Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (86): İmamoğlu kararı sonrası Altılı Masa

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’na Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle iki yıl yedi ay 15 gün hapis cezası verildi. Kararın Yargıtay tarafından onanması halinde İmamoğlu, siyasi yasaklı hale gelecek.

Kararın ardından Altılı Masa liderleri Saraçhane’de ortak miting düzenledi. İmamoğlu, Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP grup toplantısına katıldı. Grup toplantısında “Ekrem İmamoğlu ile baba oğul gibiyiz” diyen Kılıçdaroğlu’na Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bay Kemal oğluna sahip çık, o kendisine başka ebeveynler arama peşinde” diye seslendi.

Adaylık tartışmasına ilişkin son açıklama bugün İmamoğlu’ndan geldi. İmamoğlu, “Ben CHP’liyim. Her CHP’linin ailesinin lideri olan Kemal Kılıçdaroğlu adaydır” dedi.

İktidar Altılı Masa’yı dağıtabilecek mi? Ortak aday tartışması nereye gidecek? Kılıçdaroğlu adaylıkta ısrar edecek mi?

Adını Koyalım’da Ruşen Çakır, Kemal Can, Edgar Şar ve Burak Bilgehan Özpek tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhaba, iyi akşamlar. “Adını Koyalım”dan herkese merhaba. Bugün Ayşe Çavdar aramızda yok. Kendisi seyahatte olduğu için katılamadı. Ona selâmlarımızı iletelim. Ben de ᅳİmamoğlu’nun dediği gibiᅳ yedek kulübesinden oyuna sokulan bir oyuncu gibi geldim, katıldım. Bugün yine Kemal Can, Ruşen Çakır ve Burak Bilgehan Özpek’le beraberiz. Neyi konuşacağız? Aslında beklenildiği gibi, Ekrem İmamoğlu hakkında verilen karardan sonra Altılı Masa’nın nereye gittiğiyle, adaylık tartışmalarında nerede olduğumuzla ilgili konuşacağız. Hepiniz hoş geldiniz. 

Kemal Can-Burak Bilgehan Özpek-Ruşen Çakır: Merhaba.

Edgar Şar: Ayşe’nin yokluğunda Kemal Abi ile başlayayım. Kemal Abi, son zamanlarda programda sen yokken ben oluyordum.

Kemal Can: Denk gelemedik, evet.

Edgar Şar: Favori başlangıcım Ayşe’yleydi. Şimdi de seninle başlayalım. İmamoğlu, dün Meclis’te CHP Grup Toplantısı’na katıldı ve tabiî orada Kılıçdaroğlu ile kucaklaşması, daha sonra berâber salona girmeleri, baba-oğul benzetmesi gibi bâzı sahneler özellikle servis edildi. Hepsi dünden beri tartışılan konular. Yapılan yorumlara göre aslında verilmeye çalışılan mesaj, “Biz kendi belediye başkanımıza, ‘kendi partimizin evlâdına’ sâhip çıkarız. Bizimdir. İç işlerimize karıştırmayız” oldu. Sen nasıl okudun? İkinci turda bu aday tartışmasına daha çok gireriz; ama ilk turda, bu olanları okumayla ilerleyelim diyorum. 

Kemal Can: Sağ ol, Edgar. Geçen haftaki Adını Koyalım Özel Yayın’ında hemen olayın sıcağında bir değerlendirme yapmıştık. Sonra Ruşen’le yaptığımız Haftaya Bakış’ta da aynı şeyleri söyledim. Ben, bu karârın ve bu karârın yaratacağı sonuçların çok hızlı okunmasının, ilk görüntüleriyle çok keskin sonuçlar çıkartılmasının isâbetli olmadığını düşünüyordum. Aslında bir haftalık gelişmeler çok da yanlış düşünmediğimi ortaya çıkarttı. Çünkü neredeyse her yeni açıklama, her yeni resimle birlikte, tartışma başka bir veçheye kavuştu ya da başka pencereler açıldı. Dolayısıyla ilk ânın resmiyle gelişmelerin seyri birbiriyle tam örtüşmüyor.

Buradaki en belirleyici mesele ve en belirleyici hat şu oldu: İmamoğlu ile ilgili verilen karar, asıl olarak muhâlefet içindeki bir meselenin parçası olarak mı gündemleşecek, yoksa iktidârın muhâlefete karşı bir hamlesi olarak mı ele alınacak ve muhâlefetin, iddia edildiği ve Saraçhâne’de ortaya çıktığı gibi güçlenerek bir konsolidasyon, hattâ öfke takviyeli yeni bir motivasyon yaratmasına vesîle mi olacak? İzlediğimiz bir haftalık süreç, iktidârın medyası aracılığıyla, hattâ doğrudan Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin topa girmesiyle, işi muhâlefetin iç meselesi yapmaya dönük yoğun bir çabayla geçti. Bahçeli, Kılıçdaroğlu’na komple kurulduğu iddiasını ortaya attı. Erdoğan iki üç kere bu konu üzerinde konuştu. İktidârın bütün resmî sözcüleri ve trolleri bununla ilgilendiler. Ama ilginç biçimde, bu, tek taraflı bir çaba olarak görülmedi ya da öyle yaşanmadı. 

Muhâlefette de bunun bir karşılığı oldu. Liderlerin ve olası adayların, kendilerinden daha çok taraftarları, onları işâret eden ya da onları öne çıkartmaya çalışan bütün odaklar, ölçüleri aşan biçimde sert bir tartışmaya, üstelik de kendi içlerinde önemli bir dalgalanmaya sürüklendiler. Yani muhâlefet cephesinde kısmî olarak iktidârın niyetine uygun bâzı sonuçlar ortaya çıktı. Bu son iki günde, Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısı, peşinden Akşener’in grup toplantısı, İmamoğlu’nun önce Fatih Altaylı’ya yaptığı açıklama, sonra bugün ayaküstü yaptığı başka değerlendirmeler, bunu kısmen yeniden iktidârın sahasına atan, onun hukuksuzluğunu öne çıkartarak muhâlefetin ortak tutumuyla karşılanacak bir meseleye çevirmeye çalışan ataklar… Ama açıkçası bunlar, muhâlefet cephesinde bir iç mesele ve bir iç gerilim unsuru olarak gündemde. Düşünün, muhâlefet partilerinden birinden seçilmiş bir belediye başkanı, hukuksuz bir uygulamayla bir mahkûmiyete uğruyor ve bu mahkûmiyetten dolayı muhtemel siyâsî yasakları söz konusu olduğu için potansiyel adaylığı riske giriyor. Ama bu olay, muhâlefetin bir iç gerilimi hâlinde tartışılmaya başlıyor. Hem iktidar bunu köpürtüyor hem muhâlefet içerisindeki pek çok odak da böyle davranıyor. Bu gerçekten sorunlu bir resim. Bunun daha önce böyle olabileceğini defâlarca konuştuk. Hem “İktidar değişimi söz konusu olursa sonra nasıl bir şey olacak?” meselesini çatmanın çok önemli olduğunu, hem de sonrayı konuşmayı sonraya bırakılamaz bir mesele olarak önemsemelerini, burada defâlarca söylediğimi hatırlıyorum. Burada hemen hemen herkesin de bu konuda çeşitli değerlendirmeleri oldu. Yine aynı şekilde adaylık meselesini, adayı belirlemek değil ama muhâlefet aktörleri arasında bir prosedüre bağlamak, bunun hukukunu kurmak ve bunun konuşulmaz bir şey olmayıp tam tersine konuşulacak çerçevesini belirlemenin önemli olduğunu, aksi takdirde iddia edildiği gibi aday saklamanın bir işe yaramayacağını ve bütün potansiyel adayların birbirini yıprattıkları ve genel olarak muhâlefet cephesinin endîşelerinin, tereddütlerinin büyüdüğü bir zemin oluşturabileceğini söyledik. 

Şimdi bunların hepsinin bir hakîkat olarak önümüze geldiğini görüyoruz. Okuduğum şey bu. Ama şunu da teslim etmem lâzım: Biraz önce de söylediğim gibi, liderler ve olası adayların hiçbiri, kendi taraftarları kadar agresif olmamayı becerebiliyorlar. İyi de bir şey yapıyorlar. Yani bunun içerisinde ince ince dokundurmalar, îmâen söylenmiş sözlerden çıkartılan yorumlar tabiî ki var. İmamoğlu Fatih Altaylı’ya, “Yedek oyuncuyum. Karârı teknik direktör verir” derse, birileri bundan bir sonuç çıkartır. Kılıçdaroğlu, “O belediye başkanıdır, görevini yapsın” derse başka bir sonuç çıkartılır. Saraçhâne’ye giden Meral Akşener kürsüde İmamoğlu’nun elini tutarsa ve yanında tutarak konuşursa başka bir şeydir. Sonra Kılıçdaroğlu “İç işlerimize karışılmaz” derse, tabiî ki bundan da birtakım sonuçlar ve yorumlar çıkartılır, Akşener’in bugünkü grup toplantısından, cevap verilecek beklentisi oluşur. Ama bunların hepsine baktığımızda, resmin en azından liderler penceresinden tırmandırılma eğiliminde olmadığını; hattâ liderlerin, kendilerine gelen tazyiki biraz göğüslemeye çalıştıklarını görüyorum.

İlk anda, “Bütün aktörler kendi pozisyonlarını güçlendirecek hamleler yapacaklar, bu karârı kendi pozisyonlarını güçlendiren bir durum olarak değerlendirmeye kalkacaklar” görüntüsü vardı. Hattâ taraftarlarından veya birdenbire topa giren yeni taraflardan, böyle bir tazyik oluşmaya başlamıştı. Bunun içerisinde çeşitli oligarşilerin etkisinden bahsediliyor. CHP içi oligarşi ya da memleket oligarşisinin bu konudaki tutumunun böyle bir tazyiki oluşturacağı, liderlerin de bu vesîleyle böyle pozisyonlar alacağı bekleniyordu.

Şu anda ben üç aktörün, yani Akşener, Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’nun, yine îmâen, bu gerilimi uzaklaştırmaya, sâkinleştirmeye dönük bir tutuma yöneldiklerini görüyorum. Bunun ne kadar sonuç vereceğini, bu açığa çıkmış fay hatlarındaki gerilimi ya da stresi boşaltıp boşaltamayacağını süreç içerisinde göreceğiz. Ama şu anda gördüğüm resim, biraz böyle bir tutuma işâret ediyor. 

