Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını: Erdoğan’ın güç toparladığı doğru mu?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2023 genel seçimlerine doğru giderken asgari ücret başta olmak üzere pek çok ekonomik program açıkladı. Son kamuoyu araştırmalarında da oyları yükselen Erdoğan, gücünü toparlıyor mu?

Ruşen Çakır, siz sevgili izleyicilerimizin sorularını yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Şimdi sizlerle birlikte bir yayın yapacağız. Soru çok açık: “Erdoğan’ın güç toparladığı doğru mu?”. Mâlûm, farklı kamuoyu araştırmalarında AKP’nin ve Erdoğan’ın son aylarda oyunun arttığı ve bunun da büyük ölçüde daha önce seçimlerde AKP’den yana oy kullanmış ama sonra kararsız kalan seçmenlerin bir kısmının oyunu geri toparladığı öne sürülüyor. Bu ne derece doğru? Sizlerin gözlemleriniz ne? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Doğruysa bunun nedenleri ne olabilir? İşte bunları birlikte tartışmak istiyoruz. Nasıl olacak? Benim ve Medyascope’un YouTube hesaplarında chat bölümünden sorularınızı, yorumlarınızı ve eleştirilerinizi yazabilirsiniz ve burada tartışalım. Daha önce yaptığımız yayınlar çok verimli geçti. Bunun da öyle olacağını tahmin ediyorum. Çünkü çok hayâtî bir soru. Bunun telâffuz edilmesi bile kendini muhâlefette gören seçmenlerin bâzılarını çok ciddî bir şekilde kızdırıyor. “Olamaz, bu ekonomik şartlarda böyle bir şey olamaz. Bunların hepsi manipülasyon; ya kamuoyu araştırmaları artniyetli ya da masa başında yapılmış” diye söyleniyor — bir bu var. Bir diğer versiyonu da tabiî ki bunun nedeninin esas olarak muhâlefetten kaynaklandığı yolunda — ki ben de, açıkçası, eğer bir artış varsa ya da iktidâr kanadının son birkaç aydır daha kendinden emin gözükmesi, buna karşılık muhâlefetin çok ciddî şekilde bir sorun içerisinde olması –ortak hareket edememesi, etmemesi, etmediği gibi de birbirlerine yönelik birtakım kimi zaman kırıcı olan çıkışlar da yapabilmeleri– bütün bunları berâber düşündüğümüzde bu fotoğrafa –tabiî ki kendimiz kamuoyu araştırmacısı değiliz ama– objektif olarak bakıldığında, Eylül ayına ve Ekim ayına bakıldığında iktidâr kanadında bir hareket var. Ne kadar edebiliyorsa o kadar hareket var, öyle diyelim. Muhâlefet kanadında da hem iktidâra yönelik, iktidârı devirmeye yönelik hareket olmadığı gibi; kendi içlerindeki birliktelik duygusunu aşındıracak birtakım çıkışların olduğunu görüyoruz. 

Evet, sizlerden yorumlar gelmeye başladı. 

Pınar Ekidir diyor ki: “Ben toparladığını düşünmüyorum. Çünkü hiçbir soruna kalıcı çözüm bulunamıyor.” Evet, doğru. Hiçbir soruna kalıcı çözüm bulunamıyor; ama sorunlar en azından geçiştiriliyor, gün geçiştiriliyor, öteleniyor diyelim, ya da krizlerin çok daha büyük krizlere yol açmasının önüne geçiliyor. Durum idâre ediliyor. Meselâ özellikle ekonomide yapılan birtakım, işte, bugün kuraları çekilmeye başlanan Toplu Sosyal Konut Projesi diyelim, ya da öğrencilerin kredi affı gibi, ya da yılbaşında asgari ücrete iyi bir zam yapılacağı yolundaki rivâyetler gibi bütün bu şeylerle sorunlar çözülemiyor, çözülmüyor; ama belki de seçim için ihtiyaç duyulan bir desteği sağlamaya yeterli olabilir. Pınar Hanım diyor ki: “Bunlar aldatıcı. Bunlarla toparlanma olamaz.” Evet, bu bir bakış açısı. 

Rıfat Tarık Yararbaş: “Kılıçdaroğlu’nun türban çıkışıyla kendisini kendi ayağından vurduğunu düşünüyor musunuz?” Hayır, düşünmüyorum. Ama birçok kişinin böyle düşündüğünü biliyorum. Başörtüsü meselesi birçoklarının gözünde iktidârın güç kazanması ve muhâlefetin de güç kaybetmesi. Kimi zaman bu gücü özgüven olarak târif etmek de mümkün. Böyle olduğunu düşünenler var. Erdoğan’ın bunu fırsata çevirdiğini düşünenler var. Mâlûm, o târihlerde Levent Gültekin de bunu söylüyordu ve kendisiyle yayında da bunu tartıştık. Gollük pas olduğunu söyledi Levent. Birçok kişi öyle söyledi. Sonra Erdoğan’ın kendisi de öyle söyledi. “Bana pas verdi Kılıçdaroğlu” dedi. Ben açıkçası öyle düşünmüyorum. Ama daha önceki yayınlarda da söylediğim gibi benim görüşümün azınlıkta kaldığını da biliyorum. Büyük bir çoğunluk tersini düşünüyor ve şu son dönemdeki muhâlefetin özgüven kaybında bu olayın etkili olduğunu düşünüyorum. Bir başka olay da ilginç bir şekilde, Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisi hakkında da, bunun gereksiz olduğu ve muhâlefetin temposunu düşürdüğünü savunanlar var. Ama ardından yaptığı İngiltere gezisine bu derecede sert çıkışlar görmedik. Belki de orada daha somut bir şeyler gözüktüğü içindir. Yatırımcılarla doğrudan görüşme olduğu içindir ve bir de tabiî ki hemen öncesinde uyuşturucu meselesini gündeme getirdi ve İngiltere’de de son olarak Mehmet Cengiz’in evinin de olduğu sokağın önünde yaptığı video bayağı etkili oldu — ondandır.

