Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Barış Atay vakası- “Aşağıdakilerden hangisi sizin fikriniz değildir?”

Türkiye’deki üniversitelerde ders veren arkadaşlarımdan hep duyduğum bir şikâyet var, benim de gözlemlerim aynı minvalde. Şikâyetin konusu öğrencilermiş gibi görünse de aslında çocukları üniversite sınavına hazırlayan süreçle ilgili. Pek çok öğrenci, en parlak liselerden, kolejlerden gelenler bile, yazma alışkanlığı edinmeden geliyor üniversiteye. Sanırım her ders için bir dönem ödevi hazırlayan son kuşak benimki. Oysa yazmak, SMS’le ya da Whatsapp’la yazmaktan bahsetmiyorum, bir düşünceyi, hissi, gözlemi vs. dile getirmek üzere en az birkaç paragraftan oluşan, başı-sonu belli bir metin yazmak, yazarken ekranda ya da kâğıtta düşüncenin yavaş yavaş aynı zamanda görülebilecek bir “nesne” olarak da şekillenmesi sürecinde fail olmak, o düşüncenin mesuliyetini almak da demek. Mesuliyetini aldığınız bir düşünceyi sınamanız da gerekir. Bu nedenle bir konu hakkında yalnızca ne bildiğinizi, ne düşündüğünüzü yazmakla kalmaz, bir yandan bildikleriniz arasındaki tutarlılığı ve düşüncelerinizi sınarken bulursunuz kendinizi. Yazmanın kendisinin pedagojik değeri de buradan gelir sanki. Yazma alışkanlığı zamanla yazmazken de düşüncelerinizi sınama teknikleri geliştirmenizi sağlar. Bu süreç de bitimsizdir. Tabii ki yanılırsınız, afallarsınız, kendinizi tuzaklara da düşürürsünüz. Yani zamanla hatasız yazacaksınız diye bir vaat yok. Fakat yazdığınız ölçüde özgün tekniğinizi geliştirir, kendi duygu ve düşüncelerinizi ayırt etme şansınızı artırırsınız.

Aşağı yukarı son 20 yıldır özellikle sosyal bilimlerin herhangi bir dalında ders verenlerin karşılaştıkları manzara bu açıdan dehşet verici. Basit görünen bir yerden söyleyeyim. Mesela öğrenciler imla kurallarını gayet iyi bilirler, sınavda doğrudan bir imla kuralını sorsanız ve karşısına beş seçenek koysanız çoğunluğun doğru cevabı işaretlediğini görürsünüz. Ama yazarken -bazen konuşurken de- o kuralı ya da kuralın ona verdiği imkânı kullanamaz. Çoğu düşüncesini aklına geldiği sırayla aktarır kâğıda. Neden-sonuç bağlantısı kurmaz, bağlam oluşturmaz. Hatta noktalama işaretleri de yoktur. İşin tuhaf tarafı İngilizce yazarken, onu ayrı bir dil olarak ve başka bir yöntemle öğrendikleri için, daha iyi kullandıklarını görürsünüz yazım kurallarını ve tekniklerini. Fakat Türkçe’nin işlevi onları çoktan seçmeli sınavlara hazırlamaktan ibaret olduğu için, İngilizce’de olduğu kadar bile deneyimli değillerdir onu özerk bir şekilde kullanmakta. Dili kontrol altında tutamadıkları için düşüncelerini de bir dizgeye oturtamazlar.

Okurken diye ayrıca belirtmemin bir sebebi var. Bir metni, sonundaki seçeneklerden bağımsız olarak okuma alışkanlığı da yok pek çok öğrencinin. Üniversiteye kendi başıma hazırlanırken soru çözme teknikleri hakkında da bir şeyler okumuştum. Sınavda zamana karşı da yarıştığımız için bu konu önemliydi. Bir el kitabında, en çok zaman harcatan paragraftan anlam çıkarma sorularında önce seçenekleri, sonra paragrafı okumak öneriliyordu mesela. Böylece seçeneklerden bağımsız bir anlam çıkarmak gibi zaman kaybı bir işe bulaşılmamış olurdu çünkü. Bunlara bir de “eleştirel” okuma ya da dinlemeye ilişkin bir gözlemi ekleyeyim. Okuduğu metin ya da dinlediği konuşmayı “benim düşünceme ne kadar benziyor” diye değerlendirir pek çok öğrenci kafasında. Okuduğu ya da dinlediği metnin kendi iç tutarlılığıyla ya da içerdiği düşüncenin nesnel koşullarla ne ölçüde temas ettiğiyle ilgilenmez. Çünkü dilden bu şekilde yararlanmak için de o dilde deneyim sahibi olmak gerekir. Böyle olunca da herkeslerin sanki müthiş bir lafmış gibi tekrarladığı, “bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye” mottosu bir sığınak olarak belirir ufukta. Aklında tartması gereken, alışık olmadığı bir önermeyle karşılaştığında öğrenci önce önündeki seçenekleri okur. Seçeneklerden hangisi onun düşüncesini yansıtıyordur acaba? Sonra paragrafı değerlendirmeye başlar… Ama bu süreç bile, söyleyenin kim olduğu sorusunun gölgesinde işler. Peki, söyleyenin kim olduğu sorusuna cevap veren kimdir? Hangi frekansla tekrarlanmakta ve kaç kişiye ulaştırılmaktadır o cevap?

