Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Cumhuriyet, laiklik ve HDP

Kutlanmaz mı hiç Cumhuriyet? Çoktan çürüyüp gitmiş bir saltanatın arkasında bıraktığı çeri çöpü topraktan kaldırmaya başlamak demek en nihayetinde. Sadece başlamak demek ama… Kolay değil toprağı temizlemek, zaman alacak. Hem de çok zaman alacak. Acele etmeden, emin olarak, birbirimize danışarak yapmamız gereken bir iş.

Olmuş bitmiş bir proje değil, bir vaat Cumhuriyet. Birinden duyup inandığımız değil, bizim kendimize verdiğimiz bir söz. Öyle sonu gelecek, bir gün gerçekleşecek ve bitecek türden bir vaat de değil ha. Her an, her kuşakta tazelenecek, kendini yenileyecek, açılacak, saçılacak, serpilecek. Daraldığı ve daralttığı günler de olacak tabii. Sonra içine sığılmayan yenlerin düğmeleri açılacak, açılmıyorsa koparılacak mecbur. Göğüs kafesi genişleyecek, ferahlayacak yeniden. Güneşli günleri de olacak, kara günleri de… Öğrenilecek o kara günlerden, günü yeniden ağartmanın yolları bulunacak.

Varsa bir hikmeti Cumhuriyet’in, her an, her işi birlikte düşünmeyi ve yapmayı zorunlu kılmasında. Ama onun en zayıf tarafı da gene bu hikmetinde. Her an, her işi, hepimiz adına yapmak isteyen birileri çıkacak sürekli. Kendileri için yaptıkları her işi, hele o işler meymenetsizse, hepimiz adına yapıyormuş pozu verecek, böylece hepimizi ortak edecekler suçlarına. Suçlarına ortak olmayanları Cumhuriyet’in kapsama alanı dışına çıkartmaya kalkışacaklar. Şimdi olduğu gibi, aslında uzun, çok uzun bir zamandır hep olageldiği gibi…

Bizim olan Cumhuriyet’i kutlama sevincimizi yapıp ettikleri her şeyle kursağımızda bırakacaklar. Bizim, hepimizin olanı kendi mülkleri gibi satıp savdıklarına; bizim, hepimizin adına gene bizden, hepimizden olanlara eziyet ettiklerine bakıp bir yer seçeceğiz kendimize. Ya onların daralttıkları kapsama alanına dahil olmak için alkışlayacağız hepimiz adına yaptıklarını, ya sevincimizi erteleyip “Yok, bunu benim adıma yapamazsın” diyeceğiz ve gücümüz yettiğince kavgaya tutuşacağız ya da bizden olana yapılan eziyetten payımıza düşeni almamak için kendimizi görünmez kılmaya çalışacağız. Böyle böyle azalacak, daralacak, küçülecek Cumhuriyet, bugüne kadar azalageldiği, daralageldiği, küçülegeldiği gibi.

Bugün artık, Cumhuriyet’in alanı o kadar daraldı ki, o da nefes alamaz oldu. Yüzüncü yılına girerken Cumhuriyet, onun idari mekanizmalarında boy gösteren bir zümrenin, kendisini ve nihayet kapağı attığı, mümkünse hiç terk etmek istemediği o yeri, toplumun yarattığı cereyanlardan korumak isterken kapattığı pencereler yüzünden daracık, havasız ve nemli bir hücrede rehin alınmış vaziyette.

Hiç gerçekleşmeyen ideal

Cumhuriyet, mevcut iktidarın iddia ettiğinin aksine, çoğunluğun değil halkın idaresi anlamına geliyor. Hatta gayet Osmanlı icadı olan bu kelime o kadar yerinde bir kavramsallaştırma ki aslında demokrasiyle taçlandırılmasına da pek gerek yok. Çünkü etimolojik kökeni itibariyle demokrasi anlamına gelse de uygulamalı tarih bağlamında idarecileri halkın belirlediği siyasi rejimleri karşılamak için kullanılagelmiş (1). Yani cumhuriyeti demokrasiden ayırmak mümkün değil. Canımız çekerse, gayet rahat bir şekilde demokrasi yerine cumhuriyet kelimesini kullanabiliriz.