Kılıçdaroğlu ve Akşener meselesinde de şöyle bir şey ortaya çıktı: İmamoğlu’nun çağrısı üzerine Akşener Saraçhâne’ye İmamoğlu’nun yanına gitti ve orada da bir resim ortaya çıktı. Burada da kaybeden olarak Kılıçdaroğlu işâret edildi. Kılıçdaroğlu da buna, İmamoğlu’nu gruba çağırıp baba-oğul benzetmesiyle patronun kim olduğunu hatırlatan bir başka resimle cevap verdi. Açıkçası böyle bir tablo ortaya çıktı. Bunun, gerilimi yatıştıracak veya tırmandıracak bir şey olup olmadığını bundan sonraki adımlar belirleyecek. Benim gördüğüm resim böyle. Çevreden yüksek bir tazyik var. Buna karşılık süreci, muhâlefet aktörlerinin ve Altılı Masa’nın bunu nasıl yöneteceği belirleyecek. Anlaşılan o ki, iktidârın ne yapacağı açısından bakarsak, onlar da burada bir maden bulduklarını düşünüyorlar. Bu çok da yanlış ve boş bir şey olmayabilir. Çünkü en azından attıkları taşla bir kısım kuşu ürkütebildiklerini gördükleri için, Erdoğan’ın yine bu işi köpürtme gayretinden anladığımız kadarıyla, bu hatta yüklenecekler. Ama sâdece bununla yetineceklerini düşünmüyorum. Aslında bu süreç, İYİ Parti’ye çağrı, anayasa-referandum paketi, şimdi İmamoğlu karârı, peşinden bence HDP karârıyla gidecek; neredeyse seçime kadar her aya, belki de her aya birkaç tâne, haftalık seviyede çeşitli ataklarla, muhâlefet içerisindeki fay hatlarına oynamaya devam edecekler. Burada belirleyici olan, iktidârın becerisinden çok, muhâlefetin cevap kapasitesi ve kabiliyeti olacak.

Edgar Şar: Teşekkürler Kemal Abi. Evet, Burak’a dönmek istiyorum. Burada Kemal Can’ın da altını çizdiği gibi şöyle bir durum var: Olay bir kenetlenme gibi başladı, ama neredeyse son 5-6 aydır tartışılan bütün olaylarda olduğu gibi, her olay bir şekilde asıl meseleye, yani adaylık meselesine geliyor. Partilerin veya liderlerin aldığı ve alacakları her türlü pozisyonu, adaylık meselesindeki pozisyonlarını güçlendirmek ya da ona uygun bir şekilde, bir gerilim olacaksa o gerilimdeki defans hattına göre aldıklarını görüyoruz. Biraz böyle bir durum var. Kemal Abi de söyledi, Millet İttifakı içinde gerilim azalıyor. Ama sonuç îtibâriyle gerilim, Ocak ayında –ya da ne zaman başlayacaksa– adaylık tartışmalarıyla yine bir şekilde başlayacak. Bunu nasıl değerlendirmek lâzım? Oraya giderken bu durum neleri değiştirdi?

Burak Bilgehan Özpek: Çok temel bir sıkıntı var ve bunu bir senedir ısrarla konuşmuyoruz. Biz bu programda konuşuyoruz, ama ülke olarak pek konuşmuyoruz. Yani siyâsetbilim literatüründeki kavramlara bakarak değerlendirildiği zaman, Altılı Masa’nın çok sağlam olmadığı görülüyor. Bunu sürekli îzah etmeye çalışıyorum. Burada bir sistem eleştirisi var. Altılı Masa siyâsîleşmiş bir ittifak değil. Kaldı ki Altılı Masa’da altı partinin oturup oturmadığı da belli değil. Çünkü bu hafta Medyascope’ta yazdığım yazıda  bunu belirttim; oldukça da tepki çektim. Üzerimde bir baskı olduğu için de açıklama ihtiyacı hissediyorum: Eğer dört tâne partinin Meclis’e girme durumu, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın lütfuna kaldıysa ve bu partilerin elitlerinin siyâsî ikbâli Cumhuriyet Halk Partisi liderinin inisiyatifiyle şekillenecekse, açıkçası burada altı partiden, yani müstakil, özerk partilerden bahsedemeyiz. Bu asimetri, bir şekilde kendisini telâfî etmek zorunda. Bu ilişki asimetrisi, aldıkları oy oranına rağmen eğer yüksek sayıda sandalyeyle Meclis’te temsil edilecekse, eğer Cumhuriyet Halk Partisi bir hayır kurumu değilse ve Kemal Kılıçdaroğlu bir peygamber değilse, karşılığında mutlaka bir şey isteyecek. Bu istediği şeyin de cumhurbaşkanı adaylığı olduğu kanaatindeyim. 

Cumhurbaşkanı adaylığı meselesi, Altılı Masa mekanizması üzerinden ilerleme eğilimi gösterdi. Bu tamam, bir şey demiyorum. Aslında mantıksız, ama bir şey demiyorum. Bununla birlikte Altılı Masa, cumhurbaşkanlığı meselesini de siyâsî bir mesele olmaktan çıkarttı. Yeni seçilecek cumhurbaşkanını, seçimi kazanmak potansiyeli olan ve kendi kişiliğini, kendi siyâsî karizmasını da bu sürece angaje eden bir kişi olmaktan çıkarttı. Daha sonraki dönemde, çok hoyrat bir cumhurbaşkanının antitezi olarak kurgulamaya başladı. Dolayısıyla biz, halkın, siyâsetin, ittifak matematiğinin, ittifak metafiziğinin, yani olması gereken bir siyâsî ittifak kavramının dışında, sürekli olarak geleceği tartışmaya başladık. Biz geleceği tartışıyorsak, meselenin içerisinde seçim kazanma süreci yoksa, siyâsî figürlerin enerjisi yoksa, halkın desteklediği, halkın enerjisini yansıttığı bir siyâset sahnesi yoksa, bu süreç kaçınılmaz olarak Altılı Masa ve Kemal Bey’in adaylığına gider. Benim gözümdeki karşıtlığın birinci kolu budur.

İkinci kolu ise, Millet İttifakı gibi, yani 2018 ve 2019’da yapılan ittifak gibi müstakil siyâsî partilerin, bir şekilde daha fazla kazanmak için bir araya geldiği, tamâmıyla seçim sürecine odaklandıkları, seçimle sınırlı tuttukları ve karşılıklı olarak kazandıkları, birbirlerine kazandırdıkları, bunun da açık bir şekilde utanmadan söylendiği, büyük bir hayır işinin yapıldığı izlenimi vermeyen, sâdece kazanmaya odaklanan bir proje olması. Maalesef bu oluşamıyor. Açıkçası, şu anda bizim muhâlefet adına bir ittifakımız yok. Altılı Masa hayâtımızdan çıktığı zaman, muhâlifler sudan çıkmış balığa dönmeyecek. Çünkü Altılı Masa’nın seçim süreciyle alâkalı bizim hayâtımıza kattığı bir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı, Helsinki Yurttaşlar Derneği Yönetim Kurulu seçmiyor. Eğer seçseydi, “Çok çeşitli, çok farklı partileri bir araya topladınız. Bu yüzden sizi cumhurbaşkanı yapıyoruz” diyebilirdi. Ya da Avrupa Komisyonu Kültürlerarası Diyalog İcrâ Komitesi seçmiyor. “Çok farklı kesimleri bir araya topladığınız için sizi cumhurbaşkanı yapabiliriz” diyebilir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı halk seçeceği için ve bu da birçok parametreye bağlı olduğu için, meselesinin siyâsîleşmesi lâzım. Siyâsîleşmeyen bir Altılı Masa var ve bu siyâsîleşmeme meselesi, aslında bir türlü bizim meseleyi konuşmamıza izin vermiyor. Meselâ bu dört partinin konumundan bahsettiğiniz zaman, Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen birisi hâline geliyorsunuz. Ama dediğim gibi bu dört partinin asimetrik olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağımlı olması, onların müstakil karar vermesini zorlaştırır. Bu sâdece siyâsetbilim değil mantık meselesidir.

O yüzden dört partinin haddinden fazla kazanacağı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olacağı, fakat bâzı aktörlerin kaybedeceği bir sistem oluşuyor. Meselâ İYİ Parti, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına onay verdiği takdirde oy oranının düşeceğini düşünüyor. Bununla ilgili araştırmalar var. Bununla birlikte, araştırma sonuçları, birçok insanın sandıktan soğuyacağını gösteriyor. Yani seçime katılımın düşeceğini gösteriyor. Kurumsal muhâlefete duyulan güvensizlik ve temsil edilememe duygusu, kendisini daha uçlardaki partilerle de ifâde edebilir. Son zamanlarda birçok insandan, “TİP’e oy vereceğim” tepkisini ya da “Muharrem İnce çıkarsa, Muharrem İnce’ye oy vereceğim” tepkisini duydum. Marjinal demiyorum, ama daha küçük partilerin daha güçlenme olasılığı var. Çünkü temsil edilemeyen insanlar buralara kayıyorlar. Marjinal partilere de kayabilirler. Yani Ümit Özdağ’a da kayabilirler, onu da söylemek zorundayım. Bu oylar CHP ve İYİ Parti’den gidecek. Diğerlerinin oyu olsa, onlardan da gidecek. Meselâ belki Saadet Partisi’nden Yeniden Refah Partisi’ne kayış olacak. Dolayısıyla bu Altılı Masa sistemi, bâzı aktörlere kazandırıyor. Yani Genel Merkez etrafındaki insanlar Meclis’te sandalye bulabilir, Kemal Bey adaylık imkânı bulabilir; fakat bununla birlikte, meselâ Cumhuriyet Halk Partisi yerel teşkilâtları çok şey kaybedecek. Çünkü bu küçük partilere verilen sandalyeler, bir yandan da CHP’lilerin hakkından alınıp verilecek. İYİ Parti belki Ümit Özdağ’a, belki Muharrem İnce’ye karşı oy kaybedecek, sandalye kaybedecek. Kaybettikleri bir sistem ortaya çıkıyor. 

Dolayısıyla meselenin siyâsîleşmediği durumlarda, bu tip kayıplar ön plana çıkıyor. Babalar, oğullar, büyük dâvâlar, nurlu ufuklar… Bunların hepsi bugün Etyen Mahçupyan’ın yaptığı açıklamaya dayanıyor. Etyen Mahçupyan, “Zâten kazanılmış bir seçim var. Seçimi kazanmak için ayriyeten siyâset konuşmaya gerek yok, başka şeyler konuşalım” diyor. Seçimi kazanmak için bir strateji konuşmadığınız zaman ortak aday listesi konuşmuyorsunuz, küçük parti kotalarını konuşmuyorsunuz, başkan adayını konuşmuyorsunuz, seçim güvenliğini konuşmuyorsunuz. Hiçbir şey konuşmadığımız bir ortamda, zâten bu Altılı Masa mekanizmasının bize sunduğu proje ve Kemal Bey’in adaylığı ortaya çıkıyor. 

