset yapmaya çalışanlar” diye yaftalayabileceksiniz. Bu anlamda Meral Akşener’in şehit söylemine katılması ve hayâtını kaybeden işçilerimizin Hz. Muhammed’in yanında olmaları temennîsi. Tabii ki bu temennî iyi niyetli bir temennî; ama bir muhâlefet partisi liderinin, böyle bir olayda, bu işçilerin ölümünün sorumlularının kim olduğunu sormadan ya da onu öne çıkartmadan, olayı sâdece böyle bir kader boyutuna indirgemesi fazlasıyla yadırgatıcı. Burada tabiî öyle bir husus var ki yine iktidârın çizdiği alanda kalıyorsunuz. Erdoğan “şehit” diyor; siz “şehit” diyorsunuz, demek durumunda kalıyorsunuz. Erdoğan “kader” diyor; siz “Kader olabilir; ama ihmal de var” diyerek, bir şeyi veri olarak kabul ederek gidiyorsunuz. 

Ahmet Selim: “Özellikle muhâfazakâr kesim bu tip olaylar için neden bu kadar duyarsız olabiliyor?” Bunun duyarsızlıkla alâkası yok. Ancak bir başka olayla alâkası var. Cumartesi günü Medyascope’ta Elif Gökçe Aras’ın “Muhâfazakârın pişkini” diye bir yazısı çıktı. O yazıyı okumanızı tavsiye ederim –hâlâ okumadıysanız– ve ben bugün saat 18.00’de de o yazıdan hareketle birtakım yorumlar yapacağım. Yazının çok önemli, çok değerli bir yazı olduğunu düşünüyorum. Buradaki olay bir duyarsızlık değil. Tabiî ki herkes bundan çok acı duyuyor. Ama burada hemen şu refleskler çalışıyor: “Ya, çok kötü oldu. Kesin ihmal vardır. Yoksa pisi pisine ölmüşe benziyorlar. Hayatlarını kaybettiler. Ama bunu böyle yaparsak, buradan iktidar zarar görür. Aman iktidar zarar görmesin” diyerek geçiştirmek, olayı sâdece bir kadere indirgemek, şehitler demek, onlara, hayâtlarını kaybeden işçilere fazlasıyla sâhip çıkıyor gözükerek aslında onların yaşadığı bu acı ölümün etkisini azaltmaya çalışıyorlar. Bu olayın duyarsızlıkla alâkası yok. Tam tersine, iktidârın geleceği konusundaki duyarlılıklarıyla alâkası var. 

“Sensörlerin çalışmadığı söyleniyor. Her sensörün belli bir ömrü var. Sensörleri yenilemiyorlar mı?” Bu tür detayları bilmiyorum. Olabilir, olmayabilir. Bunların hepsi, normal şartlarda bir hukuk devleti olsak çok kolay bir şekilde, hızlı bir şekilde saptanır ve sorumlular da hak ettikleri cezâyı alırlar. Ama Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu düşünmüyorum maalesef. 