Öte yandan hepimizin bildiği üzere, herhangi bir fikir etrafında oluşmuş çoğunluk, halkın tamamı anlamına gelmiyor. Yani yalnızca çoğunluğun yarattığı aritmetik meşruiyete dayanan rejimler ne cumhuriyet oluyor ne demokrasi. Peki cumhuriyet ya da demokrasi nasıl kurulur?

Bizim Cumhuriyetimiz’in kuruluş anı, bir cumhuriyetin nasıl kurulduğu konusunda bulunmaz bir emsal. Göçüp gitmekte olan bir saltanat var. Uzun süredir ahalinin hayrına tek bir iş yaptığına şahit değil kimse. Kendi tarihsel meşruiyetini defaatle ortadan kaldırmış. Islah çabalarından biri bile nihai hedefe ulaşmamış. Ölü bedeni diriltecek bir formül bulunamamış yani. Nihayet başkentinin anahtarlarını da savaşa tutuştuğu ve kaybettiği işgalcilere teslim etmiş. Bu esnada elbette gökten zembille inen biri değil, zihin dünyası gene o yıkılmakta olan siyasi bağlam içinde şekillenmiş biri, bir asker, Mustafa Kemal, kalkmış gitmiş Anadolu’ya. Anadolu neresi? Üzerinde yeniden bir siyasi irade şekillendirilebilecek son toprak parçası. Haberler salınmış, yan yana gelinmiş, sabahtan akşama, akşamdan sabaha tartışılmış konuşulmuş. Ne yapmalıyız, ne yapmak istiyoruz, ne yapabiliriz, yani elimizden ne gelir, bizden ne olur? Bütün ihtimaller açık, hiçbir şey çıkmayabilir o buluşmalardan, ama istenen bir şeyin çıkacağı yer de gene o buluşmalar. Başka yer yok!

Dikkatinizi çekiyorum, o esnada oluşmakta olan siyasi bağlamın tek bir meşruiyet kaynağı var. Katılması için çağrı yapılanların o çağrıya karşılık vermeleri ve gelenlerin konuşabilmeleri. Başka hiçbir şey yok henüz. Meclis kurulmadan önceki halden, kongreler sürecinden söz ediyorum. Daha sonra saltanatın ilgasına muhalefet edenler olsa bile, o kongrelerin oluşma ve toplanma biçimi bir cumhuriyeti kaçınılmaz kılmış çoktan. Böyle düşünmek uygun değil pek ama ben severim “eğer”li sorularla tarihi ihtimalleri gözden geçirmeyi. Deyin ki saltanat kaldırılmadı o süreçte, Osmanlı’yı ıslah ederek hayatta tutabileceklerini zannedenlerin ileri sürdüğü gibi meşruti bir nizam kuruldu ve hanedanın kurtarılan bir üyesine göstermelik de olsa bir pozisyon verildi. Bu şekilde siyasallaşmış bir topluluğun tepesinde tutunabilecek bir sultan bulmak mümkün müydü?

Sonrası yurttaşlık alıştırmaları… Tamamlanması zaten mümkün olmayan ama başladığı yerde takılıp kalan, hatta giderek daralan yurttaşlık denemeleri. Daha 1924 Anayasası’nın hazırlanması sürecinden başlayarak, göçüp gitmiş Osmanlı’nın “Ben merkezileşiyorum, bir bakıma uluslaşıyorum, peki düne kadar tebam olan ’72,5’ milletin toplamına birden ne ad vereceğim?” sancısından pek de kopamıyor. Uzatmayayım, rejim cumhuriyet olacaksa ahali de yurttaş olacak artık. Peki ama nasıl tarif edeceğiz o yurttaşı?..