Musa Seçkinli diyor ki: “Bence iktidar çok endîşeli. O yüzden kampanyaya erken başladılar. Muhâlefet ise güç topluyor ve tüm kozlarını kampanya sürecine saklıyor. Bence sorun yok. Erdoğan güç toplayamaz” demiş. Evet, bunu düşünen kişiler var. Bu tabiî biraz fazla temenni dolu bir şey. Temenni etmekten dolayı kimse suçlanamaz; ama kampanyaya erken başlamak, geç başlamak… burada birtakım stratejiler olabilir. Yalnız burada şöyle bir soru var açıkçası: Muhâlefetin bir strateji gereği böyle hareket ettiğini ben düşünmüyorum. Yani muhâlefet derken Altılı Masa’yı kastediyorsak, ortada bir strateji olduğu kanısında değilim. Musa Bey ile bu noktada ayrılıyoruz. Bilinçli bir şekilde bunlar yapılıyor olsa, yani o klasik tâbirle “her şey kontrol altında” ise sorun olmayabilir. Ama ortada sanki bir strateji yok. O stratejiyi henüz saptayamadılar. Benim düşüncem o. Tabiî Musa Bey gibi düşünenler de çok sayıda var. Onu da kabul etmek lâzım. 

Enes Utku Özdemir diyor ki: “Erdoğan’ın gücü kaybetmesinden çok, muhâlefete verilen kredinin dolması diyebilir miyiz?” Muhâlefete ne kadar kredi verildi? İlginç bir durum aslında bu. Sonuçta insanlar, seçmenler şu veya bu nedenle, genellikle ekonomik nedenlerle, bir de 20 yıllık iktidârın verdiği yorgunluk, şu bu nedenle iktidârdan uzaklaşıyorlar. Yani uzun bir süredir yaşadığımız olay bu. İktidardan uzaklaşıyorlar; ama muhâlefete yanaşıyorlar mı? Soru buydu. Kredi verdiler mi muhâlefete? Çok emin değilim. Verebileceklerini düşündüler, bunun işâretlerini verdiler; ama yapılan kamuoyu araştırmalarının hemen hemen hepsinde uzun bir zamandır “Ekonomide işler kötüye gidiyor” diyenlerin büyük bir kısmı, yani bu yüzden iktidârı suçlayanların büyük bir kısmı, muhâlefetin de bunları çözeceğine inanmadıklarını söylüyorlar. Yani muhâlefete tam olarak bir kredi verilebilmiş değil, verilmiş değil. Muhâlefet henüz o uzaklaşmayı, iktidârdan uzaklaşmayı net bir şekilde kendine çevirebilmiş değil ya da benim hep söylediğim gibi iktidâr kaybediyor; ama muhâlefet kazanan bir blok olduğunu gösterebilmiş değil. Hâlâ bunu gösterebilmiş değil. İktidârın son günlerde gösterebildiği de… kaybetmeyebilir olduğunu göstermeye başladı belki. Kaybetmeyeceğini değil de, pekâlâ kaybetmeyebilir. Ama burada da genellikle iktidârın yaptıklarından çok muhâlefetin yapamadıklarına bakıyoruz. 

Alper Elmacı diyor ki: “Bu hafta Ekrem İmamoğlu’na siyâsî yasak gelirse bu gerçekten muhâlefetin yararına mı olur? Yoksa Erdoğan en güçlü rakibini elimine etmiş mi olur?” Avukatlarıyla konuştuk, avukatları siyâsî yasak beklemediklerini söylediler. Ama iktidârın siyâsî yasak verdirmek –şimdi, normalde mahkeme veriyor, değil mi? Ama iktidar verdirecek tabiî– istediğini biliyoruz, tahmin ediyoruz ya da hiç şaşırmıyoruz. Sonuçta bu tür hamlelerin her birinin artıları ve eksileri vardır — bütün taraflar için. Meselâ siyâsî yasak verdirecekse, iktidar bundan bir şey kazanır, ama bir şeyler de kaybeder. Aynı şekilde siyâsî yasak getirilen kişi bir şey kaybeder, bir şey kazanır. Erdoğan’a zamânında yapılan: Belediye başkanlığı elinden alındı, bir süre hapis yatırıldı; ama sonra Erdoğan’ın ülkenin başına cumhurbaşkanı olarak, tek lider olarak gelmesinin de önü açıldı. Şimdi tabiî o zamanlar onu yapanlar şunu düşünüyorlardı — Hürriyet gazetesinin o zaman söylediği gibi: “Muhtar bile olamaz” diye düşünüyorlardı. Öyle yapacaklarını sanıyorlardı, ellerinde patladı. Buradaki olayda da böyle bir şey olabilir. Bir kere İmamoğlu’na siyâsî yasak getirileceğine %100 diyemeyiz. Çok yüksek bir ihtimal olduğu da muhakkak. İktidârın bunu isteyeceğini düşünmemiz için elimizde çok neden var. Ama bu getirilecek olan yasak ne zaman kesinleşecek? İmamoğlu kesinlikle bundan sonra aday olamaz mı? Bütün bunlar tartışılacaktır. Ama her halükârda İmamoğlu’na böyle sudan bahânelerle, uyduruk şekilde yasak getirilmesi hâlinde, bunun siyâsî olarak muhâlefete bir katkısı olur — eğer bunu iyi değerlendirebilirlerse.