O yüzden, geçen hafta Çarşamba günü gördüğümüz şey, muhâliflerin bir siyâsî heyecânı ve coşkusuydu. Seçimi kazanmak için ihtiyâcımız olan, aslında seçmen ve millet parametresinin bir anlamda sâhaya inmesiydi. Altılı Masa’yı korkutan şey bu. “Olabildiğince siyâsîleşmemeli, olabildiğince siyâset konuşmamalıyız, siyâsetbilimi rafa kaldırmalıyız.” Çünkü siyâsetbilimin bize seçimi kazanmak için söylediği, verdiği teoriler, aslında Altılı Masa’daki dört partiyi ve başkan adayı olmak isteyen Kemal Kılıçdaroğlu’nu boşa düşüren şeyler. Bunları konuşmadığımız zaman kazananlar onlar oluyor, konuştuğumuz zaman ise 4 parti kaybediyor; CHP yerel teşkilâtları, İYİ Parti, seçimi kazanmak için gerekli olan pragmatizm ve bunun sonucunda ortaya Ekrem İmamoğlu’nun aday olarak çıkması gibi durumları konuşmaya başlıyoruz. O yüzden ayrım bu. Sâkinleşmek dediğimiz şey, bence Altılı Masa stratejisi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkan adaylığı sürecinin devâmı. Ben başka bir şey demiyorum. Bunun dışında başka bir olasılık görmüyorum. Hareketlilik dediğimiz şey de muhtemelen siyâsetin gündeme geleceği, siyâsetin konuşulacağı bir sürecin başlaması.

Şu anda olduğumuz durumu, sâkinleşme olarak değil, Kemal Bey’in adaylık stratejisinin devâmı olarak okuyorum. Çarşamba günkü heyecandan eser kalmamasının sebebi o.

Edgar Şar: Burak, şunu merak ediyorum, Ruşen Abi’ye geçmeden sana sorayım. CHP, herhalde Altılı Masa’ya Kemal Bey’in adaylığını getirecek. Ya da Kemal Bey kendi adaylığını getirecek. Ama bunu bir şekilde partinin karârı olarak yapacaklar, öyle tahmin edebiliriz ve bu konu konuşulmaya başlayacak. CHP’nin ya da Kemal Bey’in bu konuyu masada açmasını beklersek belki Şubat’ı da bulabilir, bilmiyoruz. Bir dahaki toplantıda ᅳsanırım 26 Aralık deniyor, ama olacak mı bilmiyorumᅳ masadaki herhangi birinin, “Ya, bu adaylık meselesini artık konuşmaya başlasak mı?” deme hakkı var diye tahmin ediyorum. Bunu biri söylerse, herhalde “Sus! Şubat’a kadar sakın o konuyu açma” karşılığını almaz. Konuşulmaya başlandığında ve Kemal Bey adaylığını Altılı Masa’ya kendi getirdiğinde, bir şekilde buna karşı çıkanlar olacaktır. Meselâ Meral Akşener ya da benim görebildiğim kadarıyla Ahmet Davutoğlu, Kemal Bey’in adaylığına henüz olur vermiş değiller. O zaman, senin dediğin gibi, “Şu kadar milletvekili CHP listesinden, meselâ Gelecek Partisi adına girsin” şeklinde iknâ edilirler” mi diyorsun? Meselâ Meral Hanım nasıl iknâ edilecek? “Kesin edilir” mi diyorsun? Bunu merak ediyorum. Çünkü her şey oraya varacak.

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Bu kadar vulgar ifâde etmek zorunda değiliz, ama mesele biraz da bu. Şimdi öyle bir proje gerçekleştirdiler ki, sâdece seçim sürecinde değil, seçimden sonraki süreçte de yönetimin bir parçası olmayı planlıyorlar, değil mi? Meclis’te güçlü temsil edilmeyen bir partinin, bir sonraki dönem yönetimin parçası olması, bana hem çok etik gelmiyor hem demokratik gelmiyor, hem de yasal gelmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde aslında denge denetleme kurumları bellidir. Bu kurumların nasıl oluşacağı da bellidir. Bunun dışında paralel yapılar kurup bunun üzerinden denetlemeye teşebbüs edemezsiniz. Cumhurbaşkanının, yönetim sürecinde etkili olmak isteyen aktörün, Meclis’te güçlü temsil edilmesi lâzım. Kurumlar böyle söylüyor. O yüzden bu partilerin Meclis’e girebilmeleri, Cumhuriyet Halk Partisi ile olan ilişkilerine bağlı. Cumhuriyet Halk Partisi listelerinden girecekler. Ya da ortak aday listelerinden girecekler. Ama şunu söylemek lâzım: Orada Kemal Bey’in adaylığı veyahut Kemal Bey ile berâber aynı çizgide olma eğilimi çok yüksek olacak. 

Tabiî karşımızda sâdece Meral Akşener’in îtirâzı duruyor. O da, 2018 seçimlerine gittiğimiz zaman, Abdullah Gül adaylığının dayatılması meselesindeki Akşener tavrına çok benzeyecek. Yani biz, 2018 seçimlerinde, Abdullah Gül’ün ortak adaylığını kabul etmeyip müstakil olarak hareket eden bir Akşener görmüştük. Bunun üzerine hem Abdullah Gül kabul etmedi, hem de Kemal Kılıçdaroğlu, Abdullah Gül’ün tam tersi, tabanı temsil ettiğini düşünen ya da tabanı coşturabileceğini düşünen Muharrem İnce ile sahaya çıktı ve Akşener %7 oy alabilmişti. Şu anda aslında çok benzer bir süreç yaşıyoruz. Yani Abdullah Gül yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nu koyduğunuz zaman ᅳki dikkat ederseniz söylemler, destekçiler da aynıᅳ, böyle bir durum var; Meral Akşener’in bu projeye destek verip vermeyeceği konuşuluyor. Abdullah Gül taraftarları 2018 senesinde, Akşener’in destek vermesi hâlinde Abdullah Gül’ün kesinlikle seçilebileceğini îmâ etmişler, bu kişilerden oluşuyor. Şu anda da zâten dikkat ederseniz Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ve seçim şansı bu şekilde değerlendiriliyor. Yani “İYİ Parti ‘Evet’dediği takdirde kim çıkarsa çıksın aday olacak” gibi bir yaklaşım var; ama bu doğru değil. Bu, onların yaklaşımı. O yüzden ben, aktörler ve söylemler açısından, 2018 tecrübesiyle şu ânı değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. 

Edgar Şar: O zaman İYİ Parti ayrı bir adayla mı çıkacak diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Şöyle bir şey: Kemal Kılıçdaroğlu Muharrem İnce de değil, Abdullah Gül de değil. Ama söylemler bir şekilde başarılı bir şekilde ifşâ edilirse –ki aslında çok zor, CHP’nin medya üzerinde çok büyük bir gücü var–, Cumhuriyet Halk Partisi bu elit tabanlı ittifakla devam edebilir. Yani Altılı Masa değil, Beşli Masa adayı olarak devam edebilir. Bir de, Cumhuriyet Halk Partililer’in bakkal hesabı gibi oyları alt alta toplamaması lâzım. Yani “%25 + %12 HDP oyu var, %5 de şuradan toplarız” gibi bir düşünce var. Bence bu da çok doğru değil. Ama en azından şuna inanıyorlar: Oradaki mekanizma kimi çıkartırsa çıkartsın ᅳki bu kişi muhtemelen Kılıçdaroğlu olacakᅳ seçimi kazanabileceğine dâir bir düşünce var. Akşener’in çıkması durumunda da, onu, kamuoyunda muhâlif insanların gözünde bir şekilde yaftalamayı düşünüyorlar. O yüzden geçen hafta Çarşamba günü Akşener’in İmamoğlu’na sâhip çıkması ve büyük bir halk desteğini köpürtmesi, bu proje sâhiplerini çok kızdırdı. Onu marjinalleştirmeyi ve ahlâken yargılamayı düşünüyorlardı. “HDP ile oturmadığı için, oturmak istemediği için kalktı” diyecekler. O süreçte bir sürü şey söylenecek, onu söyleyeyim.

O yüzden Altılı Masa’nın adaya karar verme süreci net değil. Yani 5 kişi ‘Evet’, bir kişi ‘Hayır’ dediğinde ne olacağını bilmiyoruz. “Kemal Kılıçdaroğlu aday olsun” dendi, Meral Hanım, “Hayır, Kemal Kılıçdaroğlu aday olmasın” dedi. Ne yapacağız? Bu konuda toplumla paylaşılan bir şey yok. Altılı Masa, zâten fiilî olarak havada duran bir masa. Fizik kanunlarının dışında olduğunu söylemek için böyle bir tâbir kullanıyorum. Havada olan, ayakları yere basmayan bir masa. Resmen sona erecek. Sona erdikten sonra da muhtemelen “çoklu aday” gibi senaryolar tartışılmaya başlanacak. Çoklu aday senaryosunu aşmak için, Akşener’i, bir şekilde Kılıçdaroğlu adaylığına zorlayacak mekanizmalar îcat etmek zorundalar ve benim görebildiğim kadarıyla böyle ahlâkî söylemler, aşağılamalar dışında da bir enstrümanları yok. Bu da Akşener’i pek ırgalamaz diye düşünüyorum.

Edgar Şar: Tabiî bu senaryoda CHP’nin başka bir adayı kesinlikle, ihtimal dahi olarak görmeyeceği varsayımını söylüyorsun herhalde. Bakalım öyle olacak mı? Ruşen Abi, sen ne diyorsun? 

Ruşen Çakır: Adayın kim olduğunun bir yerden sonra hakîkaten hiçbir anlamı da kalmıyor. Ömrümüz abes tartışmalarla geçiyor. Kim olursa olsun aylar önceden bir aday açıklamış olsalardı, en azından şu anda o adayın ekibini, söylediklerini konuşuyor olurduk. Biz hâlâ, Altılı Masa’da ne olur, nasıl olur, kim istiyor, kim istemiyor konularını tartışıyoruz. 

Birtakım şeyler var: 1) Kemal Kılıçdaroğlu aday olmak istiyor; 2) Masada Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylediği aday gündeme gelecek ve büyük bir ihtimalle onu tartışıyor olacağız; 3) İYİ Parti Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday olarak istemiyor; 4) Kimse Masa’yı dağıtmak istemiyor. Bu nasıl çözülebilir? Bir, Kılıçdaroğlu adaylığını söyler, Akşener bütün îtirazlarıyla berâber, “bağrına taş basarak” Kılıçdaroğlu’nu kabul eder. Seçeneklerden biri bu. İkincisi de, Kılıçdaroğlu son anda, masa dağılmasın ya da kendisinin kazanma ihtimâli düşük olduğu düşüncesiyle feragat eder ve diğer adaylardan birisini, yani İmamoğlu’nu ya da Mansur Yavaş’ı gösterir. Açıkçası, ben bunun dışında bir seçeneği düşünemiyorum.