Sorulardan taşan umutsuzluk

Barış Atay’ın BabalaTV’de gençlerin sorularına cevap verdiği programı ilk kez, herkesle birlikte izlerken sorulan sorular karşısında karamsarlığa kapılanların yorumlarını okuyordum bir yandan. Hem ders verdiğim sınıflarda hem de muhafazakâr dindarlık ve bir miktar da milliyetçilik çalıştığım saha araştırmalarında alışık olduğum klişe ifadelerdi birçoğu. Bu nedenle yarattıkları umutsuzluğa şaşırdım biraz. O soruların konusunun ve şeklinin öyle olmasının da bir sebebi vardı. Yalnız eğitim sisteminden bahsetmiyorum. Bir çok açıdan bakılabilir o sorulara ama bir açıya daha dikkatinizi çekmek istiyorum müsaadenizle.

Bir twittaşım, gayet haklı olarak, “bilgiye erişmenin bu kadar kolay olduğu bir zamanda” birbirine o kadar çok benzeyen ve hedefi de ayan beyan ortada o sorulara tanık olmanın geleceğin rengi hakkında hiç de parlak bir fikir vermediğini söyledi. Polyannacılık mıdır bilmiyorum ama o soruların tekrar tekrar sorulup Barış Atay tarafından yine tekrar tekrar, sabırla, her defasında meselenin başka bir tarafına dikkat çekilerek cevaplanması karşısında oluşan havaydı bana umut veren. Aslında tek bir soru soruluyordu Barış Atay’a programın ilk bir saati boyunca: “Neden bizden değil de onlardan yanasın?” Kim onlar? HDP, yani Kürtler… İması şuydu bu sorunun: “Ortada bir kavga var, haklı olan biziz, çünkü onlar, yani Kürtler evi terk etmek ya da tarumar etmek istiyorlar, sen haklıdan, ezilenden, gençlerden, kadınlardan yana olduğunu söylüyorsun, onlar biziz işte, ama sen Kürtlerden yanasın.”

Anladığım kadarıyla Atay’ın programa davet edilmesi için hayli talep gelmişti. Programın formatından soru soranlarda “karşıt görüş”ü temsil etme şartı arandığını düşündüm. Dolayısıyla bu talebin tam da Atay’ı, onun şahsında TİP’i ve sosyalizmi yerle yeksan etmek isteyenlerden geldiğini çıkarsama hakkımız olduğunu sanıyorum. Hem onun programa çıkmasını talep edenler hem de soruları soranlar Atay’ı yaptığı yanlış tercihler nedeniyle cezalandırmak, onu oracıkta yenmek ve haklı olduklarını bir kez daha göstermek istemiş olmalılar. Özellikle ilk bir saat boyunca içinde HDP, Kürt, Kürdistan, terör, asker, polis, iha-siha, kınama, saygı-sevgi, Mersin, Afrin vb. anahtar kelimelerin geçtiği sorular, Barış Atay’a tarafını bir kez daha seçtirmek üzere meydan okuma niteliği taşıyordu. Bu meydan okuma da onu cezalandırma arzusunun bir tezahürüydü. Pek çok arkadaşım için umutsuzluk kaynağı olan vaziyet de buydu. Çünkü bu anahtar kelimelerle yapılabilecek internet aramasıyla, bahse konu mevzuların farklı yönleri hakkında pek çok bilgiye ulaşılabilir, dolayısıyla sağlıklı bir muhakeme de yapılabilirdi.

