Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Mahir Ünal’ın istifasının gösterdikleri

AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, görevinden istifa etti. Ünal, sosyal medya hesabında, “Bugün itibarıyla Grup Başkanvekilliği görevimden affımı talep ettim. Genel Başkanımız ve Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’a bugüne kadar şahsıma duyduğu güven ve verdiği sorumluluklar için müteşekkirim” diye yazdı. Mahir Ünal’ın istifasının ardından AKP Grup Başkanvekilliği görevine Özlem Zengin atandı.

AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kahramanmaraş 8. Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarı’nda yaptığı konuşmada, “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin Kültür Devrimi’dir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” demişti.

MHP lideri Devlet Bahçeli ise partisinin grup toplantısında isim vermeden Ünal’ı hedef almıştı.

Ruşen Çakır, Mahir Ünal’ın istifasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili Kahramanmaraş Milletvekili Mahir Ünal dün akşam saatlerinde istifâ etti. Daha doğrusu onlar istifâ edemiyorlar: Cumhurbaşkanı’ndan görevden affını istedi. Herhalde yarın da grup toplantısında yeni Grup Başkanvekili’nin Özlem Zengin olması bekleniyor; Mahir Ünal’ın yerini o alacak. Mahir Ünal’ın istifâsı ya da af talebi kabul edilmiş olacak. Bu aslında birçok şeyi bize gösteriyor. İktidar partisinin ve Erdoğan’ın ve parti içerisinde yer alan kadroların hangi durumda olduklarını birçok açıdan gözler önüne seriyor. Olayın çok boyutu var. Bunları bu yayında ele almaya çalışacağım. 

Ama önce olayı bir hatırlayacak olursak: Mahir Ünal 21 Ekim’de memleketi Kahramanmaraş’ta kitap fuarında bir etkinlikte Cumhuriyet hakkında konuşurken ve Cumhuriyet’in bir kültür devrimi olduğunu ve târihteki en sert kültürel devrimin Türkiye’de yaşandığını söyledi — çok abartılı bir şey. Çin’deki kültür devrimi tek başına bambaşka bir şey ve kim bilir başka neler yaşandı? Neyse. “Maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lugatımızı, alfabemizi, dilimizi, hâsılı bütün düşünce setlerimizi yok etmiştir” dedi. Bu aslında Türkiye’de klasik İslâmcı anlatının Cumhuriyet’e bakışını özetleyen bir cümle. Çok genelgeçer, tabiî bu çok usturuplu söylenmiş. “Düşünce setleri” lâfı da yeni bir lâf. Ama bunun İslâmî hareket içerisinden gelmesi çok şaşırtıcı bir şey değil; fakat bunu söyleyenin Mahir Ünal olması, AKP Grup Başkanvekili olmasıyla işin rengi değişiyor. İşin rengi nasıl değişti? Tabiî ki muhâlefetten eleştiriler geldi, sert eleştiriler. Vatandaşlardan özellikle sosyal medyada çok sert eleştiriler geldi. Bir tür kampanya oldu. Bütün bunların etkisi var; ama en önemlisi, geçen hafta grup toplantısında MHP lideri Devlet Bahçeli de sert çıktı Mahir Ünal’a ve Mahir Ünal görevini bırakmak zorunda kaldı. Ama öncesinde, “Kamuoyuna duyuru” diye bir açıklama yaptı. Ne zaman yapıyor bu açıklamayı? 30 Ekim’de pazar günü yapıyor ve diyor ki: “Tamam, eleştiriler kabulümdür; ama Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun açık hakaret, düşmanlık ve nefret içeren iftiralarını şiddetle reddediyorum.” Yani Bahçeli’ye hiçbir şekilde değinmiyor. Akşener ve Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak anladığım kadarıyla durumunu korumaya çalışıyor. “Kendimi Cumhuriyet’in fikri hür irfânı hür bir evlâdı olarak görüyorum” demiş ve de “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize bıraktığı Cumhuriyet’i, her dem kendini yenileyen coşkun bir nehir olarak ele almak gerekir” demiş. Bu AKP çevrelerinde, Atatürk’ten bahsederken illâki bir “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” diye bahsetme vurgusunun özellikle altını da çizmek lâzım. “Türkiye Yüzyılı” sunumunda da benzer bir şey vardı ve “Yaşasın Cumhuriyetimiz ve onun fikri hür, vicdânı hür nesûlleri” diyerek durumu kurtarmaya çalıştığını düşünebiliriz. Ama olmadı. Bir gün sonra da o mâlum açıklamayı yaptı. O açıklamada da Cumhurbaşkanı’na müteşekkirliğini belirtiyor ve affını talep ediyor. Daha önce örneklerini gördük. Daha önce de Grup Başkanvekili Cahit Özkan yerini kaybetmişti. O da Armağan Çağlayan’la yaptığı videoda Birleşik Arap Emirlikleri’yle bir anlamda dalga geçen sözleri nedeniyle kaybetmişti. Çünkü gerçekten açığa düştü. Erdoğan’ın BAE’yle tekrar ilişkilerini tâzelediği bir döneme denk geldi. 