Şu hâliyle bakıldığı zaman, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çok daha güçlü bir ihtimal olarak ortada duruyor. Ekrem İmamoğlu da bugün gazetecilere, “Bizim CHP’lilerin adayı Kılıçdaroğlu’dur” diye açıklama yaparak altını çizdi. Sorulduğu zaman Mansur Yavaş da zâten, “Ben görevimin başındayım. Ama tabiî ki benden görev istenirse yerine getiririm” deyip kapıyı aralık tutuyor. Sonuç olarak Kılıçdaroğlu “Ben adayım” dediği zaman ne Ekrem İmamoğlu ne Mansur Yavaş buna herhangi bir şekilde îtiraz edecek değil. Tam tersine onunla berâber olacaklar. Bunu görmek lâzım.

Altılı Masa’nın İYİ Parti dışındaki taraflarının da Kılıçdaroğlu’nun adaylığından çok olağanüstü bir şekilde rahatsız olduklarını düşünmüyorum. İYİ Parti’yle bir tür eküri gibi gözüken Demokrat Parti’nin Genel Başkanı’nın son dönemde değişik vesîlelerle yaptığı açıklamalardan da, onun Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye daha fazla yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Galiba biz, Kılıçdaroğlu’nun adaylığıyla bir seçime gireceğiz.

O zaman buradaki sorun şu olacak: Kamuoyu yoklamalarına göre bugün îtibâriyle Kılıçdaroğlu’nun adaylık şansı, diğer aday adaylarına göre daha az. Yani alabileceği oy, Mansur Yavaş’tan ve Ekrem İmamoğlu’ndan daha az gözüküyor. Bunun üstüne, Altılı Masa’nın diğer ortaklarının, özellikle İYİ Parti’nin, onun adaylığını gönülsüz bir şekilde desteklediği gibi bir görüntü ortaya çıkarsa; CHP’den sonra en önemli teşkilât olan İYİ Parti teşkilâtının bu olaya yeteri kadar motive olmamalarını da hesaplarsak, açıkçası bu iş bayağı riskli bir hal alır. Bunların hepsini herhalde düşünüyorlardır. Herhalde düşünüyorlardır diyorum ama çok da emin değilim. Ama bir şekilde düşündüklerini varsayarak, şu anda söylenebilecek en rasyonel şey şu: Daha fazla uzatmadan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kimin aday olduğunu, kimi aday görmek istediğini alenen söylemesi gerekiyor. Yani kendisi ise kendisi, kendisi değilse kimi istediğini artık açık etmesi gerekiyor. “Açık etmesi” derken, Kılıçdaroğlu’nun şu âna kadar yaptığı bütün açıklamalar, kendisinin aday olmak istediği yolunda. Ama noktayı koyacak olan o. Artık o noktayı koysun ki herkes önüne baksın. Belediye başkanları belediyeyle mi uğraşacaklar, başka şeyle mi uğraşacaklar ona baksınlar. 

Son Çarşamba’dan beri yaşananlar konusunda çok ilginç bir şey oldu. “Kim kazandı, kim kaybetti?” meselesinde, Kemal’in koyduğu muhalefet şerhlerini anlıyorum, ama şöyle bir husus var: Filmi şöyle bir başa sarsak ve Kılıçdaroğlu’nun Çarşamba günü Berlin’de değil de İstanbul ya da Ankara’da olduğunu ve tıpkı Meral Akşener’in yaptığı gibi, daha önce Canan Kaftancıoğlu dâvâsında yaptığı gibi, hemen uçarcasına Saraçhâne’ye Ekrem İmamoğlu’nun yanına geldiğini varsaysak, Meral Akşener’in de geldiğini düşünsek; Kılıçdaroğlu’nun geldiğini görünce bir ihtimal Ali Babacan ve Davutoğlu da, daha ilk geceden Saraçhâne’ye gelebilirdi. Orada çıkacak olan fotoğraf, bambaşka bir fotoğraf, çok güçlü bir fotoğraf olurdu. İktidar neyi hedeflemiş olursa olsun, baştan kaybetmiş olurdu. Ama orada o fotoğraf neden olamadı? Kılıçdaroğlu Türkiye’de olmadığı için olamadı. Türkiye’de olmadığı ve Berlin’de olduğu için olmadı. Ekrem İmamoğlu, “Kılıçdaroğlu burada yok” deyip ilk günün kamuoyunda oluşan tepkisini bir şekilde sokağa yansıtmaktan imtinâ mı edecekti? Yani yaptığı yanlış mı? Bence yanlış değil. Meral Akşener’in, o çağrının üzerine atlayıp gitmesi yanlış mı? Bence yanlış değil. Siyâseten çok akıllıca bir şey yaptı. Bence burada yanlışı Kılıçdaroğlu yaptı. Bunu bir şekilde kabul etmiyor. Hattâ bâzı danışmanlarının, Kılıçdaroğlu’na bu süreçte en çok kendisinin kazançlı çıktığını söyledikleri iddia ediliyor. Doğrudur yanlıştır bilemiyorum. 

Sonuçta biz, bir haftadır Kılıçdaroğlu’nun yaptığı hatâyı telâfî edememesinin ya da etmemesinin muhâlefete ve Altılı Masa’ya yaşattıklarını tartışıyoruz ve iktidârın, iktidar ortaklarının bundan aldığı keyfi izliyoruz. Çok acayip bir olay… Burada muhâlefet ya da Altılı Masa (muhâlefet deyince HDP de var, başkaları da var, Altılı Masadiyelim) çok elverişli bir fırsatı çok acayip şekillerde heder ediyor. Bu heder etmenin sonucunda, “İç işlerimize karışma, âile işlerine karışma” gibi, kamuoyu önünde yapılan tartışmalarla, bir de birbiriyle kavga eder görüntüsü veriyor. Ama bu kavga eder görüntüsü ilk defâ olmuyor. Daha önceki noter meselesinde de oldu, başka meselelerde de oldu, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bâzı çıkışlarda da oldu. Sonuçta, çok acayip bir durum var. Kendi aralarında saatlerce süren toplantılarda konuşmaları gereken şeyleri konuşmayıp, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık mesajlarla kamuoyu önünde tartışıyorlar ve bu da tabiî ki muhâlif seçmeni çok ciddî bir şekilde rahatsız ediyor.

Son bir not düşeceğim: Herhangi bir konuda bir yazı yazdığınızda ya da yorum yaptığınızda, gelen tepkilerden, birilerinin tarafları olduğuna hepiniz tanık oluyorsunuzdur. İmamoğlu’nun, Mansur Yavaş’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Meral Akşener’in adını ağzınıza alsanız, birileri size acayip kızıyor, birileri de destekliyor. Çünkü onların tarafı var. Muhâlefette böyle bir şey oluştu. Ekrem’ciler var, Mansur’cular var, Bay Kemal’ciler var, hâlâ “Meral Akşener keşke ısrârından vazgeçse ve aday olsa” diyenler var… Bu kişiler, sürekli olarak ortalığı bir şekilde zehirliyorlar. Çok garip bir şey. Bunu sonlandıracak olan da Altılı Masa’nın kendisidir. Eminim muhâlefetin içerisinde birçok insan bunu düşünüyor. Kim olacaksa olsun, onu açıklasınlar ki ondan sonra şunu görelim: Meselâ şimdi, “Mansur Yavaş aday olursa ben kesin oy vermem” diyenler var. Bu, adaylık belirleme sürecinde söylenebilecek bir lâf. “Kılıçdaroğlu’na asla oy vermem” ya da “Ekrem İmamoğlu’na oy vermem” diyenler var. Aday açıklansın, her kim olursa olsun, ondan sonra insanlar, “Ben muhâlifim ama aday şuolduğu için oyumu vermiyorum, oyumu kullanmıyorum” diyebiliyorlar mı bir bakalım. Bunların sesi de büyük ölçüde azalacaktır. 

Altılı Masa biraz hızlı davranıp, meseleleri açık bir şekilde kendi içerisinde tartışmaya yanaşıp, şu isim konusunu bir an önce bitirse de hepimiz kurtulsak diyorum. Artık bu konuda çok da fazla söylenecek bir şey kaldığı kanısında değilim. O bitmek bilmez verilen mesajlar da bitsin artık. Meselâ bugün, Meral Akşener’in konuşma metnini didik didik ettim. Sonra arkadaşlar, “Bâzı yerlerde konuşmanın dışına çıktı” dediler. Hemen videoyu bulup onları izledik… Ne diyeceklerse desinler, bizi de bu kadar yormasınlar. Esas olarak vatandaşı yormasınlar tabiî ki. 

Edgar Şar: Evet, söylenecek çok bir şey kalmadı, ama ben yine de şansımı deneyeyim. Belki Kemal Abi’nin söyleyecek bir şeyi vardır. Onunla devam edelim. Abi, seninle başladığımızda bu adâlet meselesine bu kadar vulgarca girmemiştik. Şimdi seninle de girmiş olalım. 

Meselâ Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi hariç masadakileri kastederek söylediği, “Bana sen aday ol derlerse olurum” sözünde oybirliği mesajı çok var. Dolayısıyla Meral Akşener istemediği zaman, o sürecin o kadar kolay olacağına da çok emin değilim. O iş belli bir iknâ süreciyle gidecek mi, sâdece o şekilde hallolabilir mi bilmiyorum. Sen ne diyorsun?

Kemal Can: Senin sorunda da var, biraz önce Ruşen de söyledi. Ne söyleyeceklerse, aralarında ne konuşacaklarsa konuşsunlar. Ama başlangıcından îtibâren bu süreç, bizlerle konuşması gereken insanların, kendi aralarında ve bizle konuşmayıp, birilerinin onlar hakkında konuşmasını kışkırtan ya da bunu seyreden pozisyonlarda kalmalarıyla ilgili. Açıkçası bu konuda da kimsenin diğerine söyleyecek fazla bir lâfı yok.

Meselâ burada aylardır herkes Kılıçdaroğlu’nun adaylık istediğini, çeşitli biçimlerde bunu gösterdiğini söylüyor. Ama Meral Akşener ve İYİ Parti’nin bunu pek istemediğini de söylüyorlar. İYİ Parti’den bunu böyle açıklıkla söyleyenler oldu, tamam, ama şöyle bir denklik kurduğumuzda bir tuhaflık yok mu? İnsanlar ne istediklerini söylesinler, ama insanlar ne istemediklerini de söylesinler. O zaman, tıpkı Ruşen’in dediği gibi, Kılıçdaroğlu çıksın kendi adaylığını açıklasın. Peki, tamam. Aynı şekilde de o zaman, birileri de çıksın neyi istemediğini söylesin. Lider bazında söylüyorum. “Camide sağda mı saf tutuyorlar, solda mı saf tutuyorlar?” üzerinden değil, açıkça kendi politik pozisyonlarıyla berâber söylemeleri gerekir. Bunda ayıp bir şey yok. Politik alandaki bu tür gerilimler, siz onu sakladığınızda gizli hâle gelmiyor. Bunu herkes zâten hissediyor. Hissetmenin ötesinde, buna göre pozisyon alarak zâten bunun parçası hâline geliyor. Yaşadığımız şey de böyle.