Doğrusu bundan hiç emin değilim. Çünkü bilgiye erişimin en kolay, ancak onu işlemenin en zor olduğu çağda yaşıyoruz. Elimizin altında her türlü bilgiye erişebileceğimiz araçlar var. Ama bilgiye erişmekle, onun düşüncemizi değiştirmesine izin vermek aynı şeyler değil. Hatta ikisi arasında neredeyse ters denebilecek bir orantı var. Bunun bir sebebi yukarıda sözünü ettiğim okuma-anlamlandırma sürecinin içerdiği işleyiş bozukluğu. Bu bozuk yola talim etmek zorunda kalan zihin, kendisinde zaten bulunan (ilk) bilgiyi değilleyen her yeni bilgiyi, ötekinin yaptığı bir manipülasyon ya da “algı yaratma” girişimi olarak okuyor çünkü. Bunda içinde bulunduğumuz dönemin çok katmanlı krizlerinin yarattığı aciliyet ve tedirginlik duygularının da payı büyük: “Ya yoldan çıkarsam, ya yolumu kaybedersem, ya tehlikeli sulara kapılıp kendim olmaktan çıkarsam…”

Bu nedenle, yeni bilgiye erişimin değilse bile onu hazmetmenin önündeki en büyük engel, o konuya ilişkin edinilen ilk bilgi. Üst üste eklenmiyor, adeta birbirini iteliyor bilgi parçacıkları. Herkes büyük resim diye konuşadursun, böylesi bir bağlamda, resmin herhangi bir parçasının objektif nitelikleri, yani rengi, kokusu, dokusu vs. konusunda bile sürekli şüphedeyiz. Bu nedenle bilgiler ortalıkta dolaşsa, hatta gözlerimizden ve kulaklarımızdan zihnimize bir yol bulup içimize girse bile, çarptığı zeminde bir değişiklik yapmıyor çoğu zaman. İlk edinilen bilgi, sonrakileri iteleyen bir kalkana dönüşüyor.

İletişim bilimlerinde, hedefine ulaşıp bir anlama dönüşmeyen kod’a, yani bilgi parçacığına, sinyale gürültü denir. Dolayısıyla önümüze konulan ve yalnızca aralarından biri geçerli otorite (devlet, öğretmen, ana akım medya, baba, imam, sokaktaki abi, en yakın arkadaş…) tarafından doğru kabul edilen sınırlı sayıda seçenek üzerinden anlamlandırmaya çalıştığımız bilgilerin kahir ekseriyeti yolda değil, menzilde, yani zihnimizde, evvelden edindiğimiz bilgiye çarpıp kendilerine benzer başka işaretlerin de dahil olduğu bir gürültüye dönüşürler. Bu da bilgiyi işlemenin ona erişimin kolaylığı ölçüsünde zorlaştığı bir hengâmeyle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.

Duvarlar yıkılıyor

Barış Atay’ın ilk bir saatte söylediği hemen her şey o duvara çarpıp çarpıp geri döndü bu yüzden. Bu döngü iki yerde sessizce kırıldı. Zaten tekil ya da müşterek zihindeki sahici kırılmalar sessizce olur, gürültü o kırılmayla oluşan enerjinin işe dönüşmesi yani eylem esnasında gerçekleşir ve bu da zaman alır.

Programın ikinci saati başlarken bir gazetecilik öğrencisi sözüne, “Hakaret olarak algılamazsanız çok net yalan söylüyorsunuz” diye başladı (1:05:00’dan itibaren). Sonra da Mersin saldırısıyla ilgili bir şeyler söyledi. Salonda söylediğinin aksine TİP’in ve Atay’ın Mersin saldırısında terör eylemini gerçekleştirenlerden yana tavır takındığını öne sürdü. Kafasında birçok bilgi parçacığını birleştirmiş ve bu kanaate varmıştı. Heyecanlanmıştı. Barış Atay bu sorunun cevabını erteledi. Salonda ona eşlik eden arkadaşlarından ilgili parti açıklamasını istedi. Genç arkadaşın ikinci sorusu ise TİP’in hayatını çatışmalarda kaybeden güvenlik güçleri hakkında bir kınama ya da taziye paylaşmamasıydı. Şu halde üzüntüsünü nasıl ifade ediyordu TİP? Barış Atay, defalarca tekrarladığı cevabı verdi… Özetle, “mevzu bizim kınamamızla çözülecekse kınayalım hep beraber, ama çözülmeyecek, çözülmüyor.”