Emrah Bozkaya diyor ki: “Konudan bağımsız olarak soruyorum. Sizce de her durumda Kılıçdaroğlu’nun bu son seçimi mi?” Sanmıyorum. Eğer cumhurbaşkanı adayı olmazsa, partisinin başkanı olursa, yani milletvekili seçimlerinde CHP lideri olarak ortaya çıkarsa, eğer bir de Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem söz konusu olursa, bir sonraki seçimde başbakan adayı olmak isteyecektir. Dolayısıyla son seçimi olacak diye bir şey söylemek… Yani pekâlâ olabilir. Eğer cumhurbaşkanı adayı olursa kesinlikle son seçimi olacak. Ya kazanacak ve cumhurbaşkanlığında jübile yapacak, ya kaybedecek ve bir daha da kimsenin karşısına çıkamayacak — bu kadar açık. 

Doğan Özkan diyor ki: “Bolsonaro arayı nasıl kapattıysa Erdoğan da kapatıyor”. Ama Bolsonaro sonuçta kaybetti. Dolayısıyla arayı kapatmak kazanacağı anlamına gelmiyor. Yani şunu özellikle vurgulamak lâzım. Objektif olarak bütün her şey aleyhine olmasına rağmen bir siyâsetçi nasıl bâzı oyları geri toparlayabilir? İşte burada siyâset söz konusu. Tabiî Bolsonaro örneği bu anlamda benziyor. Devlet imkânlarını kullanma söz konusu. Bunlarla bir şeyleri telâfî etme imkânı var. Şu hâliyle bakıldığı zaman, an îtibâriyle Erdoğan’ın karşısında Kılıçdaroğlu’ndan başka bir siyâsetçi yok. Kılıçdaroğlu’nun son çıkışlarıyla onu epey zorladığını düşünüyorum. Ama hâlâ Erdoğan’daki güç Kılıçdaroğlu’nda kesinlikle yok. Onu kabul etmek lâzım. Bir de hâlâ net değil. Erdoğan’ın adaylığı net, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı net değil — ya da diyelim ki İmamoğlu’nun adaylığı net değil. Bir adaylık açıklanırsa o zaman ölçmek daha kolay olacak. 

“İYİ Parti’den gelen bir açıklama olunca çarşı pazar karışıyor. İYİ Parti sorunumuz var mı?” demiş Onur Sarıoğulları. Yani kendini muhâlefette tanımlayan birisi için İYİ Parti sorunu olabilir; ama İYİ Parti muhâlefetin olmazsa olmazlarından. Yani İYİ Parti Altılı Masa’dan kalksa işler muhâlefet için daha iyi olacak diye bir şey yok. Önemli olan, İYİ Parti ile CHP’nin, özellikle bir zamanlar var olduğunu düşündüğümüz uyumu tekrar kurabilmesi. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman daha çok öne çıkan noktalar uyumsuzluk noktaları. Bir HDP meselesi vardı mâlûm. HDP meselesinde, en son AKP de HDP’yi ziyâret etti anayasa değişikliği için. İYİ Parti’nin an azından ondan bir şeyler çıkartabilmesi lâzım. Bu arada söyleyeyim, saat 17.00’de HDP ile ilgili, iktidârın HDP’ye bakışıyla ilgili bir yorum yapacağım — onu da duyurmuş olayım. 

Murat Sevinç diyor ki: “Gâlibâ muhâlefet partileri değil de seçmen kazanacak tercihlere karşı.” Ne demek istediğini tam anlamadım, ama anlayabiliyorum. Yani şöyle bir şey diyor galiba: Muhâlefet partileri bir yığın beceriksizlik yapıyor vs., ama seçmen o kadar kararlı ki muhâlefet partileri istemese de iktidârı devirecek diyor. 

İsmet Sönmez: “İktidar Erdoğan’ın çevresinde kenetlenmiş, oysa muhâlefette böyle bir şey yok. Görünümün sebebi bu olabilir mi?” Evet. Gerçekten de bu. Muhâlefet bir birlik havasında hareket etmiyor. Bir sonraki pazartesi günü buluşacak Altılı Masa. O zamâna kadar, bugün meselâ Ali Babacan ev sâhibi olarak diğer liderleri gezmeye başladı. Bakalım. İkinci turun ilk buluşmasından çok fazla bir şey çıkmadı. İkincisinden ne çıkacak bakalım? En azından aday ismi çıkmayacağını kesinlikle biliyoruz. 

“Neden Yılmaz Büyükerşen ismi hiç geçmiyor? Hiç seçim kaybetmedi. Akademik kariyeri var. Oy vermeyecek diyebildiğimiz net bir kesim de yok. Deneyim deseniz önde” demiş Spartaküs adıyla yazan izleyicimiz. Bu daha önce de geçti. O olmuyor. Yani bir kere yaşı çok ileri. Genellikle insanların sevdiği, saygı duyduğu bir isim; ama adı geçmiyor. Geçeceğini de sanmıyorum. 