Tuğçe Bayar Yıldırım: “Siz de ‘beklemek’ dediniz. Beklemek zorunda olmaktan artık sıkıldık. Sessizliğimiz ondan olabilir mi?“ Sessizlik birçok şeyden. Türkiye’de otoriter bir rejim var. İnsanlar eninde sonunda ürküyorlar, çekiniyorlar ve bunda hiç de haksız sayılmazlar. Burada önemli olan birtakım kurumların, kişilerin, birtakım sivil örgütlenmelerin, insanlardaki bu korkuyu giderecek pozisyonlar almalarıdır. Yoksa normal hâlinde, kendi hâlinde sıradan vatandaşın ses çıkartmasını beklemek çok anlaşılır bir şey değil. Onlara haksızlık olur. Ama burada önemli olan, korkacak bir şey olmadığını; çünkü bu olayın sorgulanmasının bir vatandaşlık hakkı olduğunu birilerinin gösterebilmesidir ve bu anlamda da belirli ayrıcalıkları olanların, özellikle de toplumun seçtiği kişilerin bunu yapması gerekir. Şimdi gördük; bütün partiler, bütün liderler olay yerine gitti. Milletvekilleri gitti. Cenâzelere katıldılar vs.. Ama o kadar. Yani oraya gitmek, tek başına –tabiî ki programlarını iptal ettiler vs.; meselâ DEVA Partisi mitingini iptal etti, Ahmet Davutoğlu bir il gezisini iptal etti filan–; hepsi tamam, ama o kadar. Onun dışında hayatlarını kaybedenlerin yakınlarıyla ya da cenâzelerde verdikleri fotoğrafların bir yere kadar anlamı var; ama özellikle muhâlefet partileri için daha fazla şeyler olması beklenir. Meselâ, ben bunu bu haftaki pazar günü yazımda yazdım; Altılı Masa’nın bütün liderleri oraya gitti bildiğim kadarıyla. Hepsini ayrı ayrı yerlerde gördük. Yani en azından Bartın’a berâber gitmeyi akıl edebilecek bir Altılı Masa olabilirdi ya da ayrı ayrı gittiklerinde bir yerde birlikte fotoğraf vermeyi düşünebilirlerdi. Ama tabiî ki bunu yapabilmeleri için siyâsî bir duruş sergilemeleri gerekiyor. Orada genellikle şöyle bir pozisyon alınıyor: “Bu olay siyâset-üstü bir olaydır. Tamam, şehitlerimiz var, acımız var. Siyâsetin yeri yok.” Böyle bir şey yok. Siyâsetin yeri yoksa, o zaman hiç gitmeyin zâten. Bütün vatandaşlar, her önüne gelen atlayıp Bartın’a, Amasra’ya gidip orada vatandaşlık görevini tabiî ki herkes –elinden gelse– yapmak ister; ama siyâsetçilerin başka bir fonksiyonu var. Orada bu olayın bir şekilde hesâbının sorulması diyelim, çok basit bu. Kim ise bunun sorumlusu… oradaki görevliler mi yöneticiler mi siyâsîler mi? Ortada bir Sayıştay raporundan bahsediliyor. Bunu kimler niye gündeme getirmedi? vs. Bütün bunların izini, ayrı ayrı, tek tek söyleyen birtakım milletvekilleri filan var. Arada işte, “Tabiî ki kader olabilir; ama biz öncelikle tedbirlerimizi almalıyız” diyenler var. Ama bunu bir siyâsî söyleme ve bir siyâsî meydan okuyuşa döndürmüyorlar. Bunu olayın suiistimâli olarak görmek bence kesinlikle yanlış. Tam tersine, hayâtını kaybeden vatandaşların ve onların yakınlarının hakkını savunmak olurdu bu — ki siyâsetçilerin böyle bir görevi olduğunu düşünüyorum. 

Buket Arıkan: “Cesâret bulaşıcıdır. Korkmuyorum. Binlerce kişiyi mi hapse atacaklar? Sözüm ekrandakilere,ama farkında olsalar ki bu dönemde yargılanmak onurdur.” Olabilir; ama birçok insan da yargılanmak istemeyebilir. Bunu da çok iyi anlayabiliriz. Önemli olan, insanlara vatandaş olarak sivil tepkilerini dile getirmelerinin bir cesâret değil; normal bir olay olduğunu gösterebilmek. Bunu da yapacak olan, yapması gereken özellikle siyâsetçilerdir diye düşünüyorum. 

“60’lı yıllardaki yöntemlerle mâdencilik var, ekipmanlar yeni olsa bile. Soma’dan sonra bir moratoryum ilân edilmeli, kapalı mâden güvenliği konusunda çok büyük değişiklikler yapılana kadar durdurulmalıydı.” Türkiye’nin böyle bir şeyi yapması söz konusu değil. Yapmadı, yapmayacak. En fazla şu anda Amasra’daki mâden bir müddet kapalı kalır. Sonra o da açılır. “Her şey tâkip altında, her şey kontrol altında” açıklamaları yapılır. Bir sonraki fâciayı bekleriz. Muhtemelen böyle olacaktır. Bir müddet işler daha fazla ciddîye alınır. Ama bunların hiçbirisinin bu yaşanan olayın üstünü kapatmayı mümkün kılmaması gerekir.