Aynı arkadaşın bir başka sorusu daha vardı: Barış Atay, nasıl olur da, Selahattin Demirtaş gibi birini Türkiye için en iyi cumhurbaşkanı adayı olarak görmüş olurdu? Nasıl biri miydi Selahattin Demirtaş? Saydığı şeylerden yalnız birini söyleyeceğim: “Abdullah Öcalan’ın heykelini dikmek isteyen biri.” Atay bu soruyu da kendisine ya da Demirtaş’a bir saldırı gibi düşünmek yerine etraflıca cevap verdi ve çözüm sürecinin ve sonrasının içerdiği çelişkilerden bahsetti. “Neden sürecin öbür tarafına da hatırlatmıyorsunuz sorumluluğunu,” diye sordu özetle. Geçiştirmedi, yuvarlamadı, karşı saldırıya geçmedi, ciddiye aldı muhatabını.

Bir süre sonra ara verildi. Sonra herkes salona döndüğünde yeni sorulara geçmeden önce TİP’in Mersin saldırısıyla ilgili açıklamasını okumak istediğini söyledi. Okudu. Oğuzhan Uğur, gazeteci adayı arkadaşımıza tekrar döndü, “Bir şey söyleyecek misiniz,” diye sordu. “Söylemeyeceğim” oldu cevap.

Bu tabii ki genç arkadaşın edindiği ilk bilginin inşa ettiği savunma duvarının yıkıldığı anlamına gelmiyor. Daha değil ve belki de hiç yıkılmayacak. Muhtemelen geriye çekilip o duvarı tamir edecek kod ve sinyal arayışına girecektir. Çünkü ilk bilgiler dirençlidir. Fakat bu andan sonra salonun havasında değişiklik sezmeye başladık artık. Atay’ın bu genç arkadaşın ilk bilgi duvarı karşısında ortaya koyduğu performans, sadece içeriği değil, cevabın verilme süreci, salondaki bir duvarı yerinden oynattı. Bu aşamadan sonra HDP ve Kürtlerle ilgili soruların yanı sıra solun neden bir türlü yan yana gelemediği, kendi sorunlarını çözemeyen solcuların dünyanın sorunlarını nasıl çözeceği, sosyalist ülkelerin ne kadar da fakir olduğu ve TİP’in ne hakla içinde oturdukları evleri kiracılara vereceği, gibi “yeni” konular açılmaya başlandı.

Üçüncü aradan sonra ikinci kez şahit olduk o duvarın yıkılayazdığına (2:34:53’te). Antepli bir genç soru sormadan önce iddialı bir giriş yaptı. Barış Atay’ı oyunculuğunu ve belagatini kullanarak salonu manipüle etmekle suçladı. Atay’ın, verdiği cevaplarla kendisi ve salondakiler hakkında sanki onlar insanat bahçelerini (kapitalizm eleştirisi esnasında gündeme gelmişti) ya da AKP’yi savunuyorlarmış gibi hissettirdiğini söyledi. Oğuzhan Uğur, bunun yanlış bir hissiyat olduğunu, AKP’ye oy verenlere de karşı olmadıklarını anlattı. Genç arkadaş, “Belki ama ben öyle hissettim” diye cevap verdi. Barış Atay, “Belki benim üslubumdan kaynaklanmıştır, ama açayım” deyip AKP’ye oy veren kimseyle bir derdinin olmadığını, sadece düşüncelerini dile getirdiğini, oyunculuğu konusundaki iltifat için teşekkür ettiğini, bir gün oyunculuğa dönmek için gün saydığını söyledi. Genç arkadaş, “’Arka Sıradakiler’e dönersiniz belki” dedi ve Atay’ın oynadığı bölümler yayınlandığında ilkokulda olduğunu söyledi. Atay ve Uğur, artık yaşlandıklarını tekrar ettiler karşılıklı, genç arkadaş da soru sormadan yerine oturdu. Artık gülümsüyordu. Sert bir başlangıç birkaç dakika içinde gayet insani bir takılma haline evrilmişti. Genç arkadaşın çıkışını bir tür sitem olarak okudum, özellikle ikinci seyredişimde. ‘Tamam abi, bir dolu konuda farklı düşünüyoruz diye kötüler safına geçmedik, hatta yeri geldiğinde aynı kötülere karşı savaşırız icabında…’ Böylesi bir sitem bir tür duygudaşlık kurulmayan birine yapılmaz.