Sait Güngördü: “Sizce muhâlefetin bu kadar ağır ve geriden gelmesinin sebebi nedir? Sizce bu bir seçim stratejisi mi, yoksa hazırlık aşamasında partilerin henüz uzlaşamadığının bir göstergesi mi?” Demin buna cevap verdiğimi düşünüyorum. Ortada bir strateji olduğunu sanmıyorum. Strateji yok, strateji oluşturulmak durumunda. Dolayısıyla şu hâliyle bakıldığı zaman boşlukta olan bir muhâlefet var. Ayda bir toplanıp, bir araya gelip birtakım detaylar üzerinde konuşan; ama o birlikte hareket ediyor duygusunu vermekten henüz uzak olan bir muhâlefet var ve tabiî ki bunun en önemli ayağı olan aday belirleme konusunda bir anlaşmazlık olan, adayın kim olacağı konusunda netliğin oluşmadığı bir muhâlefet var. 

Ruken Kaya: “Cumhurbaşkanı adayının belli olmaması seçmenin tercihini net olarak görmemizi engelliyor. Adayı belirleyip programlarını açıklamalılar. AKP’nin HDP ziyâreti önemli. Seçimi alması Kürt oylarına bağlı.” Evet, aday belirleyip programlarını açıklamalılar. Artık aylardır bunu söylemekten yorulduk. Ama her seferinde, “Muhâlefete muhâlefet etmeyin” diye uyarılar da geliyor ve her seferinde de Altılı Masa partileri, “Merak etmeyin, her şey kontrol altında” diyorlar. Her şeyin kontrol altında olmadığını biz gazeteciler olarak biliyoruz. Ama her şeyi kontrol altına alma durumu olabilir. Bakalım ne zaman olacak?

Ahmet Arat: “AKP’nin HDP ziyâreti devlet politikası algısıyla yapılıyor. O yüzden kendi kitlesinde sorun olmuyor.” Kendi kitlesinde sorun olur mu olmaz mı? 17.00’deki yayında bu konuyu daha geniş ele alacağım. Ancak Erdoğan, herkesi HDP ile yan yana göründüğü için suçlarken, kendisi pekâlâ yan yana durabiliyor ve bu aslında çelişir gibi bir durum; yani işte, kendi söylediğini kendi tekzip ediyor şeklinde de insanlar ona lâf yetiştiriyorlar. Ama bunun Erdoğan’ı çok rahatsız eden bir durum olduğunu sanmıyorum. Kürt meselesi konusunda hiçbir şey söylemeden; ama aynı zamanda da söylermiş gibi yaparak kazançlı çıkıyor sanki. Bana öyle geliyor. 

Mustafa Dinçer: “Erdoğan’ın adaylığının net olduğunu nereden biliyorsunuz? Resmî bir açıklama yok. Seçim târihi belli değil. İki kere seçilmiş, üçüncüye katılacağı nasıl kesin olur? Diploma bu sefer problem olmayacak mı?” Şimdi kanunî engel filan, isterse çıkmayacağını biliyoruz. Erdoğan istediğinde, Yüksek Seçim Kurulu’nun herhalde “Siz aday olamazsınız” diyecek hâli yok. Böyle bağımsız bir kurumumuz yok. Erdoğan, aday olacağını da İzmir’de kendisi deklare etti. Hattâ, “Evet, benim. Hadi Bay Kemal, sen de adaylığını açıkla” dedi, hatırlayın kaç ay önce. Artık o ağızdan o lâf çıktı. Bahçeli de zâten öyle söyledi. Tabiî olağanüstü durumlar olur ve değişir onu bilemem; ama şu hâliyle Erdoğan’ın adaylığı kendisi tarafından îlân edildi. 

Can Arslan: “Muhâlefet ne pahasına olursa olsun iktidâr olmak ister mi, yoksa güçlü bir şekilde durumunu mu korumak istiyor?” Yani herhalde iktidar olmak istiyordur. Bu seçimi de alamazsa herhalde muhâlefetten geriye çok da fazla bir şey kalmayacak. Bu seçim kimin için ne kadar bir dönüm noktası? Herkes için ayrı ayrı bir dönüm noktası. İktidar için, 20 yıl sonra Erdoğan iktidârı kaybedebilir ve yepyeni bir döneme girer. Muhâlefet için, artık bu seçimi kazanmazsa bundan sonra kolay kolay etkili olamayacağı için ve tabiî ki Türkiye için. Dolayısıyla böyle, “Aslında iktidar olmak istemiyor” gibi önermelerin doğru olması mümkün değil bence. 

Akyuvar diyor ki: “Kılıçdaroğlu’nun vasatlığını görmezden geliyorsunuz.” Diyelim ki Kılıçdaroğlu vasat; ama onun dışındaki birçok isim de, iktidar ve muhâlefet kanadındaki birçok isim de vasat üstü, çok olağanüstü kişiler değil. Türkiye zâten büyük ölçüde bir vasatlar ülkesi, unutmayalım.

“Muhâlefetin gerçekten halka umut vermesi için –ki şu an veremediği çok açık– ne yapması gerekir sizce?” Bir kere yan yana durması, masaya yumruğu vurması, adayını söylemesi, adayının ekibinin çıkması, neyi yapacağını somut bir şekilde, halkın anlayacağı dilde söylemesi, birlikte fotoğraf vermesi vs.. Bütün bunlar. Bunların hepsinden şu âna kadar uzağız. Ortada bir tek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de birleşme var. Onun dışında ayda bir toplanmalar var. “Merak etmeyin 13. Cumhurbaşkanı bu Masa’dan çıkacak” deme var — ama o kadar.