Anayasa tartışmaları esnasında, Celal Nuri Bey (İleri) soruyor: “Bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyülmezhep, Türkçe konuşur… Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardı, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk Cumhuriyeti’nin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne yapacağız?” (2)

Sıralıyor, “Rum var, Ermeni var, Yahudi var, türlü türlü anasır var.” Müslüman olmayanları adlarıyla sayıyor da, olanları “türlü türlü anasır” içine sıkıştırıveriyor. Galiba halen ordayız. Kim öz, kim üvey vatandaş karar vermeye çalışıyoruz. “Müslüman, Hanefi, Türkçe” konuşan öz vatandaşlar, bu üç koşuldan herhangi birini yerine getirmeyerek “üvey”leşenlerin eşitlenme çağrılarına kulaklarını tıkadıkça daralıyor Cumhuriyet.

1924 Anayasası için bulunan yurttaş tanımı şu: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir.”

Sorunu çözmeye değil, Osmanlı’nın modern-merkezi bir devlet olma yoluna girdiği zamandan beri konuşulan ancak tatlıya bağlanamayan bir mevzuyu daha da uzatmamaya ve başka konulara geçmeye yarayan, kestirip atılmış bir tarif.

Formüldeki “din ve ırk farkı olmaksızın” denilen yer var ya, işte o kısım çok önemli… Çünkü bu tarif apaçık bir şekilde anayasada durur ve bir anayasadan diğerine lafız olarak değişse de içerik olarak aktarıla aktarıla bugüne kadar gelirken, önce kurucuların sonra da idarecilerin şu ya da bu şekilde din ve ırk farkı gözettiklerine dair sayısız örnek yaşanır. Sadece din ve ırk farkı mı? Canları ne zaman istese yeni farklılıklar da icat eder idareciler kendi bekalarını sürdürmek için. Listelemeye kalkışsam bu yazı sonsuza uzadıkça uzar ve editörüm kim bilir nasıl dalga geçer benimle.

İşin o kısmının ayrıca ve uzun uzun konuşulması gerekir. Fakat bu yazının derdi bu değil. Bu yazının derdi, hiç hayata geçmemiş bile olsa şu “din ve ırk farkı olmaksızın” şeklinde alelacele üretilen formülün nasıl bir can simidi olduğu. Uzun yüzyıllar boyunca millet sistemi denilen, tebayı oluşturan toplulukların dini aidiyetlerini merkeze alan, gevşek ve adaletsiz bir hukuki nizam hüküm sürmüş o topraklarda. Herkesin birbirine diş bilediği bu “iklim” sultanların pek işine gelmiş. Zira böylesi bir nizamda, dini kimlikleri aşan bir siyasi dayanışmanın ortaya çıkması mucize ötesi bir iş. En nihayetinde, bugünden baktığımızda imparatorluğun teba arasında böylesi bir siyasi dayanışma kurulamadığı için paramparça olduğunu söylemek de mümkün.

Fakat yeni rejim eğer saltanat değil de cumhuriyet olacaksa, imparatorluğun bu negatif mirasından da kurtulmak lazım. Bir kaideden çok, gerçekleşsin diye mücadele edilecek bir ideal olarak yerleşmiş sanki daha sonra “laiklik” olarak tarif edilecek “din ve ırk farkı olmaksızın” ibaresi. Hiç ulaşmadık oraya, halen orada değiliz. İddia ediyorum ki başımıza gelen her kötü şey de o ilkeden ya da idealden vazgeçtiğimiz, uzaklaştığımız için oluyor.

