Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kılıçdaroğlu’nun düşmekte olduğu tuzak

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan TBMM’deki son grup toplantısında Kılıçdaroğlu’na seslendi: “Hodri meydan, gücün yetiyorsa, yüreğin varsa, kendi özgür iradenle hareket edebiliyorsan seçimlerde çık karşımıza; birikimlerimizi, vizyonlarımızı, programlarımızı, projelerimizi, heyecanlarımızı yarıştıralım.”

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise karşılık olarak “Erdoğan bugün yine bazı laflar etmişsin. Vizyonlarımızı karşılaştıralım demişsin… Korkmuyorsan, bir ‘prompter balonu’ olduğunun ortaya çıkmasından çekinmiyorsan, istediğin TV kanalında, önünde prompter, arkanda danışmanların, karşında sadece ben. Gel vizyon konuşalım” diye konuştu.

Kılıçdaroğlu doğrudan halka, topluma hitap etmeyi bırakarak ve Erdoğan ile polemiğe girerek hata mı yapıyor?

Kılıçdaroğlu’nun düşmekte olduğu tuzak.

Ruşen Çakır yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bu yayını arkadaşım Alphan Telek’e borçluyum. Alphan, biliyorsunuz Medyascope’ta çalışıyor yıllardır — aslen siyâsetbilimci, Barış Akademisyenleri’nden. Bizim “Hafta Sonu Yazıları”nda da yazıyor ve dünkü yazısı bu yayına ilham verdi. Aslında benim çok favori konularımdan birisi. Alphan, benden önce davrandı diyebiliriz. Başlığı şu: “ ‘Hodri Meydan’ ve ‘TV’de karşıma çık’ arasında 12 yıl – Başka siyâset mümkün mü?” Görüldüğü gibi, Erdoğan-Kılıçdaroğlu atışmasından bahsediyor ve bu polemiğin aslında hiçbir şekilde Kılıçdaroğlu’na yaramadığını söylüyor. Şu cümleyi, paragrafı alıntılamak istiyorum: “Erdoğan’la yapılan münâkaşanın Türkiye’ye, alan açılmak istenen demokratik siyâsete hiçbir katkısı olmadığını düşünüyorum. Dahası Erdoğan’la birebir polemiğe girmenin kutuplaştırmayı daha da derinleştireceğini ve bundan da sâdece Erdoğan’ın yararlanacağı kanısındayım. Erdoğan polemik ve belâgat sanatını kurduğu sultansı sistemle uyumlulaştırmış bir lider. Bu onun sâhası. Buradaki her adım bu sistemi güçlendirmekten başka işe yaramıyor.” Evet, sonuna kadar katılıyorum ve benzer bir uyarıyı kendimce bundan 4 yıl önce cumhurbaşkanlığı seçiminde yapmıştım. “Muharrem İnce’nin düşmekte olduğu tuzak” diye bir yayın yapmıştım, 30 Mayıs 2018’de. Muharrem İnce, muhâlefeti, özellikle CHP’li muhâlifleri çok coşturmuştu. Peş peşe mitingler yapıyordu ve bu mitinglerde, “Recep Bey” diye hitap ettiği Erdoğan’la kapışıyordu ve bu kapışmaların her birinde de Erdoğan’ı köşeye sıkıştırdığı düşüncesiyle hareket ediyordu. Muhâlefet tabanı da böyle düşünüyordu ve bir hayal âlemiydi bu.

O yayını yapmamın nedeni: Trabzon’da Muharrem İnce’yi izlemiştim. Yağmurlu bir mitingdi. Çok kısa sürmüştü. O alanda çok sayıda siyâsetçiyi, Kılıçdaroğlu’nu, Bahçeli’yi, Erdoğan’ı dinlemiş bir gazeteciyim. Muharrem İnce’yi dinlediğimde demiştim ki: “Tıpkı Erdoğan gibi konuşuyor. Erdoğan’ın bir yeni versiyonu gibi” ve orada Muharrem İnce’nin o işi başarmasının, Erdoğan’ı yenmesinin, hattâ ikinci tura kalmasının mümkün olmadığını düşündüm. Daha doğrusu o güne kadar bu fikir kafamda şekilleniyordu; ama sâhada doğrudan, o yağmurlu havada Trabzon’a gitmek ve onu yerinde görmek gerekiyormuş. Buna, “Muharrem İnce’nin düşmekte olduğu tuzak” diye bir başlık koymuştum. Bugünkü yayının başlığı da: “Kılıçdaroğlu’nun düşmekte olduğu tuzak”. Şöyle bir şey oldu: Bu yayının ardından çok sayıda Muharrem İnce taraftârı bana hak verdi ve bu yazıyı pozitif bir eleştiri olarak değerlendirip Muharrem İnce’nin de bu yayını ciddîye alması gerektiğini söylediler vs.. Tabiî ki benim bir yayınımla hiçbir şeyin değişecek hâli yok ve Muharrem İnce de o yoğun gündeminde, mitingden mitinge koşturuyordu — benim ne dediğimi dinleyecek hâli yok. Söyleseler de ciddîye alacağını sanmıyordum; çünkü o yaptığının doğru olduğunu düşünüyordu ve almış başını gidiyordu. Daha sonra bir yayın daha yaptım ve artık Muharrem İnce’nin hiçbir şekilde kazanamayacağını söyledim ve ondan sonra ilk yayında bana teşekkür edenler, bundan sonra bana saldırmaya başladılar ve beni “Erdoğancılık” yapmakla suçladılar. “Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmek”le suçladılar. Gelmekte olanı görmemekle suçladılar vs.. 