Şimdi bu olayın birçok boyutu var. Öncelikle ilk akla gelen boyutu: MHP faktörü. Bizim Kemal Can hep bunu söyler, çok da haklıdır; genellikle MHP’ye bir tür iktidârın ıskartası, payandası, koltuk değneği muamelesi yapıldı uzun bir süre. Yani Erdoğan kurtarıcı olarak; ama Bahçeli, Erdoğan’ın altında tasvir edildi. Fakat burada da görüyoruz ki Bahçeli devreye girdiği zaman işler değişebiliyor. Bahçeli devreye girmeseydi yine bu istifâ yaşanır mıydı? Olabilirdi, çünkü onun başka bir açıklaması daha var: Zîra zamânlaması özellikle Erdoğan’ı çok rahatsız etmiş — belli oluyor. Ama Bahçeli bu kadar açık ve net bir tavır alarak bu iktidârın sınırlarını çizdi. İdeolojik sınırlarını da çizdi ve aynı zamanda bâzı durumlarda kimin söz sâhibi olduğunu da gösterdi. Bahçeli sessiz kalsaydı şaşırmazdık –ki birçok konuda sessiz kaldı ve “Herhalde burada iktidârı eleştirir, AKP’yi eleştirir” dediğimiz birçok yerde tam tersine destek verdi–; ama arada böyle çıktığı zaman etkili oluyor. Bunu görüyoruz bir kere. Dolayısıyla Bahçeli faktörünü, MHP faktörünü öncelikle ele almamız lâzım. Bu iktidarda kim kime ne kadar bağımlı meselesini anlamakta önemli oldu Bahçeli meselesi. Erdoğan 29 Ekim’den bir gün önce, “Yeni Türkiye Yüzyılı” diye bir şey açıklayacak. Günler öncesinden bunu söylüyor. Ardından TOGG’un banttan çıkışı olacak bir gün sonra ve tam bunların propagandası yapılırken, oralara o kadar enerji ve para harcanmışken, yani Cumhuriyet’i yüceltecek, Cumhuriyet’in 100. yılını yeni bir yüzyıl olarak târif edecek ve yaptığı konuşmanın da ana ekseninde hep bir Cumhuriyet ve Atatürk vurgusu vardı. Böyle bir yerde partisinin kurmaylarından birisi çıkıyor, Cumhuriyet hakkında söylenebilecek en sert sözleri söylüyor ve açıkçası bu olay, hem “Yeni Türkiye Yüzyılı”na hem de TOGG’a çok ciddî bir şekilde gölge düşürdü. Sırf bu nedenle bile Mahir Ünal o görevi kaybedebilirdi. Ama Bahçeli’nin araya girmesi bunu kesinlikle hızlandırdı. Çok acayip bir zamanlama. Yani bir tarafta Cumhuriyet güzellemesi yapan bir iktidar, bir tarafta da Cumhuriyet hakkında söylenebilecek en aşırı ve alabildiğince abartılmış ve haksız bir değerlendirme ile üst düzey bir isim bunu yapıyor. Öncelikle ikisini berâber ele almak lâzım. 