Ama birtakım şeyler de birbirine karışıyor. Burak’ın bu oturumlarda çok sık kullandığı “kitabın ortasından konuşmak” diye bir lâfı vardır. Ben de “kitabın ortasından” diyeyim: Asimetrik Altılı Masa’da ilişki… Tamam, %1 bile almayan partilerin eşit oy hakkı… Ama meselâ şimdi buna îtiraz eden irice bir partinin, Büyük Türkiye Partisi’ni oraya önermesindeki yüzdelik dilimi nasıl açıklayacağız? Tuhaf değil mi? Eğer öyle bir denklik kuruyorsak, bu sefer o da bir tuhaflık.

Burak Bilgehan Özpek: Vermesi açıklamıyor, ama alınmaması açıklıyor.

Kemal Can: Yani şunu söylemek istiyorum: Herkes aynı şeyi yapıyor. Hattâ bir açıdan, en çok eleştirilen Kılıçdaroğlu, aslında niyetini ve pozisyonunu en çok açık edenlerden biri. Çünkü biz de dâhil herkes, “istiyor istiyor istiyor…” diye konuşuyoruz. Ama istemeyenler, istemediklerini daha açık olarak ortaya koymalı. Bu iç işleri tartışması da böyle bir şey. Elbette ki muhâlefet ittifâkının cumhurbaşkanı adayı hiçbir partinin iç meselesi olamaz — çok açık. Ama bir partinin, kendi mensuplarından hangisini o zeminde aday olarak ortaya çıkaracağı konusu üzerinden bir çalışma yapmak, iç işlerine müdâhale meselesi değildir. Hayır, tam tersine… Tıpkı Ümit Özdağ’ın yaptığı gibi. Ümit Özdağ çıkıp “Mansur Yavaş’ı aday göstereceğiz” dedi. Dedi mi? Dedi. Bahçeli ne dedi? “Bizim adayımız Erdoğan’dır” dedi. Dolayısıyla Altılı Masa’daki diğer aktörlerin de kendi pozisyonlarını netleştirmeleri aslında gayet mümkün, ama böyle bir topa girmiyorlar. 

Benim kastettiğim şey şu: Bu rahatsız edici ve aslında seçmeni de endîşeye sevk eden durumu, pek çok aktörün pozisyonlarını garantiye almak için tercih ettikleri, gerekirse risklerini de göze aldıkları bir durum olarak devam etti. Bu belirsizliği uzun süre devam ettirdiler ve bunun avantaj olduğunu düşündüler. Ben bu ittifaklı sistemin, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi kadar siyâset için zehirli bir şey olduğunu düşünüyorum. Zâten aslında iktidârın siyâset alanını imhâ etme becerisi, bu akıl yürütme biçimi. Referandum zamânında, “Artık her şeyi 50+1’e göre düşünmemiz lâzım. Dolayısıyla her şey ittifaklarla” dendi. Hattâ global ölçekte de, “Bu otoriterleri yenmenin yolu tuhaf birliktelikler kurmak ve bu birlikteliğin başarısıyla sonuç almak” diye, Burak’a son derece katıldığım, siyâsetin kendi dinamiklerini öldüren bir şeyi zorunlu kılıyor. Şu anda ittifak mecburiyeti siyâseti zehirliyor.

Ama bunu şöyle bir açmazla berâber yaşatıyor: Şu anda bu ittifakla şu ya da bu adayı kabul ettiklerinde kendileri açısından oluşan riskler, herkes için söz konusu. Ama bu ittifakı dağıtma cesâreti de kimsenin kalkışamayacağı bir şey. Çünkü onun da getireceği çok büyük bir vebal var. Hem politik vebal var hem de çok ciddî riskler içeriyor. Dolayısıyla böyle bir sıkışmışlık içerisinde davranıyorlar. Şu anda ittifaklı sistem olmasa, bütün partiler kendi güçleriyle ortaya çıkıp, hatta seçimden önce çok açık bir koalisyon tablosu ya da olası koalisyon protokolü ortaya koysalar, çok daha rahat bir tablo ortaya çıkar. Çünkü şu anda ortak aday meselesi, aslında partilerin ortaklığına mecbûriyet yaratan bir mesele. Meselâ bu, Cumhur İttifâkı’nda sorun değil, çünkü orada zâten fikrî bir ortaklık da kurulmuş durumda. Ama burada o yok. Burada, Burak’ın söylediği gibi bir seçim ittifâkına dönüştürülmesi gereken şeyin, sonuç alabilen ve birlikte bir iktidar kurabilmesi için olmayan bir ortaklık ve olmayan bir benzeşiklik îmal etmek gibi bir kamburu var. Bu, halledilebilir bir şey değil. 

Edgar Şar: Mevcut aday tartışmaları, partilerin problematik birtakım anlaşmazlıklarından mı kaynaklanıyor?

Kemal Can: Hayır. Ama seçimden sonrasına ilişkin hesaplardan kaynaklanıyor. Burak’ın da söylediği gibi problem, 2018 örneği ile belediye seçimlerinde çok öyle değil. Çünkü belediye seçimlerinde CHP’nin adayına kazandırmak, İYİ Parti için, uzun vâdede önemli bir politik zafer olabilir. Ama bu sefer tablo öyle değil. Eğer iktidar devralınacaksa, o alınacak iktidârın paylaşımı üzerine, üstelik partilerden ibâret olmayan, çok katmanlı bir hesap tablosu var. Buna ilişkin herkesin bir hesâbı var. Aday tartışmaları bunun üstüne kuruluyor.

Edgar Şar: Biri bana İYİ Parti’nin yaklaşımını sorsa, özetle şöyle söylerdim: “Kemal Bey kazanacak olsa, kazanabileceğini net bir şekilde görsek, hiç îtirâzımız olmazdı. Kendisinin adaylığı hak ettiğine dâir de bir karşıtlığımız yok, ama kazanamadıktan sonra bütün bu yaptıklarımızın ne faydası var? Kazanmamız gerekir, önceliğimiz odur” derdim. Yoksa “Kemal Bey cumhurbaşkanı olsa Türkiye şöyle olur, böyle olur ve biz daha az rol alırız” korkusu değil. Sen onun ötesi olduğunu düşünüyorsun, değil mi?

Kemal Can: Ben şöyle düşünüyorum: Senin dediğin gibi bakan, düşünen çok insan var. Hattâ bunların İYİ Partili olması gerekmiyor, CHP’li bir sürü insan da, “Acaba Kılıçdaroğlu seçilemez mi?” endîşesi duyuyor. Bu, muhâlefet seçmeninde çok yaygın bir şey ve dolayısıyla pek çok örtülü endîşenin paketi olmaya müsâit. Ama bundan ibâret olmadığını çok iyi biliyorum. 50 yıllık siyâset gözlemimden biliyorum, bu partileri tanıdığım için biliyorum, bu adaylık tartışmalarının epey arkasında pozisyon alan pek çok aktör açısından da biliyorum. Bunu herkes de birbiri için biliyor. Tamam, bir sürü basîretsizlik yapıyor olabilirler, bir sürü hatâlar yapıyor olabilirler; ama herkesin kurumsal olarak bir siyâsî hâfızası var. Herkes birtakım şeyleri buna göre pozisyonluyor. Aslında seçim dönemleri liderleri çok öne çıkartır, ama liderlerin belirleyiciliğini teşkilâtlar nezdinde biraz zorlar. Çünkü seçimlerini yürütecek olanlar teşkilâtlardır. Ve seçim hattına girildiğinde, teşkilâtlar, normalde olduklarından çok daha etkili pozisyonlar edinirler. Bu kaçınılmaz bir şeydir, siyâsetin doğasında olan bir şeydir. Liderler, o teşkilâtla o seçimi yürütmeye mecbur oldukları için, onlarla, başka zamanlarda yapabildikleri kadar itişmeyi göze alamayabilirler. Bu, seçim dönemlerinde o kadar kolay değildir. Öyle sanılır. Liderler çok öndedir, kamuoyu önünde onları çok fazla görürüz. Ama onlar, böyle dönemlerde kendi üzerlerinde teşkilât baskılarını çok daha yoğun hissederler ve bunun izlerini de taşırlar.

Meselâ bu çoklu aday meselesi, olasılıklardan biri. 2018’in kaybedilmesinin çoklu aday meselesinden kaynaklandığına dâir doğru bir taraf var. Ama bundan ibâret olduğu kanısını paylaşanlardan değilim. Yani Abdullah Gül konusunda mutâbık kalınsaydı, Burak’ın işâret ettiği ve birilerinin iddia ettiği gibi “Kesin kazanırdı” fikrinde olanlardan değilim. Aynı sayısal tablolar olurdu. Çünkü alt alta topladığında, kabaca çok da düşük olmayan bir oy seviyesinden bahsediyoruz. Ama 2018’den bugüne değişen çok önemli bir şey var: 2018’de, iktidar partilerinin oy seviyesi bugünkü durumda değildi. Dolayısıyla, maksimum seçmen katılımı meselesi açısından bakıldığında, evet, iki turlu seçim riskli, ama maksimum seçmen motivasyonu açısından bakıldığında, belki de o kadar kötü değil. Bunu iyi tartmak lâzım.

Burak, denklemde İYİ Parti’yi dışarıya iten bir şeyi zorlamaktan bahsediyor. Bütün bu denklem içerisinde, benzer bir başka itme ve zorlama hamlesinin hiç tartışılmadığı…Aslında tartışılıyor ama biraz ikinci planda kaldı. Geçtiğimiz hafta içerisinde İmamoğlu dâvâsıyla paralel olarak, HDP’ye ilişkin epeyce gelişme yaşandı. Ferhat Öncü meselesinden tut, Yargıtay Başsavcısı’nın talebine, kapatma dâvâsındaki hareketlenmeden diğer meselelere kadar… Dolayısıyla orada da başka bir denklemin çalışmakta olduğunu unutmamak lâzım. 

Bu ittifâkı, iktidârın belirlediği siyâset tarzı içerisinde devam etmeye zorlayan kalıplar, çok büyük bir problem oluşturuyor ve adaylık meselesi başta olmak üzere bu problemler, iktidar devralınabilirse ondan sonra ortaya çıkacak bütün komplikasyonlarla birlikte, bayağı kafa yorulması gereken meselelerdi. Bunların kamuoyu nezdinde çok tartışılıp tartışılmadığı önemli değil. Ama Altılı Masa, ortak program yazmak değil, ortak problemleri konuşabilme zemini hâline getirilmediği için, mutâbakatları kâğıda geçiren bir kâtiplik makamı gibi işlediği için, bu şeyler çok geçe kaldı. Artık problemleri masaya yatırarak, açıkta yaşanan problemleri masada müzâkere ederek geçecek bir zamanı kalmadı. Çünkü seçim hattına giriyoruz. Neredeyse 1 senedir böyle bir açmazın olabileceğini söyledik. O zaman, “Şimdi bunun zamanı değil” tavırlarıyla buraya kadar geldik. Şimdi zamanı geldiğinde de, “Bize ne oldu?” tartışmasını yapmak biraz tuhaf kaçıyor. 

