Aşağı yukarı 1990’ların sonundan itibaren, dünyaca ünlü birtakım yazarlar, sosyal bilimciler, post-seküler bir çağa girdiğimizi, modernitenin hayal kırıklığına uğrattığı kalabalıkların umudu dinde aradıklarını haber vermeye başladılar. Bu gidişat kimilerinde bir yas duygusunun kaynağı idi, kimilerinde ise neşeli bir vecdin. 2010 civarına geldiğimizde hemen her sosyal bilim disiplini bu temanın peşinde araştırmaların egemenliği altına girmişti. Bu “gelişme”yi ister hayra ister şerre yorsun hemen her tartışmacının yolunun düştüğü yerlerden biri de Türkiye’ydi.
Herkes söz birliği etmişçesine dini sembollerin kamusal alanda daha çok görünürleştiğinden, dinin farklı arka planlardan gelen insanları bir gayede buluşturma konusunda artık her biri bulunduğu yerde çökmüş olan tüm ideolojilerden daha etkin bir rol oynamaya başladığından, dahası dini inançların siyasi yarışta eskisinden daha belirleyici bir rol oynamaya koyulduğundan söz ediyordu. Bu tartışma yürütülürken bir yandan da “seküler” kavramı yeniden tanımlanıyor ve sanki bir hayli de daraltılıyordu. Tabii, dönemin milliyetçilik söyleminin, milliyetçiliği milletin ve vatanın yeni birer kutsallık olarak icat edilmesine kilitleyen anlatılarının da büyük katkısı vardı.
Bu iki hattın kesişim alanlarına bakıldığında mevzu, insan toplulukları için neyin kutsal ve dokunulmaz olduğu konusunda bir savaşımın varlığından ibaret gibi görünüyordu. Milliyetçiliği, halkları(n zihinlerini) daha evvel tabi oldukları imparatorluklardan (tarihten) koparmaya adanmış birer söylemsel büyü (charm) gibi tarif edenler ise milletin, modern merkezi devletin başta toprak ve nüfus olmak üzere, tüm ekonomik kaynakların yeniden örgütlenmesi sürecinde gördüğü pratik ve pragmatik işlevi ihmal ediyorlardı. Oysa haritalar yeniden çiziliyor, yeni yetme devletler arasında kocaman nüfuslar mübadele ediliyor, yalnız zihinlere değil arazilere de yeni egemenlikler nakşediliyordu. Milliyetçilikle özel mülkiyetin (tapu) kurumsallaşması yani toprağa/araziye yazılması (kadastro) arasındaki ilişki, arşivlerin bir türlü kataloglanmayan ve bu nedenle girilmeyen bölümlerinde uyutuluyordu.
Bu yüzden, 1990’lardan itibaren yeniden okumaya davet edildiğimiz sekülerlik, milliyetçilik ve dindarlık kavramları, aralarındaki farazi rekabette başvurdukları araçlara indirgenmiş tuhaf, gergin, handiyse iki boyutlu çizgi film kahramanlarına dönüşmüşlerdi. Ev sahibi sekülerdi çünkü kamusal alana demokratik niteliğini veren oydu bu çizgi filmde. Milliyetçilikle dindarlık orada yaman bir güreşe tutuşmuşlardı. Ev sahibi sekülerlik, milliyetçilikten yanaydı ama dindarlık da arkasına geçmişin hayaletlerini ve anlam arayışında yarı yolda bırakılmış halkların birikmiş hayal kırıklıklarını (mağduriyet söylemi) almıştı silah alarak. Dindarlık öte dünyanın yanı sıra bu dünyada da çeşitli vaatlerde bulunmaya başladığı için, halklara verdiği sözü tutamayarak yıpranmış milliyetçiliğe kök söktürüyor, ev sahibi sekülerlik de yenilmiş sayılıyordu bu yüzden.