Seküler yurttaş olarak Kürt

Yanlış söyledim. Bu idealden topyekûn uzaklaşmıyoruz. Devlet erkanı ve dahi kendilerini “öz yurttaş” olarak görenler o ilkenin içeriğinden korktukları kadar korkmuyorlar Allah’tan. Fakat devlet, 1960’ların “komünizmle mücadele” girişimleri etrafında kendini defansif bir aygıta dönüştürmesine ve beraberinde giderek dinselleşmesine rağmen, ahali sekülerleşiyor. Bu süreci en hızlı yaşayanlar da -hiç de acayip olmayan bir şekilde- devletle başı en çok dertte olanlar. Yani Kürtler…

Bu süreci anlamak için mutlaka okunması gereken kitapların başında Yusuf Ekinci’nin “Kürt Sekülerleşmesi” (İletişim Yayınları, 2022) çalışması duruyor. Çok iyi bir alan çalışmasının, fevkalade incelikli bir analizine tanık oluyorsunuz bu kitapta. Kuşak analizi yaparak, Kürtler’in sekülerleşme sürecinin nasıl bir hızla gerçekleştiğini ayan beyan ortaya koyuyor Ekinci. Babadan oğula, anadan kıza, daha üçüncü bir kuşağı beklemeden iki kuşak arasında din, merkezi konumunu yitiriyor ve yerini pek çok farklı değer kümesine bırakıyor. Nasıl mı? Siyasallaşarak!

“Genç kuşaklar(…) siyasallaşmalarına paralel olarak sekülerleşme eğilimi içerisindedirler. Genç kadın ve erkeklerin siyasal mobilizasyonun bir tezahürü olarak ebeveynlerine kıyasla verili toplumsal cinsiyet rollerine ve stereotiplerine yönelik eleştirel tutumları ve geleneksel bağlardan koparak bir ‘özgürleşme’ söylemiyle kamusal alanda yer alma talepleri de sekülerleşme eğiliminin göstergelerindendir. Bu süreçle birlikte sadece kişiler sekülerleşmiyor, aynı zamanda bu süreç kamusal alanda ve gündelik hayatta da görünür bir dönüşüme sebebiyet veriyor.” (s.20)

Yani Kürtler yukarıda yurttaşlık tarifinin çıkış hikâyesini özetlemeye çalıştığım laik modern devletin kapsayıcı yurttaşlık siyaseti tarafından içerildikleri için değil, aksine devletle mücadele ederken geliştirdikleri siyasi pratikler sayesinde sekülerleşiyorlar. Ekinci’yle sekülerlik tariflerimiz biraz ayrı ama burada tarif ettiği seküler pratiklerin niteliği konusunda kendisiyle kesinlikle anlaşıyoruz. Benim açımdan, kişinin iradesinin oluşmasında doğaüstü referansların azalması sekülerleşmeye yetmiyor. Doğaüstü referansların ağırlığının azalması, başka pek çok değer kümesiyle temasın önündeki bariyerleri ortadan kaldıracağı için iyi bir başlangıç olabilir. Böylece içine doğulan cemaatin etkisi bir hayli azalmış ve farklı değer kümeleri arasında muhakeme yapmayı mümkün kılan bir bireyleşme düzlemine geçilmiş olur. Ama, içine doğulan cemaat kendini her zaman bir dinle ifade etmiyor da olabilir.

Örnek vereyim: “Mevzu vatansa gerisi teferruattır” sloganı, değer kümesini tekleştirmeye matuf teolojik bir önerme olarak okunabilir. Referans değer kümesini teke indirgemeye çalışan her girişim, bildiğimiz dinlerden olmasa ya da doğa üstüne referans vermese bile dinselimsi bir dayatma içerir. Sekülerlik bu türlü dayatmalara “eyvallah” dememe halidir.

Bu nedenle sekülerleşmeyi referans değer kümelerinin çoğullaşması olarak tarif ediyorum. Sekülerleşme tarifini bu kadar geniş yaptığımızda da hâlâ Kürtler’in hızla, son 40-50 yıl içinde kendi siyasal, ekonomik, kültürel dertlerini yalnız Türkiye’deki değil bütün dünyadaki pek çok siyasi ve toplumsal hareketle meczetmede nasıl bir başarıya ulaştıklarını görürsünüz. Bu nedenle, AKP’nin iktidara geldiği yılların hemen öncesinde Mesut Yılmaz, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyordu hatırlarsanız. Erdoğan ve ekibi, nefesleri yettiğince bu menzili sürdürüp, kesildiklerinde gerisin geri devletlû siperlere döndüler.