Ben potansiyel adaylar ve adayların etrâfında yapılan tartışmaların, gerçekliği tartışmalı birtakım vasıf atamaları ile yapıldığını ve bunun sağlıksız olduğunu düşünüyorum. Bu doğru bir şey değil. Ne birine ahlâkî vasıflar yapıştırmak doğru, ne de birini “Ona dokunuyor, herkese dokunuyor” gibi yüksek siyâsî meselelere dâhil etmek ahlâkî. Sonuçta İstanbul seçimleri alınırken, herhangi bir insan, 5 milyon seçmenin kaçına dokunmuş olabilir? Bu bir şeydir, ama bundan ibâret değildir. Onun için bu meselelere böyle birtakım vasıflar atanarak, o vasıflar aynı zamanda rakibin negativitesi olarak köpürtüldüğü için son derece sakıncalı ve atayanı da karşısında olanı da yıpratan, aynı anda iki tarafı birden hırpalayan süreçler olduğunu düşünüyorum. Kaçınılmaz olarak bu, türbülansa girdi. Tekrar söylüyorum: İktidar buradaki madeni gördü. Demin söylediğim yatıştırma hikâyesinin, Akşener, Kılıçdaroğlu ve hattâ İmamoğlu’nun da fark ettiği bir şey olduğunu düşünüyorum. Gerilimi düşürmekten kastettiğim de bu. Bunu devam ettirip, buradan kendisi için avantajlı bir pozisyon yaratmaya kalkmanın, yani o kazananlar-kaybedenler listesinde kendini kazananlara yazdırmanın, kısa vâdede bir avantaj gibi görünse bile, orta ve uzun vâdede herkesin aleyhine olabileceğini fark ettiklerini ve biraz frene bastıklarını düşünüyorum. 

Ama bu, demin de söylediğim gibi, şu anda tamamlanmış bir şey değil. Ve bunun devâmı hamleler gelecek. Bu fay hattı açığa çıktı. Bu fay hattını bütün seçmen de gördü ve en önemlisi, iktidar gördü. Zâten benim tezim, iktidar zâten bunu gördüğü için bu hamleyi yaptı. Yani iktidârın, İmamoğlu’nun devreden çıkartılması için 3 sene beklemesi gerekmiyordu. Tam da bu istediğini seçime 3 ay kala yapabilmek için bu zamanlamayı kullanması isâbetliydi. O yüzden, geçtiğimiz hafta “Adını Koyalım”da söylediğim gibi, hiç de rastlantısal bir zamanlamayla karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyorum. Bunun bir zekâ ürünü, bir politik yüksek öngörü olduğunu da düşünmüyorum. Bu, düz bir uyanıklık. Asıl bu uyanıklığı görmeyip, bunun önlemlerini geliştirmemiş olanların kendisine bakması gerekir.

Edgar Şar: Teşekkürler Kemal Abi. Şimdi Burak’a geçerken…

Kemal Can: Var mıymış söyleyecek bir şeyler? 

Ruşen Çakır: Öncesinde bir şey söyleyeceğim. Kemal, “Teşkilâtı lidere karşı devreye sokuyorlar” dedi ya? Burada çok sayıda da “mış gibi” yapan var. Yani teşkilât adına konuştuğunu söyleyen birbirinden çok farklı insanlar var. Liderlerin bunları iyi ölçebilmesi gerekiyor. “Teşkilât bunu istiyor, teşkilât şunu yapıyor” diyenin her lâfına, her getirdiği bilgiye îtibar ederlerse, birbirinden farklı teşkilâtlar varmış gibi bir hava ortaya çıkar. Bu arada, çok kişi bu belirsizliğin, kafa karışıklığının rantını yiyor. Meselâ CHP içinde böyle çok kişiyi görüyorum. Bu karışıklıkta dikkat çeken, ortalığı daha fazla karıştıran, hesapta tavır alan, yani karşı taraftan gelen yanlış bir çıkışa tavır alıyormuş gibi yapıp, ortalığı Altılı Masa için daha da sorunlu hâle getiren insanlar var. 

Kemal Can: Hattâ bu sâdece parti içlerinde değil; İmamoğlu karârından sonra, politik meselelerde hiç ortada görmediğin çok acayip acayip adamların, her iki tarafta, her aday için, çok keskin politik taleplerle sosyal medyada zuhur ettiklerini de gördük. Gezi zamanından da hatırlıyorum. Sonra bunların bir kısmı, “İlk üç gün iyiydi de ondan sonra…” demeye başlayanlardı. Neyse…

Edgar Şar: Kemal Abi’ye katılmadığım tek bir yön var. İttifak siyâsetinin siyâseti öldürdüğü bence doğru. Bu, başkanlık sistemlerinde olan bir şey. Meselâ aynısı Fransa’da seçim zamânı oluyor. İnsanlar en istemedikleri kişiye oy vermek ya da en istemedikleri kişinin bir üstüne oy vermek zorunda kalıyor. Seçimden bir ay sonra görev onayı anketi yapıldığı zaman, %70-80 ile seçilen cumhurbaşkanının popülaritesi %19 filan çıkıyor ve bu, bir kişiye mahsus değil. Böyle birkaç dönem kendisini tekrarlayan bir şey.

Ama burada, Türkiye Fransa’dan ayrılıyor. Ortak aday çıkarma, seçmene gerçek bir alternatif olabilme, tek bir seçeneği beraber inşâ etmiş olma mesajını vermesi açısından önemli. O açıdan, meselâ bence Meral Akşener’in şu dediği çok önemliydi: Bu ortak adayın, belli hesaplardan ziyâde, 2018 tecrübesinden alınan ders üzerine inşâ edildiğini söyledi. Yoksa “Çok aday olunca daha çok katılım olur, daha çok seçmen mobilize edilir, ikinci turda zâten kim kalırsa ona da seçmen karar vermiş olsun. Bizim aramızdaki anlaşmazlığı seçmen çözmüş olur” senaryosu zâten 2018’de söylendi. Meselâ Muharrem İnce gibiler, hâlen bu matematiğe dayandırıyorlar. Ama orada, çok adayla girerek, siz Erdoğan’ın karşısında kazanabilirlik imajını baştan yıkmış oluyorsunuz. Zâten Erdoğan’ı ve Cumhur İttifakı’nı terk edip muhâlefete katılarak seçimi muhâlefete kazandıracak seçmeni, ilk turda Erdoğan’a veriyorsunuz. Bence 2018’in kaybedilmesinin ilk sebebi bu. Tek aday veya çok adaydan öte, bu matematiğin göremediği siyâsî denklem diye düşünüyorum. Bunları herhalde devâmında tartışacağız. 

Burak’a şunu sormak istiyorum: Kemal Abi çok önemli bir şey söyledi: “Kemal Bey’in adaylığına karşı çıkanlar ya da tam tersi, her iki taraf için de olay, sadece seçilebilirlik değil. Aslında seçimden sonraki Türkiye’nin nasıl olacağı ve oradaki yönetimin hangi yöne gideceği konusunda daha çok söz sâhibi olmak ve belli yönlere gitmesini en azından bir miktarda engellemek” dedi. Eğer bu gerçekse, olayı gerçekten teknik ve pragmatik noktadan çekiyor. Ama şu anda sadece teknik ve pragmatik argümanlar var. Yani “Kemal Bey kazanacak olsa, buyursun kazansın canım. Biz hiç karşı değiliz, kendisine sevgi ve saygı duyuyoruz” tezinin ötesinde gerekçeler olduğunu da gösteriyor. Sen buna katılıyor musun? Ne düşünüyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Kemal Abi’ye orada tamâmen katılıyorum. Bu siyâsî partilere büyük bir dâvâ misyonu yüklememek lâzım. Bu partiler, kendi içlerinde bir hiyerarşi barındırıyorlar. Bu hiyerarşinin içerisinde insanlar emek veriyor, enerji veriyor, paralarını koyuyorlar, bir şekilde yatırım yapıyorlar. Yani profesyonel siyâsetçiler oluyorlar. Kazanmak için her aktörün kazandığı, her aktörün tatmin olduğu bir ittifak kurmak lâzım. Yani koalisyonları bu şekilde oluşturmak gerekiyor. Dolayısıyla aktörler arasında bir uyuşmazlık olursa, seçimin kazanılması durumunda, ondan sonra oluşacak Türkiye’de, iktidardan ne kadar pay alınacağı ya da ne kadar söz sâhibi olunacağı konusu muğlak kalırsa –ki başkanlık sistemi de bu muğlaklık için çok müsâit bir rejim– bu tip sıkıntıların çıkması gayet normal. O yüzden meselâ benim başından bu yana hiç anlamadığım şey şu: Türkiye’de seçim kanunu değişti. Parlamento aslında çok önemli, başkanlık sisteminde bile çok önemli. Parlamento’yla birçok şey yapabilirsiniz. Dikkat ederseniz, Türkiye’de Parlamento meselesi hiç konuşulmuyor bile. Halbuki yeni yasaya göre, %42-43 oyla, Cumhur İttifâkı Parlamento’nun çoğunluğunu alabilir. Yani Parlamento’daki çoğunluğu kazanabilmesi için, Millet İttifâkı’nın HDP ile birlikte %55 oyu geçmesi gerekiyor. 

Edgar Şar: Eğer tamâmen ayrı listelerle giderlerse…

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Bu, çok konuşulması gereken bir konu, ama kimse konuşmuyor. Halbuki bu güç bölüşüm sürecini ancak Parlamento’nun etkin katılımıyla sağlayabilirsiniz. Dolayısıyla, Altılı Masa projesi, gücün nasıl bölüneceği projesinden bahsetmediği için ve Parlamento seçimlerini de partilere güçlerinden fazla yetki denetleme hakkı veya sandalye vererek çözmeye çalıştığı için, büyük bir huzursuzluk yaratıyor. 