“Kılıçdaroğlu adaylıkta direttiği için Altılı Masa’nın uyumu bozuldu. Kimse istemiyor Kılıçdaroğlu’nu.” Böyle olduğu kanısında değilim. Kimse istemiyor değil, isteyenler de var. Masa’nın uyumu vardı da Kılıçdaroğlu adaylıkta direttiği için mi bozuldu? Yani ortada bir uyum var mıydı? Nerede gördük bu uyumu? Ben hatırlamıyorum. Kılıçdaroğlu’nun adaylıkta diretmesinin bâzı rahatsızlıklar yarattığı muhakkak. Ama sonuçta bu rahatsızlıklar görüşülür, tartışılır edilir vs.. Onu bir an önce yapmaları gerekiyor işte. Artık bunun uzaması, Kılıçdaroğlu ya da bir başkası, her kim aday olacaksa netleşmesi gerekiyor — ki ondan sonra uyum dediğiniz şeyi görebilelim. 

“Muhâlefetin beceriksizliğinden bahsetmek daha yerinde olur sanırım.” Evet, doğrudur. Büyük ölçüde olaylar iktidârın yaptıklarından değil; muhâlefetin yapamadıkları, yapmadıkları ve yanlış yaptıkları diyelim, ondan kaynaklanıyor. Yani sonuçta şöyle bir şey var: Erdoğan’ın güç toparlayabilmesi için atabileceği adımlar sınırlı. Ama Erdoğan’ın güç toparlayabilmesine en büyük katkı muhâlefetten gelir. Şu âna kadar yaşadıklarımız büyük ölçüde bundan kaynaklanıyor. Yoksa muhâlefet güçlü bir şekilde bir arada birlikte hareket ediyor olsaydı, ne asgarî ücret vaatleri ne sosyal konut vaatleri şunlar bunlar bir etki yaratabilirdi. Ama ortada muhâlefetten bir ses çıkmadığı için, güçlü bir duruş gözükmediği için, insanlar bunlara bakabiliyorlar, ilgi gösterebiliyorlar ve yeniden Erdoğan’ın pekâlâ seçilebileceğini düşünebiliyorlar. 

“Bence muhâlefet sâdece ekonomi üzerine siyâset geliştirse seçimi Erdoğan kaybeder diyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?” Eh tabiî ki. Tek başına ekonomi değil; ama ağırlıkla ekonomi tabiî ki. Burada da sorun şu — demin de bahsettim: İnsanlar ekonomiden rahatsız, ama muhâlefetin de çözebileceğine inanmıyor. Dolayısıyla ekonomide durum tespitinin ötesine girebilmesi gerekiyor muhâlefetin. Yani “Hayat çok pahalı, zam üstüne zam, alım gücünüz düşüyor, çiftçi şöyle perîşan” vs.. Bunları demekle olmaz. Bunları zâten insanlar yaşıyorlar. Önemli olan onlara bu sorunların nasıl çözüleceğini söylemek ve bunu yapacak kadrolarınızı göstermek. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun son İngiltere ziyâretinin böyle bir anlamı var. Kredi yatırım imkânları bulacağını ve bunun için birtakım görüşmeler yaptığını söylüyor. Bu bir adım. Bunu çok daha iknâ edici bir şekilde açıklarsa, yani muhâlefet kamuoyuna şunu derse: “Biz iktidâra geldiğimizde değişik finans çevrelerinden şöyle şöyle yatırımları getireceğiz, şöyle şöyle bağlantılar kurduk” vs.. İşin rengi değişebilir. Hatırlıyorum, yıllar önce AKP ilk kurulduğunda Ali Babacan liderliğindeki gruplar New York’ta, Londra’da uzun uzun yeni bir parti olarak ekonomide neyi nasıl yapacaklarını anlattılar ve onlara belli ölçüde güven verdiler. Seçilmelerinde ve sonra da iktidârı belli bir süre sorunsuz götürebilmelerinde bunların çok katkısı oldu. Bu tür adımlara muhâlefetin ihtiyâcı var. Ama sâdece bunu dışarıda yaparak değil; içeride de kamuoyuna, seçmene inandırıcı birtakım ekonomik çözümler sunmaları gerekiyor. Sâdece durum tespiti değil. 

Serhat diyor ki: “Kürt sorununa çözüm konusunda samîmî olan bir kişi aday olmalı.” Olabilir. Tabiî ki Kürt meselesi önemli. Kürt oyları önemli, özellikle başkanlık seçimi için ve dolayısıyla Kürt seçmenin oy verebileceği birisinin aday olması muhâlefet açısından önemli olur. Aksi takdirde diyelim ki ilk turda HDP aday çıkarttı, ikinci tura kaldı. O zaman muhâlefetin adayına HDP seçmeninin oy vermesi için birtakım gerekçelerinin olabilmesi lâzım. Yani “Tamam verdik, çünkü şöyle diyor, şunu yapabilir” diyebilmesi lâzım. Ama Kürt sorununu ve Kürtler’i yok sayan bir adaya pekâlâ oy vermeyebilirler. Bu, Erdoğan’a oy verecekleri anlamına gelmez; ama sandığa da gitmeyebilirler. 