Ferit demiş ki: “Muhâlefet burada hep birlikte konuşmayacaksa Altılı Masa’nın ne anlamı var?” Demin benim söylediklerim de bir anlamda öyleydi. Yani yanlış anlaşılmasını istemem; ama bu tür fâcialar, işte, iktidârın yönetemediğini açık bir şekilde gösteren fâcialar, muhâlefetin merâmını anlatmak için çok elverişli bir zemin sunuyor. Bu örnekten, Amasra örneğinden, göz göre göre gelen bir fâciadan, iş cinâyetinden hareketle, siz ülkeyi yönetenlerin ülkeyi yönetemediğini ve yönetemeyeceğini pekâlâ anlatabilirsiniz. Bunu siyâset-üstü, siyâset-dışı bir konu olarak görmenin hiçbir anlamı yok. Erdoğan Soma’da da bunu yapmıştı; ama dikkat ederseniz, Soma’da ilk günden îtibâren çok sivil tepkiler vardı. Soma’daki halkın tepkisi vardı, orada işçi âilelerinin tepkisi vardı vs.. Hattâ fotoğraflar biliyoruz. Videolar biliyoruz. Erdoğan’ın birtakım âilelerden birileriyle yaşadıkları hakkında birtakım videolar, ses kayıtları filan da yayınlandı ve Soma uzun bir süre siyâsetçilerin ve sivil toplumun gündeminde oldu. Çünkü orada bir bağlam vardı. O bağlam neydi? Bir yıl önce Gezi olmuş ve Türkiye’de toplumsal muhâlefet kendini göstermiş. Ondan sonraya denk geldi. Sıcağı sıcağına diyelim. Soma, Gezi’nin sürdüğünü gösterdi. Ama ondan sonraki süreçte Türkiye çok şeyler yaşadı. Soma’dan sonra yapılan, yaklaşık bir yıl sonra yapılan Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidârı kaybetmesinde, Gezi’nin de Soma’nın da muhakkak etkisi olmuştur. Ama sonra arada yaşanan kaos ortamı, Kasım seçimleri, AKP’nin tekrar tek başına iktidâra gelmesi, darbe girişimi, darbe girişiminin ardında Olağanüstü Hal ilân edilmesi, Başkanlık Sistemi vs. diyerek, Türkiye’de çok ciddî bir baskı rejimi, otoriter rejim inşâ edildi. Buna Fethullahçılar’ın katkısı sonsuzdur ve bu anlamda da çok büyük veballeri vardır bu ülke üzerinde. Bugün gelinen noktada ise insanlar tepki vermeye çekinir oldular. Bu olay sâdece son sansür yasasıyla açıklanamaz. Bütün bu süreç içerisinde, işlerinden edilenler, hapse atılanlar, hâlâ hapislerde tutulanlar, meselâ bir Osman Kavala örneği ya da demin verdiğim örnekte olduğu gibi, meselâ Can Atalay’ın, Soma Dâvası’nın en ciddî tâkipçilerinden avukat Can Atalay’ın Gezi Dâvâsı’ndan haksız yere, tamâmen gayri âdil bir şekilde içeride tutulması vs.. Bütün bunlar birleşince bugünü anlamak daha kolay oluyor.