Şimdi, ne demişim? “Tuzak başka bir yerde. O tuzak da şu: Yakın dönemde muhâlefet liderlerinin, Deniz Baykal’ın, artık muhâlefet değil ama Devlet Bahçeli’nin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun hep düştükleri, sık düştükleri bir hatâ var. Bu hatâ da Erdoğan’la kişisel olarak polemik içerisine girmek, Erdoğan’la kapışmak, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak; bu yaptıkları kendi tabanları tarafından ya da muhâlefet cephesi tarafından hoş karşılanıp alkışlandıktan sonra da bunun etrâfında gidiyorlar ve buralardan hiçbir şey çıkmıyor.” Bir örnek vermişim, örneği geçeyim — “Aşağıdan destek geliyor, alkış geliyor. Ama bu Çetin Altan’ın o meşhur “Türk’ün Türk’e propagandası”nın muhâlifin muhâlife propagandası gibi bir şey oluyor. Erdoğan bunu aslında çok seviyor. Erdoğan aslında insanları buraya çekmeyi çok seviyor ve olayın kendi kişiselliği üzerinden, kendisi üzerinden yürümesini, muhâlefetin buradan yürümesini özel olarak teşvik ediyor ve şu anda Muharrem İnce’nin de bu tuzağa kendini kaptırmış olduğunu görüyoruz’’ demiştim ve gördük. Şu anda Kılıçdaroğlu benzer bir tuzağa girmek üzere.