Ulaş Gürsoy diyor ki: “Mâdem özgüven tavan durumda, iktidar neden ısrarla muhâlefetin adayını görmek istiyor? Kim olursa olsun kazanacaklarına inanıyorlarsa, yıpratmanın hemen başlaması daha iyi mi olacak? Geciktirmesi strateji olabilir mi?” Bence artık bu yıpratma meselesini gündeme getirmeyelim. Bir kere iktidârın özgüveni tavan yapmış durumda değil. Özgüven devşiriyor, yeni yeni toparlıyor, deniyor en fazla. Tavan yapmış durumda değil. Kim olursa olsun kazanırız noktasında kesinlikle değiller. Ama muhâlefetin adayının bir an önce çıkmasını istiyor olmaları, onların bir taktiği olabilir. Bu yıpratma meselesi, yani dört tâne isim var, ya da üç çubuk; Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, Mansur Yavaş, Meral Akşener. Bunları zâten iktidar yıprattığı kadar yıprattı. Bundan sonra da yapabileceği şeyler sınırlı. Yani şimdi İmamoğlu’nu bugün açıklasanız ya da 3 ay sonra açıklasanız ne değişecek? Ya da Kılıçdaroğlu’nu ya da Meral Akşener’i? Dolayısıyla bu yıpratma meselesi bence çok inandırıcı değil. Bu, adayın açıklanmamasına böyle bir nevi gerekçe olarak sunuluyor. Belki başlarda bir anlamı vardı, ama artık bu saatten sonra gecikmenin yıpratıcılığı çok daha ortada.

Mert Rodoplu: “Erdoğan tekrar seçilirse tüm muhâlefetin tasfiye olacağını düşünüyor musunuz?” Zor bir soru. Hakîkaten herhalde büyük bir kısmı tasfiye olur. En azından partiler olmasa bile liderler artık ne diyecekler? Neyi nasıl söyleyecekler? 2018 seçiminden sonra bayağı bir zorlandılar. Ama orada İYİ Parti’nin ilk kez girdiği seçimde Meclis’e grup sokması filan gibi olaylar vardı. Ama aslında cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu muhâlefet için çok büyük bir fiyaskoydu bence. Orada en azından ikinci tura bırakma ihtimâlleri yoktu Muharrem İnce’yle; ama olabilseydi bayağı bir moral üstünlüğü olurdu. Sonra yerel seçimle berâber bir moral kazandılar. Ama onu çarçur ettiler bence. Çok büyük bir moral üstünlüktü o. Onu çarçur ettiler. Şimdi bu seçimi kazanamayacak olan bir muhâlefetin, büyük ölçüde seçmen nezdinde tasfiyesi görülecektir.

“Ali Babacan 100 yıllık sorunlara somut davranan tek lider ve de kazanabilecek lider. Aday o olmalı.” Yani o olsun da, kamuoyu araştırmalarında partisinin durumu da ortada yani. O bir karşılık bulamadı, Ali Babacan ve partisi. 

“İmamoğlu’na siyâsî yasak getirilip HDP kapatılınca, geriye kalan aday da Kılıçdaroğlu ve Yavaş olunca seçim ortamında keskin bir zıtlık ortaya çıkartacak maalesef.” Tam anlamayadım. Yani şimdi İmamoğlu’na siyâsî yasak, HDP kapatıldı vs.. Bunların hepsi, yani muhâlefette var olan bu en kötüyü dillendirme, böyle felâket senaryolarıyla, onu yaptı bunu etti… Tamam, hepsi mümkün, hepsi olabilir; ama bunları bugünden önünüze koyduğunuz zaman, o zaman hiçbir şey yapmayın yani. Sonuçta bunlar olmayacakmış gibi hareket eder muhâlefet, sonra olursa da ona göre cevaplar verir. Bunlara yönelik birtakım planları olur. Bunlar baştan işi kötümserliğe sevk etmenin yolları. 

“Dünyada aşırı sağcı liderler birer birer gözden düşüyor ve kaybediyor. Türkiye’nin de bu trende katılacağını düşünüyorum.” Yani şimdi, aşırı sağcı liderler… Erdoğan’a aşırı sağcı denebilir mi? Popülist olduğu kesin, ama aşırı sağcı denebilir mi? Bolsonaro’ya benzetilebilir, ama Bolsonaro’nun karşısında Lula gibi karizmatik bir isim vardı, o kazandı. Şu anda Bolsonaro’nun kaderini yaşayabilmesi için Erdoğan’ın karşısında bir ismin olması lâzım her şeyden önce –ki Lula da zor kazandı, yani onu da biliyoruz–, ya da bir hareketin olması lâzım. Yani şunu ısrarla vurgulamak istiyorum: Erdoğan’ın kaybediyor olması tek başına bu işin bittiği anlamına gelmiyor. Karşısında kazanan birilerinin olması lâzım. Seçmenin olması lâzım. Yani sizin Türkiye’de her yerde bu havayı soluyabiliyor olmanız lâzım. Hâlâ “Erdoğan güç mü toparlıyor?” şeklinde yayın yapıyorsak, bu hava yok demektir. Onu özellikle vurgulamak gerekiyor. 