Milliyetçilik, tanımı gereği seküler bir şeydi çünkü milletlerin millet olabilmek için, artık hangi dindenlerse, o dinin ümmetinden kopmaları da gerekiyordu. Ümmetten kopmak da sekülerleşmekle mümkün oluyordu. Bu tespit hem “millet” hem de “din” kategorilerinin idealleştirilmiş, hayatta asla varolmayan, su katılmamış içerikleri üzerinden yapıldığı için sahadaki her karşılaşma bir anomali ya da istisna muamelesi görüyordu. Sürekli ilginç ve sürprizlerle dolu metinler okuyup duruyorduk o esnada. Hiçbir “vaka” aslında olması gerektiği gibi değildi.
Uzun lafın kısası, post-seküler bir çağa girdiğimizi ve buradan artık bir dönüş olmadığını haber veren pek çok yazar; din, millet ve seküler kavramlarını/kategorilerini birbirleriyle teorik, hatta retorik uzlaşmazlıkları üzerinden tanımlıyor ve böylece, bu üçü arasındaki ilişkinin önemli bir yönünü gözden kaçırmamıza sebep oluyorlardı: Hiç mi alışverişi yoktu yani bu düşman kardeşlerin birbirleriyle? Birbirlerine karşı verdikleri mücadelede, yine birbirlerinin silahlarıyla kuşanmıyorlar mıydı? Hem pardon ama, üçü arasındaki ilişkiler, içinde bulundukları bağlamdan hiç etkilenmiyor muydu? Peki o bağlam, toplumların modernlikten duydukları müşterek hayal kırıklığından mı ibaretti? Hiç mi nasiplenmemişlerdi modernlikten? Mesela, taşın, toprağın, havanın, suyun bile önce endüstrileştiği, sonra piyasalaştığı bir tarihsel bağlamda kutsal şeyler hiç endüstrileşmemiş ve piyasalaşmamışlar mıydı? Onları bundan koruyabilecek bir güç var mıydı sahiden? Sanki matbaalarda basılan ilk metinler kutsal kitaplar değillermiş, o metinleri kendi dillerinde okuyan insanlar “Allah Allah bu böyle bir şey miymiş?” dememişlermiş gibi resmediliyordu modernliğin tarihi. Hatta endüstrileşmenin itici gücü savaşlar değilmiş; on yıllar, yüz yıllar sürmüş savaşların harcını dinler karmamış gibi…
Seküler olan, dini olanın kutsadığı alanlara (alemlere) duhul ediyor ve böylece onun yapısını, insicamını bozuyordu. Modernliğin kalbimizi kıran, hayatı anlamsızlaştıran tarafı da buydu. Sahi modernlik bunu böyle durup dururken mi yapıyordu? Başımıza birden bire gelmiş bir şey miydi her şeyden önce? Gökten mi düşmüş, yerden mi bitmişti bu modernlik denilen nane? O Batı da amma kuvvetliydi ha, canının çektiği her şeyi yutturuyordu göz koyduğu her türlü topluma? Yani insanlar klasik imparatorluklardan gayet memnunlardı aslında çünkü onlar her türlü sözlerini tutmuşlardı, din de her türlü sorunu çözüyordu işte. Modernlik gelmişti ve düzeni bozmuştu… Öyle mi?