“Bu kadar adâletsiz bir düzende, muhâlefetin işinin çok ama çok zor olduğu açık. Felâketleri bile millete şirin gösterebilen bir yapıya karşı, yine halkın anladığı dilden açıklamalar yapmalı tekrar tekrar.” Özgür Tekmeşe demiş bunu. Evet, bu kadar adâletsiz bir düzende muhâlefetin işi çok ama çok zor; ama bir anlamda da o kadar kolay. Çünkü her şey çok açık, apaçık ortada. Yani bu olay, Amasra’da yaşanan olay, “kader planı” gibi benim hayâtımda ilk kez duyduğum –birçoğunuz herhalde duymamıştır daha önce– bir lâfla açıklanabilecek, geçiştirilebilecek bir olay değil. Bir not düşmek istiyorum: Erdoğan’ın kader açıklamasına birtakım iktidar yanlısı köşe yazarları da îtiraz etmiş. Şimdi bunu nereden biliyorum? Ben artık bu şeyleri pek okumuyorum, dediklerini; ama Gazete Duvar derlemiş, dört tâne yazardan alıntı yapmış. Şimdi söyleyeyim: Ahmet Hakan birisi, İsmail Kılıçarslan birisi, Mehmet Barlas birisi, Yasin Aktay bir diğeri. “Bu olay kaderle açıklanamaz, bu olay ihmaldir. Sorumlular bulunsun” filan demişler. Ama hiçbirisinde, “Cumhurbaşkanı kader diyerek yanlış yapıyor” cümlesini göremiyorsunuz. Kaderle açıklama cümlesinin öznesi yok. Yani Cumhurbaşkanı söylemese –kader meselesini daha ilk günden o söyleyerek bütün iktidar yanlılarına, olayı önemsizleştirmeye, geçiştirmeye çalışanlara bir malzeme dayattı ve ondan sonra geldi–, ama bunun yerine ilk günden çok açık bir şekilde, “Bu kaderle vs. açıklanamaz. Burada ihmaller var. İhmâli olanların yakasına yapışacağız” gibi çıkış yapsaydı –ki bir zamanlar Erdoğan’ın böyle çıkışlar yapabildiği olmuştu, bir zamanlar tabîi– o zaman işin rengi değişirdi. Meselâ sonra baktım, Cem Küçük de –ki kendisi Zonguldaklı’dır, mâden işlerini iyi bilir–, o da Türkiye gazetesinde, bunun göstere göstere, göz göre göre olduğunu yazmış. Ama bunu kader diye kim açıklıyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan. İşte orada işin içerisine siyâset giriyor ve kendilerini bunun kaderle açıklanamayacağını söylemek zorunda hisseden iktidar yanlıları da –yani bir yerde artık bu yürümeyen şablon– yine de burada Erdoğan’ı bypass ederek, sanki olmayan birileri bunu söylemiş, hattâ muhâlefet demiş gibi yapıyor da olabilirler. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Bu tepkisizliğin nedeni, mağdurların ve bölge halkının sessizliği, durumu kabul edişi, hattâ hükûmeti ilk seçimde yine ödüllendirme ihtimâli. Bu durum empati duygumuzu köreltmiş olabilir mi?” Bunları söylemek bence haksızlık. Şundan haksızlık: Bir fâcia yaşanıyor, orada insanların neler hissettiğini bilmiyoruz. Orada insanların, bir de yaşadıkları travmayla, neye nasıl tepki vereceklerini kestirmek mümkün değil ve onları hiçbir şeyle sorumlu tutamayız. Dolayısıyla onlara değil kendimize bakmamız gerekiyor. “Onlar tepkisiz vs.” deniyor. Bizim arkadaşlarımız gitti, gördük. Çok kişi de çok ciddî bir şekilde, “Bu açıkça cinâyet” diye bizim kameralarımıza konuştular. Hayâtını kaybedenlerin eşleri, yakınları konuştular. O kadar haksızlık etmeyelim. Onlardan beklediğiniz tepki nedir bilmiyorum; ama onlardan hiçbir tepki beklemeye hakkımız yok. Çünkü onlar çok acı bir olayı doğrudan kendileri yaşıyorlar. Yakınlarını doğrudan kaybettiler. Dolayısıyla onlara değil kendimize bakmamız lâzım. Kendi kusurlarımızı onların şu ya da bu davranışıyla ya da muhtemel davranışıyla açıklamaya çalışmak bence doğru olmaz. 

Bir izleyicimiz diyor ki: “Dünyanın neresinde böyle bir fâcia yaşansa ulusal yas îlân edilirdi. Sizce Türkiye duyarlılığını mı yitirdi?” Burada yas îlân edilmemesinin nedeni bence olayın önemini azaltmaya çalışmak. Çünkü olayı önemli, çok merkezî bir yere taşıdığınız zaman, doğrudan bir anlamda sorumluluğunuzun da gündeme gelme ihtimâli oluyor. Ben öyle düşünüyorum. İktidârın, Erdoğan’ın en çok başardığı şey; yaşanan olumsuzlukların sorumluluğunu hep başkalarına atmak, her türlü olumluluğu –varsa eğer, onları da– doğrudan kendisine yazmak şeklinde tezâhür ediyor. Meselâ bu olayda, olabilseydi bir “iç güç” ya da “dış güç”, çok kolay olacaktı. Ama burada artık iç güç, dış güç filan diye bir şey yok. Burada doğrudan çok ciddî bir ihmal söz konusu belli ki ve çok boyutlu olduğunu da pekâlâ düşünebiliriz. Dolayısıyla burada sorumluluk aynaya bakmayı gerektirdiği için, bunu olabildiğince hızlı bir şekilde unutturmayı tercih ediyorlar. 