Buradaki temel mesele ne? Bir başka husus da şu — birçok yayında söyledim: AKP iktidârı Atatürkçüler’e karşı bir başarı kazanmış olabilir, ama Atatürk’e karşı yenildiler. Atatürk’ü sürekli anmak durumunda kalmaları –ki son “Türkiye Yüzyılı”nda da bunu gördük– artık Atatürk’ü kendilerinin en azından tartışmaması, tartışanlara da çok fazla destek vermiyor görünmeleri önemli. Aslında ideolojik anlamda bir yenilginin îtirâfı bu. Yani Mahir Ünal’ın bu durumu, istifâ etmek zorunda kalması, aynı zamanda buranın kazananının Atatürkçülük olmasa bile Atatürk’ün kendisi olduğunu ve tabiî ki Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet olduğunu bize gösteriyor. Ne kadar saltanata, padişaha yönelik birtakım güzellemeler yapmaktan geri durmasalar da, Cumhuriyet’e karşı söyleyebilecek çok fazla şeylerinin olmadığını gördük bu olayda. 

Bir başka husus, tabiî ki Erdoğan’ın iktidârı koruma derdi her şeyin önüne geçiyor. Atatürk konusundaki tavrında da bu var. Bahçeli’yle ilişkisinde de bu var. Seçime çok az bir zaman kalmış ve Erdoğan’ın şu ya da bu nedenle oy kaybetme lüksü yok. Şimdi bu tür Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı çıkışlarla oy kazanabilmesinin imkânı yok. Zâten o tür perspektife sâhip olan kişiler AKP’ye oy veriyorlar. Onları kazanacak diye bir derdi yok. Ama bu tür sert çıkışlar nedeniyle özellikle kafası karışık olan bâzı seçmeni kaybedebilir ve bir diğer husus da tabiî ittifak yaptığı partileri ya da grupları, odakları kaybedebilir. Erdoğan şu anda Türkiye’de sistemin tek sâhibi, tek iktidar sâhibi gibi gözüküyor; ama sanki öyle değil. Dolayısıyla burada bâzı kesimleri ürkütmemek gibi bir derdi de olduğunu söylemek lâzım. 

Şimdi hatırlanacaktır, Mahir Ünal çözüm sürecinde en öne çıkan AKP kurmaylarından biriydi; o meşhur 28 Şubat Dolmabahçe buluşmasında yer almıştı ve o buluşmada yer alan AKP’lilerin galiba hepsi, Mahir Ünal dışında, yani Yalçın Akdoğan, Efkan Âlâ, hepsi pozisyonlarını kaybettiler. Bir tek Mahir Ünal kalmıştı. Dolayısıyla Erdoğan’ın güvendiği bir kurmayıydı. İslâmî hareket içerisinden gelmiş birisi ve o anlamda da istisnâî birisiydi. Ama gördük ki onun da bir yerden sonra Erdoğan gözünde çok da fazla bir değeri yok. Kolaylıkla harcanabiliyor, kurban edilebiliyor. Şu ya da bu nedenle kurban edilebiliyor. Aslında bir süredir bunu görüyoruz. Erdoğan, eskiden ne yaparlarsa yapsınlar kurmaylarını, hattâ en kendi hâlindeki bürokratını bile sonuna kadar koruyabiliyordu ve bunun üzerinden bir güç gösteriyordu. Yani ne deniyordu? “Artık şunu görevden alır herhalde” dediğiniz bir kişiyi, sırf kendisinin güçlü olduğunu göstermek için görevde tutuyordu. Ama bir süredir bunun böyle olmadığını gördük. Danışmanlarından, devşirme danışmanlardan gidenler oldu. Meselâ yine bahsettik: Cahit Özkan gitti, dâmâdı gitti, bakanlarını görevden aldı ya da istifâlarını istedi vs.. Burada da görüyoruz ki Mahir Ünal, eskiden kalan az sayıda isimden birinin de bir yanlışla ânında üzerine çarpı atılabiliyor. Yani ne oluyor? Tabiî ki Erdoğan için en önemli şey sadâkat; ama bâzı anlar geliyor ki sâdık olmaları bile onların belli pozisyonları muhâfaza etmelerine yetmiyor. Yani çok açık söylemek gerekirse: Kendi iktidârını tehlikeye atabileceğini düşündüğü durumlarda kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. 