Kürtler’in sekülerleşmesinin devlet ve ana akım siyasi partiler açısından yarattığı başlıca iki sorun var. İlki, mevcut yurttaşlık tanımının gizil olarak içerdiği “Türk, Müslüman, Hanefi” kimliğe öncelik ve üstünlük tanıyan formül bayağı zorlanıyor. Çünkü bu üç niteliği birlikte taşıyanlar devletle mücadele ederek oluşturmadılar siyasallaşma süreçlerini. Dünyayla temasları, devletin elinin yettiği kadarıyla sınırlı. Onlar açısından devlet, din ve millet aynı anlama geliyor ve bu nedenle bu üçünün kesişim noktası dışındaki alanlarla mütekabiliyet esasına dayanan bir ilişki kurmaları pek mümkün değil. Onları sarıp sarmalayan devlet koruması olmaksızın ayrıcalıklarını kaybedeceklerini düşünüyorlar. Bu, onlar açısından yok olmakla eşdeğer.

İkincisi, devlet Kürtler’in bir kısmıyla, özellikle “komünizmle mücadele” siyaseti çerçevesinde Sünnilik üzerinden bir ortak dil oluşturmuştu. HDP’nin yükselişi ve yalnız büyük göç hareketleri dolayısıyla Türkiye’nin her yerinde yaşayan Kürtler ile değil, hemen her kesimle, üstelik bu kadar damgalanmasına ve köşeye sıkıştırılmasına rağmen temas kurabilmesi dehşetli bir durum. Bu nedenle AKP, muhafazakâr Kürtler’i, HDP’nin ekseninden çıkarabilecek her yolu deniyor nice zamandır. Denilebilir ki bu AKP’nin en bir devletlû siyaseti. Hatta AKP belki de bu siyaseti gütme potansiyeli nedeniyle devletlû kalabiliyor. Bunun son örneklerinden birini, başta Taliban olmak üzere pek çok radikal İslamcı örgütün yan yana geldiği “Yedinci Alimler Buluşması”nın Diyarbakır’da yapılması ve AKP’nin besleyip büyüttüğü medyadan tanıdığımız pek çok simanın da orada konuşmacı ya da dinleyici olarak hazır ve nazır bulunmasıydı. Adı konmamış ev sahiplerinden biri de HÜDA-PAR yani Hizbullah’tı (3). Bu toplantı bir bakıma, an itibariyle AKP’de cisimleşen devletin Kürtler’e, “Buradan yürüyün, anlaşalım” demesiydi. Cümlenin ikinci yarısını, AKP milletvekili Cemal Öztürk kurdu HDP milletvekili Garo Paylan’a karşı. Mevzu AKP’nin ünlü açılımlarından birine konu olarak Aleviler’i seçmesiydi. Paylan’ın, “Çok kültürlüyüz ama eşit yurttaş değiliz” demesi üzerine, AKP’li Öztürk, “Aleviler’den sana ne, sen Müslüman bile değilsin dedi.

Üçüncü bir gelişme daha gerçekleşti… Bütün bunlar olurken, HDP’nin İslam Masası da aylardır yaptığı hazırlık sonrasında Ankara’da “İslam’da Emek, Barış ve Adalet Kampanyası”nı başlattığı bir toplantı yaptı (şuraya da bakabilirsiniz). Bu toplantının en önemli çıktılarından biri, dinin içine düştüğü buhrandan çıkmasının tek yolunun, devletin laiklik ilkesinin işletilmesi olduğu konusundaki görüş birliği idi.

