Elif Gökçe Aras yazdı: Erkek dinine kadın doğmak

Medyascope’un genç ve başarılı muhabirleri sevgili Ali Macit ve Ali Deniz Çakır’ın isteği üzerine Ekrem İmamoğlu hakkında verilen siyasi yasak ve hapis cezası hakkında üç paragraf yazıp, bu haftanın asıl yazısına geçeceğim.

Herkes kararın siyasi olduğundan emin, hiçbirimiz hükümetin “Ben yapmadım, statüko yaptı” oyununu dikkate almıyoruz. Davanın ilk duruşmasında partisinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’nun yanında yer almadı. Aradaki soğukluğun farkındayız. Cumhurbaşkanı adayı konusunda Meral Hanım’ın CHP’nin kendi belediye başkanlarını Kemal Bey’e karşı sahaya sürmeye çalıştığını biliyoruz. Bu yüzden Ekrem Bey ve Meral Hanım’ın dirsek teması, insanlarda kapalı kapılar ardında bir pazarlık mı dönüyor kuşkusu uyandırıyor. Bu sebeple hem vizyon toplantısında hem dava sürecinde Ekrem Bey’e tavır alındığını görebiliyoruz. Ama bu cephe başka. Bu dava, hükümet ve muhalefet cepheleri arasındaki savaşın davası. Karar çıksın çıkmasın, Kemal Bey’in, Ekrem Bey’in davasında Almanya’ya gitmesi, tıpkı Abdullah Gül’ün her milli bayramda yataklara düşmesi gibi bir olaya dönüştü. Keşke iki gün sonra gitseydi ama kendi adamını Saraçhane’de yalnız bırakmasaydı. Karar verirken hayatın matematiğine uygun karar vermezseniz, zamanında yapmadığınız şeyi telafi etmek zorunda kalırsınız. Üstelik telafisi, aslı gibi olmaz. Meral Hanım, İmamoğlu’na verdiği destekle Kemal Bey’e bir ders verdi. Böyle kritik anlar boşluk kaldırmaz.

Hem Hiranur Vakfı olayı hem İmamoğlu olayı bize çok önemli bir şeyi gösteriyor. Hükümet halkın isyanını umursamıyor. Onlara göre halk ezilebilir, nasıl ezdiklerini görüyoruz. Onlar için korkunç olan, halk ve muhalefetin aynı safta birleşmesi. Bugüne kadar bunu başarmışlardı. Ancak Hiranur olayında gördük ki muhalefet halkın yanında yer aldıktan sonra bir anda rüzgâr döndü. Halk ve muhalefet asla birlikte görüntü vermemeliydi. Bu yüzden apar topar karar aldılar. Eğer İmamoğlu davasında da tüm muhalefet liderleri 16:00’da Saraçhane’de olsaydı o karar çıkmayacaktı. Hükümet mayınlı araziye yine önce eşeklerini sürüp bekledi. Baktı ki patlayan yok, devam. Bu konuda artık o kadar profesyonelleştiler ki kendi mayınlı arazilerini kendileri yaratıyorlar. Ya onlar patlıyor ya biz. Ve şunu anlıyoruz, demek ki bu güne kadar Gezi davası, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Boğaziçi Savunusu ve Kürt belediye başkanlarının görevden alınmaları konusunda halkın yanında olabilselermiş, o insanlar yıllardır hapiste olmayacaklarmış, Boğaziçi’ne çökülemeyecekmiş. 

Kemal Bey’in Almanya olayı, İmamoğlu’nun Karadeniz kazası gibi bir şey oldu. Adayın belirlenmesine bu kadar kısa süre kalmışken toparlayabilecek mi, emin olamıyorum. Ancak Ekrem Bey de adaylık konusunda sabırsızlıkla karar alırsa, siyasi hayatında bugün döşediği taşlarla yürüdüğü yolun nereye çıkacağını iyi hesaplamalı. Hayatın bize gösterdiği açık seçik imgeleri iyi okumalı.

***

3 Aralık günü Timur Soykan sayesinde haberdar olduğumuz korkunç tecavüzü hala anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında biliyoruz ne ilk, ne son HKG. Öyle çok ki, istismar edildiklerini anladıkları an, kendilerine acıyacak vakitleri yok. Derhal işe koyulup önce kendilerini, sonra diğerlerini kurtarmaya kalkıyor bu çocuklar. Bir çocuk daha onun yaşadıklarını yaşamasın diye. Şu an ülkemizde, Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta, Endonezya’da yeni HKG olacak bir kız çocuğu doğmasın diye ağlayan hamile kadınlar var belki de.