Etimoloji molası: Seküler ve profan
Seküler aslında kilisenin dışı demek. Caminin dışı da diyebilirsiniz. O toplum hangi tapınak etrafında kurulduysa işte, o tapınağın dışı. Bir anlamı da zamanla ilgili. Bir çağa ya da zamana ait olan demek. Biraz zorlayıp geçici anlamına geldiğini iddia edebiliriz. Sekülerin alanı ve sınırı gayet güzel bir şekilde ortaya çıktı şu halde: Tapınağın dışında ve geçici olan. Tapınak aşkın olanın, yani zaman olanın yeri ise onun dışı da burada ve fani olana tekabül ediyor. Tapınak orası ise dışı burası… Zaman boyutunu ekleyince tapınağın zaman aşırılığından kaçıp kendi zamanımıza sığınabileceğimiz bir olanak olarak görebiliriz seküleri. Sekülerle tapınak arasındaki gerginlik tapınağın iddiasıyla ilgili, dışının değil. Şunu da soralım eksik kalmasın: Dışarısı olmayan bir tapınak mümkün mü? Yani bir tapınak dışında bir alan ve durdurmaya uğraştığı bir zaman olmadan nedir ki? Varsa seküler alanla din arasında bir karşıtlık, ikisinin bir diğerinin iddiasıyla ne yaptığıyla ilgili. Tapınak yoksa dışı da yok mesela. Her neyse, işin kısası, kelime, 14’üncü yüzyıldan itibaren ruhani hayattan çok dünyayla ilgilenmek anlamında kullanılmış. Tanrı’yı dünyevi işlere karıştırmama anlamına gelmesi için 19’uncu yüzyılın ortalarını beklemek gerekmiş.
Sekülerite ve sekülerizmin dindar eleştirmenleri, bu kavramın işaret ettiği pratiklerin, kutsalın alanına girip oranın, dolayısıyla insan fıtratının insicamını bozmak olduğunu söylüyorlar. Oysa sekülerite o alanın dışındaki yerlere tekabül ediyor. Yani seküler, tapınağa girdiğinde, kendini var eden koşulu yok ediyor. Bana kalırsa sekülerite ve sekülerizm eleştirmenlerinin, özellikle dindar olanların, rahatsızlık duydukları ama ortaklık etmekten kendilerini de alamadıkları, asıl mevzu profanlaşma. Daha çok dünyevileşmek diye eksik ve yanlış bir şekilde bahsettiğimiz başka bir hal profanlaşma. Kutsal olanı, kutsal olmaktan çıkarmak demek en geniş anlamıyla. Ama çok uzun yüzyıllardır, hatta hâlâ olumsuz bir anlamda kullanılıyor. Cümleyi şöyle de kurabiliriz: Saygısızlık etmek suretiyle bir şeyin kutsallığını ihlal etmek, ortadan kaldırmak. İlk bakışta sekülere yakın gibi görünüyor kelimenin anlamı ancak bir hale ya da konuma değil, bir eyleme tekabül ediyor. Alaşağı etmek, bozmak, halel düşürmek, kirletmek… Mesela Eski Fransızca’da kutsal bir şeyi kutsal olmayan amaçlar için kullanmak anlamı da taşıyormuş. Hatta, pro ve fano kelimelerinin birleşiminden (tapınağın dışı-önü) çıkmış, tapınağın dışında olmakla kalmayıp içine girmesine de izin verilmeyen anlamı taşıyor olabilirmiş. Uzun yüzyıllar bir tür küfür ve aşağılama sözcüğü olarak kullanılmış profan. Şahsen, profan sözcüğüne olabilecek en iyi karşılığın Farsça’daki murdar (Türkçe’de mundar, Kürtçe’de mırdar) olduğunu düşünüyorum. Bu kelime dine uygun kesilmemiş hayvan cesedi anlamına da kirletilmiş, pisletilmiş anlamına da.