Halbuki böyle değildi. Halbuki Kılıçdaroğlu bir süredir, Erdoğan’la kapışmak yerine, Erdoğan’a hitap etmek yerine, doğrudan topluma, millete, halka –artık ne derseniz deyin ona– hitap etmeyi tercih ediyordu ve bunu yaptığı ölçüde de başarılı oluyordu. Meselâ bir Adalet Yürüyüşü’nü düşünün ya da en önemlisi, 2019 yerel seçimleri düşünün. Erdoğan, hep aynı tuzağa çekmeye çalıştı muhâlefeti, Kılıçdaroğlu’nu, belediye başkan adaylarını. O da neydi? Beka meselesi: “Siz ülkeyi bölücülerle berâber böleceksiniz. Belediyelere PKK’lıları yerleştireceksiniz” vs.. Tartışmanın oradan gitmesini istedi. Oraya girmeyip, belediye başkan adayları belediye hizmetlerini dile getirdikleri ölçüde, bu kutuplaştırıcı dilden uzak durdukları ölçüde, sâkin kalabildikleri ölçüde başarılı oldular ve büyükşehirlerin önde gelenlerini kazandılar. Ankara ve İstanbul’u 25 yıl sonra Erdoğan’dan aldılar. Bu çok çok büyük bir başarıydı. O anda insanlar bunun farkına vardı; ama sonra bu başarı biraz unutulur gibi oldu, kanıksandı. Oradaki anahtar husus muhâlefetin kendi gündemini kendi belirlemesi, Erdoğan’ın tahriklerine kapılmaması, Erdoğan’ı muhâtap almaması ve öyle hamleler yaparak, birtakım iddialı çıkışlar yaparak Erdoğan’ın kendilerine cevap vermek zorunda kalmasını sağlamaktı. En büyük başarıları buydu. Şimdi Kılıçdaroğlu, bu cumhurbaşkanlığı adaylığı iddiasıyla berâber, bunu kendi tabanına ve muhâlefetteki diğer liderlere benimsetme yolunda attığı adımlarla berâber, bu konuda çok çıkış yaptı, Erdoğan’ı muhâtap almadan. Birtakım kurumların önüne gitti meselâ. Birtakım çıkışlar yaptı. Doğrudan insanlarla konuştu. “Helâlleşme” dedi. “Hesaplaşma” dedi ve bunların muhâtabını hep doğrudan toplum, seçmenler olarak belirledi ve bu yaptığı hareketlerin her birinden Erdoğan çok ciddî bir şekilde rahatsız oldu. Erdoğan rahatsız olunca, Kılıçdaroğlu’nu oyalamak için “Bay Kemal” diyerek onu hep bir yerlere çekmeye çalıştı. Kılıçdaroğlu orada da akıllıca bir şey yaptı. “Bay Kemal” çıkışını, hitâbını benimsedi, içselleştirdi: “Evet, ben Bay Kemal’im” dedi. Sosyal medya hesâbında kendisinden “Bay Kemal” diye bahsetti. Artık bütün konuşmalarında, “Bay Kemal” dedi. Erdoğan’ın elinden bu silâhı da aldı ve son başörtüsü çıkışı örneğinde, beklenmedik bir şekilde başörtüsü konusundaki yasa önerisiyle Erdoğan’ı gerçekten zor durumda bıraktı ve Erdoğan bu zorluktan çıkabilmek için, bunu bir anayasa değişikliğine çevirmeye kalktı ve şimdi de referandum diyerek meydan okuyor. Aslında meydan okumuyor. Aslında Kılıçdaroğlu’nun kendisini düşürdüğü zor durumdan çıkmak için yine eski yönteme başvuruyor; “Hadi bakalım, var mısın referanduma? Hadi bakalım, var mısın karşıma aday çıkmaya?” Kılıçdaroğlu da ona cevap yetiştiriyor. Meselâ ne diyor? “Karşıma çıkacak mısın?” deyince, “Hadi gel televizyona çıkalım” diyor. Ya da o “Referanduma var mısın?” deyince; “Sen kendini Orban mı sanıyorsun? Çakma Orban” diyor; Macaristan’daki otoriter lidere gönderme yapıyor — ki o da böyle yapmıştı; yine âileyle ilgili bir maddeyi referanduma götürmüş, seçimle aynı güne taşımıştı. Ve burada bir “Orban taktiği” görüp, Orban’lı cevap veriyor. Ama sonuçta, dışarıdan bakan insanlar bunların detaylarına çok fazla kapılmıyorlar. Yani, “Erdoğan, ‘karşıma çık’ dedi; Kılıçdaroğlu, ‘hadi gel televizyona çıkalım’ dedi”. Sonuçta detayların bir önemi yok. Erdoğan’la Kılıçdaroğlu kavga ediyor. “ ‘Var mısın referanduma?’ dedi; o da, ‘Sen Orbanlık taslıyorsun; gel yasa değişikliğine var mısın?’ dedi…” — böyle bir atışma hâli. Bu işte bence tam Erdoğan’ın istediği bir şey. İçerik hiç önemli değil. Erdoğan, hangi konuda olursa olsun, karşısındaki muhâlefet sözcülerinin, özellikle de karşısına aday olarak çıkma ihtimâli güçlü olan Kılıçdaroğlu’nun, o polemik zincirine kendini kaptırmasını ister. Burada Kılıçdaroğlu şunu düşünüyor olabilir: “Ya işte, ben yasa teklifi sundum, o zor durumda kaldı, anayasa değişikliği dedi. Ben burada güçlüyüm. Dolayısıyla bu polemikten ben kazançlı çıkarım” ya da “Karşıma çık dedi, ben televizyona gel çıkalım dedim. Ben haklıyım. Ben bundan kazançlı çıkarım.” Böyle bir şey yok. Sonuçta kazanan eninde sonunda, hani vardır ya? Hep müessese kazanıyor. Yani kumarda olduğu gibi; bu bir kumarsa, sonuçta buraya para yatıran vs. bir şeyler kazandığını düşünebilir, ama müessese kazanıyor. Burada müessese: Erdoğan. Türkiye’de polemiklerin, bu tür kapışmaların, kutuplaştırmaların merkezinde Erdoğan var. Mal sâhibi Erdoğan. Dolayısıyla o alana girdiğiniz zaman, ne kadar kendinizi kaptırsanız, coşkuyla, “İşte! Köşeye sıkıştırdım, mat ettim, diyecek bir lâfı kalmadı” vs. ne derseniz deyin, bunlar Erdoğan’ın son derece mutlu olacağı şeylerdir. Meselâ şimdi Diyarbakır’a gidiyor. Selahattin Demirtaş’a yönelik birtakım şeyler yapıyor. Çünkü Demirtaş’tan son derece rahatsız ve Demirtaş’ın aslında bir anlamda Kürt olmadığını söylüyor. Böyle bir şey ortaya atıyor ve istiyor ki Demirtaş ona, “Hayır, ben Kürdüm” desin ve Kürtlüğünü kanıtlasın vs.. Bunlar Erdoğan’ın isteyeceği şeyler. Ama Demirtaş kalkıp doğrudan bir demokratikleşme perspektifi üzerinden gittiğinde ya da muhâlefetle işbirliği imkânlarını zorladığında, HDP’yi bir Türkiye partisi yapma yolunda birtakım çabalara girdiğinde, Erdoğan bundan rahatsız oluyor. O istiyor ki Demirtaş, tamam, cezâevinden yazılar yazsın, röportajlara cevap versin; ama bana sataşsın, bana cevap yetiştirsin, bana lâf yetiştirsin. Kılıçdaroğlu için de aynı o şekilde, “Ne helâlleşmesi? Ne hesaplaşması? Gelsin benimle hesaplaşsın”  diye düşünüyor. Yani “Beşli Çete” demesin. Kılıçdaroğlu her “Beşli Çete” dediğinde, Erdoğan biliyoruz ki bundan çok ciddî bir şekilde rahatsız oluyor. Çok rahatsız oluyor ve bu konuda yaptığı açıklamaların büyük bir kısmı, aslında ne kadar çâresiz olduğunu bize gösteriyor. Meselâ ne dedi? “Bunların hepsi var, yurtdışından. Bunların hepsi devletin imzâladığı şeyler. Siz de bu paraları ödemek zorundasınız. Yani iktidar değişse bile, bu önceden parası taahhüt edilmiş yolların, şehir hastânelerinin vs.’nin paralarını muhakkak ödemek zorundasınız. Biz olmasak bile siz de bunu yapacaksınız” demek zorunda hissetti kendini. Bunlar çünkü sâhici muhâlefet bana göre. Gerek kucaklaşma, yani helâlleşme, gerek hesaplaşma çıkışları, eğer dengeler iyi tutturulursa –ki bu tartışmalı, Kılıçdaroğlu bu dengeyi tutturabiliyor mu tartışılır–; ama bu iki stratejinin birden hayâta geçmesi Erdoğan’ı fazlasıyla rahatsız ediyor. Özellikle helâlleşmenin Kürtler’i, ama en çok da muhâfazakâr dindar kesimleri hedef almasından çok rahatsız oluyor. Kılıçdaroğlu’nun gittiği her şehirde, o şehrin önde gelen birtakım dindar, muhâfazakâr –artık ne derseniz deyin– kanaat önderleriyle bir araya gelmeye çalışmasını, basına kapalı sohbetler yapmasını yakından tâkip ediyor ve bunlardan çok ciddî şekilde rahatsız oluyor. Bütün bunların yerine, Kılıçdaroğlu’nun bunları bırakıp kendisiyle uğraşmasını istiyor Erdoğan. O zaman da Kılıçdaroğlu’nun görüştüğü o muhafazakârlara ne diyecek? “Görüyorsunuz, bu adamın derdi aslında benim. Benimle de uğraşmasının nedeni; benim dindar olmam.” Olayı böyle bir kimlik meselesine bağlayıp, olayı bir kişisel mesele hâline getirmeyi istiyor Erdoğan. Tabiî kişisel bir mesele hâline geldiği zaman da Kılıçdaroğlu’nun kimliği vs. gibi hususları da örtülü ya da açık bir şekilde –ki şimdiden bunun ipuçlarını veriyor– dile getirecek.