Suçlu kim peki? Din mi, cemaat mi, kendini inşa edemeyen insan mı, yoksa ona bu şansı tanımayan devlet mi? Muhafazakâr aileye düşen ve o hayatı istemeyen biri nasıl o zincirden kurtulur?

Bu mevzuyu anlamak için senelerimi verdim. Anladım demiyorum düşünmenin önünü kapatmamak için ama kendi fikirlerim var artık. Bütün dindar ailelerin evinde aynı mevzular farklı ölçeklerde yaşanır. HKG’nin başına gelen en üst perde, umarım daha ötesi yaşanmamıştır.

Aşırı muhafazakâr ailelerin evinde tek bir konu vardır, din. Kişisel yaşamları, sosyal yaşamları dinle şekillenir, ağızlarını dinle açar, sizin ağzınızı da dinle kaparlar. En çok kız çocukları baskı altındadır, kadınlar veya anne demiyorum. Çünkü çocukluktan itibaren öyle bir baskıya maruz kalır ki küçük kız çocuğu, onu dönüştürecek bir müdahaleye maruz kalmadıkça, yaşayamadıklarını yaşatmamaya ant içen bir kadına dönüşür. Çocuk bu evde zorbalığın uygulayıcısı olarak önce babayı görür ve nefret eder. Sonra bir olay yaşar ve anlar, celladı kırbaçlayan el anneymiş. Anne ve baba yeni neslin zihnini iğdiş etmede ortakmış. Ve hayattaki ilk dersini alır. “Bu hayatta yapayalnızım.”

Doğduğu andan itibaren özellikle kız çocuğuna baskı başlar. Ayakta su içme günah, yatarken sağına dön, tuvalette şu yöne dön, yemek yemeden önce besmele çek, yemekten sonra şükret, oruç tut, namaz kıl, akraban bile olsa erkeklerle konuşma, onu izleme, onu dinleme, onu okuma, onu giyme, öyle gülme, yüksek sesle konuşma, göğüslerin belli olmasın, öyle oturma!! Din din din din din!! 

Resmen kız çocuğuna “var olma” diyen bir din. “Tanrı bizden nefret mi ediyor acaba, neden hayata ve mutlu olmaya düşman” demek geliyor insanın içinden. Çocukluğum boyunca uğradığım baskılar beni içime kapalı, ailemden ve insanlardan nefret eden biri haline döndürmüştü. Din gerekçe edilerek okuma hakkım=geleceğim elimden alındığında artık iyice bilenmiştim. Çünkü bu ev kadını olacağım, cahil kalacağım, istediğim gibi bir eş seçemeyeceğim, sonsuza dek istemediğim bir hayata mahkûm olacağım anlamına geliyordu. Baba figürü tanrıyı arkasına almış, tüm otoritesiyle emirleri buyuruyor, çevremdeki herkes tanrı adını duyunca susup itirazını geri çekiyordu. Bir insan, sadece erkek olarak doğup, bir de üzerine evlenip çocuk yapınca tanrımız onu birden otoriteye döndürüyordu. Tanrının yeryüzündeki en küçük şubesi. Onun üstünde şeyhi, onun üstünde peygamber, onun üstünde tanrı. 

Ya ben? Benim hayatım, varlığım? Bütün hayatımı ipotek altına alıp bana nefes aldırmayan bir yaşam. Neymiş ulan bu din? Benimle ne alıp veremediği var? Ne istiyor bu tanrı benden? Öyle katı ve vicdansızlar ki daha ergen yaşta babamın öfkesine maruz kaldığım bir gün, odama girip kapıyı kapatıp şöyle düşündüğümü hatırlıyorum. Bu adam kötü bir insan. Ve ben kötü biri olmayacağım. Ne yapmam, nasıl yapmam gerekiyor, kendimi nasıl yetiştireceğim bilmiyorum ama o her ne yapıyorsa tam tersini yaparsam, iyi biri olabilirim. Ne yapacağımı bilmiyordum ama hiç değilse ne yapmamam gerektiğini biliyordum.