Türkiye’ye dönelim

Mevzuyla ilgili daha önceki yazıda, eksiğiyle gediğiyle laiklik (sekülerizm) doktrininin bir kuraldan çok ideal, program ya da hedef bile değil, bir rüya olarak anayasalar boyunca bugüne geldiğini ama daha Cumhuriyet’in birinci yılında temelleri atılan bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı denilen hadisenin, sadece var olarak ve durmaksızın büyüyerek bu rüyadan ne denli uzaklaşıldığına dair bir delil oluşturduğunu söylemiştim. İddiam, Diyanet’in devletin kendi başına bir varlık ve ortaklık olarak yine kendisinden şüphe ettikçe çoğunluğun inancı ve itikadı olduğu söylenen Sünni Müslümanlığın kanatları altına sığındığıydı. Biz RP’nin büyümesini, AKP’nin iktidara yerleşmesini hep devlete rağmen mevzularmış gibi okuduk. Ama 1980’ler boyunca Diyanet’in yalnız içerde değil, dışarda da nasıl teçhiz edildiğine ve sözüm ona yasak olan cemaatlerin devletle bağlantısını kurma mevzuunda nasıl bir işlev gördüğüne bakarsanız; devletle, özellikle güvenlik bürokrasisiyle bu partiler arasında gerilimli ama sürekli bir alışveriş olduğunu görürsünüz.
Post-seküler çağa girdiğimizi söyleyen muhteremler kamusal alanda dinin ne kadar da görünür hale geldiğine giderek büyüyen ve görünürleşen tapınakları örnek verirler hep. Pentecostal kiliseler şehir içlerindeki küçük yapılara sığmadıkları için özellikle Afrika ve Latin Amerika’da şehir dışında devasa arazilerde devasa tapınak alanları inşa ederler. Bizde aynı yolu izleyen cemaatler var. Menzil yıllardır böyle mesela, İsmailağa da şehir içindeki yerini (Fener Patrikhanesi’ne yakın olduğu için, onlara bakılırsa bu sayede) korumakla birlikte dağlara tepelere yayılmak üzere çeşitli projeler geliştiriyor (dikkat ironi var burada). Türkiye’de, herhangi bir cemaatin şu ya da bu şekilde devlet desteği almadan varlığını sürdürmesinin aslında (yasal düzenlemeler nedeniyle) mümkün olmadığını bir kez daha hatırlatmak isterim. Bu teorik yasak, pratik serbesti devletin cemaatleri canının istediği gibi yönlendirebilmesinin de zeminini oluşturuyor.
Bununla birlikte kamusal alana dini içerik kazandıran adımların ekserisi devletten geliyor ve bu yeni bir durum da değil. Devletin kamusal alana dini bir müdahalede bulunmasına ilk örneklerden biri Kocatepe Camii, hikâyesine bakın devletin hangi dönemde ne kadar dinselleştiğine siz karar verin. Kocatepe Camii’ni yaptırmak için kurulan dernek daha 1950’lerde işe başlamış. 1981’e kadar plan-proje dışında hiçbir şey yapılamamış. 1981’de camiyle ilgili bütün kaynaklar Diyanet Vakfı’na devredildikten sonra hızlanmış ve 1987’de Turgut Özal tarafından hizmete açılmış. Fakat yapılmasından daha önemli olan, Kocatepe Camii’nin gösterişli bir devlet protokolü mekânına dönüşmesi. Devletin kendini kutsayacağı yeni bir kaynağa ihtiyaç duyması ve bu ihtiyacın 1980’ler bağlamında Ankara’nın, Anıtkabir’den sonra, hatta bazen onun yerine sembolü olarak kullanılacak dev bir camiyle karşılanması…
Çamlıca Camii’nin ebadını, bulunduğu yeri, ona ilişkin tüm iddiaları ve artık devletin yerinde olan şahsın Cuma namazı çıkışlarını ne türden hikâyeler sahnelemek üzere işlevlendirdiğini (pro-fano, tapınağın önünde yapılan işler) göz önünde bulundurursanız; o caminin varlığının ve büyüklüğünün, şimdi kendine devlet denilen şeyin kutsanma ve kabullenme ihtiyacıyla, yani meşruiyet sorununun ebadıyla ilişkisini de kurabilirsiniz. Fakat yetmemiş olacak ki Ayasofya Müzesi de camiye dönüştürüldü. Sembolik kısmı buracıkta bitireyim izninizle.