Bu iki arkadaş yaşını başını almış insanlar olsaydı böyle düşünmezdim doğrusunu söylemek gerekirse. Edindikleri ilk bilgi etrafında oluşturdukları savunma duvarı çoktan birtakım ağlarda yatırıma dönüşmüş olurdu. Yok yok, akçeli kazanç sağlamaktan bahsetmiyorum. Ama sosyal birikimleri de o bilgi etrafında kurdukları arkadaşlıklar, dostluklar ve hatta belki bir evlilikle iyice katılaşmış olurdu çoktan. Oysa durum öyle değil. Dediğim gibi bu iki arkadaşın Atay ya da onun dile getirdiği herhangi bir düşünce konusunda fikirlerini değiştirdiklerini iddia etmiyorum. Muhtemelen öyle olmamıştır. Ama salondaki hava bu iki karşılaşmadan sonra bariz bir şekilde değişti. Yıkıldığını söylediğim “ilk bilgi” duvarı bu arkadaşlarınki değil, salonda mevcutlu bulunanların ortak ilk bilgilerinin oluşturduğu duvar. Peki nasıl oldu bu, niye oldu?

Şaşırmak iyidir

Birkaç sebebi var… Ama en büyüğü şaşırma duygusunun yarattığı pozitif etki. Barış Atay salondaki herkesi şaşkınlığa düşürdü. Onunla ilgili olarak seyreden hemen herkesi en çok şaşırtansa sanırım sabrıydı. İlk bir saatte hep aynı soruyla karşılaşmasına rağmen, sorunun tekrar tekrar sorulduğunu da vurgulayarak ama her defasında farklı bir açıdan cevaplamaktan kaçmayarak müthiş bir sabır performansı gösterdi. İkincisi, muhataplarını ciddiye alıyordu. Dalga geçmedi, küçümsemedi, hafife almadı… Kimseyle, ne söylerlerse söylesinler kavga etmedi, içtenlikle cevap verdi. Üçüncü sebebin onunla ilgisi yok. O soruları soranların da o cevaplara ihtiyacı vardı. Çünkü “ilk bilgi”ler, Barış Atay’ın defaatle tekrarladığı gibi, o bilginin işaret ettiği sorunu çözmüyordu. Sorunu çözecek bir perspektif için yeni bilgilere ihtiyaç vardı. Yeni bilginin ne kadar kıymetli ve yol açıcı olduğunu Barış Atay’ın Eren Bülbül’ün hikâyesini, annesinin anlattıklarını merkeze alarak aktardığı yerde gördük. Buz kesti salon. Barış Atay, henüz bir lise öğrencisiyken gördüğü işkenceyi anlatırken de benzer bir etkiyi gördük. Etkili olan onun acısını aktarması değildi. Kendisine kimin, neden “terörist” dediğine bir cevap olarak anlattı gördüğü işkenceyi, başıma gelen şu şeyler nedeniyle böyle oldum demek için değil. Yani ben hiçbir şey yapmadan da terörist ilan edilmiştim diyor, başıma şunlar şunlar geldiği için böyle oldum sonucu çıkmıyor o anlatımdan. Bu iki pozisyon, birbirinin aynısı gibi görünse de, tam olarak zıt. İlki bağlamı anlatıyor. İslamcı-muhafazakârlığın sık başvurduğu ikinci yol ise kendi yaptıklarına mazeret bulma telaşından başka bir şey değil. İlki geçmişi, kendi payına düşeni sahiplenerek aktarıyor. İkincisi, bugün yaptıklarının sorumluluğunu kendinden öncekilere yıkmaya çalışıyor.

Programdan sonra Twitter’da pek çok kişinin TİP’e katılma kararlarını açıkladıklarını gördük. Gönüllü ya da üye katılımına ilişkin çeşitli sayılar da dolaştı ortalıkta. Parti görevlilerinden aldığım bilgiye göre 12-21 Ocak tarihleri arasında yaklaşık 9 bin 200 başvuru gelmiş TİP’e, bunlardan 2000 kadarı gönüllülük, 7200 kadarı da üyelik başvurusu. Yoğunluk hem Meclis’te Atay’ın ve kalan üç milletvekilinin ofislerinde hem de parti genel merkezinde devam ediyor. Atay’ın makamını arayanlar arasında kimler yok ki? Öldürülmüş yakını için adalet arayanlardan sevgilisine küsenlere, doğum günü mesajı isteyenlere kadar pek çokları. Özellikle başları dertte olanlar, “Siz çözersiniz, korkmuyorsunuz, geri adım atmazsınız” diye arıyorlar.