“Kişisel olarak sessizliğimin sebebi korku değil. Yaşanan onca şeye rağmen iktidâra bu manevra alanının tanınmış olması. Manevra fırsatını da sonuna kadar kullanıyorlar. Zamânı lehlerine çevirdiler.” Bu kadar olduğunu sanmıyorum. O kadar manevra fırsatı bulabildiklerini sanmıyorum. Her seferinde bir şey söylerken… meselâ Erdoğan ne diyor? “Birileri dalga geçecek; ama bu bir kader planı” diyor. Biliyor ki bu söylediği aslında çok da tutarlı değil. Her türlü eleştiriye açık bir şey. Ama oradan insanlar, aslında orada îtiraf ettiği o eksikliğin üzerine gitmekten şu ya da bu şekilde çekiniyorlar. Burada iktidârın manevra alanının geniş olduğundan değil de, muhâlefetin kendilerine iktidar tarafından çizilen dar alanda kalmasından bahsedebiliriz. Yani muhâlefetin dar bir alanda kalması, iktidârın çok geniş bir alanı olduğu anlamına gelmiyor. Buradaki esas mesele, muhâlefetin iktidâra aldırmaksızın, kendi siyâsetini, kendi stratejilerini kendisinin belirleyebilmesi. 

Yeşim Miller diyor ki: “Altılı Masa’dan bir şekilde devamlı şikâyet eden bağımsız muhâlefet medyası, belki devamlı bir araya gelip onlara bir şekilde seslerini daha da kuvvetli bir şekilde duyurabilmeli.” Bağımsız medya, muhâlif medya… Muhâlif medya nedir? Ne dediğinizi anlıyorum; ama meselâ biz muhâlif medya filan değiliz. Biz gazetecilik yapıyoruz. Muhâlefetle özdeş olmak kadar abes bir şey olamaz. Ama muhâlefetle özdeşleşmiş bâzı medya kuruluşları olduğu da mâlûm. Bunu kimse inkâr edemez. Onların zâten muhâlefetle olan ilişkileri bunu çok mümkün kılmıyor. Ama yani siyâsetçilerle medyanın ilişkisinin temelinde mesâfe olmalı. Gazetecinin yapacağıyla siyâsetçinin yapacağı aynı şeyler değildir. Hele yerlerin değişmesi gibi bir şey asla söz konusu olamaz. Dolayısıyla burada bizlerin, biz gazetecilerin yapabildiği, olabildiğince bu olayın haberlerini bütün boyutlarıyla, yönleriyle objektif bir şekilde vermek ve özgün, eleştirel yorumlarla, kim olursa olsun –muhâlefet, iktidar, yetkililer vs.– bunları uzmanlarına sorarak, bu konuya hâkim kişiler ağzından ya da kalemlerinden aktarmak. Onun ötesine girmek, gazetecilere siyâsî misyon atfetmek olur — ki bu çok yanlış bir şey olur. Sonuçta “Havuz medyası” diye târif edilen kişilerden pek bir farkınız kalmayabilir. 

Ömer Yalçın Timur: “AKP muhâlefet pozisyonuna düşerse bu olay yargılanmalarında kullanılabilir mi?” Buradan doğrudan AKP’nin yargılanması diye bir şey söz konusu olur mu olmaz mı bilmiyorum. Hukuk bilgim bu kadar derin değil. Ancak bu olayın sorumluları kimse, onların bağımsız yargı tarafından soruşturulup yargılanması imkânı çok daha fazla olur. “Nasıl olsa geçmişte oldu. Kapatalım gitsin” yaklaşımı doğru olmayacaktır. Bu olayın da tıpkı Soma gibi, tıpkı birçok olayda olduğu gibi, yarın öbür gün Türkiye’nin gündemine yeniden tâze bir şekilde getirilmesinde yarar var. 

Bir izleyicimiz: “Muhâlefet seçimi kazanmak için son üç ayı bekliyor. Bekleyerek kazanılmaz. Kasım 2002 öncesi AKP bekliyor muydu, yoksa harıl harıl, mahalle mahalle çalışıyor muydu?” demiş. Muhâlefete sorsanız çalışıyorlar. Hakîkaten her parti sürekli bir yerlerdeler. Zâten bu Amasra olayında da gördük. Birçok lider, var olan Anadolu’daki programlarını iptal ederek, kimisi Erzurum kimisi Rize kimisi galiba Adana’yı iptal ederek Amasra’ya gittiler. Çalışıyorlar; ama buradaki çalışmaların arasında koordinasyon olup olmadığı meselesi önemli — ki onun olmadığını Amasra’da gördük.