“Özdağ ve Yavaş proje mi? Doğrudan ya da dolaylı olarak Saray’a mı çalışıyorlar?” Hayır, böyle bir şey söylemek doğru değil. Haksızlık olur. Böyle bir şey yok. Bu proje lâfı da çok iyi bir lâf değil. Ama sonuç olarak bâzı çıkışları, bâzı söyledikleri iktidârın hoşuna gidebilir. Herkes için geçerli bu. Meselâ bugün CHP içerisinde açık bir şekilde İYİ Parti ya da Mansur Yavaş karşıtlığı yapanların da iktidârı memnun ettiğini görüyoruz, ya da İYİ Parti’nin içerisinde HDP gerekçesiyle sürekli birtakım çıkış yapanlar da iktidârın hoşuna gidiyor. Sonuçta muhâlefetin içerisinde ârıza çıkartan herkes, her hareket, iktidârın hoşuna giden hareketler olarak görülüyor. Ama bunlar o hareketi yapanların iktidarla çalıştığı anlamına gelmiyor. 

“Millet İttifâkı yerine Altılı Masa söyleminin öne geçmesi seçmende olumsuz bir algı yaratmıyor mu?” Henüz yerine geçmiş değil. Hâlâ Millet İttifâkı çok konuşuluyor. Altılı Masa söylemi öne geçmedi. Aslında normalde geçse iyi olur ve belki de Masa kendine yeni bir ad bulsa iyi olur; ama henüz o Masa tam olarak nerede, neyi birlikte yapacağına karar verebilmiş durumda değil.

“Muhâfazakâr seçmenin muhâlefetin nihâi adayını desteklemeleri için, DEVA ve Gelecek partilerinin hâlâ sembolik bir anlamı var. Altılı Masa dağılırsa seçmen nezdinde yoklukları önemli mi olur?” Evet. İlk başta düşünülen şuydu: AKP’den bayağı bir şey kopartmaları beklendi —em kadro bakımından hem seçmen bakımından. Ama şu âna kadar pek bunu yapamadılar. Şu hâliyle onların masada olması, Altılı Masa’nın çok daha geniş kitleleri kucakladığının işâreti olarak görülüyor. Şu hâliyle en büyük katkıları bu. Masa’nın dağılması, onların Masa’nın dışına çıkması bana çok gerçekçi gözükmüyor. Sonuçta kim ayrılacak? Yani ayrılan ne elde edecek? Masa dağılınca kim kazanacak? Hepsi birbirine bir şekilde bağlı. Böyle bir olay var. Şu hâliyle dağılması durumunda hepsi kaybediyor. Birlikte olmaları durumunda hepsi kazanabilir. Kazanacak demiyorum, kazanabilir. İşte, birlikte olup o kazanabilmenin yollarını geliştirebilmeleri lâzım. Hiçbir partinin, en küçüğünden en büyüğüne –küçük, büyük derken oy oranları anlamında söylüyorum– “Ben gidiyorum. Ne hâliniz varsa görün” deme lüksü yok. 

“Uyum diye yekpâre olmayı tanımlayarak uyumsuzluklar üzerinde durmak yıpratıcı. Suriye politikasından sorumlu bir parti, HDP ve Kürtler söz konusu olunca MHP ile yarışan bir parti. Nasıl uyum olsun?” Olur. Yani yeter ki o uyumu arasınlar. Tartışacakları konuları değil de birleşecekleri konuları öne çıkartsınlar. Yani zâten birbiriyle uyumsuz olması beklenen 6 parti bir araya geldi. Diyelim ki Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için bir araya geldiler. Başka bir şey için de bir araya gelebilirler ve onun arayışındalar. Bulabileceklerini tahmin ediyorum ve bunları yaparken de mümkün olduğu kadar ârıza çıkartacak şeyler yerine yakınlaştıracak konular üzerinden müzâkere etmeleri gibi bir gerçekçi politika izlemeleri olabilir. 

“Mevcut konjonktürde Kemal Bey doğru aday değil. Uzun zamandır %10 civarında kararsız seçmen vardı. Kemal Bey bu seçmeni kendi tarafına çekebilecek kimliklere sâhip değil. O yüzden AKP yine arttı.” Olabilir. Ama şunu söylüyorsanız: “Kemal Kılıçdaroğlu aday olursa AKP’li olup da kararsız olan seçmeni hiçbir şekilde kazanamaz”, bu biraz aşırı olur. Çok kazanamayacağı anlaşılır bir şey. Ama şu olursa kazanır, bu olursa kazanır dediğimizde, meselâ Mansur Yavaş olsa bunları da yanına çeker deniyor; ama bu sefer de HDP oylarının gelememesi gibi bir ihtimal var. Dolayısıyla hep böyle artılar eksiler söz konusu.

“Ekrem İmamoğlu aday olduktan sonra yasaklı hâle getirilip, Erdoğan’ın tek aday olarak seçime girme ihtimâlini nasıl görüyorsunuz?” Yok artık, bu kadar bir şey olmaz. Yani diyelim ki aday oldu ve yasak geldi, yerine başka aday çıkar. Yapmayın artık, Türkiye böyle bir ülke değil ve olmayacak. Yani Erdoğan tek başına aday çıktı, bu hangi ülkelerde oluyor biliyorsunuz. Türkiye’de o zaman hiç seçim yapmasınlar yani. Böyle bir şey olmaz. Adaylığı açıklandıktan sonra yasak gelir mi? Pekâlâ bunu düşünebilirler. Ama o zaman da yerine başka bir aday çıkar. Ne olacak yani?