Tabii küfreden, bağırıp çağıranlar, teröre yardım ve yataklık etmekle, göz boyamakla suçlayanlar da var. Salı ve çarşamba günleri parti grupları nedeniyle Meclis’e dışarıdan ziyaretlerin yoğun olduğu günler. Başka partilerden milletvekillerini ziyarete gelenler de TİP’in kapısını çalıp selam vermeye uğruyor.

Üyelik başvurusunda bulunanların yazdıkları bazı mesajları da görme şansım oldu. Onları alıntılamayacağım. Aralarında daha önce hiçbir siyasi örgütte bulunmayan, yeni yeni bir politik fikir oluşturmaya başlayanlar çoğunlukta. Bunun yanı sıra sağ siyasetten gelenler, sosyal demokratlar ve daha evvel solda siyaset yapıp zamanla yenilgiyi kabul etse de şimdi bir kez daha mücadele için zemin olduğuna inanmaya başlayanlar da var. TİP’in yaptığı sokak çalışmalarında da etkisi görülüyor programın, yalnızca broşür dağıtılan semt çalışmalarında artık insanlar daha çok gönüllü formu dolduruyorlar.

Çok uzatmamak ve insanlarla biraz daha konuştuktan sonra bu mevzuyu takip etmek için gerisini sonraya bırakacağım. Yazıyı bağlayıp nihayete erdirmek için şu kadarını söyleyeyim… Barış Atay’ın BabalaTV’deki performansının bu denli geniş ve umulmadık bir karşılığı olmasının tek nedeni onun gösterdiği sabır ve tavır değildi. O cevaplara ne denli ihtiyaç olduğunu da ortaya koydu bu umulmadık umutlu karşılık. Birbiriyle sağcılıkta ve vatan-millet-Sakarya tesbihinde yarışan iki büyük siyasi blok var karşımızda. Birbirlerini aynı siyasetin radikalleşmiş formlarına iteleyip duruyorlar. Fakat memleketin ufkunu karartan sorunların tamamı da o iki bloğu oluşturan aktörler arasındaki sidik yarışlarının yarattığı hasarın sonuçları.

Altılı Masa, bunca yıldır sabırla ve her şeye rağmen muhalefet eden seçmene bağrına taş basarak, gerekirse kahrederek kendisine oy vermesini istiyor. Seçmenden beklediği bu fedakârlık karşısında ne vaat ettiği ise çok açık değil. Kâğıtlarda yazan idealler, “Aman Erdoğan mağdur olmasın!” hassasiyetine çarpıp dökülüyor. O da onların dirençli “ilk bilgi”si… Erdoğan asla mağdur edilmemeli! Çünkü ne yese yarıyor mübareğe! Bu “ilk bilgi”yi aşıp birbirlerinden ya da toplumdan bir şey öğrenmekten ödleri kopuyor.

İktidar bloğu hakkında bu kadarcık bile cümle kurmaya değer mi bilmiyorum? Var oluş değil, yok oluş sancısı içinde iki partinin birbirine dayanarak hepimizi yeme gailesinden başka bir şey yok orada.

Öte yandan, Emek ve Özgürlük İttifakı, henüz ittifak siyasetini tam olarak belirginleştirmiş değil. HDP’den hepimizce malum sebeplerle, yani önümüzdeki seçimin kilit partisi olması dolayısıyla, TİP’ten ise gösterdikleri ivme karşısında hissettiğimiz şaşkınlıkla bahsediyoruz. Fakat İttifak bu iki partiden ibaret değil. Diğer ortaklarından ve bir bütün olarak İttifak’tan bahsetmek için daha çok sebebe ihtiyacımız var. Bu yalnızca bizim değil, Altılı Masa’nın da ihtiyacı. Eğer, özellikle Meclis seçimlerinde alternatifsiz olmadıklarını anlarlarsa kendilerine, mesela başkan adayı belirleme sürecine ve adayın saha siyasetine bir miktar çekidüzen verebilirler.

Bu yüzden Emek ve Özgürlük İttifakı’nın siyasetteki canlandırıcı rolü, özellikle toplumsal muhalefetin siyasi pazarlıklarda temsili onlara kaldığı için, bazı “realist”lerin düşündüğünden çok daha büyük.

Ne diyelim, memleketin şaşırtıcılık potansiyelini kimse sınamasın!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.