Ve başlıyorum hayatımı şekillendirirken dayandıkları dini okumaya. Kur’an mealleri, tefsirler, ilmihaller, hadis kitapları iki ciltlik Râmûzü’l Ehâdîs, sekiz ciltlik Riyâzu’s Sâlihîn, Gazzali’nin İhyâ’u Ulmû’id-Din, Kimyâ-yı Saadet kitaplarını okuyorum. Bir yandan ailem Nakşi cemaatinin hocalarını günde dört defa zorla dinletiyor. Yani bu okuduklarımın yorumlarını da onlardan dinliyorum sürekli. Yetmiyor, onların kitaplarını da okuyorum. Bir yandan sorularıma bulduğum cevaplarla tatmin oluyorum çünkü büyük sorulara çocuk zekâsında cevaplar veriliyor ama bir yandan bu basit cevaplar çoğaldıkça birbiriyle çelişmeye başlıyor ve şüpheye düşüyorum. Şüpheye düştükçe yeni sorular, yeni kitaplar. Bir yandan da ailemin zulmünü anlamak ve eğitimden kopmamak adına kendimi yetiştirmek için Freud falan okuyorum. Hayattan tat alabilmek için romanlar okuyorum. Yani iki zıt kutup iki elimde. Öyle öyle tasavvufa, psikolojiye, felsefeye eğiliyorum. Önce samimi bir dindar olup çıkıyorum, öyle ki hadislerle, ayetlerle ailemin din yorumlarına müdahale ediyorum. Sohbetler esnasında anlıyorum ki hoca efendiler ayetleri, hadisleri canlarının istediği gibi eğip bükebiliyor. E yaptığı yorum için ona kızamam ki. Tanrı işi sağlama bağlasaymış, ucu açık cümleler bırakırsa onlar da uygun gördüğü yorumu yaparlar. Haliyle sürekli kendi erkek egemen dünyalarının duvarlarını örüyorlar bu ayet ve hadislerle. Artık tek bir muhatabım var, tanrı.

Sempozyumlara, söyleşilere gidiyor, önüme gelenle tanrının dedikodusunu yapıyorum. Yaşadığım inanç krizleri, yeni baskılar yeni sorular doğuruyor ve oradan determinizme, agnostisizme, ateizme, panteizme, panenteizme eviriliyorum. Bir tanrı, ruh, öz, her neyse olabilir. Ama ona tapmam gerektiğine inanmıyorum, küsüm zaten onunla. Ama benim çocukluktan itibaren maruz kaldığım o safsataları beynimden atmam 20-25 yıl falan sürdü. Hiç kimse bu kadar oyalanmamalıydı. Bunun için bir kitap yazdım ama henüz yayınlatamadım. Tanrıyla kavgamı, yayınlanırsa orada okursunuz. Biz şimdi aile, cemaat, devlet ve iktidarla kavgaya devam edelim.

Tüm bu macera şunu düşünmeye itti beni. Bu insanlar nasıl olup da bu zincire kapılıyorlar? Başkaları nasıl kurtulabilir o zindandan. Ve zorunlu olarak ailemin yanına dönünce onları, kendimi, cemaatlerindeki diğer insanları bir deney grubu gibi incelemeye başladım. Hani büyük bir kolaycılıkla diyorlar ya “cehalet” diye. Peki, “kime göre çocuk” diyen başhekimi ne yapacağız? Ya Müslüman olup bir şeyhe bağlanan bilim insanını? Onlar nasıl kapılıyor? Koca koca insanlar, üniversite öğrencisi gençler, bu devirde gelip benim cahil ana-babamdan zikir dersi alıyorlar, onu ne yapacağız? 

Sadece dinlere özel değil bu bağlanma ve itaat etme eğilimi. Dinden uzaklaşan seküler insanlar bir süre sonra kendilerine tahammül edemiyorlar ve kendilerine mistik bir şeyler buluyorlar inanacak. Bir insan nasıl oluyor da başka bir kişinin kontrolüne giriyor? Asıl konuşmamız gereken bu bence. Cevap da bu sorunun içinde. Kontrol kelimesinde. İnsan iradesine neden sahip çıkamıyor da başka birinin iradesine tabi oluyor. İslam da diğer dinler de bu konuyu işliyor en çok. İsyan, itaat, sorumluluk, irade. Geçici ve aşağılık dünya hayatında iradene ipotek koyup, uslu bir çocuk olursan, karşılığında sonsuz cennet senin oluyor. Mesela:

Ahzab suresi 72. ayet

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve Allah’a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Yani iradeniz var ama onu itaat etmeyi tercih etmekte kullanacaksınız. Cennette serbest olacak olan her şey bu dünyada yasak. İşe bakın ki insanlık çoğalıp birbiriyle iletişim kurmaya başladıktan sonra peygamberlik kurumu bitiyor. İnsana söylenmesi gereken son öğütler söylenip semanın kapıları kapanıyor. Ancak peygamber bir yüce gönüllülükte bulunup mürşitlik makamını bırakıyor geride. Benim bayrağımı onlar taşıyacak diyor. Ve dinde bunun kontrolü erkeğe veriliyor. Erkek dini sadece yaşamakla kurtulamaz, tebliğ etmek zorunda. Tebliğe de önce kendi ailesinden başlamak zorunda. Karısı, çocukları dindar olacak. Sonra akraba ve komşularına tebliğde bulunacak. Sonra diğerlerine. Ta bin yıl öncesinde dini iyice okuyan ve yaymak üzerine onu halkın anlayabileceği seviyeye indiren ilk kişiler, mezhep imamları ilan ediliyor. İnsanlar hangi mezhep imamını kendisine yakın bulursa ona tabi oluyor. Yani bütün mezhepler sadece ve sadece birkaç kişinin aynı metinlerden çıkardıkları din yorumundan ibaret. 

İnsanlık çoğaldıkça bu imamların hazırladıkları metinler ve asli kaynaklar, tebliğ görevini üzerine alan diğer erkeklerce okunup, yorumlanıp tebliğ edilmeye başlanıyor. İşte tarikatlar bu noktada ortaya çıkmaya başlıyor. Kimin sesi gür, hitabeti kuvvetliyse etrafında halka olmaya başlıyor insanlar. E bu insanlar bir arada olmak istedikçe tekkeler giriyor devreye. Şeyhin kendisi, oğlu, damadı bir otorite olmaya başlıyor. Ne hikmetse koskoca cemaatlerde şeyhin oğlu veya damadından başka hiç kimse ondan sonraki mürşitlik makamına layık olamıyor. Şeyhler daha ölmeden kendine bir varis seçiyor ki onun mübarek vücudu ve ulu düşünceleri bu dünyadan göçüp gittiğinde cemaati savrulmasın, emekler zayi olmasın. İşte bu Kadir İstekli de muhtemelen Yusuf Ziya Gümüşel’in kendisinin yerine düşündüğü varisi idi. Bu yüzden 6 yaşındaki kızını tecavüz etmesi için ona hediye ederek, Kadir’i onurlandırdı. 6 yaşında evlendirilir mi? Dinde “akıl baliğ olunca” diye bir ifade var. Yani aklı kesmeye başlayınca kaba tabirle. Aklı kesmeye başladığı an, evlenebilir. Arzusu, tercihi? Tiehh. O dönemler öyle bir şey yoktu, bu yüzden bu dönemde de yok. Hz. Aişe olayı ve Hz. Ali’nin aynı yaşlarda kızını Hz. Ömer’le evlendirmesi hep o dönemin normalleri. Bugünden o güne iç yüzünü bilmediğimiz bir olayı netleştiremiyoruz tabii. Ama baktığınız zaman dilediği yorumu yapabilen bir kişi için kızını o yaşta evlendirmek peygamberin sünneti* olarak dahi yorumlanabilir mi?

Bir defa din, âlemlerin sadece bir kişinin yüzü suyu hürmetine yaratıldığını söylüyor. O kişi kim, bir erkek. Âlemler ve içindeki her şey o erkek ve onu temsil eden erkekler için yaratıldı. Bu yüzden, bu dünya bir sürgün yeri olduğu için dünyanın da içindeki hiçbir şeyin de bir önemi yok. İçindeki insanın, hayvanın hepsi o erkeğe hizmet etmek için yaratıldı. Havva, Âdem’in kemiğinden Âdem için yaratıldı. Âdem’e, yani var olma sebebine direnmeye kalktığı an öldürülebilir ve hatta öldürülmelidir. Din hükümleri içinde açık açık kocasına itaat etmeyen kadına uygun görülen cezalar, erkeğin cinsel hakları, cennette onu bekleyen seks partileri tüm ayrıntıları ile tarif edilmiştir yüce kitaplarda. Youtube’dan çeşit çeşit vaiz videolarını açıp yıkıla yıkıla gülebilirsiniz.