Yalnız Türkiye’de değil, dindarlığın yükseldiği söylenen tüm ülkelerde yoksullukla mücadele başta olmak üzere devletin pek çok sorumluluğunun dini cemaatlere devredildiğini de ekleyeyim buraya. Böylece dini cemaatler ve tabii ki o cemaatlerin dinleri sağlıktan eğitime, hatta bağımlılık tedavisine, her türde sosyal yardımın yalnız ülke içine değil dışına da ulaştırılmasında devletin şefkatli elleri olarak işlev görmeye başladılar böylece. Devlet, kaynaklarını yurttaşlarına kendisi ulaştırmak yerine, kendisine vekil kıldığı cemaatleri destekledi aslında bu yolla.
Dolayısıyla, en azından Türkiye’de, post-seküler bir epizod yaşadıysak bile bu, sıradan insanların “Amanın bu modernite ne kötü şeymiş, hayatın anlamını yitirdim, gideyim dindar olayım bari” demeleriyle olmadı. Devlet, kendini yetersiz ve isyan edilebilir hissettikçe, yerine getiremediği ya da getirmek istemediği sözlerin yarattığı çatlakları dinle sıvadı. Sonunda o hale geldi ki, devletin yüzeyinde biz dinden başka bir şey göremez hale geldik.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Kürt meselesi ve din

Bu bahsi uzun uzun anlatacak yetkinliğe sahip değilim. Çünkü benim saha çalışmam Kürt dindarlığını kapsamıyor. Fakat dinin, Kürtler’in devletle ilişkisinde nasıl bir rolü olduğunu anlamak için muhteşem saha çalışmaları var. Bunlardan biri de Martin van Bruinnesen’in Ağa, Şeyh ve Devlet’i. Bu kitap Türkçe’ye çevrileli yıllar oluyor ve güncelliğini asla yitirmiyor. Sahası tam olarak Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtler olmasa da bu araştırma, doğru dürüst yurttaşlık tarifi yapılmamış bir ulus-devlet bağlamında (İran, Irak, Suriye ve elbette Türkiye’de) dinin Kürtler’le ilişkilenmekte ne işe yaradığını gösterir.
Hem yurttaş kalmaları ama hem de yurttaşlık “imkân”larından memleketin “asli unsuru” kadar yararlanmamaları beklenmektedir onlardan. Hem kimsenin istemediği işlerde, herkesten çok çalışmaları hem herkes kadar kazanmamaları gerekir. Onlardan ne esirgendiğini bilmeli ama o şeyleri talep etmemeli, kendilerine birer lütuf olarak verilmesini beklemelidirler. Farklarını korumalı ama arayı kapatmak üzere harekete geçmemelidirler. Kürtler’den beklenen, taşımak zorunda oldukları yoksunluklar ve eşitsizlikleri üstelik bir de herkese görünür kılarak, geriye kalanların kendilerini imtiyazlı hissettirmelerine vesile olmaktır. Onlar dışında kalmalıdır ki yapının bir içi olsun, yani yapı bir tapınak işlevi görsün. Artık tapınak “milli kimlik” üzerinden tarif edilmiştir. Paradoksal ve ironik bir şekilde din, Türkiye’de Sünni İslam, Kürtler’i tapınağın bahçesindeki oyuna, sürekli yenileceklerini bilseler de devam etmek ve tapınak sakinlerinin tuttukları takıma zafer sevinci yaşatmaktır. Din, yani Sünni İslam, kurallar sürekli olarak aleyhine değiştirildiği için her seferinde yenilen oyuncuya bir teselli olarak milli kimlik tapınağından günde beş vakit seslenir.
Ağalar, şeyhler kendilerine tanınmış ayrıcalıklar karşılığında Kürtler’i tapınağın bahçesinde tutmakla görevlendirilmiş insanlar. Kürtler’in sekülerleşmesi ve bu esnada elbette HDP’nin kurulması ve Kürt olmayanlarla da şu ya da bu şekilde (olumlu ya da olumsuz hiç fark etmez) etkileşim halinde olan bir parti hüviyetine bürünmesi yukarıdaki formülün artık tutmadığı, dinin tapınağın içiyle hemen dışındaki sahayı birbirine bağlayan bir işlev görmediği yolundaki en güçlü işaret.