Manzarayı şöyle özetlersem sanırım ortaya çıktığını düşündüğüm paradoksu bir nebze olsun ifade edebilmiş olurum. An itibariyle AKP’de bedenlenmiş bulunan görklü devlet, Kürtler’i Sünni İslam dairesinde tutmaya çalışırken, aynı devlet tarafından “terör”le eşanlamlıymış gibi gösterilmeye çalışılan HDP, başta Sünni Müslümanlar olmak üzere herkesi aynı devletin anayasasında değişmez maddelerden biri olarak yer alan laiklik ilkesinin/idealinin tesis edilmesine katkıda bulunmaya çağırıyor. Bu esnada, AKP’nin devleti ele geçirip yerle yeksan ettiğinden hareketle bir araya gelen anaakım muhalefetin laiklik kelimesinden de Kürt siyasetçilerden de özenle kaçınmaya çalıştığını da manzaraya eklemek isterim. Aynı devletin, Ermeni bir HDP’li bir milletvekiline, “Aleviler ile arama girme, sen Müslüman bile değilsin” sınırı koyduğuna da dikkatinizi çekerim.

Gelecek hafta kaldığım yerden devam etmek üzere burada bitirmek istiyorum yazıyı… Fakat sanırım temel argümanımı şöyle bir özetlesem söylesem iyi olacak. Gerek AKPMHP koalisyonunun gerek anaakım muhalefetin HDP ile aralarındaki açık-örtük mesafenin, HDP’nin bir Kürt partisi olmasından değil, artık yeterince Kürt partisi olmamasından, yarattığı siyasi etkileşim ortamı dolayısıyla devleti bugüne kadar en çok ihmal ettiği anayasal ilkenin içeriğini hatırlamaya zorlamasından kaynaklandığını öne sürüyorum. Bunu öne sürmemin başka birkaç nedeni daha var. Bunlardan biri, AKP’nin belki de yalnızca Kürt siyasetinde başvurduğu Türk İslamcılığı’yla geleneksel Kürt Sünniliği arasındaki derin alışveriş. Genç kuşak Kürtler’in sekülerleşmesi bu anlamda derin bir süreklilik krizinin de habercisi. İkincisi de devletin dindarlaşması süreciyle Kürtler’in eşit yurttaşlık mücadelesinin tarihsel bir çakışma halinde olması. Sözün kısası devletin Kürt aşiretlere ve tarikatlara, “benden anadilde eğitim, kamusal mevzularda eşit söz hakkı, kültürel haklar vs istemeyin, karşılığında sizi adı konmamış, yazılı olmayan ayrıcalıklarla donanmış cemaatler olarak tanıyayım, bu arada birbirinizle kavgalarınıza da ben hakemlik edeyim, bu yoldan yürüyelim” siyaseti gütmesi.

“Kürt sorunu” Kürtler’in değil, “imtiyazlı vatandaşlık” rejiminin yarattığı bir sorun. Hem iktidar hem ana akım muhalefet partilerinin HDP’yle aralarındaki mesafe de aslında, o “imtiyazlı vatandaşlık” rejiminden başka bir ortamda siyaset yapamayacaklarını gayet iyi bilmelerinden kaynaklanıyor. Korkarım doğru düzgün bir yurttaşlık ve kamu tarifi yapılmadığı sürece ip inceldikçe incelecek. O yüzden bu mesele profesyonel siyasetçilere bırakılamaz. Zira onları da zorlayacak geniş bir siyasi dayanışmanın kurulamaması halinde elimizde kutlayabileceğimiz pek bir şey kalmayacak.

  1. Birol Başkan, 2021’de kaleme aldığı bir yazısında kelimenin nasıl bir “tarihsel kaza” ile böylesi bir dönüşüm geçirdiğini pek güzel özetlemiş.
  2. Bihterin Vural Dinçkol & Alper Işık, “1924 Anayasası Döneminde Yurttaşlık Anlayışı,” Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi 21.1 (2015): 13-43
  3. Toplantıya ilişkin çok iyi bir özet için Yusuf Karadaş’ın Evrensel’deki yazısını öneririm.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.