Yani bu olayı, Türkiye’nin yeniden yapılanması, Türkiye’de 100. yılında Cumhuriyet’in yeniden inşâsı, kurumların yeniden inşâsı perspektifine sâhip bir muhâlefet yerine; Erdoğan sevmeyenlerin bir araya geldiği bir muhâlefete indirgemek istiyor ve bu bir tuzak. Bu tuzağa Muharrem İnce çok net bir şekilde düştü. Hâlâ o tuzağa düşmüş olduğunu görmüyor. Artık onu çok da fazla bir anlamı kalmadığı için bir kenara bırakalım. Fakat Kılıçdaroğlu’nun, Muharrem İnce örneğinden, kendisinin CHP’deki ilk yılları örneğinden hareketle, bu tür polemiklerin, bu tür lâf yetiştirmelerin hiçbir hayrının olmadığını, bunun Erdoğan’ın iktidârının ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramadığını görmesi gerekiyor. Yakın bir zamâna kadar bu tuzaktan uzak duran bir Kılıçdaroğlu vardı; ama son günlerde tekrar buna kapılmış gibi bir hâli var. Bakalım ne olacak diyeyim. Burada bu şerhi düşmüş olalım. Tekrar Alphan Telek’e yazısı için teşekkür ediyorum. Kılıçdaroğlu’na herhalde bunu söyleyenler vardır, kendisi de herhalde bunun farkındadır. Ama şunu biliyorum ki –hepimiz hayâtımızdan biliyoruz– bu tür polemiklerin, atışmaların hep böyle çekici bir yönü var, tahrik edici bir yönü var. Oraya kendini kaptırmış olabilir. Eğer böyle giderse, Erdoğan bundan acayip mutlu olacaktır. Benim düşüncem bu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.