Şimdi burada ideolojik olarak çok ilginç bir olay var: Atatürk meselesi, Cumhuriyet meselesi, Türkiye’de İslâmî hareketin öteden beri en çok cebelleştiği konulardan birisi, hedef aldığı konulardan birisi. Kimi zaman daha hafif kimi zaman daha sert. Ama biliyoruz ki orada bir mesele var ve Osmanlı’ya yönelik bir özlem de var, bunu da biliyoruz. Atatürk’ün özellikle laiklik konusundaki uygulamalarından duyulan çok ciddî rahatsızlıklar var. Ama kimi zaman bunu dillendiriyorlar, kimi zaman dillendirmiyorlar, kimi zaman da artık bunu kabullenmek zorunda kalıyorlar. Ama biliyoruz ki Erdoğan başta olmak üzere bu iktidârın en büyük hassâsiyeti de din, İslâmiyet. Böyle biliyoruz. Ama kazın ayağı böyle mi? Şimdi bakın, Cumhuriyet’le ilgili bir lâf ettiği için –ki bu lâfın yanlış olduğunu, abartılı olduğunu, çok saygısızca olduğunu biliyoruz; ama sonuçta İslâmî retoriğin yeniden üretilmesinden ibâret bir şey– ânında diyelim, yani 21’inde konuşmayı yapmış, birkaç gün sonra sosyal medyaya çıktı ve 10 gün içerisinde gitti Mahir Ünal. Ama Türkiye’nin gördüğü, belki de açık bir şekilde gördüğü, İslâmiyet’e yönelik en açık ve net saygısızlığı yapan Egemen Bağış hem korundu ve yargılanması engellendi, hem de ödüllendirildi, Prag’da büyükelçi oldu, atandı. Yani diplomat olmamasına rağmen hâlâ orada büyükelçi. Yani Kur’an-ı Kerim’le, İslâmiyet’le ulu orta dalga geçtiği kanıtlanmış bir isme dokunmayan Erdoğan’ın; Atatürk ve Cumhuriyet meselesini dile getiren, onunla ilgili saldırgan bir üslûpla konuşan kişiyi –eleştirel diyor, ama eleştirinin ötesinde bir şey, her neyse– gözden çıkartabiliyor. Bence bu karşılaştırmayı yapmak çok isâbetli olur. 