Bruinnessen; Şeyh, Ağa, Devlet’te eski formülü şöyle anlatıyor:
“…pek çok şeyh her yerde toprak sahibi azınlık arasında yer alır ve yerel devlet otoritesinin temsilcileriyle iyi ilişkiler içindedir. Bu da onların köylüleri sömürmeye devam etmelerine izin verir. Hatta bazen bu ilişkiler sayesinde daha fazla köyü ele geçirme imkânı bulurlar. Çoğunlukla ağa, şeyh ve yerel ya da bölgesel devlet memurları karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarları dolayısıyla birbirleriyle ilişkidedirler. Bu üç gruptan bireyler arasında çetin ihtilaflar ortaya çıkabilirse de bu kategori içindeki ilişkiler simbiyotiktir, her biri diğerinin konumunu destekler ve güçlendirir.” (İletişim Yayınları, 8’inci baskı, 2013, s.370)
Oyuncu seçimi

Menzil, her şeyden önce Nakşibendi bir Kürt tarikatıdır. Bununla birlikte, 1978’den itibaren Ülkü Ocakları ve MHP ile Menzil arasında direkt ve gayet organik bir ilişki kurulduğunu görürsünüz. Benzer şekilde gene Nakşibendi ekolünden Arvasiler de Ülkücüler’in dindarlaşmasında önemli bir rol oynarlar. Agamben, en yaygın profanlaş(tır)ma yönteminin oyun olduğunu söyler (Profanations, çev: Jeff Fort, Zone Books, 2007, 75). Oyunun nesnesi Sünni İslam’dır bu defa. Göç hareketleriyle büyük şehirlere giden, işçileşen, içinde yaşadıkları eşitsizliğin farkına varan Kürtler’le Ülkücüler arasında bir rabıta kurulacaktır bu oyunda.
Bu türlü rabıta oyunlarının 1980’ler ve 1990’lar boyunca, ne bileyim mesela koruculuk denilen hadisenin kurgusunda nasıl çalıştığı mevzusunun yeterince çalışıldığından, konuşulduğundan emin değilim. Ama tapınağın bahçesindeki o oyunun çok ağır kayıplara sebep olduğunun herkes kadar farkındayım. İddiam o ki, seküler hukuk ya da laiklik de “Aman tapınağın bahçesindeki oyunda taraflar eşit olmasın, hep bizim çocuklar kazansın” denilerek kurban edilenler arasında yerini aldı.
HDP’nin kendisiyle ne yaptığından bağımsız bir hikâyeden söz ediyorum. HDP’den çok kendini merkez siyaset zanneden ama devleti tapınak bellemiş gayet fundamentalist bir siyasi geleneğin gözünde, Kürtler’in sekülerleşmesinin, yani bahçesi Sünni İslam’ın sahası haline getirilmiş tapınağın dışında bir siyaset alanı kurmasının ne manaya geldiğini tartışmaya çalışıyorum. Şu aşiretle, bu şeyhle kurulacak imtiyazlı ilişkiler üzerinden yürütemeyecekler yani Kürt siyasetini bundan sonra… Kürtler, yalnızca kendileri değil, oldukları ve gittikleri her yerde, aralarından birileri için değil herkes için bir şeyler isteyecekler devletten. Her şeyden önce, oyunun kurallarının yeniden yazılması gerektiğine ikna etmeye başladılar bile pek çoklarını. Çeşitli seçim bölgelerinde bağımsız vekil olsalar iyiydi. Kürt sorunu o zaman gene “bölgesel” bir nitelik taşır, bir istisna halini tarif ederdi. Bir takım müstesna zatlara, göstere göstere verilecek sembolik imtiyazlar sayesinde sürdürülebilirliği korunurdu o istisna halinin. Ama şimdi, yüzde 10’u bir dolu milliyetçi partiden daha rahat geçen bir siyasi parti kurdu Kürtler. Nasıl yani? Bu kadar da “eşit” olunmaz ki… Oyunun kuralları eşitlenirse, tapınağın bahçesindeki oyunun galibini belirleme hakkı diye bir şey olmaz. O hak yoksa tapınak niye var, değil mi ama?