“Ülkenin gündemiyle ilgili son 10 yılda doğru düzgün konuşmamış, tavır almamış, mücâdele etmemiş Mansur Yavaş doğru aday olur mu?” Şimdi, bu aday meselelerini daha önce çok konuştuk. Onun için tekrar girmeyelim. Sessiz kalmasının dezavantajları ve avantajları var. Zâten bügünkü yayında, tüm yayınlarda hep bunu konuşuyoruz: artılar, eksiler. Önemli olan, siyâsette bunların arasındaki dengeyi kurabilme mahâreti. Başarılı siyâsetçi bu artı ve eksi dengesinde, artıların ağır basmasını sağlayandır. Mansur Yavaş’ın konuşmamış olması aleyhine; ama bir yandan da pekâlâ sıfırdan bir şeyler söyleyebilir. Bu anlamda da lehine olabilir. 

“Seçmen, seçim havasına daha giremediğinden bir moratoryum gerçekleşmiş olabilir mi? İktidâr seçim havasında, ama halk daha o havayı hissetmiyor diyebilir miyiz?” Salih Yıldırım demiş. Evet, doğru, olabilir. Ama muhâlefetin de artık o seçim havasına girmesi gerekir ki dengelesin. İşte bu nedenle birtakım psikolojik dengelerde, özgüven dengelerinde birtakım oynamalardan bahsediliyor. Yani bir yanda iktidar bir şeyler yapma gayretinde; doğru, yanlış, eksik, tamam, önemli değil. Ama muhâlefette hemen hemen hiçbir şey gözükmüyor. O da o zaman girip seçmenini de hareketlendirsin ki psikolojik dengeyi lehine çevirsin. 

“Seçime birkaç gün kala Altılı Masa, HDP ile açık bir ilişki ve müzâkere yapabilir mi?” Böyle bir şeye ihtiyaçları olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan Altılı Masa’nın HDP ile sorun yaşamaması. İllâ açık bir müzâkere yapması gerekeceğini sanmıyorum. Önemli olan, adayın ne mesajlar vereceği. Zâten milletvekili seçimlerine herkes kendisi giriyor. Orada HDP kendisi üçüncü ittifâkı kurdu, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nı kurdu, oradan girecek zâten. Yani önemli olan başkanlık seçimi.

“Fatih Erbakan’a neden yer vermiyorsunuz?” Vermiyor muyuz? Yani bilmiyorum. Kendisi bizden uzak duruyor. Özel olarak bir şeyini görmedik. Halbuki kendisiyle uzaktan bir hısımlığımız da vardır, ama hayatta kendisiyle hiç konuştuğumu hatırlamıyorum. O böyle bir şekilde gidiyor. Öyle özel bir nedenimiz yok. 

“Hem muhâfazakâr hem de HDP oylarını alabilme mânâsında Ekrem Bey en doğru aday olurdu, ama o yöne şu âna kadar gidilmedi.” Geçen hafta bu konuda işlerin değişebileceğini söyledik. “Ekrem İmamoğlu’nun dönüşü” dedik. Bayağı bir şey var. İmamoğlu’nun adını daha sık duymaya başlıyoruz. Kendisinin de birtakım hazırlıklar içerisinde olduğunu cuma günü “Haftaya Bakış”ta da söyledim. Hattâ iktidar medyası onu alıp, “Fondaş Ruşen Çakır böyle böyle dedi” filan diye haberleştirmişler. Hoşlarına gitmiş, ama neden hoşlarına gittiğini de anlamadım. Ama şunu da gördüm ki bizi bayağı yakından tâkip ediyorlar. Evet, Ekrem İmamoğlu’nun bâzı hazırlıklar içerisinde olduğunu duyuyorum. Bu aday olma ihtimâline kendini hazırlıyor.

“AKP ve Erdoğan bir dönem daha kazanırsa İslâmî rejim kaçınılmaz mı?” Böyle bir rejim filan yok. Erdoğan artık dünyada otoriter liderler arasında sayılıyor. İslâmcı liderler arasında sayılmıyor. Tabiî ki İslâm’ı kullanıyor ediyor, ama İslâmî rejim diye bir şey yok. Yani yapsa eline ne geçecek? Kendisinin de çok böyle bir şey isteyeceğini sanmıyorum açıkçası. 

“Altı kişi Masa’da başından beri başkan adayını bir strateji olarak saklıyor olamazlar mı? Sol gösterip sağ vurabilirler. O odaların dinlenme olasılığı düşüktür umarım.” Yeşim Miller demiş. Onu hep söylüyorum. Böyle bir strateji yok. Olsaydı bir şekilde haberdar olurduk. Böyle bir strateji yok. Kervanı yolda hallediyorlar. Bakalım nasıl olacak. 

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. Bayağı bir konuştuk, 45 dakikaya yakın. Aday isimleri üzerinden söyleyenler var. 

“Kaos yaratıp tek tip bir güç düzeniyle Erdoğan’ın karşısına güçlü şekilde çıkılması engellenecek” diyen izleyicilerimiz var. O kaos planı zâten hep söz konusu. 

Evet, hemen hemen birçok şeye değindik. Eksik kalanlardan da özür dileyelim. Burada noktayı koyalım. Medyascope’a desteklerinizi rica ediyoruz. Önümüzdeki seçim dönemi çok zor ve burada bağımsız ve özgür medyaya çok ihtiyaç var. Lütfen bize ve bizim gibi sayıları az olan kurumlara, gazeteci arkadaşlarımıza sâhip çıkın. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.