İkincisi, burada kaybeden aktörler var. Bence kaybeden birinci aktör, İYİ Parti’den önce, Cumhuriyet Halk Partisi’ne gidip tıpış tıpış oy veren bir kitle. Bugün Türkiye’de seküler bir üniversite öğrencisi, Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyor. Politikayla çok ilgilenmeyebilir; fakat hayat tarzı kaygısı veya Batıcı ya da Batılı insanlar tarafından yönetilme isteği, bu partiye oy vermeye sevk ediyor. Yani İstanbul’da bir bankanın kredi şefi, bir merkez üniversiteden mezunsa, sosyalleşme ortamı bunu gerektiriyorsa, gidip Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyor ve tek beklentisi de, bu iktidâra son verilmesi. Yani çok da karmaşık bir beklentisi yok. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ukrayna politikası, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Suriye politikası, Cumhuriyet Halk Partisi’nin sosyal politikası bâzı kesimleri etkileyebilir; ama bana sorarsanız, bu %25’lik kesimi, yani tıpış tıpış gidip oy veren kesimi kesinlikle etkilemiyor. Onlar, “Parti aday çıkarsın ve gidip oy verelim” diyorlar. 

Muharrem İnce’nin aldığı oy o bakımdan çok ilginç. Yani Ekmeleddin İhsanoğlu ile kıyasladığınız zaman, Muharrem İnce’nin aşağı yukarı aynı oyu aldığını görüyorsunuz. Ortaya, İnce + Akşener = Ekmeleddin İhsanoğlu oyu gibi bir şey çıkıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir sâbit seçmeninden bahsediyoruz ama, muhâlefette de böyle sâbit seçmen var. Zâten bütün mesele, bu insanlar tıpış tıpış gidecekse oyunu hangi elit grubun yönlendireceği. Yani orada ipotek koyulması planlanan bir seçmen grubu var. Herkes bu oyu cepte görüyor. Bence bu insanlar, şu durumda biraz kaybetmek üzereler. Niye kaybetmek üzereler? Çünkü yaklaşık 20 senedir süren bu iktidârın her türlü ezâsını, cefâsını çekmelerine rağmen, her türlü hakarete ve aşağılamaya mâruz kalmalarına rağmen, Gezi olaylarında dayak yemelerine rağmen, seçim geceleri küfür yemelerine rağmen, herhangi bir konuda fikir belirttikleri zaman aşağılanmalarına rağmen, vals yaptıkları zaman kınanmalarına rağmen, hesâba alınmayan, temsil edilemeyen bir toplum kesimi olarak önümüzde duruyor. Bunların yerine, küçük partilerin 2019 yılına kadar kamusal alanda arz-ı endam eden entelektüelleri, sosyal medya fenomenleri, şu anda Kemal Kılıçdaroğlu’nun etrâfında ve bu insanların oyuyla tekrar sisteme girme peşinde. Yine kitabın ortasından, açık konuşalım. Şimdi bu kesim kayboluyor. Artık bu kesimin entelektüelleri, akademisyenleri, popüler figürleri de yok. 2019 senesinin Haziran ayına kadar, yani Ekrem Bey İstanbul Belediyesi’ni kazanana kadar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden kopmamış insanlar şu anda bu %25’lik kesimin oyuyla tekrar sistemin içerisine girme konusunda çok heyecanlılar. Bunu kabul edelim. 

İkinci kesim de İYİ Parti. Aslında İYİ Parti, Kemal Bey’in adaylığı konusunda, bir sene önce Kemal Bey ile doğrudan bir müzâkere süreci yürütseydi, Kemal Bey kendi başkanlık ihtimâlini öne çıkartmak için helâlleşme gibi bir söyleme savrulmasaydı ve Kemal Bey, Meral Hanım’la Ekrem Bey’le, Mansur Bey’le bir toplantı yapsaydı; Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1-1,5 sene öncesine kadar muhâfaza ettiği, o daha merkez siyâsete yakın çizgisini öne sürerek bir seçim kampanyası yürütseydi, muhtemelen kimsenin îtirâzı olmayacaktı. Ama Kemal Bey’in bu helâlleşme söylemi ve onun yankıları, onun adaylığına rızâ vermesi durumunda İYİ Parti’nin oy kaybıyla sonuçlanıyor.

Düşünsenize: İYİ Parti’yi yönetiyorsunuz; hem Kemal Bey seçimi kaybedecek hem de sizin oy oranınız %6’ya düşecek. O yüzden partilere böyle hayır kurumu muamelesi yapmamalıyız. Yine bir İYİ Parti düşünün, anketlerde Kemal Kılıçdaroğlu-Tayyip Erdoğan ikileminde %29’luk bir “Sandığa gitmeyeceğim” cevâbı görüyorsunuz. Bu %29’luk “Sandığa gitmeyeceğim” cevâbı, aslında sizin için önemli bir pazar. Yani temsil edilmediğini düşündüğü için sandığa gitmeyi reddeden insanlar var ve bu insanlar, Altılı Masa içerisinde sâdece Meral Akşener’in gözünün içine bakıyorlar. Kemal Bey’in adaylığına destek verip kaybetmek mi, yoksa müstakil siyâsete devam edip partinizi korumak mı? Bunu bu şekilde düşünerek gidersek, siyâsetten konuşmuş oluruz. Yoksa son zamanlarda, “Muhâlefet ayrılanı cezâlandırır” gibi birçok ezbere söylem görüyoruz. Belki Altılı Masa’dan ayrılanı mükâfatlandırır. Kemal Abi’nin dediği gibi, sandığa gitmeme eğilimini azaltıp, insanları sandığa çeken bir duruma da işâret edebilir. Daha demokratikleştirici bir hal alabilir. Meselâ 2014 seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu 13 parti destekledi. Orada çok büyük bir ittifak oluştu. Yani farklılıktan bahsediyorsak, asıl farklılık orada kuruldu. Pek bir anlam ifâde etmedi. 

2018 seçimlerine çoklu adayla gidildiği için kaybedildiğine dâir bir anlatı var. Evet, bu çok hâkim bir anlatı. Ben geçenlerde baktım, ne Meral Hanım Muharrem İnce’ye bir lâf etmiş ne Muharrem İnce Meral Hanım’a bir lâf etmiş. İkisi de, “Selahattin Demirtaş dışarı çıkmalı” demiş. Bakın, Akşener de, “Selahattin Demirtaş başkan adayı ise dışarıda olup propaganda yapmalı” demiş. Yani adayların birbirini yıprattığı bir durum olmamış. En sonunda en güçlü adayda bir kümelenme olmuş. 

Edgar Şar: Çoklu aday, Cumhur İttifakı’ndan muhâlefet blokuna geçişi engelliyor. Çünkü kazanabilirlik imajı vermiyorsunuz.

Burak Bilgehan Özpek: Edgar, orada çoklu adaydan ziyâde, öne çıkan adayın kişiliği ve söylemleri de önemli.

Edgar Şar: O da var.

Kemal Can: Bunu test etme imkânımız yok. Abdullah Gül olsa bunun olacağını da bilmiyoruz. Diğeri için bir sonucumuz var. 2018’e bakıyoruz, bloktan buraya geçiş olmadı diye varsayıyoruz. Ama Erdoğan’ın çoklu aday karşısında aldığı oyu, Abdullah Gül karşısında alamayacağını bilmiyoruz. Çünkü çoklu aday dolayısıyla, Abdullah Gül’ün ortak adaylığı nedeniyle, bugün olduğu gibi sandığa gitmeyeceklerin, kendi adaylarına verdiği oyu düşerek test etme, karşılaştırma imkânımız yok. Bilmiyoruz. Tek aday olup kazanma ihtimâli doğduğunda, bundan rahatsızlık duyarak kendini dışarıda hissettiği için sandığa gitmeyecek insanların sonuca nasıl etki edeceğini bilmiyoruz. Bu varsayım hesap dışı. “Öyle yaptınız, kaybettiniz” hesapları yapılıyor; ama bu, tersinin kazanacağını kanıtlayan bir şey değil. Bu sâdece, bunun kaybettiğini gösteren bir şey. 

Bir de daha önemli bir parametre var: O zamanki iktidar bloku oyuyla şimdiki iktidar bloku aynı değil. Çünkü benzer bir yüzdeyle ölçümler yapıldığında, yerel seçimlerin büyükşehirlerde kazanılmasını sağlayan şey, sâdece ortak aday meselesi değil. Orada, iktidârın kaybıyla bir ilişkisi var bunun. Muhâlefetin kazanabilirliğini göstermesi çok önemli. Ama önemli faktörlerden biri, Türkiye seçmeni, kaybedeni kazanandan daha önce fark ediyor. Bugün, iktidârın yapmaya çalıştığı şey, muhâlefetin kazanamadığını anlatırken, kendisinin de kaybetmeyeceğini anlatmak. Çoğunlukla da muhâlefet seçmeni tedirginliği, aslında iktidârın kaybetmeyeceğini besleyen bir şeye dönüşüyor. Problem burada oluşuyor.

Edgar Şar: Bu, hangi aday olursa olsun, “Tek aday, çok adaydan daha fazla oy getirir” gibi bir çıkarım değil. Kemal Abi’nin söylediği Abdullah Gül meselesi kesinlikle doğru ya da bir başka aday için. Bunu test etmek mümkün değil. Çünkü gerçekleşmemiş, counterfactual bir olay. Ama şöyle bir şey var — ben genel bir prensip olarak söylüyorum, onu da söylediğin ve hatırlattığın için söyleyeyim: 2019’da muhalefetin kazanmasında tek aday olmasının, kazanabilir gözükmesinin ve partilerin arkasında çok net durmasının çok önemli olduğunu da düşünüyorum. Onu da söyleyeyim. Bence tek aday orada önemliydi. Öyle bir tek aday çıkarırsınız ki, “Keşke çoklu adayla gitseydik, Erdoğan çok daha az oy alırdı” da denebilir. Kesinlikle farklı senaryolar olabilir.

Burak Bilgehan Özpek: Çok fazla değişken var orada.Bence dikkati çekmemiz gereken bir konu daha var: 2019 seçimleri, Cumhur İttifâkı’nın aşırı agresif ve muhâlefeti rahatsız eden söylemlerinin atmosferi altında gerçekleşti. 

Edgar Şar: Beka olayının çıkması…

Burak Bilgehan Özpek: Evet, beka söylemi.Hatırlarsanız, 2018 Aralık ayında hükûmet Suriye’ye operasyon yapmayı planlıyordu. Bunun üzerinden bir milliyetçilik köpürtülecekti. Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerlerini ânîden çekince bu operasyon kesintiye uğradı, bir süre durdu. Ve ondan sonra hükûmet, bütün öfkesini “iç düşman” üzerinden ifâde etmeye başladı. Bahçeli’nin İstanbul’a mehter marşı ile girişi, Süleyman Soylu’nun söylemleri… Aslında bunlar muhâlif seçmeni sandığa çekti. Çünkü 2018 Haziran seçimlerinden sonra hepimizin morali çok bozuktu. Yani insanların oy, sandık, aday gibi kavramları duymaya tahammülü yoktu. Dolayısıyla iktidar, muhâlefetin seçmenini çok kolay mobilize etti ve siz bir daha kendi seçmeninizi motive etmek için agresif söylemler kullanmak zorunda kalmadınız. Meselâ Ekrem İmamoğlu, bildiğim kadarıyla İstanbul’da miting yapmadı, değil mi?