Bu siyasetin gözünde Çözüm Süreci, tapınağın bahçesindeki oyunda asla galip gelmesi istenmeyen tarafın oyunun kurallarında istediği düzeltme için tapınağın sahaya o gün sürmek zorunda kaldığı yedek oyuncuyla masaya oturması demekti. HDP, aslında geçici bir süre için sahaya çağrılan yedek oyuncuyla masaya oturarak, ona oyun kurucu muamelesi yaptı. En büyük hataları da buydu. Erdoğan devlet olmak istiyordu ve bunu ona sağlayacak olanın o masayı kurmak değil, yıkmak olduğunu en başından beri biliyor, masayı yıkmak için kuruyordu. Böylece yedek oyunculuktan, takım kaptanlığına zıplayacaktı.
MHP, AKP ile ittifak yaparak sanki yeni takım kaptanının akıl hocasıymış gibi bir pozisyon edindi. Ama değil. Çözüm Masası’nı yıktığı andan itibaren AKP ve Erdoğan, MHP ve Bahçeli için en temeldeki erozyonu şimdilik durdurabilecekmiş gibi görünen zayıf bir istinat duvarından ibaret. İYİP’in hatası ise HDP, yani Kürtler’in en büyük ve en kurumsallaşmış siyasi örgütü konusunda MHP’nin bile gerisine düşmeyi devletlû bir pozisyon sanmak. Tapınağın bahçesindeki oyunu aşiretlerle, korucu aileler ya da kim bilir belki yerel şeyhlerle vs, yani tıpkı 1990’larda olduğu gibi sürdürebileceğini düşünmek. Tapınağın bahçesinde toprağın ne denli büyük bir güçle kaydığını hesaba katmıyor, hatta belki sahayı tamir edebileceğini vs düşünüyor olmalı İYİP’liler. Anladığım kadarıyla gündelik siyasi oyunlarla gereğinden fazla meşgul oldukları için, tarihin ne denli alengirli bir anında olduğumuzu gözden kaçırıyorlar. Kim bilir belki de biz söylemezsek kimse görmez bu oyun sahasının artık işe yaramadığını diye düşünüyorlardır…
Başa dönmeden olmaz… Ne diyordum?.. Post-seküler çağa girmişmişiz, insanların ulus-devletlerin seküler akıllarına inanacak güvenecek takatleri kalmamışmış artık, hayal kırıklığına uğramışlarmış falan feşmekân. Hadi canım demek istiyorum. O hayaller herhangi bir zamanda sahiden kuruldu mu ki kırılsın? Tapınak bahçesinin dışında bir oyun kurma şansı olmuş muydu kimsenin? Biz, Tanrı’nın oyuncak edildiği tuhaf bir profanlaşma aşamasında takılıp kalmıştık… Asıl hikâye yeni başlıyor… Bugüne kadar kendilerini bu sahanın oyun kurucusu olmaya hazırlayanlar afallıyorlar ve tabii oyunu kuralların eşit olduğu sahalara taşımak istemiyorlar. Emekliliğe hazırlanabilirler şu halde. Yaşlarının kaç olduğundan bağımsız olarak söylüyorum bunu. Oyunu bu denli eski, üstelik başarısızlık garantili bir yaklaşımla oynayarak bir yere varamayacakları ortada. Zaman kaybetmeseler ve kaybettirmeseler keşke…