Ancak bu teknoloji çağında ayırdına vardığımız bir gerçek, başına bir sarık, üzerine bir cübbe, eline herkesin okuyup anlayabileceği metinleri alıp hikâyeleştirebilen biri neden diğerlerinin başına geçsin? Diğerleri neden buna izin veriyor?

Kadınlardan başlayalım. Aşırı muhafazakâr bir evde kadın, doğduğu andan itibaren dindar bir kul ve erkeğe iyi bir eş olmak için yetiştiriliyor. Nasıl giyinmeli, nasıl diğer erkeklerden sakınmalı, nasıl itaat etmeli. Hayatındaki en büyük başarısı ve emeli bir erkeğin eşi olmak olarak şekillendiriliyor. Bu kişi dinini her daim başkalarından öğreniyor ve kendisi okumaya kalktığında o kadar muğlak ve çelişik ifadeler var ki bu ifadelerle karşılaştığında “Allahualem” deyip hocasının tarifine bırakıyor mevzuyu. O hoca kafasındaki tüm karışıklıkları ayıklarken bir yandan ona sürekli nasıl makbul bir kadın olacağını fısıldayan kişi. Böylece kadın hayatı boyunca çalışmak, mücadele etmek, savaşmak, kazanmak, başarmak yüklerinin altına girmiyor. İradesini eşine ve hocasına teslim ediyor ve kenara çekiliyor. Ve dahi bu erdemlere sahip olan diğer cadaloz kadınlara düşman oluyor. Bu yüzden kendi kızlarını da o korunaklı alanda tutmak istiyor. Kimse gözünün önünde ona zayıflığını hatırlatan birini istemez.

Erkeğin tercih sebeplerini zaten anlamış olduk ama kısaca geçmek gerekirse, din ona toplum içinde hiçbir çaba harcamadan saygın biri olma, her daim kolayca sahip olmak istediği kadını kendisine köle olarak kurgulayarak, ancak rüyalarında olabilecek bir dünya hediye ediyor. Sadece dindar olacak ve hem toplumda saygı görecek hem karısı ve çocuklarının asla sorgulamadığı bir küçük kral olacak.

Peki ya sonradan cemaatlere girenler?

İleri yaşlarda cemaate giren insanların dillerindeki söyleme bir bakın. Hep dünyanın iğrençliğinden ve dinde huzur bulduklarından bahsetmeye başlarlar. Cemaat mensubu diğer müritler gözlerindeki saf kabulleniş ve dudaklarındaki huzurlu gülümseme ile onu onaylar. Bu kişi dünyada gördüğü rekabeti, yaşam savaşını, o savaş uğruna yaptıklarını öyle çirkin bulur ki yaptıklarından utanır ve bir şeyhin dizine eğilir. Ona uyacak, uslu duracaktır. Ve artık iyi bir insandır. Uslu bir insan olduğu için haliyle kimseyle dalaşmaz, mücadele etmez ve der ki “ohh be, huzur burada”. Hâlbuki sadece mücadeleyi, kavgayı ve mücadeledeki tavrından ötürü şiddeti terk etmiştir. Bunu bir şeyhin önünde eğilmeden de başarabilirdi, çirkinleşmeden yaşayabilir, huzur bulabilirdi. Ama bunu başarmak iradeyi kullanmaktan da öte bir emek gerektiriyor. Dolayısıyla onun için maliyeti kurtarmıyor. Din haricindeki diğer mistik cemaatler de hep aynı şeyi öğütlemiyor mu? 

Aslında hepsi ahlaklı bir insan olmayı tavsiye ediyor. O zaman bir kötüye denk gelmedikçe başın belaya girmez. Ama onlar hem ahlaklı olup, uslu durup hem de bunu şeyhe, mentora, tanrıya borçlu olduklarını düşünüyorlar. Yani aradaki aracıyı çıkar, dümdüz ahlaklı bir insan olup çıkıyor sadece. Ondan sonra “Aslında dinsiz ama bu Avrupalı insanlar bizim insanımızdan daha Müslüman” diye hayıflanıyor. Sadece erdemli, ahlaklı ve hayatın tam ortasında mücadele halinde durmak ağır geliyor ona.