Serdar Kulu: “Uygur Özerk Bölgesi’nden, Urumçi’den selâmlar. Son 8 yıldır Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşıyorum ve böyle bir kazâ duymadım. Sanırım burada kader demiyor, önlem alıyorlar.” Bu konuda dünya ile karşılaştırmalı çok haber yapılıyor. Türkiye’nin bu anlamda, birçok konuda olduğu gibi, klasmanda pek iyi bir yerde olmadığını maalesef biliyoruz.

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. Bu olay maalesef yaşandı, bitti. Târihe kayıt olarak düşüldü ve 41 işçimiz hayâtını kaybetti. Belki başkaları da hayâtını kaybedebilir. Çünkü ağır yaralı olanlar olduğu söyleniyor. Umarım yeni bir ölüm haberi almayız. Umarım hayâta tutunmayı başarırlar. Ama bütün bu yaşananlar ve daha önce yaşananlar da akla gelince, Türkiye’nin bunlardan pek bir ders çıkartmadığını; iktidarların, iktidar sâhiplerinin, sâdece siyâsî değil ekonomik iktidar sâhiplerinin de önceliklerinin kendi gelecekleri olduğunu, kendi çıkarları olduğunu bize bir kere daha gösterdi ve muhâlefet böyle bir olayda, bu kadar kritik bir olayda çok kötü bir performans sergiledi. Bunu özellikle söyleyeyim. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Muhâlif olmadan gazeteciliği yeterince etkili ve işlevsel yaptığınızı düşünüyor musunuz?” Evet, elimizdeki imkânlar nispetinde yapıyoruz. Meselâ Amasra haberini alır almaz bir arkadaşımızı, İbrahim’i hemen Amasra’ya yolladık. Yani başkalarının videolarını vs. kopyalayıp yayınlamadık. Her önemli olaya arkadaşlarımızı yolluyoruz ve oradan doğrudan, canlı, tâze ve önyargısız haberlerimizle elimizden geleni yapıyoruz. İmkânlarımız çok fazla değil. Bunu biliyorsunuzdur ve bu anlamda da özellikle sizlere, izleyicilerimize, tâkipçilerimize destek çağrıları yapıyoruz. Önümüzdeki süreçte meselâ bir seçim süreci olacak. Burada da çok iddialıyız. Alabildiğine bir gazetecilik sergilemek istiyoruz – ki son yerel seçimlerde, izleyenler bilir, gerçekten çok olağanüstü işler çıkarttık. Hem Türkiye’nin dört bir tarafında hem de özellikle büyükşehirlerde. Bu sefer de öyle yapacağız. Burada temel kıstasi gazeteciliğin evrensel ilkeleriyle hareket etmek. Ama tabiî ki bütün bunlarda sizin iddialı olmanız tek başına yetmiyor. Ülkede gazeteciliğe elverişli bir zemin olup olmadığı, basın özgürlüğüne elverişli bir zemin olup olmadığı meselesi çok önemli. Bir de tabiî ki imkânlarınız çok önemli. Biz video temelli bir gazetecilik yaptığımız için, masraflarımız diğerlerinden daha fazla da olabiliyor. Ama bunları, çok da şikâyet etmeden aşmaya çalışıyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatıyoruz ve yorganımızın da boyunun her geçen gün uzadığını, gücümüzün daha da geliştiğini övünerek söyleyebilirim. Meselâ bu seçimde, önümüzdeki seçimde Türkiye’nin tüm illerine muhakkak muhâbirlerimiz gidecek. Hattâ bâzılarına ikişer üçer kere gideceğiz. Önemli olan, özellikle sâhadan gazetecilik. Bunu elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. 

Evet, son olarak Arca Yılmaz’ın yorumuyla kapatalım: “Bu olaydaki en kötü yanlardan biri, Soma’dan beri âdil dönüşüm-kömürden çıkış konusunu toplumsal düzeyde tartışmıyor oluşumuz.” Evet, kömürden çıkış konusu bambaşka bir konu. Tabiî orada hemen nükleer enerji meselesi gündeme gelecek vs.. Bunlar çok bildiğim konular olmadığı için burada noktalayalım diyorum. Tekrar hayâtını kaybeden işçilerimize, işçi kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Yakınlarına başsağlığı diliyorum. Tüm Türkiye’ye başsağlığı diliyorum. Ama Türkiye’nin gerçekten o işçilere, göz göre göre hayatlarını kaybeden işçilere hak ettikleri kadar sâhip çıkmadığını üzülerek bir kez daha söylemek istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.