Edgar Şar: Hayır, pazar pazar dolaştı. Mitingler 31 Mart sonrasıydı. 

Burak Bilgehan Özpek: Miting yapmayınca öteki tarafı çok da tedirgin etmiyorsunuz.

Edgar Şar: Şu da var, onu da unutmamak lâzım: Bugün çoklu adaya gidilirse 2018’den şöyle bir farkı var: Muhâlefet, neredeyse 1,5-2 yıldır çıtayı bastıra bastıra tek adaya koyduğu için, bugün çoklu adaya yönelmek, bunu becerememiş olmak gibi bir sonuç da doğurabilir. Öyle bir şey de var. 

Burak Bilgehan Özpek: Ama şu anda hükûmetin bir şeyler öğrendiğini düşünüyorum. Cumhur İttifakı, son zamanlarda daha yumuşak gitme, toplumsal kesimlere bâzı seçim iyilikleri yapma, toplumu rahatsız edecek çok fazla söylemlerde bulunmama gibi bir öğüt almış muhtemelen. 

Edgar Şar: Yani beka söylemlerini kullanmayacak.

Burak Bilgehan Özpek: Evet.Meselâ, Kürt meselesinde, HDP ile AKP’nin temâsı aslında çok önemli bir gelişme. Hükûmet içerisinde bunun üzerinden ekmek yiyen adamlar var. “Kürtler’le gerilelim, güvenlikçi olalım” diyerek varlığını buna borçlu olan insanlar var. Meselâ Süleyman Soylu bunlardan bir tânesi. Fakat genel îtibâriyle Tayyip Erdoğan’ın çizdiği profilin, daha yumuşak ve karşı tarafı tahrik etmeyen, çok fazla bütünleşmeye itmeyen bir politikası olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla çok fazla karizmatik olmayan, enerjik olmayan, siyâsî potansiyeli düşük tek adaylığın, umulan sonucu da vermemesi daha muhtemel.

Son olarak ahlâkî vasıflar üzerine bir şey daha söyleyeceğim: Hakîkaten çok enteresan bir şey… Biz, bütün meselemizi, partilerin siyâsî çıkarlarını, kazançlarını, kayıplarını göz ardı ederek tartışmaya başladığımız zaman, bu sefer, Yıldıray Oğur gibi, kimi gözümüze kestirirsek onu yaftalamaya başlıyoruz. Dün bir milletvekili bana kızmış, “Biz aydınlık, büyük Türkiye’yi, müreffeh Türkiye’yi yaratacağız. Bu adamlar buna karşı” diyor. Sanki ben karanlık, fakirleşmiş bir Türkiye istiyorum, tek garantisi de bu adammış gibi… Kusura bakmasınlar ama, Türkiye parlamenter sisteme geçti. Masada oturan iki partinin genel başkanı, bir partinin de genel başkan yardımcısı gitti, buna imzâ verdi. Dokunulmazlıklar kaldırıldı. Masada oturan 3 parti genel başkanı, bir parti genel başkan yardımcısı da imzâ verdi ve Demirtaş içeri girdi. Ahlâkî olarak, böyle bir söylemi elimize alıp, başka insanların kafasına bir asayla vurmak ne kadar tatlı bir şey, ne kadar kolay bir şey! Tarihin dönüm noktalarında nerede durduğumuzun hesâbını vermeyelim, bunun açıklamasını yapmayalım, her şey düzeldikten, kazanma umudu doğduktan sonra, bu ahlâkın asâsını elimize alalım, insanların kafasına, tepesine vuralım… Bu ahlâkî vasıflandırma işi, muhâlefetin birbirleriyle olan ilişkilerini olabildiğince tahrip eder. İnsanların bundan kaçınması lâzım.

Edgar Şar: Evet. Teşekkürler, Burak. Ruşen Abi, son söz sende. Çok sabrettin. 

Ruşen Çakır: Kemal de bugün topa girdiğine göre, eğer programın adını değiştirecek olursak “Kitabın Ortasından Koyalım” diye öneriyorum. 

Şahsen ben, Altılı Masa ve aday muhabbetlerinden hakîkaten bıktım. Meselâ bugün Ekrem İmamoğlu, “CHP’liler olarak adayımız Kılıçdaroğlu’dur” deyince, ben de bunu sosyal medyada paylaştım. Birisi bana “2 yıldır Ekrem İmamoğlu propagandası yapıyorsun” diye yazmış. Vallahi insanlar bir acayip… Ne söylediğinizin, nasıl söylediğinizin hiçbir anlamı yok. Sosyal medyanın da katkısıyla, herkes Altılı Masa’daki bu karışıklığı, birbirini dövmek ve kendisini öne çıkartmak için acayip bir şekilde kullanıyor. Herhalde bundan en çok istifâde eden de iktidar oluyor. Bir anlamda bunun tadını, keyfini çıkartıyorlar. Eğer Altılı Masa bunu bir yerde durduramazsa, benim öteden beri söylediğim, “Muhâlefetin bu seçimi kazanamaması mûcize olur. Ama bunu yapmak için ellerinden geleni yapıyorlar” diye bir lâfım var, bu mûcizeyi gerçekleştirebilirler. Bunu söylemek çok mümkün. 

Normalde böyle bir konjonktürde, Erdoğan’ın Ekrem İmamoğlu’na cezâ verdirmesi akıl kârı bir olay değil. Buradan bir şey elde edebilmesi bence mümkün değil. Ama öyle bir şey oluyor ki, Kılıçdaroğlu Berlin’de oluyor, ötekisi gidiyor, Kılıçdaroğlu gece vakti geliyor, bir şeyler oluyor ve biz, Ekrem İmamoğlu’nun iktidar ve siyasallaşmış yargı eliyle durduk yere cezâlandırılmasını ve yarattığı mağduriyeti konuşmaktan çok, Akşener’in ne yaptığı, Kılıçdaroğlu’nun ne yapmadığı üzerinde dönüp dolaşıyoruz. Bunu sağlayan, bunu hesaplayan, iktidar değil. 

Kemal, “Zamanlaması anlamlı” diyor ya? Tayyip Erdoğan herhalde “Kılıçdaroğlu Berlin’deyken bu karârı verin” dememiştir. Çok acayip bir şey… Mahkemenin târihi zâten o günden belli. Neyse… Bunu çok da fazla uzatmak istemiyorum. Belli ki artık bu yılı böyle kapatıyoruz. Altılı Masa’nın bir sonraki toplantısının ne zaman olduğu bile belli değil. Ev sâhibinin Gelecek Partisi olduğunu biliyoruz, ama Aralık ayının son günlerinde mi olacak, yeni yılın ilk yıl günlerinde mi olacak, daha bunu bile bilmiyoruz.

Edgar Şar: 26 Aralık diye söyleniyordu. Temel Karamollaoğlu’nun rahatsızlığından dolayı belli değildi. Ama şimdi galiba olacak gibi duruyor.

Ruşen Çakır: Diyelim ki bir şekilde 10 gün içinde oldu. Artık burada adaylık meselesini konuşmayı bir kere daha ertelemelerini gerektirecek bir gündemleri yoktur herhalde diye düşünüyorum. Bir sonraki toplantıda, bu konuda isim olmasa bile, ismi konuşuyor ve çok geçmeden açıklayacaklarmış havası yaratacak bir çıkış yapmaları bile, insanları birazcık rahatlatacaktır. Yoksa kaldığımız yerden devam edeceğiz. Meselâ bugün, Erdoğan’ın grup toplantısında kalkıp Kılıçdaroğlu’na, “Senin çocuk kendine yeni ebeveyn arıyor, farkında mısın?” demesi, buna imkân sağlamaları, gerçekten çok akıl alır bir şey değil. Sağlıyorlar, ama bir de şunu unutmamak lâzım: İktidârın da yapabileceği çok fazla bir şey yok, zâten hep bunu konuşuyoruz. Kendi yaptığından çok, muhâlefete yaptırmamayı ve muhâlefetin arıza yaşamasını sağlamayı amaçlıyorlar. Hattâ burada öyle bir şey oluyor ki, kendisi bir şey yapmadan da muhâlefet durduğu yerde bu ârızaları çıkartabiliyor. Bence bunu bir şekilde durdurabildikleri takdirde, bir aday belirlerler ve belirleyecekleri adayla da seçimi kazanırlar. Ben, birden fazla aday seçeneğinin çok akıl kârı bir şey olduğu kanısında değilim. Bu konuda yedek aday, çift aday gibi çok değişik yorumlar, hesaplar var. Bence tek adayla seçime girip, seçimi ilk turda alma üzerine kafa yormaları gerekiyor ve bunu, ne zaman yapılacağını bilmediğimiz toplantıda, artık önlerine koymaları gerektiğini söylemekle yetiniyorum. Bu kadar.

Kemal Can: Edgar, şunu not olarak düşeyim: Ben, olasılık olarak çoklu adayın da tartışılabilir olduğunu düşünüyorum. Ben de tek aday konusunda daha avantajlı olabileceğini düşünüyorum, ama şöyle bir açıklık var: Bu ülkede, hemen hemen bütün çalışmalarda artı-eksi %60, şu anda muhâlefet safında görünüyor. O zaman, Altılı Masa’nın, bu %60’la birlikte davranmak gibi bir öncelikle hareket etme stratejisini kurmamış olması, aslında temel problemi. Zaten %60’ı bir ortak zeminde buluşturabiliyorsa, “Karşı taraftan ne alırım?” sorusu birinci mesele olmaz. Ama strateji hep %50-50 mantığıyla yürütüldü. Problem de buradan doğdu ve %50-50 mantığının içerisinde; gerçekte olan rekabetin ortaya çıkardığı fay hatları, bence taktik hatâlardan doğmuş fırsatlar değil. İktidar zâten bunu dayatarak, aslında buraya sürükleneceğini gayet bilip, onun doğru anlarında doğru adımlarla, muhâlefeti kendiliğinden bunun içine itiyor. Özel bir şey yapması ve beceri yaratması gerekmiyor. Muhâlefet de kendiliğinden birtakım hatâlarla buraya düşmüyor. Yapısal olarak bu sorunun içinde yaşayarak yürüdüğü için düşüyor. Dolayısıyla Altılı Masa’nın meselesi, taktik bir problem değil, daha yapısal bir problem diye düşünüyorum.

Edgar Şar: Evet, bu bence de doğru. Bu, biraz işin kaderinde de var. Ama bu rejimlerde de bu tartışmaları başarıyla geçenler seçimleri kazanabiliyorlar. Çok az örnek var. Ama başarabilenleri de, bu yapısal problemleri çözebilenler oluyor. Evet… Kemal Can, Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek, çok teşekkürler. Gelecek hafta “Adını Koyalım”da buluşmak üzere. Herkese iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.