Hayatı boyunca insanları dilediği gibi kullanmış, evli, bekâr ayırmadan dilediği erkekle ilişki yaşamış, parasını har vurup harman savurmuş bir kadın, annesinin ölümü üzerine yaşadığı hayattan nasıl da yorulduğunu fark ediyor ve annesinin ölümü esnasında tanıştığı dindar halkadaki insanların huzurları, sükûnetleri, yardımseverlikleri gözlerini dolduruyor. Ve kendi bencil yaşamını bırakmaya, onlarla takılmaya başlıyor. Bir süre sonra başını da örtüyor ve onların cemaatlerinin en şedit savunucusu oluyor. Cemaatte de ortalığı karıştırıyor arada, işyerinde usulsüzlük yapıyor başı belaya giriyor, içindeki şeytana tam dur diyememiş çünkü. Ama bunları imtihan olarak görüyor. Başına iyi bir şey gelirse Rabbi onu takdir etti, kötü bir şey gelirse imtihan etti oluyor. Ama her halükarda onun omuzlarında insan olmak ve karar almak yükü yok. Hâlbuki sadece ve sadece ahlaklı, etik değerleri olan bir insan olsa, yine aynı hayatı yaşayacak ama bu onu zaman zaman etik değerleri ile çıkarı çatıştığında zorda bırakacağından o alandan kaçıyor ve araya tanrıyı, şeyhi, mentorunu koyuyor. 

Cemaatleri ve halkın onlara teveccühünü gördükçe dini korunması gereken, dindarları da onu yanlış yaşayan insanlar olarak gören ilahiyatçıları anlıyorum. Bu halk çoktan şekil almış, hiç değilse “Gerçek din bu değil” diyerek biz de kendi yorumumuzu yaparak onları çileden çıkarmadan belli bir noktada, itidalde tutalım, onları yavaş yavaş dönüştürelim diyorlar. Ama olanı olduğu gibi konuşmadıkça dolaylı yoldan o dereye testiyle su taşıyorlar. Bu yüzden “Gerçek din bu değil” diyenleri makul bulmuyorum. Onların gördüğü bu kullanışlılık devletin de gözünden kaçmıyor elbette. Onların gizli orduları, oy çiftlikleri olarak besleniyor. Ne yapmalı bu cemaatleri? Ruşen Çakır da söylüyor. Cemaatler açık kalmalı. Sadece para akışlarını, dernek, vakıf adı altında mülk edinmesini, Kur’an kursu açmasını, kurban kesmesini, Afrikalar’da su kuyusu açmasını engelleyeceksiniz. Kur’an kursunu yalnızca devlet açabilecek. Bunu sağladıktan sonra bırakın kapıları açık kalsın. Dar tayt giydi diye şişman kadınların linç edildiği dünyada koca sarıkları, şalvarları ve cübbeleri ile gezsinler ve bu dünyada yaşayamadıkları cinsellikleri yüzünden huriler ile ilgili fantezilerini anlatsınlar. Halkla ve teknolojiyle muhatap oldukça zaten evrilirler. Yeter ki onlara özel, kimsenin giremediği, denetlenmeyen mülkleri olmasın.

Dünyanın dört bir yanında laiklikle sınırlanmadan özgürce yaşandığı anda peyda olan vahşi yaşam asla tesadüf değil. Gerçek din bu, boşuna eğip bükmeyin.

Ve muhafazakârlığın da, cemaatlerin de özü, insan olma erdeminden ve gayretten korkan insanın kendine sığınacak kendinden güçlü bir liman arayışı. Bu liman sayesinde günahlarının kökenini tanrıya havale edebiliyor, bu liman sayesinde gerçek hayatta elini süremeyeceği şeyler kucağına bırakılıyor. Vahşi erkek, bu liman sayesinde katil olup yargılanmıyor, bu liman sayesinde tecavüz edip mazur görülüyor. Bu yüzden daha doğar doğmaz o kız çocuğunun dili, başı bağlanmalı.

Dinler, vahşi erkeğin kadını evcilleştirmek için uydurduğu bir yalan belki de. Ve biz kadınlar, kendi yolumuzdan yürürken, topuklarımızla vura vura özgürlük çivisini yobazların kafalarına çakacağız.

*Sünnet: Hazreti Muhammet’in Müslümanlarca uyulması gerekli sayılan davranışlarıyla şu ya da bu konuda söylemiş olduğu sözlerin tümü, Hazreti Muhammet’in koyduğu kurallar ve Müslümanlar’a gösterdiği yol.