Şimdi İslâmcı iddialı Selman Öğüt’ün bir paylaşımını görelim. O çok ilginç. Yılmaz Özdil bir şey yazmış, Mahir Ünal’ın demin paylaştığımız istifa tweet’ine yönelik; “Ne dediğini tam olarak anlamadık, bir de Osmanlıcasını yaz” diye dalga geçmiş. Çünkü biliyorsunuz Mahir Ünal, “Dilimizi yok etti, lugatımızı yok etti” filan demişti. O da diyor ki: “Hem kelle alıyor hem de üstüne dalga geçiyorlar, yazık”. Bu cümlenin üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki. Bir kere “kelle” lâfını ben etsem; “Mahir Ünal’ın kellesini verdi Erdoğan” desem, bana demediklerini bırakmayacaklar. Kendisi bir kere olayın bir “kelle alma” olayı olduğunu söylüyor. “Üstüne dalga geçiyorlar, yazık” diyor. “Yazık” derken kime diyor bunu? Yılmaz Özdil’e demiyor. Kelleyi alanlara ya da verenlere diyor. Yani aslında Erdoğan’a diyor; ama tabiî ki Erdoğan diyemiyor. Burada böyle acayip bir trajik olay söz konusu. Trajik olması üzülmemizi gerektirecek bir olay değil. Kendileri için trajik bir olay söz konusu. Buradaki temel mesele şu aslında: Kaleyi içten fethetmek diye bir şey vardır; İslâmcılar da Türkiye’de –Fethullahçılar bunu çok yaptı, AKP’liler de, AKP’ye ve Erdoğan’a inananlar da– böyle bir “kaleyi içten fethetme” gibi bir perspektife sâhip oldular. Yani: “Her şeyin bir zamânı var, her şey her zaman yapılmaz” vs. diyerek. Onlara rakip olan kesimler de bu olayı bir fetih olarak gördü. Ama ben öteden beri, fethetmeye kalkanların aslında kendilerinin kale tarafından fethedildiğini düşündüm, savundum, yazdım, söyledim. Belki sizler de değişik zamanlarda tanık olmuşsunuzdur. Bu olay, tekrar bakalım o tweet’e, bu olay tam anlamıyla bunu gösteriyor bize. Yani diyor ki: “Yazık, biz aslında her şey çok güzel gidiyor sanıyorduk; ama bakıyoruz ki ânında bizden…” Şimdi bu kelleyi alan Yılmaz Özdil mi? Sanmıyorum. Kelleyi alan Yılmaz Özdil değil. Yılmaz Özdil bundan memnun mu? Tabiî ki memnun. Onun da zâten memnûniyetini görüyoruz. Buradan memnun olmayanlar var mı? Var. İşte bir örneği Selman Öğüt denen şahıs. Ama burada hâlâ olayın öznesini tanımlamakta çok ciddî bir sorun yaşıyorlar. Yani birileri bir kelle almış. Kim almış, kim vermiş? Yok. Çünkü burada özne, biliyoruz ki şu anda Türkiye’de bu hareketin tek öznesi var, o da Recep Tayyip Erdoğan ve hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan’a ne kadar kızsa da etse de ağzını açıp tek kelime söyleyemiyor. Bundan sonra da, böyle hedefi belli olmayan ağlamalarla karşımıza çıkıyorlar ve bunun devâmının geleceğini de herhalde hissediyorlar. Sıranın belki de kendilerine gelebileceğini düşünüyorlar ve temkinli olmayı da elden bırakmıyorlar. 

Evet, Mahir Ünal olayı gerçekten AKP’nin ve Erdoğan’ın nasıl zor durumda olduğunu, ideolojik anlamda, politik anlamda, kültürel anlamda, birçok anlamda nasıl ciddî bir çâresizlik içerisinde olduğunu bize bir kere daha gösterdi. Bunun devâmı geleceğe benziyor. Ama tabiî ki bu olay aynı zamanda kaderlerini Erdoğan’la birleştirmiş olanların çok daha dikkatli olacaklarını bize gösteriyor. Ne olursa olsun bir şekilde ağızlarından bir şey kaçtığı zaman –ki kaçabiliyor, insanlık hâli– o zaman hemen karşılarına çok sert duvarlar çıkabiliyor. Böyle garip bir durumda, tüm Türkiye’de siyâsetin alanını daraltmakla uğraşan AKP iktidârının, aslında kendisini de iyice daracık bir alana sıkıştırdığını görmüş oluyoruz.

Dün “Ekrem İmamoğlu’nun dönüşü” diye sizlerin katılımıyla bir yayın yaptık. Çok güzel geçti. Çok teşekkürler katılanlar için. Bugün saat 16.00’da bu sefer Mansur Yavaş’ın sessizliğini konuşmak istiyoruz. Yine sizlerin katılımıyla, sorularıyla, yorumlarıyla, eleştirileriyle bu yayında da Mansur Yavaş’ın muhâlefetin adayı olup olamayacağını, olmalı mı olmamalı mı bunları sizlerin katılımıyla konuşacağız. Saat 16.00’da o yayına da sizleri bekliyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.